Posts Tagged ‘PLATON’

FELSEFİ

Pazar, Ağustos 31st, 2014

– Ne kadar az bilirsen, o kadar rahat uyursun.

GORKİ

– Uyursan gece biter, uyuyamazsan sen!

SARTRE

– Çok uyumak kaçmaktır, uyuyamaksa yakalanmak.

FREUD

– Aydınları korkak olan ülkenin, zalimleri cüretkar olur.

GRİGORY PETROV

– Sonuçlarında ortaya çıkanın, nedenlerinde olmaması düşünülemez.

– Her şey kurguysa, kurgulayan gerçektir.

– Bir neden yokken, hiçbir şeyin de “varolmaması” gerekirdi. Ancak “varolmak” var, bu da her şeyin mümkün olduğunu gösteriyor. Bilinmeyen hakkında her şey söylenebilir.

AHMET AĞI

Felsefe, soru sormakla başlar.

NUSRET HIZIR

– Metafizik, bir varlık anlayışıdır.

– Her din bir tanrı anlayışı, her tanrı anlayışı da bir varlık anlayışıdır…

– ‘İyi’ ve ‘kötü’ kavramları, indüksiyon (tümevarım) yoluyla yapılmış birer çıkarımdır.

– Bilim  “nesne”, felsefe ise “anlam” araştırmasıdır.

– Başlangıç soruları felsefeyi ilgilendirmez. Başlangıç sorularına verilen cevaplar, bilgisel olmadığı için bir teoridir. Ancak bunu teorinin bilgisel olan yanıyla karıştırmamak gerekir. “Adem ile Havva” bir teori değil, bir mitostur. Darwin’in ki ise kaynaklara dayalı bir teoridir.

– Filozoflarla çocuklar birbirine benzer, her ikisi de sorularını direkt olarak “bu nedir?” diye sorarlar.

– Çocuklara sadece kendi çıkarlarını korumayı öğrettiğimizden, büyüdüklerinde de kendi çıkarlarını, “insan hakları” zannediyorlar.

    IOANNA KUÇURADİ

——

– Her yeni şey öğrendiğimde, bilmediklerimin ne kadar çok olduğunu anlıyorum.

EİNSTEİN

– Hakikati araştırmak, ona sahip olmaktan daha değerlidir.

GOTTFRİED LESSİNG

-Dünyada, bir filozofun lafını etmeyeceği kadar, saçma bir şey yoktur.

DESCARTES

– Görmek istemeyen kadar, kimse “kör” değildir.

İBN-İ SİNA

– Sahiplenmeden üretmek, kendini empoze etmeden hareket etmek, egemen olmadan gelişmek esastır. (Çin toplumuna dair çıkardığı sonuç)

– Bilim felsefenin başarılarından, felsefeyse bilimin başarısızlıklarından örülmüştür.

– İnsanlar hakikati yalnızca kendilerinin bildiğini sandıkları için, birbirlerine zulmediyorlar.

– Güçlü olma tutkusu, erdemli kişilerde kendini iyilik yapma tutkusu şeklinde gizler.

BETRAND RUSSELL

 – Az bilmek için, çok okumak gerekir.

C. MONTESQUİEU

 – Gerçek ancak yalnızlıkta bulunur.

– Kaplan, kaplanlıktan çıkamaz ama insan, sürekli insanlıktan çıkma tehlikesiyle yaşar.

GASSET Y. ORTEGA

 – İlerleme, bir fikirdir.

– Disiplinli hayvan, insana benzer. (Disiplinsiz insan da hayvana benzer.)

 Kant’ın, hem amprizmi hem de rasyonalizmi eleştiren ünlü sözü:

“Görüsüz (deneysel olmayan) kavramlar(akıl) boş, kavramsız görüler kördür”.

Bilgi, deneysel duyu verilerinin aklın formlarında işlenmesiyle oluşur.

Özgürlük; ahlak yasasının varlık nedeni, ahlak yasası ise özgürlüğün bilinme nedenidir.

Pozitif özgürlük; istemenin, saf aklın bir yasası (ahlak yasası) tarafından belirlenmesi.

Negatif özgürlük; hiç bir şey tarafından belirlenmeme, bir şeyi gerçekleştirirken engellenmemeyi talep ediyor.

– Bende sonsuz hayranlık uyandıran iki şey vardır; üstümüzdeki yıldızlarla dolu “gök” ve içimizdeki şaşmaz “vicdan yasası”.

KANT

———-

– Felsefe tarihçisi için tarihte, yeni birşey yoktur.

– Değerli olan hiçbir şey, başka bir şeyle ölçülemez.

– Gazali gereğinden fazla  zekidir… Tanrıyı korumak adına önemli bulduğu açıklamayı bulup getirir koyar…Gazali onemlidir ama değerli değildir, bugün de çok fazla önemli insan var ama…Gazali, tanrıyı korumak adına nedenselliği ortadan kaldırır…Olayların arasında hiçbir düzen  olmaksızın sırf kendi iradesiyle, herşeyin arkasından herşeyi getiren “tanrı ” mı daha yücedir yoksa herseyi bir düzen, intizam ve sıra içinde vareden tanrı mı?

Prof. AHMET ARSLAN

 – Akılsız insanın durumu ve karakter; iyiliğini ve kötülüğünü kendisinden beklemez, hep başkalarından bekler.

– Bilge insanın durumu ve karakteri; başına gelecek bütün iyiliği ve kötülüğü kendisinden bekler.

– Karşılaşılan zorluklar ne kadar büyükse, bunların üstesinden gelmek de o kadar gurur vericidir.

EPİKTETOS

 – “Boş zaman” yoktur, “boşa geçen zaman” vardır.

TAGORE

 – İyi bir bilim insanı, kendisini kavramlardan kurtarır ve varolanı görmek için zihnini açık tutar.

LAO TZU

– Hayatın temelinde, “acı” vardır.

İbadetler, nafile tekrarlardan ibarettir. Sadece “gerçek” var.

– “Sonsuz” olan, “sonlu olana” indirgenemez.

– İnsanların acıları, maddeye ve fikirlere olan bağlılıklarından kaynaklanır.

– “En basiti başarmaktır”, en zor olan.

BUDHA

– Karanlığa küfredeceğine, kalk bir mum yak.

KONFÜCYUS

– Bana en uzak birine de yapsanız, bana yapmış olursunuz.

Hz. İSA

Hayatımızdaki en önemli iki gün; doğduğumuz gün ve neden doğduğumuzu anladığımız gündür.

– Cahil insanla tartışmayın, önce sizi kendi seviyesine çeker, sonra da tecrübesiyle yener.

MARK TWAİN

– Ne kadar okursan oku, bilgine, yakışır şekilde davranmıyorsan cahilsin demektir.

SADİ ŞİRAZİ

– Bir tapınağın olması, kendine tapınmaktan daha iyidir.

– Cahillerle tartışmayın, ben hiç galip gelemedim.

– Keşif yoluyla bize gelen bilgilerle, peygambere gelen bilgiler aynıdır.

– İmanın yarısı, şüphedir.

Musiki; aşığın aşkını, fasığın fıskını artırır.

GAZALİ

– Ey  Gazali, hem aklın bilgi için yetersizliğini söylüyorsun hem de mantığa basvuruyorsun.

İBN RÜŞD

– Bir sözü dinleten; (1) hikmettir, (2) kudrettir.

HİLMİ OFLAZ

– Bügün öleceksin diye “niye korkuyorsun”, bu dünyanın yasasıdır. Senden önce yaşamış o kadar değerli insan hiç seslerini çıkarmadan öldüler. Sana ne oluyor? Sen kim oluyorsun da ölüme karşı çıkıyorsun?

LUCRETİUS

Her belirleme, bir yadsımadır.

– Her şey kendi varlığı içinde, sürekliliğini korumaya çalışır.

Özgürlük, zorunluluğun bilincine varmaktır.

– İnsan varlığını sürdürmek isteğindedir. İyi ve kötü bu istemden kaynaklanır.

– İnsan bir şeyi istiyorsa “iyi” diyor, istemiyorsa “kötü” diyor.

– İnsanın gerçekleştirebileceği en yüksek eylem, anlamak için öğrenmektir. Çünkü anlamak, özgür olmaktır.

– Yeni fikirlerden şaşmayın, şunu bilin ki hiçbir şey, bir çok kişi tarafından kabul görmüyor diye doğru olma vasfını yitirmez.

– Yerleşik dinin rahatını kaçırmadan, nasıl felsefe öğretilir bilmiyorum.

– Şimdinin geçmişten daha iyi olmasını istiyorsanız, geçmişi inceleyin.

– Ne korku umuttan yoksundur ne de umut korkudan.

– Bir şeyi istediğiniz kadar ince dilimleyin, daima iki yüzü olacaktır.

– İnsanlar konuşmak kadar susmak yeteneğine de sahip olsalar, dünya daha mutlu bir yer olurdu.

SPİNOZA

– Bütün bilgilerimiz tecrübe ile başlar ama tecrübe ile bitmez.

Tümevarım bir mitostur.

D. HUME

İnsan özgür doğar ama hayatın her anında zincire mahkum edilir.

– Bütün kavgaların, felaketlerin, tüm kötülüklerin anası; “özel mülkiyet”tir. Özel mülkiyetin olmadığı yerde haksızlık da yoktur.

J.J.ROUSSEAU

Bilgi, kuvvettir.

– Mutlu olmak için, doğayla uyum içerinde olmak gerekir.

F.BACON

MARX:

– Tarihi yapan insandır…

– Alt yapı, üst yapıyı belirler…

İnsanlık tarihi, sınıf çelişkisinden ibarettir.

– Tarihte ne olmuşsa, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur.

– Komünizmin önündeki engel, burjuvazinin eksikliğidir.

Din, ruhsuz bir dünyanın ruhu, ezilenlerin haykırışı,, kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Din, kitlelerin afyonudur.

– İnsan bilincini içinde bulunduğu yaşama  koşulları belirler.

– İnsan, ne üretirse ona yabancılaşır.

Kapitalist, kendisinin kapitalist olmasından sorumlu değildir ama ilişkilerin kurulmasına yardımcı olduğu için sorumludur.

– Toplumsal reformlar, güçlünün zayıflığından ötürü değil, zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir.

– Bir memleket iki şekilde talan edilir; düşmanlar ve bizzat o ülkenin kendi maliyesi tarafından.

– Zorun güzelliği, doğallığındadır.

Mülkiyet, hırsızlıktır.

———-

– İhtiyaç, icadın anasıdır.

Felsefe, mantık ve diyalektikten oluşur.

– Erkek burjuvazidir, karısıysa proleteryayı temsil eder.

– Ne mutlu o yoksullara ki, öteki dünya onlarındır ve er ya da geç bu dünyada onların olacaktır.

ENGELS

– Az gelişmiş toplumlarda ordu, kendi halkına karşı kullanılmak için vardır.

– Her devrimin temel sorunu, iktidar olmak içindir.

– Yumurtalar kırılmadan, “omlet” (devrim) olmaz.

LENİN

Ölüm, başkalarının işidir.

Varlık dediğimiz, “hiçin hiçmesidir”. Aslında her şeyle hiçbir şey, aynı şeydir.

Hüzün, en büyük muhalefettir.

– İnsan, zamanın merhametsiz ve karşı durulmaz ırmağına atılmış olduğundan, mahvından başka hiçbir şey bekleyemez. Bu yüzden hayal kırıklığına da uğratılamaz. Aksine insan, varlığının sonluluğunu görerek; üstün, soğuk bir zafer duygusu yaratabilir.

HEIDEGGER

– Biz varken “ölüm” yok, ölüm varken de “biz” yokuz.

EPIKUROS

İnsan, her şeyin ölçüsüdür.

PROTOGORAS


– Herşeyin ölçüsü, tanrıdır.

Bilginin kaynağı, akıldır. Duyular aldatıcıdır.

– Doğru olan, bilgidir.

– Herşey ideasına ne kadar yakınsa, ne kadar pay almışsa o kadar idealdir.

-Matematik bilmeyen, içeri girmesin.

Haz, kötüdür…akla ve onun bilgisine uygun davranmak gerekir.

Aşk, acı veren zihinsel bir hastalıktır.

– Savaşın sonunu, sadece “ölüler” görür.

Cesaret, tehlike karşısında akıl ve zekanın kullanılmasıdır.

– İki kişinin bildiği, “sır” değildir.

Demokrasilerde güzel sözlü demogoglar, kötü de olsa başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.

Adil birey = adil toplum = adil devlet.

– Adalet, herkesin kendi işini yapması, başkasının işine karışmamasıdır.

PLATON

– Bilmek, olguyu tasvir etmek değil, olguyu nedeni ile birlikte bilmektir.

Haz, kötü değildir sadece hayatın son ereği değildir. Haz duymak için eylemde bulunmayız. Haz, yapılan işin beğenilmesi sonucunda, bir sonuç olarak ortaya çıkar.

Bir duyusunu kaybeden, bir dünyayı kaybeder. Bilgi, duyulara dayalıdır ancak duyuların kendisi bilgi değildir.

– En üst ve en alt sınıflar için demokrasi, uygun değildir. Demokrasi, orta sınıfa hitap eder.

– Kadın, doğanın bir garabeti, evcilleştirilmiş bir hayvandan biraz daha iyi durumda olan… yarım bırakılmış bir erkektir…erkek yönetiminin özneleri olmaya uygundur, doğası gereği egemen değillerdir. Erkekler tarafından yönetilmek için doğarlar. Doğa, kadın bedenini tek bir iş için, üremek ve yetiştirmek için tasarlamıştır.

Köle, canlı alettir. Kölelik, dokuma tezgahları kendi kendine bez dokudukları zaman kalkacaktır.

– Tümüyle acılarla geçen bir hayat, pek mutlu sayılmaz.

ARİSTOTELES

– İnsan, insanın kurdudur. (Homo, homini lupus)

T. HOBBES

– Karekterin ne ise kaderin odur.

– Aynı ırmağa, iki defa girilmez.

Savaş, her şeyin babasıdır.

HERAKLEİTOS

Varoluş, özden önce gelir.

Cehennem, başkalarıdır.

– İnsan olmak istediği, kendini tasarladığı şeydir.

Tanrı olsaydı, yaptıklarımızın hiçbirinden sorumlu olmazdık ama tanrı yok ve biz, tüm yaptıklarımızdan sorumluyuz.

SARTRE

– Bazı değerler ve bazı yaşam biçimleri birbirinden ne daha iyi ne daha kötüdür. Olsa olsa farklı şekillerde her biri yine kendi içinde değerli ve kendi içinde anlamlı yaşam biçimleridir.

– Farklılık ve çeşitliliklerin, hoş görüldüğü bir toplum olmak yeterli değildir. Aynı zamanda, bu çeşitliliklerin onaylandığı ve özendirildiği toplumlarda insanlar dolu dolu yaşayabilsin.

İSAİAH BERLİN

– Komiserin manivelası, “devrim”. Dava, “alt yapıyı” değiştirmek, “üst yapı” kendiliğinden değişir.

– “Yogi” içinse kurtuluş, içimizde. “Aksiyon” bir tuzak, komiserle yogi uzlaşamaz.

ARTUR KOESTLER

HİLMİ ZİYA ÜLKEN:

“Kendini başka varlıklara irca ederek açıklamak, insanı mahiyetine aykırı bir tarz da düşünmek demektir…Varolanı kendisinin dışında, totolojiye bağlı bir şarta/töze bağladığımızda, onu bütünüyle bu töze indirgeyebilmek için zorunlu olarak bir kozalite ilişkisi geliştirmek durumunda kalıyoruz..

Mikro düzeyde ise cisim, parçacıklar bütünü olarak görüldüğünden parça-bütün ilişkisi kurulmaya çalışılmaktadır.

Yeni diyalektik materyalistlerden bazıları, bu esrarlı ve kör maddeden hür insan kişiliğine kadar yükselmenin güçlüklerini fark ettikleri için, elemanter ilk maddede dahi bir ruh ve bilinç unsurunun bulunduğunu ve bu kuvvenin gelişmesinden yüksek realitelerin doğduğunu kabule mecbur kalmışlardır”.

…/…

– Doğanın dili, matematiktir.

PİTAGORAS

Tarih, ebedi döngüsel harekettir..

– Bugünkü insan, hayvanla “üstinsan” arasında gerilmiş bir konumdadır.

– Yaşadığın güçlükler seni öldürmüyorsa daha güçlü kılar.

– Kendi başına “iyi” ve “kötü” yoktur. Hayatın temeli “güç istemi”dir.

– Ben, eserim için yaşıyorum.

Sanat, yaşamın en büyük uyaranıdır.

– Herkes aynı şeyi ister, herkes aynıdır; farklı hisseden insanlar, tımarhaneye gönüllü olarak gider.

– Az şeye sahip olanın köleliği de az olur, yaşasın asil yoksulluğum…

– Hiçbir şey, diyalektik bir etkiden daha kolay silinmez.

– Dünyanın varoluşunun sadece estetik bir olgu olarak doğrulanması, yaşamın devamı için baştan çıkarıcıdır.

– İnsan mümkün olan en büyük gücü ve ihtişamı, gerçekte hiç elde etmemiş olsaydı; ahlak suçlanacak mıydı? Böylece ahlakın kendisi, tehlikelerin en tehlikelisidir.

– Eğer, her insanın eşit değerde olduğunu gören ya da seven ve ölümsüz bir ruha sahip olduğunu düşünen bir tanrı yoksa, neden hepimizin eşit ahlaki düşünmeyi hakettiğini düşünüyoruz.

Hiçbir öğreti, en son hakikati ortaya koyamaz.

– Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen.

– Kimse öfkeli insan kadar, yalan söyleyemez.

– Bana yalan söylemiş olman değil, artık sana inanmamam sarsıyor beni.

Unutan, iyileşir.

NİETZSCHE

– Sıradan insanların huzurlu olmalarının nedeni, düşüncelerinin olmamasıdır.

ROMAİN ROLAND

– Kendini bulmak, başkalarının seninle ilgili ne düşündüklerinden kurtulmaktır.

– İyi insanların kurallara ihtiyacı yoktur. Çünkü onlar, empatiyle yaşarlar.

ZATA

– Varolmak, algılanmış olmaktır. Varolan her şey bir tanrı düşüncesidir, madde diye bir şey yoktur. Bizim şeyler hakkındaki bilgilerimiz de sadece birer duyum ve algıdan ibarettir.

GEORGE BERKELEY

– “İnsanlık tarihi”, bir kavram tarihidir. Öznenin, nesnel gerçekliği kavrama dönüştürme sürecidir.

– İnsanı yapan, “tarih”tir.

– Özgürlük, sorumluluk gerektirir.

– Ya Spinoza’nın felsefesine inanırsınız ya da hiçbir surette filozof olamazsınız.

HEGEL

– Hiç doğmamış olmak, belki de en büyük nimettir.

SOFOKLES

– Kesin olan bir şey varsa o da “varolma”nın olduğu, “hiçliğin” ise olmadığı.

PARMENİDES

– Hiç bir kitap, ruhumuzu “Upanişadlar” kadar yüceltemez. Hayatımın acılarını onlarla avuttum, ölürken de onlar beni teselli edecek.

Dünyanın en yoksul insanı, “paradan” başka hiçbir şeyi olmayandır.

– Birbirlerini en çok büyüleyenler, birbirlerini en çok tamamlayanlardır.

– Herkes kendinde eksik olanı sever.

ARTUR SCHOPENHAUER

– İnsan, “simgeleştiren” bir hayvandır, bu sayede düşünür.

E. CASSIRER

– İnsan, korku içinde özgürlüğün imkanını keşfeder. “Özgürlük imkanı” ise karar vermektir.

– Öznellik hakikattir.

Bireye tek olma imkanı vermeyen,kollektivizm” şeytandır.

– Tek insan, tanrı karşısında sorumlu olan insandır.

Yabancılaşma, kitle içinde kaybolmaktır.

S. KİERKEGAARD

İnsan, makrokozmosda bir mikrokozmosdur.

M. SCHELER

– İnsan, büyüklüğünü bir uca giderek değil, her iki uca dokunarak gösterir.

– İnsan doğa karşısında, incecik “saz dalı” gibi güçsüzdür ama düşünme yeteneği sayesinde, bu düşünen saz dalı doğaya üstündür.

– Şu sonsuz uzayın, ezeli sessizliği beni korkutuyor!

– Güce dayanmayan adalet; aciz, adalete dayanmayan güç; zalimdir.

– Anarşinin kaynağı, devlettir.

PASCAL

Okumak; yaymaktır, anlam üretimidir.

Filozof, kendi kendine soru soran kişidir.

NERMİ UYGUR

İdeoloji, kendine göre bir mantığı ve tutarlılığı olan, belli bir toplum içinde tarihi bir görevi bulunan, bir tasavvurlar (imajlar, mitler, ve fikirler) bütünüdür.

– Ayrıca ideoloji; maddi yaşamı din, ahlak ve bir anlamda da felsefe düşüncesiyle açıklayan tasarımlara ilişkindir. Kısaca ideoloji, bilim öncesi düşüncedir. Bilim düşüncesi ise tarihi ve toplumu, maddi yaşamın temel koşullarına göre açıklamaktır.

ALTHUSSER

Tarihsel ve entellektüel atıklar, sanayi atıklarından daha büyük ve ciddi bir sorun yaratır. Yüzyıllar sürmüş olan saçmalıkların çökeltisinden bizi kim kurtaracak?

JEAN BAUDRİLLARD

Gerçek göçebeler, bir yerden başka bir yere gidenler değil, aksine oldukları yerden kıpırdayamayanlardır. Belli kodlardan kaçarak, aynı yerde kalmak için göçebeleşenlerdir.

GİLLES DELEUZE

– İki ayrı sonsuz olamaz. Bir noktada ikisi de birbiriyle kesişir.

ZENON

– Dışarıdan bakıldığında bir kozmos, içeriden bakıldığında ise bir kaos gördüm.

– Aza sahip olan değil, çok isteyen fakirdir.

Hayatı komedi sayanlar, son espiriyi iyi düşünsünler.

– Konuşmayı çok erken öğrendim, susmayı öğrenmem içinse yaşlanmam gerekti.

– Her dahi, bir parça delidir.

– Konuşma, insanın aklını diliyle kullanma sanatıdır.

– Yüreği yılmadan düşen, dizleri üzerinde savaşmayı sürdürür.

SENECA

– Hiçbir şey, gerçeğin kendisinden daha şaşırtıcı değildir.

ERWİN KİRC

Felsefe, ruhsal bir ihtiyaçtır. Filozof, gerçekten felsefe yapabilmek için ölmesini öğrenmelidir. Fakat yeni felsefe bizden, bunun tam aksini istiyor; filozof eğer gerçekten felsefe yapmak istiyorsa, yaşamayı öğrenmelidir.

– Ufak tefek şeyler mükemmelliği yaratır, mükemmellik ise ufak tefek bir şey değildir.

MİCHELANGELO

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN HİSSE / 1

Çarşamba, Eylül 29th, 2010

   EINSTEIN

  Güzel bir kadın evlenmek için Einsten’a bir mektup yazar ve resmiyle birlikte gönderir. Mektupta şöyle yazmaktadır:

 “Sevgili Einstein, sizinle evlensek ve bir çocuğumuz olsa aklını sizden güzelliğini de benden alsa sizce de bu muhteşem olmaz mı?” Einstein’ın buna verdiği cevap:

 “Hanımefendi teklifiniz için teşekkür ederim ama ya aklı size güzelliği de bana benzerse?” 

  Einstein, Tevrattaki tanrı düşüncesini reddeder fakat nazilerin, yaptıkları karşısında siyonizmin en büyük savunucularından biri haline gelir. Politik görüşlerinden dolayı “Einstein’a karşı 100 yazar” adlı bir kitap yayınlandığı zaman, “eğer haksız olsaydım, bir tanesi bile yeterdi” der.

 Nazi tehlikesi karşısında Einstein, barışseverlik düşüncesini terketti ve en sonunda Alman bilimadamlarının atom bombası yapmasından korkarak ABD’nin de kendi bombasını geliştirmesini önerdi.

 

 Siyonizme verdiği açık destek nedeniyle 1952 yılında kendisine İsrail’in cumhurbaşkanlığı önerildi. Ancak politika için çok toy olduğunu söyleyip, “denklemler benim için çok daha önemlidir, çünkü politika bugün içindir, oysa ki bir denklem sonsuzluk içindir” der.

  EİNSTEİN’IN ANNESİ PAULİNE

Einstein daha ilkokuldayken, öğretmeni annesine iletmesi için bir mektup verir. Einstein mektubu verir ve henüz okumayı öğrenemediğinden kendisine de okumasını ister.

Annesi gözyaşları içinde mektubu okur:

“Oğlunuz çok zeki olduğundan ve okulumuzdaki öğretmenlerin de yetersiz olması nedeniyle kaydının ya başka bir okula alınması ya da özel eğitim aldırılması çok daha uygun olacaktır…”

Annesi Pauline, Einsten’e dönerek; “sen dünyayı değiştirebilecek kadar zeki ve çok farklısın” der.

Yıllar geçer annesi ölür, kendisi de 20. yüzyılın en büyük fizikçisi olur. Bir gün annesinden kalan eşyaları karıştırırken, bir kitabın arasında kendisine okuduğu o mektubu bulur. Mektupta yazılanlar hiç de annesinin okuduğu gibi değildir hatta “aptal ve anlama problemleri olduğu için, kaydının okuldan alınması” tavsiye edilmektedir.

Gerçeği öğrenen Einstein, gözyaşlarına hakim olamaz ancak asıl üzüntüsü, öğretmeninin yazdıkları değil annesinin kendisinden vazgeçmemesi ve kendisine duyduğu büyük sevgidir.

  İLM-İ SİYASA

   Uzunca yıllar bir şeyhin rahle-i tedrisatından geçen bir derviş:

“Efendim eğer izniniz olursa, artık halka karışıp insanları irşad etmek (Allah yoluna çağırmak) istiyorum” der. Bunun üzerine şeyh:

 “Münasiptir ancak ilm-i siyasayı da öğrenip öyle git” der.

 Derviş, “efendim bunca yıldır öğrendiklerimin yeterli olacağını düşünüyorum, siz de uygun görürseniz…”

 Şeyh, dervişin ısrarı karşısında “peki öyleyse Allah yardımcın olsun” der.

 Derviş cuma namazı için bir köye gelir ve hocanın verdiği vaazı dinlemeye başlar. Hoca, çok celalli bir şekilde cemaate yüklenmektedir. “Şöyle dinden çıkıyorsunuz böyle günaha giriyorsunuz, hepiniz cehenneme odun olacaksınız” diye esip gürlemektedir. Bunun üzerine bizim derviş söz ister:

 “Yapmayın hocaefendi insanları böyle konuşarak dinden edeceksiniz…” derdemez iyice celallenen hoca:

 “Allah rızası için şu münafığa haddini bildirecek yok mu?” diye gürlemesiyle, cemaatin üzerine çullanması bir olur.

 Derviş perişan bir halde, şeyhinin yanına gelir ve olanları anlatır. Şeyh, ilm-i siyasanın zamanı gelmiş diyerek dervişi bir süre daha eğitime alır ve sonrasında:

 “Şimdi artık piştin var git yoluna” der. Derviş, bir süre sonra yine aynı köye cuma namazına gelir. Hocaefendi yine bütün celalliğiyle esip gürlemektedir. Bizim derviş söz isteyip bu kez cemaate dönerek:

 “Ey cemaati müslimin! Böylesine güzel vaazeden hocaefendiden her kim bir kıl kopara, Allah için doğrudan cennetliktir…” derdemez cemaat hocaya çullanır.

  ŞAHİT MAHİT YAZARLAR

  Kendi yolunda giden bir yayaya, aracın biri şiddetli bir şekilde arkadan çarpar. Adamcağız dört takla atar ve yere düşer. Toparlanır toparlanmaz da kaçmaya başlar. Olayı gören birisi arkasında seslenir:

 “Yahu sen niye kaçıyorsun, suçlu çarpan…” demesi üzerine kazaya uğrayan adam:

“Ya neme lazım, şimdi şahit mahit yazarlar” der ve kaçmaya devam eder.

   FUZULİ İLE BAĞDATLI RUHİ

 Fuzuli ile Bağdatlı Ruhi, Bağdat’ın arka sokaklarında birlikte dolaşırken köşebaşında bir köpek görürler. Bunun üzerine Bağdadlı Ruhi:

 “Bu it, burda fuzuli” diyerek Fuzuli’ye alaycı bir gönderme yapar. Fuzuli de buna karşılık:

 “Vur kıçına çıksın ruhi” diye Ruhi’ye okkalı bir cevap verir.

   İKİ FARE

  Zafer sonuna kadar mücadele edenlerindir:

   İki fare aynı anda bir süt kovasının içine düşerler, farelerden biri nasıl olsa öleceğim diyerek mücadeleyi bırakır ve boğulur. Diğer fare mücadeleden vazgeçmez, çırpına çırpına önce sütü kaymağa dönüştürür, sonra da kaymağın üzerine çıkarak kurtulur.

  NAKŞİ İLE BEKTAŞİ ŞEYHLERİ

   İki şeyh bir araya geldiklerinde Bektaşi, Nakşibendiye sorar:

  “Üstad, sizin bu cübbelerinizin kolları niye bu kadar uzun?” O da “insanların ayıp ve kusurlarını örtmek için” der.

  Bektaşinin kollarını kısa görünce bu kez Nakşi olan sorar:

 “Peki ya sizin cübbenizin kolları niye kısa?”

 Bektaşi hiç düşünmeden:

 “Biz insanlar da ayıp, kusur görmeyiz de onun için” der.

   İNSAN DEDİĞİN KUŞ MİSALİ

  İki miskin derviş, yıllardır biri bir köşede diğeri öbür köşede uzlete çekilmişler. Daha mülayim olanı “muhterem gel şu köşeleri değişelim” demiş. Diğeri hemen “başka işin yok mu, otur oturduğun yerde” diye terslenmiş

 Aradan yıllar geçmiş yine mülayim olan, “üstad gel şu yerleri bir değişelim” demiş. Aksi olan yine “yahu senin hiç başka işin yok mu?” diyerek reddetmiş.

 Gel zaman git zaman yine yıllar geçmiş, mülayim olan son bir kez daha şansını denemek için sormuş, “ üstad gel şu köşeleri değişelim, tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler” demiş. Aksi olan “amma ısrar ettin, iyi hadi değişelim bari” demiş.

 Sallana sallana biri bir köşeye diğeri öbür köşeye geçmiş, aksi olan bundan bir ders çıkararak:

 “Gördün mü bak! İnsan dediğin kuş misali, nerdeydik nereye geldik” demiş.

   SİNOPLU DİYOJEN

 Diyojen, gündüz vakti Sinop’un sokaklarında el lambasıyla dolaşıyormuş. Görenler, ne yaptığını sorduğunda “adam arıyorum adam” diye cevap verirmiş.

***

 Diyojen’in dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş, bir fıçının içinde yaşayan bir kinik olduğu bilinir. Onun ününü duyan Büyük İskender, ziyarete gelir. Ancak, Diyojen’in pejmürde ve meczup görüntüsü onu hayal kırıklığına uğratır. Alaycı bir şekilde, “benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar.

Diyojen, “sen benim kölemin kölesisin, çünkü dünya benim kölemdir” der. Büyük İskender, bu beklenmedik bilgece cevap karşısında “dile benden ne dilersen” der.

 Diyojen, güneşinin önünde duran bu büyük komutana, “gölge etme başka ihsan/iyilik istemem” der.

****

 Yine birgün Büyük İskender, Diyojen’i birbiri üstüne yığılmış insan kemikleri içinden bir şey ararken görür ve “ne arıyorsun?” diye sorar. 

 Diyojen, “babanızın kemiklerini arıyorum ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu kestiremiyorum” der.

   MİCHELANGELO

  Ustaya sormuşlar, “nasıl böylesine güzel heykeller yapabiliyorsunuz?” diye. O da “o güzellikler zaten taşın içinde var, ben sadece fazlalıkları atıyorum” demiş.

 ***

  Michelangelo, ünlü “Musa Heykeli”ni yaptıktan sonra, karşına geçip saatlerce seyredermiş. Hatta bir gün dayanamayıp “konuş ya Musa!” diyerek elindeki çekici fırlattığı söylenir.

***

 Ustanın, bir kiliseyi resimlerken, “terlik giymiş” birkaç melek çizdiği söylenir. Bunu gören kardinal:

 “Kim bugüne kadar, terlik giymiş melek görmüş? diye sorar. Usta da “kim bugüne kadar çıplak ayaklı melek görmüş?” der.

 ***

 İNCİL VE TOPRAKLAR (DESMOND TUTU)

 Misyonerlerin Afrika’ya geldiklerinde, onların sadece incili, yerlilerin ise toprakları vardı. Bize “hadi dua edelim” dediler. Boynumuzu eğip, gözlerimizi kapadık. Gözlerimizi açtığımızda ise artık incil bizim, topraklar da onların olmuştu.

  İKİ FİNCAN KAHVE

 Bir felsefe profösörü, önüne büyükçe bir kavanoz alır ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur ve öğrencilere dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber ‘dolu’ olduğunu söyler.

 Bu sefer profösör, çakıl taşlarını tenis toplarının arasından kavanoza doldurur. Tekrar öğrencilere kavanozun dolu olup olmadığını sorar. Onlar da “evet, artık doldu” derler.

 Profösör bu defa bir torba kumu alır ve çakıl taşları arasından kavanoza döker. Öğrencilere yine dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber “evet” der.

 Bu kez profösör masadaki iki fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır. Tekrar öğrencilere sorar, “doldu mu?” diye. Öğrenciler güler!

 Profösör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek, “evet, bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım” der.

 “Şöyle ki; bu tenis topları hayatınızdaki en önemli şeylerdir; aileniz,   çocuklarınız, sağlığınız, dostlarınız ve sizin için en önemli şeylerdir. Diğer şeyleri kaybetseniz de bu önemli şeyler hep kalır ve hayatınızı doldurur. Çakıl taşları ise daha az önemli olanlardır; işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet, kavanoza önce kum doldurursanız çakıl taşlarına daha önemlisi tenis toplarına yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcarsanız önemli şeyler için zaman kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arzeden şeylere verin. Çocuklarınızla oynayın, sağlığınıza dikkat edin, eşinizle yemeğe çıkın…Öncelikleri sıralamayı iyi bilin gerisi hep kumdur”.

 Öğrencilerden birisi, “peki ya o iki fincan kahve nedir?”

 Profösör gülerek, “hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır” der.

  İKİ SUFİ

 İki sufi karşılaşır ve biri diğerine sorar, “ne yapıyorsunuz?” diye. O da “bulunca yiyoruz bulamayınca da sabrediyoruz” demiş. Suali soran “Horasan’ın itleri de öyle yapıyor” demiş. Diğeri, “peki siz ne yapıyorsunuz” diye sormuş, o da “biz bulunca dağıtıyoruz, bulamayınca şükrediyoruz” demiş.

  İSTANBUL’DA BİR FRANSIZ

 1950’lerde İstanbul’a gelen bir Fransız, insanların bir aşağı bir yukarı birşeyler taşıdığını görür. Yanındaki Türk arkadaşına sorar:

 “Azizim, siz İstanbul’u ne zaman aldınız?” o da “1453’te” der. Fransız, “hayret! o kadar zaman olmuş ama hâlâ yerleşememişsiz” der.

  SOKRATES

 Sokrates arkadaşıyla pazarda dolaşırken, biri arkasından gelip, kıçına bir tekme atar. Sokrates oralı olmaz ama yanındaki arkadaşı, onun hiç tepki vermemesine şaşırarak sorar; “ya üstadım, biri size tekme atıyor ama siz oralı bile değilsiniz”. Bunun üzerine Sokrates; “eşşek çifte attı diye ne yapıyım, mahkemeye mi vereyim?” der.

 Evlilik hakkında sorduklarında da; “her halükarda evlenin, karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz” der.

 “Atinalılar, beni suçlayanların sizi nasıl etkilediğini bilmiyorum ama öyle ikna edici konuşuyorlardı ki, ben bile kim olduğumu unutacaktım. Buna karşın tek bir doğru söz etmediklerini söylemem gerekir.

 Yargıçlara yalvararak beraat etmeye çalışmak bana adil gelmiyor. Yargıç, adaleti lütuf gibi dağıtmak için değil, yasalara göre hüküm vermek için o mevkiye getirilir. Hatta hoşuna gidenlere lütufkar davranacağına değil, yasalara göre karar vereceğine yemin eder.

 Ölümden sakınmak o kadar zor değildir. Zor olan, kötülükten sakınmaktır…İnsanları öldürerek, sizi doğru yaşamamakla suçlayacak birilerinin ortaya çıkmasını engelleyeceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Başkalarının sizi eleştirmesini engellemek yerine, mümkün olduğunca daha iyi olmaya çalışmalısınız.

 Ben, tanrı tarafından bu devlete gönderilmiş bir at sineğiyim. Ve bu devlet, koca cüssesiyle hareket etmesi ve canlanması gereken bir attır. Ben de tanrının bu devlete musallat ettiği, bir at sineği gibi bütün gün boyunca her yerde sizi uyandırıyorum, hareketlendiriyorum, azarlıyorum, ikna ediyorum. Ve eğer tanrı sizi düşünerek, bir at sineği daha göndermezse, hayatınızın geri kalan kısmını uyuyarak geçireceksiniz.

 Ayrılma vakti geldi çattı. Ben ölmeye sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyosunuz. Hangisinin doğru olduğunu sadece tanrı bilir.”

 Tutuklu bulunduğu süre içinde kendisini ziyarete gelenler, onu teselli edecekleri yerde onun herkesi teselli edip gönderdiği söylenir. Birgün karısı Sokrates’e, “seni haksız yere öldürecekler” der, o da karısına; “ haklı yere öldürseler daha mı iyi” der. 

İdamından önce araya kutsal ay girer, infazı da bu ayın sonuna ertelenir. Bu ay içinde kaçması için adeta ortam yaratılır. Onu kaçırmaya gelen öğrencilerine:

 “Kaçarsam savunduklarımı inkar etmiş olurum. Suçlu olduğumu kabullenmiş olurum. Yasalara uymak lazım. Hem gittiğim yerdeki yasalar burdan (Atina’dan) daha mı iyi olacak?” diyerek kaçmayı reddeder. Kutsal ayın sonunda da baldıran zehrini içerek ölüm cezası gerçekleşir. Kendisi tek satır yazmamış olan bu büyük bilge, öldüğünde 70 yaşındadır ve tüm öğretilerini öğrencisi Platon’dan öğreniyoruz.

  GALİLE (1564 – 1642)

 Galile, yaptığı deneylerle dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü ispat eder. Ancak kilise tersini kabul etmektedir. Sonunda engizisyon mahkemesine verilir ve sözlerinden vazgeçmezse ölüme mahkum edilecektir.

 Galile de dünyanın dönmediğini söylese bile dönmeye devam edeceğini bildiğinden sözlerinden vazgeçer. Böylece ölüm cezasından kurtulur ama yaptığı deneyler nedeniyle ömür boyu ev hapsine mahkum olur. Ancak İtalyan Giordano Bruno onun kadar şanşlı değildir. Evrenin sonsuz ve dünya dışında pekçok gezegen olduğunu söylediği ve engizisyon mahkemesinde de bu söylediklerinden vazgeçmediği için, 1600’de Roma meydanında diri diri yakılarak cezalandırılır.

  Engizisyon Galile’yi ömür boyu ev hapsine ve Copernicusculuğu da halk önünde reddetmeye mahkum etmesine karşılık o ölünceye kadar katolikliğe bağlı kaldı. O zamanki Papa da eski bir arkadaşıydı.

 1642’de ölümünden dört yıl önce ev hapsindeyken, ikinci büyük kitabının el yazmaları Hollanda’da bir yayıncıya kaçırıldı. İşte “İki Yeni Bilim” diye bilinen bu eseri Copernicus’a olan desteğinin de ötesinde, modern fiziğin doğuşu olacaktı.

  NEWTON

 

 Leibniz ve Newton, her ikisi de birbirinden habersiz olarak modern fiziğin büyük ölçüde temeli olan, “calculus” denen matematik dalını geliştirmişlerdi. Newton’un bunu Leibniz’den yıllar önce bulduğunu şimdi biliyorsak da bu çalışmasını Newton çok daha sonra bastırmıştı.

 Leibniz anlaşmazlığın çözümlenmesi için Kraliyet Derneğine başvurma gafletinde bulundu. Zira bu derneğin başkanı Newton’du. O da araştırma için tamamen tarafsız bir komite oluşturdu! Tesadüfe bakın ki bu komite tamamen arkadaşlarından oluşuyordu. Bununla da kalmayıp, Leibniz’i “eser hırsızlığıyla” suçladığı yazıyı kendisi yazıp yayınladı.

 Leibniz’in ölümünden sonra Newton’un “Leibniz’in kalbini kırmaktan büyük zevk aldım” dediği söylenir.

 HACI BEKTAŞİ VELİ

 Moğol istilası döneminde Hacı Bektaşi Veli, “elinize, dilinize, belinize sahip çıkın” diyerek herkese birlik beraberlik telkininde bulunmaktadır. Aslında onun bunlarla kastettiği:

 Elinize; yurdunuza, dilinize; Türkçenize, belinize derken de soyunuza sopunuza sahip çıkın anlamındadır.

 HAYATIN SIRRI

 Hayatın sırrını merak eden bir adam, çok uzak bir diyarda yaşayan bir bilgenin bu sırrı bildiğini duyar ve yola koyulur. Günlerce yol gittikten sonra bilge kişiyi bulur ve sorar, “bunca yolu hayatın sırrını sizden öğrenmek için geldim” der. Bilge kişi, “hoş gelmişsiniz ama boşuna zahmet etmişsiniz” der, “sır da hakikat de sizde, herkes hakikati kendi içinde bulacaktır. Büyük kainatta ne varsa küçük kainat olan insanda da o vardır” der.

 Hayatın sırrını arayan adam, hakikatin nerde olduğunu öğrenerek aslında bu kadar yolu boş yere gelmediğini anlar ve yaşadığı yere geri döner.

 KOYUNUN KÜÇÜĞÜ

  Köyün zenginlerinden birisi, oğluna kırk gün kırk gece düğün yapacağını ve düğüne gelen herkesi de memnun edeceğini söyler. Köyün ileri gelenlerinden yaşlı adamsa:

 “Her zaman, huzursuzluk çıkaran memnuniyetsiz birileri çıkar” der.

 Zengin adamsa, “ben memnun edeceğim” demiş ve düğün başlamış. Düğüne gelen herkese hergün birer koyun veriliyormuş. Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün derken ufak tefek çelimsiz bir adam, herkesin duyacağı bir şekilde:

 “Ne bu ya! Hergün koyunun küçüğü bana geliyor” diyerek memnuniyetsizlğini dile getirmiş.

 YAHYA KEMAL / SÜLEYMAN NAZİF / A.Ş. HİSAR

 İstanbul aşığı olan Yahya Kemal’e, bir gün Ankara’dayken en çok neyi sevdiğini sormuşlar. O da “İstanbul’a geri dönüşünü” demiş.

 Yine bir gün Yahya Kemal, Süleyman Nazif ve Abdülhak Şinasi Hisar , Ankara’da zamanın ünlü Karpiç pastanesinde oturmuş sohbet ediyorlarmış. Çay söylemişler. Abdülhak Şinasi’nin ciddi şekilde “mikrop takıntısı” olduğundan sık sık ellerini yıkar, çay istediklerinde de bardakları ayrıca kendisi yıkamak için sıcak su istermiş. Nüktedanlığıyla meşhur Süleyman Nazif, “üstad bardakları suyla yıkadın temizlendi, peki suyu neyle yıkayacaksın?” diye takıldığında A.Şinasi gülerek, “haklısın bunu hiç düşünmemiştim” der.

 Ünlü “Fahim Bey ve Biz” romanının yazarı A.Şinasi Hisar çok kibar bir beyefendi olarak herkese ‘siz’ diye hitap eder samimi bile olsa ‘sen’ diyemezmiş. Bu durum S.Nazif’in gözünden kaçmamış ve “üstad merak ediyorum acaba Fransa’daki Seine (Sen) nehrine de mi ‘siz’ diyorsunuz?”

 Süleyman Nazif bir gün kitaplarını basan Ahmet beyle münakaşa edip hiddetle dışarı çıkmış, merdivenlerde de bir arkadaşına rastlar ve nereye gittiğini sorar, o da “Ahmet beyin yanına çıkacağım” der. S.Nazif sinirli bir şekilde “Ahmet beyin yanına çıkılmaz, inilir!” der.

  ENVER PAŞANIN BABASI VE UÇKUR

 Birinci Cihan Harbinden sonra esir tutulan İttihat ve Terakki ileri gelenleri, kendi aralarında sohbet ederken, Enver Paşanın babası, “harama hiç uçkur çözmedim” der. Bunun üzerine Fuat Paşa da kendisine, “aman efendi hazretleri, keşke helale de çözmeseydiniz de şu Enver belasına, milletçe hiç bulaşmasaydık” der. 

   NECİP FAZIL

 Necip Fazıl bir konferansta konuşmaktadır. Dinleyicilerden biri ayağa kalkıp onu bir başkasıyla kıyaslayarak, “onun yanında siz sıfırsınız” der. N.Fazıl sakin bir şekilde, “olabilir ama siz de benim yanımda çift sıfırsınız” der.

 İstanbul üniversitesindeyken bir grup öğrenci Necip Fazıl’ı ziyarete gider. Kapıyı çalarlar, ses gelmez ama kapı yarı aralıktır. N.Fazıl içerde koltuğuna  oturmuş dışarıyı seyretmektedir. Onlar da içeri girip otururlar. N.Fazıl onların geldiğinden habersiz dakikalarca hareketsiz bir şekilde dışarıyı seyretmektedir ve neden sonra odadaki gençleri fark edip “evet niye geldiniz” diye sorar. Onlar da “sizi görmeye geldik efendim” derler. Necip Fazıl yavaşça ayağa kalkıp kendi etrafında bir tur atar ve “işte gördünüz” der. Onlarda üstadın keyfinin yerinde olmadığını anlayıp çıkarlar.

  NAZIM HİKMET

Çok az kişinin bildiği Galina Grigoryevna Kolesnikova, Nazım Hikmet’in sevgilisiydi. Nazım’ı en çok seven Galina’ydı. Nazım Hikmet hayatı boyunca 5 kadınla sevgili oldu. 4 sevdiği kadına şiirler yazmıştı fakat Galina için kalemini hiçbir zaman oynatmadı. 1953-1960 yılları arasında sevgili olsalar da Nazım Hikmet hiçbir zaman Galina’yı sevemedi. Duygularını dosttan öteye taşıyamadı. Ayrıca Nazım Hikmet Galina’ya “Galya” kısaltmasını kullanırdı.

Nazım Hikmet geçirdiği bir kalp krizi sonrası kaldırıldığı hastanede Galina ile tanıştı. Galina tanışmalarını şöyle anlatmaktadır; “Koridorda birden karşıma güzel, çok yakışıklı zarif bir insan çıktı. Ona doğru yürüdüm ve “Siz Nazım Hikmet misiniz?” diye sordum. O da “evet sevgili dostum” diyerek elini omzuma koydu. “Lanet olsun, hastalandım” dedi.

Hastanede 3 aylık tedavisinden sonra Galina’nın evinde birlikte yaşamaya başladılar. Galina sadece doktoru ve sevgilisi olmadı, aynı zamanda mektuplarını yazdı, şiirlerini daktilo etti, onun tercümanı ve kameramanı oldu. Nazım’ın evinde arkadaşlarıyla, ünlü şairlerle, köpeğiyle oynarken, daktilosunun başındayken, hasta yatağındayken, yurt dışı gezilerindeyken kısaca her anını Galina kamera ile kayda almıştı.

Kamera’nın son görüntüleri bir sahil kenarında çekilmişti. Oraya 1958 yazında Nazım’ın ısrarıyla gitmişlerdi. Nazım gönlünü yeni kaptırdığı Vera’ya yakın olmak istiyordu. Vera’nın eşiyle beraber tatil yaptığı sahil kasabasına Galina’yla beraber gitmişti. Hep birlikte tatil yaptılar. Galina Nazım’ı Vera’ya fal bakarken, çakıl taşları atarken ve yan yana yürürken kayda almıştı. Daha sonra Nazım Hikmet kamerayı eline alıp, Galina ve Vera’yı yan yana çekmişti. Galina Nazım’daki değişiklikleri fark etmiş ve o zamanı şöyle anlatmaktaydı; “Şiir yazamaz olmuştu. Oyun yazıyordu, yazı yazıyordu ama benimle beraberken şiiri bırakmıştı. Ama Vera’ya aşık olunca, hemen şiir yazmaya başladı. Ben onu çok iyi anlıyordum. Onu çok sevmeme rağmen, sevdiği kadınla beraber olması gerektiğini anlıyordum. Öyle aşıktı, öyle güzel yazıyordu ki, bir kez bile kıskanmadım onu. Tekrar yazmaya başlamıştı. Önemli olan da buydu. ”

Galina Nazım’ı o kadar çok seviyordu ki, terk edildikten sonra “Bu trajediye çok zor dayandım. Sancılıydı. Kısaydı ama zordu. Her şey olabilirdi. Nazım’ın kalbi kötüydü. O haliyle Vera’yla kaçmıştı. Kaçtıkları yerdeki tanıdığım doktoru aradım. Nazım’a göz kulak olmasını istedim. Nazım’a arabasıyla, şoförünü gönderdim. Bol bol portakal yolladım. Bir de aldığım kazağı gönderdim” diyerek, terk edilmesine rağmen Nazım’ı ne kadar çok sevdiğini belli ediyordu.

Nazım Galina’ya yazdığı ayrılık mektubu ise şöyleydi;

“Canım, kızım, anam, yoldaşım, bacım Memet’im, Münevver’im, Galyam! bunu yapıyorsam başka bir şey yapamadığım içindir ve eğer ben senin yüreğinde ve kafanda her şeyden önce senin yoldaşın, arkadaşın, seninle ortak dertleri paylaşan ağabeyinsem, sen, kadınlık gururunu çiğneyen bu acı karşısında ayakta durabilir ve büyük dostluğumuzu çiğnemezsin. (…)

Senden son bir ricam var, beni affet! Yüzyüze konuşup konuşmamaya karar veremedim. (…) Senden bir erkek olarak ayrılıyorum ama bir dost olarak sen istesen de istemesen de yanındayım. (…) Hiç kimseye kızma. Kimse aklımı çelmedi. bir kez daha tekrarlıyorum, yapabileceğim başka bir şey yoktu. İki aylığına Ortaasya’ya gideceğim. İki ay sonra öfken yatışmış olur da beni görmek istersen gelirim. (…) Dedikodular olacak, bu duruma sevinecek insanlar çıkacaktır. Sana soru soran herkese, “nazım benim yakın dostumdur ve öyle kalacak” de. Biricik anam, bacım, memo’m, güllü hanım, adil giray, ölene kadar senin baban, yoldaşın, ağbeyin, dostun, en yakının olarak kalacağım. Mübarek ellerinden öperim.

Senin, Nazım Hikmet”

Galina hiç evlenmedi. Hayatı boyunca Nazım’ı sevdi. Türkiye ile tek bağlantısı olan Dursun Özden, Galina’nın 17 Şubat 2014’te “Beni Nazım çağırdı. Ben gidiyorum…” diyerek Votkinsk’de yaşama veda ettiğini bildirdi.

****

 Nazım, doktora sorar, “aşık olursam ne kadar yaşarım?” Doktor da “en fazla iki bilemedin üç yıl, sakin bir yaşam sürmen halinde de on yıl yaşarsın” der. Nitekim Vera’ya aşık olur ve üç yıl sonra da kalbine yenik düşer.

****

  Yahya Kemal, Heybeliada’daki Bahriye okulundan öğrencisi olan N.Hikmet’e “Türkçe ve şiir” öğretmek amacıyla, Nişantaşı’ndaki evlerine gidip gelmektedir. Yahya Kemal, Nazım’ın kuzeni Oktay Rifat ve arkadaşları Necip Fazıl’a da şiir dersleri vermektedir. Bu gidip gelmeler sonucunda, Nazım’ın annesi ressam Celile hanımla, Yahya Kemal arasında büyük bir aşk filizlenir. Bu aşktan N.Hikmet’in de haberi olur ve çok rahatsızdır. Yahya Kemal birgün evlerine geldiğinde, paltosunun cebine şöyle bir not yazıp koyar:

 “Hocam olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz…”

 Belki Nazım’ın tepkisindendir bilinmez, bu aşk evlilikle sonuçlanmaz. Hatta rivayet odur ki, Nazım’ın Yahya Kemal’i Galataray Lisesi önünde, elinde silahla kovaladığı söylenir.   Yıllar sonra Yahya Kemal, yaşlanmış ve gözlerini kaybetmiş Celile hanımı, Galata Köprüsü üzerinde, hapiste olan Nazım için açlık grevi yaparken görür fakat yanına gitmez ve Nazım’ın özgürlüğü için de imza vermez.

 Yahya Kemal o ünlü şiiri, “Sessiz Gemi”yi ise sevgilisi Celile hanım için yazmıştır.

   AĞRI DAĞI VE AY YILDIZ

 Batılı bir diplomat, Ermeni meslektaşına sorar, “Ağrı dağı sizin olmadığı halde neden bayrağınızda kullanıyorsunuz?”

 O da “ayla yıldız da Türklerin değil ama onlarda kendi bayraklarında kullanıyor” der.

   YAŞLI ADAM VE PADİŞAH

  Osmanlının sürekli savaşa girmesi nedeniyle son oğlunu da şehit veren baba:

  “Padişaha söyleyin son çocuk da gitti, ben de yaşlandım, artık bana güvenerek sağa sola savaş açmasın” der.

  HARİCİYE NAZIRI VE KRALİÇE

  Osmanlı sürekli gerilemekte, sahip olduğu toprakları bir bir kaybetmektedir. İngiltere’de kraliçe ile görüşen hariciye nazırı sorar:

 “Birliğinizi siz nasıl sağlıyorsunuz” diye, o da:

 “Biz, hiçbir yere sizin gibi merkezden atama yapmıyoruz. Her yere kendi halkının taktirini kazanmış, ehliyet ve liyakat sahibi olanları atıyoruz. Böylece isyanların da önüne geçmiş oluyoruz” der.

  MEHMET AKİF, PALTO ve SAİD-İ NURSİ

 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden hemen sonra Mustafa Kemal’in çağrısıyla Ankara’ya geçer ve 1920 Mayıs’ında da Burdur milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi’ne girer. Meclisin görevlendirmesiyle, Kastamonu başta olmak üzere Anadolu’nun birçok yerinde camilerde vaaz ederek, halkı bağımsızlık için direnişe davet etmiştir. Vaazları, “Sebilürreşad” ve “Hakimiyeti Milliye” gibi yayın organlarında basılıp elden ele dolaştırılmıştır.

 Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde yazdığı “İstiklal Marşı”, 12 Mart 1921’de TBMM’de büyük bir coşkuyla okunarak, milli marş olarak kabul edilmiştir. “O benim değil, milletimindir” diyerek “Safahat”a almadığı İstiklal Marşı için kendisine verilen 500 Lirayı da Darül Mesa’i adlı bir hayır kurumuna bağışlamıştır. Oysa ki, Dr. Şefik Kolaylı‘nın anlatımına göre, Akif tam da o günlerde paltosunu üşüyen birine verdiği için, ince bir pardösü giymektedir.

 Mehmet Akif, Atatürk’ün yanında milli harekete katılarak Ankara’da Taceddin Dergahı‘nda mütevazı bir evde paltosuz yaşarken, Said-i Nursi İstanbul’daki refahını, rahatını bırakmayarak Dar-ül Hikmet-il İslamiyye’deki “maaşlı” görevine devam etmiş, Çamlıca’da Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’nde oturarak hayatını sürdürmüştür.

 M.Akif, yeni Türk devletinde devrimler başladığı zaman, Mısır’a gitmiş ve 11 yıl kalmıştır. Hastalanıp (siroz olmuştur) Türkiye’ye döndüğünde, “Mısır’da 11 yıl kaldım fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin” der.

   MEHMET AKİF’İN OĞLU

 Çetin Altan’ın anlatımıyla bir gün gazeteye, Mehmet Akif’in oğlu olduğunu ve şu anda maddi olarak çok sıkıntıda olduğunu söyleyen biri gelir. Bunun üzerine bir miktar para verirler ve biraz sohbetten sonra da çıkıp gider. Bu olaydan bir müddet sonra gazetenin birinde bir haber çıkar:

“Milli marşımızın yazarı merhum Mehmet Akif’in oğlu Beşiktaş’ta bir çöplüğün kenarında ölü bulundu”.

   NEBBAŞ VE OĞLU

 Falanca yerin insanları, yakınlarına ait mezarların soyulup talan edilmesinin önüne, ne yaptılarsa geçememişler.

 Nihayet günün birinde, bizim nebbaş (mezar soyguncusu) ölmüş. Soygunlar tekrar etmeyince, millet de beddualar ederek rahat bir nefes almış.

 Gün gelmiş bizim nebbaşın oğlu büyümüş ve babasına lanet okuyanlara rahmet okutacağını söylemiş. Annesi de “bir nebbaşın ardından rahmet okunduğu nerde görülmüş ey oğul” demiş. Oğlu da “günü gelince görürsün” diyerek, başlamış babası gibi mezarları soymaya ancak soymakla kalmıyor bir de münasip yerlerine bir kazık çakıyormuş.

 Bunun üzerine yöre halkı, “eski nebbaştan Allah razı olsun, o hiç değilse böyle münasebetsizlik yapmıyordu” diyerek başlamış rahmet okumaya.

   TANRININ ADALET EVİ (OSCAR WILDE)

 Hayattayken her türlü günahı işlemiş olan birisi, tanrının huzuruna çıkar. Tanrı, “madem ki tüm günahları işledin, seni cehenneme gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cehenneme gönderemezsin, ben zaten bütün ömrümü orada geçirdim” der. Tanrının adalet evinde büyük bir sessizlik sonrası, “peki o zaman seni cennete gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cennete de gönderemezsin, çünkü onu hiçbir zaman gözümün önüne getiremedim” der.

   SENECA’NIN ÖLÜMÜ

  Seneca, Germanicus’un kızıyla zina yaptığı iftirasıyla, imparator Clodius tarafından Korsika’ya sürgüne gönderilir. İmparatorun bağışlaması için dalkavukça ve yalvaran pek çok mektup yazar. Nihayet beş yıl sonra (M.S.47)  imparotoriçe Agripine tarafından affedilerek, Roma’ya çağrılır ve oğlu Neron’un eğitimi için görevlendirilir.

 Neron imparator olduğunda, kendisi de başbakan olur. Neron’un önce babasını öldürmesinin önüne geçemediği daha sonra da annesi Agripine’i öldürmesinin haklılığını, senatoya karşı savunan bir söylevi nedeniyle, bir zamanlar kendisini koruyan Agripine’i öldürtmekle suçlanarak, halkın da kin ve nefretini üzerine çeker.

 Bu arada bir filozof olarak kendisi de çok zengin olan Seneca, Büyük Britanya’nın bir bölgesinde kraliçe olan Boadicca’ya yüksek faizle yüklü miktarda borç verir. Kraliçe borcunu ödeyemeyince Roma’ya başkaldırır. Sonuçta yenilir ve kendi canına kıyar.

 Bu olay neticesinde Neron, hocası Senaca’nın kendi damarlarını keserek canına  kıymasına hükmeder. Vasiyetini yazmasına bile izin verilmez. Seneca’nın tüm çabalarına karşın, karısı da aynı şekilde kendini öldürmeye kalkar. Kendisi yaşlı ve zayıf olduğundan, kanının yavaş akması nedeniyle zehir de içer ancak yine ölmeyince, kendi isteğiyle sıcak banyoya götürülür ve orada sıcak buharla boğularak ölür. Karısı, Neron’un emriyle tedavi edilerek kurtarılır fakat çok sürmez iki yıl sonra ölür. Seneca öldüğünde 64 yaşındadır.

  BU AKŞAM GÜN BATARKEN GEL

 Ahmet Rasim, bazen bir yerlere takılıp eve ya çok geç gelir ya da bir kaç gün gelmediği olurmuş. Eşi de munis bir hanımefendidir. Olumsuz hiç birşey söylemediği gibi aynı ilgiyle karşılarmış.

 A.Rasim, akşam olunca tekrar sıkılır ve “ben çıkıyorum hanım” dermiş. Her zamankinden farklı olarak, bu kez eşi alçak sesle, “bu akşam geç kalma erken gel” der. Bu sözler içine işler ve meyhaneye gidene kadar da mırıldanıp durur. Meyhanede bestekar Tatyos Efendi ile karşılaşır, durumu anlatırken de “bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma erken gel” şarkısının güftesini yazar. Tatyos efendi de hemen orada besteler.

  MAZHAR OSMAN VE DELİLİK

 Birgün Mazhar Osman’a, “hocam sizin için ‘deli’ diyorlar, ne diyorsunuz?” diye sormuşlar. O da, “onların benim için ne dediği hiç önemli değil, yeter ki, aynı şeyi onlar için ben söylemeyeyim” demiş.

 DENİZ YILDIZI VE GENÇ ADAM

  Okyanusun çekilmesiyle, sahile vuran deniz yıldızlarını teker teker denize atan genç adama, yaşlı adam sorar; “sahil tamamen deniz yıldızı dolu, hepsini kurtaramayacağına göre neyi değiştireceksin ki?”

 Genç adam, bir deniz yıldızı daha alıp denize atarak; “bak, onun için değişti” der.

***

..

 

                                                

SOSYOLOJİ TARİHİ-1

Pazar, Ekim 4th, 2009

 

 Sosyal düşüncenin tarihi, çok eskilere dayanmaktadır. İnsanı anlamak için sosyal hayata değinmek gerekir. İnsan, düşünme ve sosyal hayat kavramları arasında sıkı bir bağ kurmuştur. Sosyal sorunlarla ilgili olarak insanlar, binlerce yıldan beri bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir.

 Sosyal sorunlar bizim dışımızdadır. Biz istesek de istemesek de sosyal sorunların etkisi altında kalırız. Nerede insan varsa, orada sosyal hayat vardır. Sosyal hayat hakkında ileri sürülen fikirlere; ‘sosyal düşünce’ denir.

 Sosyal hayattaki sorunlar, hiç de kolay değildir. Birey olarak toplumda, kendi hayatımızı yaşarız. Her birey, aile içinde doğar ve sosyal hayata adımını orada atar. Her insanın sosyal hayat hakkındaki fikirleri, farkında olmadan bize de yerleşir. Örneğin; adetler, gelenekler, görenekler vs. Herkesin bir ana dili vardır, bazıları bunu daha iyi, bazıları da daha kötü konuşur. Dil, bireyin yaşadığı ortamla ilgilidir.

 Sosyal hayatı anlamak, nesneleri keşfetmek başka şey, sosyal hayatı yaşamak başka şeydir.

 Sosyal düşüncenin tarihi, insanın düşünce tarihi kadar eskidir. Felsefenin başlangıcından itibaren insanlar çeşitli sorular sormuşlardır. Bu düşünce ve fikirler sosyolojiyi başlatmışlardır.

 Bugünkü bilim, tümevarım yöntemini kullanırken, filozoflar tümdengelim yöntemini kullanmışlardır.

 Filozoflar, varolan şu alemi anlamaya çalışmışlardır. Kainatı anlamakta; tanrı, evren, insan başlıca sorunları olmuştur. Sonuçta filozoflar, insanla ilgili problemleri çözmek için sosyal hayatı da ele almışlardır.

 Filozofun, düşünce sisteminin başına koyduğu hakikatlerle, sonuna koyduğu hakikatlerin tutarlı olması gerekir.

 

 İlk prensipleràdüşünceleràson hakikatler

 —————-                          ————-}Filozofik sistem

    Temel                                     Sonuç

 

 Felsefe de bir devamlılık vardır. Ancak, bütün filozofların söyledikleri birbirinden farklıdır. Çünkü bütün filozoflar, aynı temellerden başlar, farklı hakikatlere varırlar.

 Leibniz’e göre her şey bir monad’dır. Her monadın dış aleme açılmış bir penceresi vardır. Her monad, penceresinden dış alemi seyreder. Yani insan, kendi görüş açısından dış alemi görmektedir.

 Böylece filozoflar da kendi pencerelerinden gördüğü ve doğru olarak kabul ettiği prensipleri, sistemlerinin başına yerleştirmiş, sonuç olarak gördükleri hakikatleri de kabul etmek zorunda kalmışlardır.

 Her felsefi sistemin bir başı ve sonu vardır. Bütün filozofların, sosyal hayat ile ilgili söylemiş oldukları da yine felsefi sisteme göre değerlendirilmek durumundadır.

 

 PLATON (M.Ö.427-347):

 

 Platon, sosyal düşüncesini ‘cumhuriyet’ üzerine kurmaya çalışırken, bugünkünden çok farklı bir devlet idaresi ileri sürmüştür. Onun felsefi sistemi, insanı oluşturan kavramlar üzerine oturmuştur. Bu kavramların başında da ‘erdem’ kavramını görmekteyiz. Platon erdemi, iyinin ve adaletin oluşturduğu bir muhtevaya oturtmak istemiştir.

 Ona göre iki alem vardır:

 1-Gerçek alem; idealar alemi.

 2-İçinde yaşadığımız; gölgeler alemi.

 Esas olan idedir. Fedakarlığın, iyiliğin ve şefkatin idesidir. Her şeyin bir idesi vardır. Mesela tüm güzellikler, güzel eserler, ‘güzellik ideası’nın bir tezahürüdür / yansımasıdır.

 Platon’a göre genel fikirlerimiz ve kavramlar, idelerin fikir dünyamızdaki izdüşümleridir. Gerçek varolanlar; idelerdir. Örneğin biz, hareketi idea olarak göremeyiz. Gördüğümüz, hareket eden tek tek nesnelerdir. Bu hareket eden şeyler, hareket idesinin birer izdüşümleridir.

 Platon’un, bu söylediklerini şematize edersek:

 


 Yaşadığımız alem:   Zihinsel alem:           İdealar alemi:

 -Gölgeler alemi        ‘Güzellik’kavramı    ‘Güzellik ideası’

 -Güzel davranış

 -Güzel eşya

 -Güzel insan

 

 Bu hakiki varlıklar, zihin alemimize kavramlar olarak tezahür ediyor. Biz yaşadığımız tüm olaylara buna göre ad takıyoruz.

 İdeler alemindeki güzel, ezeli ve ebedidir. Değişmez ve mutlaktır. Herkes için güzeldir.

 Platon, felsefi sistemi içinde insanın manevi değerlerini de temellendirmek istemiştir.

 Ona göre ‘erdem’, üç büyük insani yetenek; zeka, duyarlılık, irade ve bunların meydana getirdiği ‘adalet’le açıklanabilir. Kısaca erdem; adalettir.

 Adalet ise; zeka, duyarlılık ve iradeden meydana gelir. Erdemli insan; zekasını, duyarlılığını ve iradesini kullanan insandır. Zeka sahibi insan doğru düşündüğü sürece, erdemli ve adaletli olacaktır.

 İradenin erdemli ve adaletli hali; cesarettir. Duyarlılık ise, ölçülü olmayla anlam kazanır. Platon bu düşüncelerini, devlete uygular. Ona göre adil devlet için, insanları terbiye etmek şarttır. Terbiye, devlet tarafından gerçekleştirilir.

 Devlet, adaleti gerçekleştirmenin aracıdır.

 Platon, devleti üç tabakada düşünür:

 1-Zeka işleri – icra organları (yasama, yürütme, yargı); yöneticiler.

 2-İrade organları (askerler, muharip zümre); koruyucular.

 3-Tüccarlar, zanaatkarlar, esnaf ve çiftçiler; üreticiler.

 

 ARİSTOTELES :

 

 Platon’a nazaran daha gerçekçi bir filozoftur. Mümkün olduğu kadar araştırmalarında, deney ve gözlem metodunu kullanmıştır. Ortaçağda otorite olarak kabul edilen Aristoteles, gerek Batı düşüncesine gerekse İslam düşüncesine etkilemiş bir filozoftur.

 Klasik mantığın kurucusu kabul edilen Aristoteles, ‘Organon’ adlı eserinde, varlığa yüklenen yüklemin konularını, kategoriler adı altında toplamıştır.

 Kavramlar, tanım, tanım çeşitleri, hüküm, önermeler, kıyas ve kıyas çeşitleri konusunda bu eserinde yenilikler getirmiştir.

 Konuşma diliyle çok yakından ilgili olan, klasik mantık çalışmaları onun felsefi sistemini çok etkilemiştir.

 Platon’da eşyalar ile ideler arasındaki ilişkiler açık ve seçik olarak görülemiyordu. Aristoteles’e göre ideler olsa olsa eşyanın formu/şekli olabilir. Ona göre gerçekten varolan ne idedir ne maddedir ne de harekettir; bunların hepsidir.

 Varlık = cevher + ide + madde + harekettir.

 Ona göre varlık, somut gerçekliktir ve bir eserin meydana gelmesi için 4 şartın olması gerekir:

 1-Maddi sebebin olması; örneğin bir heykel yapmak için önce onun maddesinin yani mermerinin olması gerekir.

 2-Formel sebebin olması; zihinde ne olması gerektiğine dair bir tasarımının olması gerekir.

 3-Failin olması; eseri yapacak bir failin ya da bir enerjinin olması gerekir.

 4-O işin amacının olması lazım; o iş hangi amaç için yapılacak, bunun bilinmesi gerekiyor.

 

 Sekiz ciltten oluşan ‘Politika’ adlı eseri, sosyal düşüncenin gelişmesinde büyük etkisi olmuştur. Bu eser 158 şehir devletinin tümevarım tekniği ile incelenmesinden meydana gelmiştir. Aynı zamanda bu şehir devletlerini karşılaştırmalı olarak da incelemiştir. Politika devlet adamları için uzun süre bir klavuz olarak kalmıştır.

 Önce kısımlara sonra bütüne bakan Aristoteles’e göre her sosyal birimin bir gayesi vardır. Bu gaye iyiye ve faydaya yöneliktir yani muhakkak işe yarayan bir faaliyettir.

 Örneğin, Aristoteles’in aile hakkındaki görüşleri şöyledir:

 “Aile, insanın günlük ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuştur. Ailenin parçaları; bireyleridir. Aile; aralarında kan bağı bulunan fertlerle, kölelerden oluşur. Ona göre aile içinde üç çeşit ilişki vardır:

 1-Efendi-köle, 2-Karı-koca, 3-Baba ile çocuklar arasındaki ilişkiler.

 Bu kısımların her biri bir gaye ile bir araya gelmiş yani bir iş yapmaya, bir hizmete yöneliktir.

 Sonuç olarak aile; mal, mülk edinmek, aile fertleri ile karşılıklı dayanışmayı sağlamak amacıyla kurulmuş küçük bir cemaattir.

 Devlet ise siyasi bir cemaattir. Ona göre devlet, günlük ihtiyaçların ötesinde müşterek bir gaye için birçok ailenin birleşmesinden köyler meydana gelir. Bu köylerde kendi kendine yetecek mükemmel ve büyük bir cemaat halinde birleşince devlet meydana gelir.

 Devlet, hayatın yalın ihtiyaçlarından doğar ve insanların daha güvenli, daha mesut bir hayat yaşamalarını gerçekleştirmek için devam eder.

 Aristoteles’in bir başka tezi de “bütün, parçaların toplamından fazla bir şeydir”.

 Bütün içinde bulunan kısımlar ve bu kısımları, bir gaye etrafında toplayan temel amaç hesaba katılırsa, bütünün içinde kısımlarının toplamından fazla bir şey daha olacaktır ki, oda bütünün kendine özgü gayesidir. Bu gaye sadece bütüne aittir.

 Ayrıca bütün kısımlardan önce gelir. Yani bütün olmasaydı, kısımların bir arada bulunması mümkün olmayacaktı. Bütün, kısımların taşıyıcısıdır.

 Bu görüş Almanya’da doğup gelişen İdealist felsefenin esasını teşkil eder. Bu görüşe ‘orforizm kategorisi’ adı verilir. Bedenin kısımlarını toplayıp bir araya getirmekle, bedeni bir vücut haline getirmek mümkün değildir.

 Aristoteles düşüncesinde esas gaye hep devlet olmuştur. Ona göre devleti ayakta tutan şey, karşılıklı yardımlaşma prensibidir. Bu ise insanın erdemine dayanmaktadır.

 Ona göre erdem; ruhun iyi halde bulunmasıdır. Devlet içinse, en iyi şey tam birliktir.

 Aristoteles, sosyal düşüncenin gelişiminde bütün fikirlerin hazırlayıcısı olmuştur. Örneğin cemaat görüşü, işe yönelik faaliyet anlayışı, 19.yy. Alman sosyologlarından F. Tönnies’i, 1887’de yazdığı “Cemaat ve Cemiyet” adlı eserine büyük etki yapmıştır.

 

 İlkçağda, sosyal düşüncenin gelişimi ile ilgili fikirlerin temelini, ‘devlet’ idesinin oluşturduğunu görüyoruz. Devlet hem düşüncenin temelini hem de hedefini kapsamaktadır.

 Sosyal düzenin şekillendirilişinde ise davranışların disiplini ile uğraşılırken, çalışmalar ve düşüncelerin merkezini ‘İnsan’ kavramı oluşturmaktadır. Akla gelen erdem de hak ve hakkaniyet, ahlak ve ahlakiyat gibi meziyetler gaye edinilmiştir.

 Ortaçağ sosyal düşüncesine, Platon ve Aristoteles düşüncelerinin yansımış olduğunu görüyoruz.

 Bu görüşlere hristiyanlığın prensipleri de eklenerek, sosyal düşünceler yeni bir şekle sokulmuştur.

 Ortaçağ, hristiyanlığın etkisinde geçmiş bir devirdir. Dinin büyük baskısı altında sosyal düzen tanzim edilmeye çalışılmıştır.

 Önceleri hristiyanlık yalnızca ahlaki özelliklere yani sevgi, kardeşlik, yardımseverlik gibi prensiplere dayanmaktaydı. Hukuki, siyasi ve idari mevzulara yer verilmemişti. Her ne kadar İncil insanların eşitliği üzerinde duruyorsa da köleliği yine bir müessese olarak kabul ediyordu. Efendilerin kölelerine daha şefkatli olmaları, kölelerin de efendilerine karşı daha sabırlı ve itaatkar olmaları öğütleniyordu.

 İlahi düşüncenin insan düşüncesi ile idrak edilmesi mümkün değildir. İlahi irade ispat edilemez. Sadece ona inanılır. İman ve inançla onun kabul edilmesi şarttır.  Devlet, adeta ilahi iradenin yeryüzündeki bir izdüşümüdür. Her fert hem tam bir dindar hem de iyi bir vatandaş olmak zorundaydı.

 Kilise, devletin üstünde, devletten de bağımsız bir otoriteydi.

 Kilise àdevlet àbirey (vatandaş)

 Burada adeta Platon’un ‘ideal devlet’i, kilisenin ilahi düzeni ile güçlendirilmiştir. Platon, gerçek deletin ideler alemine ait olan ‘ideal devlet’ olduğunu, içinde yaşadığımız devletin ise onun bir izdüşümü olduğunu söylemiştir.

 Ortaçağ Platon’un bu modelini benimsemişti. Bu modele hristiyanlık prensiplerini ve dinin otoritesini katarak yeni formüller ileri sürülmüştür. Bu formüllerin temel prensibi düşünceyi, devletin rolünü, kilisenin otoritesine bağımlı kalarak görevlerin yürütülmesidir. Bir yerde hakiki devlet, kilise oluyordu. Çünkü kilisenin temsil ettiği nizam; ilahi nizamdır.

 

 SAİNT AUGUSTİNUS (M.S. 354 – 430):

 

 Sosyal düşüncesinde, dini otoriteyi hakim kılmak isteyen bir Platoncu olarak kabul edilir. Ona göre iyi ve en iyi, tanrının emretmiş olduğudur. Bunların münakaşa edilmesi dahi büyük cezalar verilmesini gerektiren davranışlar olarak görür.

 Ona göre, her şeyi iyi olduğu için değil de tanrı emretmiş olduğu için yapmalıyız.

 Bu görüş büyük ölçüde devleti, kıymetinden mahrumetmiş durumdadır. Buna göre rahipler, tanrının gölgesidir. Onlara karşı gelmek, bir yerde tanrıya karşı gelmektir.

 Bu görüşlerin temel amacı devleti iyi bir dine bağlı, kişiler cemaati haline getirmektedir. Bu devlet, bir ‘tanrı devleti’dir.

 Bu yaklaşım giderek yumuşamaya, özellikle de 12. ve 13. yy’da değişmeye başlamıştır.

 

  SAİNT THOMAS (M.S. 1226 – 1274) :

 

 Aristoteles fiziğini ve metafiziğini Batı dünyasına ve hristiyanlığa tanıtmak ve yaymak amacını gütmüştür.

 Thomas’a göre maddeyi şekillendiren formel varlıktır. Aralarındaki fark, maddenin potansiyel halde, formun ise eylem halinde yani kinetik halde bulunmasıdır. Yani madde form ile ortaya çıkar.

 Thomas, üç tür düzen ve mahiyet kabul etmiştir:

 1- Akıl; idare eden güç olarak kendini gösterir.

 2- Tabii nizam; akıl sayesinde öğrenilebilir.

 3- Sosyal düzen; bu insan aklının bir icadıdır. Tabii kanunların özel bir uygulaması halindedir.

 Onun sosyal düzen olarak kastettiği, devlet düzenidir. Ona göre devlete itaat kesin şarttır. Ancak devlet nizamında, ilahi nizama aykırı bir iş olursa, o vakit bu kurallara uyma zorunluluğu ortadan kalkar. Devlet, insana ait ihtiyaçların tatmini için tabii ve zaruri olan bir varlıktır. İnsanın sosyal tabiatından çıkmış olup, insanların menfaatini temin etmek vazifesiyle yükümlüdür.

 İlahi nizam, insanların sakin ve sessizce bu iradeye bağlanmalarını emreder. Ancak Thomas’a göre bu derece katı ve sert emirler devlet nizamında aranmaz. İçinda yaşadığımız devlet nizamı tenkit edilebilir, eleştirilebilir. Gerçi bu sosyal nizamda tanrının eseridir ama bu devlet nizamı içinde, insanın iradesi vardır.

 Ona göre tanrı, devlet nizamına kimin hakim olacağını önceden tayin etmiştir. Bu nedenle baştaki kişi, tanrının gölgesi değildir ve değiştirilebilir de.

 S.Thomas ve arkadaşları, o devirde bu fikirleri ileri sürme cesaretini göstermişlerdir. Bu cesaret, sosyal düşünce tarihinde büyük bir adım olarak kabul edilmektedir. Ancak yine de topluma karşı devleti ön planda tutmuşlardır.

 

 İBN-İ HALDUN (1334 – 1406) :

 

 Tunus’da doğmuş, Kahire’de ölmüştür.

 Haldun’a göre sosyal hayat insanlar için bir zorunluluktur. Tek başına tüm ihtiyaçlarını yerine getiremeyeceğini ya da çok uzun zaman uğraşması gerektiğinden sözeder. Ona göre fert, muhtaç olduğu gıdayı temin etmekten acizdir. Aynı zamanda her birey, kendini koruyabilmek için kendi cinsinden olan fertlerden yardım almaya mecburdur.

 Haldun, ihtiyaçlardan doğan sosyal hayatın sonunda kaçınılmaz olarak cemiyetten sözeder. Devlet, hükümet, kültür, medeniyet örf ve adetler, kavim ve göçebe hayat, yerleşik şehir hayatı gibi sosyal konularla ilgilenmiştir.

 Cemiyet hayatını ve kavramını, bugünkü modern sosyolojik görüşlere yakın fikirlerle ele almıştır. Devlet ve otoritesi meselelerine temas etmiştir. Sosyal düşüncenin değişmesinde gözleme önem vermiştir. İlk defa cemiyet ve devlet ayrımı yapan düşünürdür. Cemiyet çeşitlerini de incelemiştir.

 Ona göre insanlar sosyal bir hayat yaşamak için bir araya gelmeye ve birbirlerinin ihtiyaçlarını gidermeye muhtaç ve mecburdurlar. Aksi halde varlıklarını sürdürmeleri olanaksızdır.

 Haldun, hayatıdevam ettirme yani yaşama ihtiyaçlarından, yardımlaşmaya ve oradan da korunma ihtiyacına geçerek, devletin varlığına değinmiştir.

 Devletin içyapısını incelemiştir, irade çeşitlerini analiz etmiş, şehirleri incelemiş hatta ‘şehir sosyolojisi’nin ilk adımlarını atmıştır.

 Ayrıca hüner ve zanaat çeşitleri hakkında dafikirler öne sürmüş, muhtelif mesleklerden bahsetmiştir. Bir bakıma ‘meslek sosyolojisi’ne de değinmiştir diyebiliriz.

 Çiftçilik, yapı sanatı, marangozluk, dokumacılık, terzilik, tıp, ebelik, şarkıcılık ve musikinin bir meslek ve sanat olduğununa dair bugün de bize ışık tutan ilginç düşünceleri olmuştur.

 Mukaddime’ adlı eserinde uzunca bir bölümünü şehirlere ayırmış, şehirleri anlatmış ve şehir hayatını açıklamıştır. Bu bakımdan kendisi şehir sosyolojisinin kurucuları arasında gösterilir.

                                        ../..

MARTİN HEİDEGGER ve ‘METAFİZİK’

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

 MARTİN HEİDEGGER  (1889-1976):

 

1889 da Güney Almanya’da doğuyor. Önceleri teoloji öğrenimi daha sonraları da (1913) felsefe ve kültür bilimleri eğitimi görüyor. 1976 da doğduğu yerde ölüyor.

Sorduğu temel soru; varlığın anlamı ne?

Bütün amacı Platon’un sözünü ettiği; varlık hakkındaki devlet savaşını yeniden canlandırmaya çalışmak.

‘Vardır, is, esse, -dır’ dediğimizde ne kastediyoruz?

Bu ‘varlık’ dediğimiz şey insanın karşısına nerede çıkıyor?

Varlık, dediğimizde herkes bir şey anlıyor. Bu varlık anlayışı, günlük dilde, nesnelerle uğraşmada… kendini gösteriyor. Peki ama ‘varlık anlayışı’ olan varlık ne?

Dünyada varlık anlayışına sahip bir tek varlık var o da, insan. Bu nedenle Heidegger, varlık anlayışını çözümleyebilmek için insanın analizine gidiyor. Soyut bir insandan yola çıkmıyor. Sorusu ne insan ne de amacı antropoloji.

İnsanın somut, günlük yaşamından yola çıkıyor. Geist vs. açısından insana bakmıyor. İnsan bir takım imkanlarını kullanarak, planlayarak varlığını sürdürüyor. Onun bir dünyası var ve bu dünyada diğer insanlarla yaşamak zorunda. Dünya, kendisini insan sayesinde insana açıyor.

Bu bilimde, insan varlığının fundemental ontolojisi ile uğraşıyor. Heidegger, insanın dünya içinde oluşunu onun günlük hayatıyla analiz etmeye çalışıyor.

Vardığı sonuç şu:

İnsan öncelikle ve çoğunlukla kendinde değildir ve o biridir (das man). İnsan günlük yaşamda kendinde değil. Kişiye ne yapmasını hep birileri dikte ediyor. İnsan günlük yaşamda hep o birilerinin ellerine terk edilmiştir. Kişi bir sayı olarak var bir insan olarak yok.

İnsanın görevi bu durumdan kurtulmak, insan olmak. İnsan içinde bulunduğu durumu çeşitli şekillerde kavrayabilir.

Bu çeşitli durumlardan bir; korku. İnsan korku içinde ölümün kaçınılmazlığını hisseder. Bu korku temelde, ölüm korkusu. Korku içindeki insan,  kendini hiçle karşı karşıya hisseder. O ölümün içine terk edilmiştir. Ölüm korkusu ile her şey sağlam temelini yitirir. İnsanı, bu birinden kurtaran vicdanının sesi. İnsan kendini, kendi kararı ve özgürlüğü ile kurtarır ve gerçekleştirir

‘İnsan kendini ölüme giden bir kararlılıkla gerçekleştirebilir’. İnsan yaşamak için, kendisi olmak için karar veren bir varlık.

2.Safhada Heidegger, insandan ve onun varlık anlayışından değil, varlıktan çıkarak varlığa bakmak gerektiğini anlıyor. Burada Heidegger, geri dönüş yapıyor.

‘Asıl konu varlık ise insandan ancak ikinci derecede bahsedilebilir. O halde merkezde varlık olmalı, insan değil’.

Heidegger, insanı merkeze alan tüm felsefelere karşı çıkıyor. Öznenin merkezde olması anlayışı, yeniçağın sübjektivizminden  itibaren var ve bugüne kadar da geliyor.

Heidegger’de insan ‘otonom’ bir varlık değil. İnsan, varlığa bağımlı. İnsan, varlığı dile getirebildiği sürece var. Varlığı açığa çıkarabildiği sürece var.

Ona göre varlık, bir dünya temeli değil; bir tanrı hiç değil. Varlık, nesneye indirgenemez, bir nesne gibi düşünülemez. Varolan ile varlık arasındaki ontolojik fark, tüm batı metafiziğinin unuttuğu ve birbirine karıştırdığı şeydir.

Varlık; belirli bir şekilde açığa çıkmak, hakikat olmak, gizli olmamak, açıklık.

Varlık, insanın yaptığı bir şey değil. Varlık, kendini ortaya koyuyor ve çekiyor.

Varlık, süreç halinde, Tarih, onun tarihi; ‘varlık tarihi’.

Varlık nasıl oluyor da, aynı insan çeşitli varlık anlayışlarına sahip olabiliyor? Çünkü varlık, öyle istiyor. Varlık kendini o toplumda öyle tanıttığı için, farklı toplumlarda insanlar, farklı varlık anlayışına sahip oluyorlar.

Varlık, ‘olagelme’ ancak bu olagelme, bazen saklı bazen de açık.

Varlığın sesini duyanlar; şairler ve düşünürler. Ancak onların düşünüşüne de yön veren varlığın kendisi.

 

           METAFİZİK NEDİR ?

 

Hiç nedir? Diye sorduğumuzda ‘nedir’ varolana yönelik olduğundan aslında hiçi değil, yine hiçi bir varolan olarak anlıyoruz. Bu nedenle bu soru kendi kendisini nesnesinden ediyor. Mantık kuralları, bu soruyu sorgulamamızı bize yasaklıyor. Mantık kuralları, hep bir şey üzerine düşünmektir. Bu nedenle bu soruyu sormaktan ziyade soruyu açarak genişletmek gereklidir.

O halde biz hiçi, anlama yetisinin sınırları dışında bırakarak nasıl belirleyebiliriz?

Hiç; varolanın bütününün tam bir değillemesi değildir. Bu tanım, günlük dilin mantıki bir tanımıdır.

Hiç; değil ve değillemeden daha köklüdür. Hiç yine kendi kendisinde yatmaktadır.

Araştırılan, ilişkiye girilen, tavır yöneltilen; hep varolandır. O halde hiç, bizi neden ilgilendiriyor?

Bilimin ilişkiye girdiği, bilimsel tavrını yönelttiği sadece varolanlardır. Dünya ilişkisinin yöneldiği sadece varolan; başka bir şey değil.

Bilim, bizim sadece varolanlarla ilgilenmemizi istiyor. Bunun dışında başka bir şeyle ilgilenmemizi istiyor. Bilim, hiçi yok sayıyor. Böylece bir çatışma içine giriyoruz. Acaba hiçi yok sayma bilim adamının inisiyatifinde mi? Bilimadamını varolana yönelten nedir?

Cevap; hiç, hiçin hiçmesi. Aslında bilim adamının hiçi reddetmesi onu varolana yöneltiyor.

‘Hiç, bilim adamı için dehşet ve hayalden başka bir şey değildir’.

İnsanların varolanlara yönelmesi, varolanın çekici olması, hiçin ise itici olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan hep para kazanmak daha rahat yaşamak istiyor. Bu istek, bu varolanların çekiciliğinden doğmaktadır.

‘Varlık nedir?’ sorusu da en az ‘hiç nedir?’ sorusu kadar metafizik bir sorudur.

Varlığın meskeni dildir. O meskende ise sadece insan oturuyor. Aslında bilim varolana yöneliyor ama neye yöneldiğini de bilmiyor. Varlığı unutmuşlar. Önemli olan ‘varlık nedir?’ sorusunu yeniden canlandırmak.

Bilim, varlık üzerine düşünmüyor. Yaptığı sadece tek tek varolanlar üzerine yönelmek. Bilim bu tek tek varolanları varlık olarak görüyor. Bu nedenle bilimin mahiyet temelinin kökü kurumuştur. Bilim varlığı unutmuş, düşünmüyor. Üstüne üstlük bir de bilimde uzmanlaşmaya gidilmiş.

Hiçi düşündüğümüzde, düşünmenin doğası gereği her şeyi hep bir şey olarak düşünüyoruz. Böylece hiçi düşündüğümüzde, hiç de anlama yetisinin sınırları içinde kalıyor. Başka türlü de olamaz zaten.

Bir şey ya vardır ya da yoktur. Bu mantıkta çelişmezlik ilkesi. Bu ilkeden hareketle mantık, bu ‘hiç nedir?’ sorusunu yerden yere vurur. Çünkü hiçi düşünme, düşünmenin doğasına aykırıdır. Düşünme, hep bir şeyi düşünmedir.

Anlama yetisi araç, düşünme de yol olduğuna göre ‘hiç nedir?’ diye soramayız.

Hiç, varolanın bütünü bizim içimizi kapladığında ya da sıkıştırdığında ortaya çıkar. Gerçek anlamda bir iç sıkıntısı ya da bir sevinç anında ‘hiç’ kendini ortaya çıkarır.

Hiçi bize gösterecek temel heyecan; ‘korku’dur.

Bir an için varolanın, bizim için yok olması, ayağımızın altındaki sağlam temelin çekilmesi bizi sallantı içinde bırakır. Aslında bizi sallantı içinde bırakan hiçin ta kendisidir. Bu sallantı gerçek iç sıkıntısıdır. İşte o anda ‘ona bir şeyler oluyor’ deriz.

İç sıkıntısı ve sevinç; varolanın tecrübesini, korku ise hiçin tecrübesini verir.

Varolanın tümü ortadan kalktığında, tek tek senler, benler de ortadan kalkıyor. Bu nedenle ‘ona bir şey oluyor’ deriz.

Heidegger’de korku; sadece hiç. Korku dile getirilemez, sadece tecrübesi edilir.

‘Saf varolma’; hiçin tecrübesini edinmiş olan tek insanın hali. Bilim, sanat… tarafından belirlenmiş bir varolma değil; insanın hiçbir şeye tutunamadığı, sarsıntıdaki insanın, kendi kendine bırakılmış insanın sadece kendisine tutunması. Aslında bu durum, hiçin tecrübesidir.

Heidegger’de, ‘varolanların bütünü’, beni saran bütün varolanlar, evrendeki bütün varolanlar değil, günlük yaşamda gölgede kalan veya aydınlıktaki beni saran bütün varolanlar.

‘Bizim varolmamız, bilim tarafından belirlenmiştir. Bizi varolana yönelten; bilimin, mantığın reddettiği hiçtir. Bizim varolanla ilişkiye girmemizi sağlayan; hiçin hiçmesi. O zaman hep korku içinde sallanmamız mı gerekiyor? Oysa biz korkunun ender olduğunu söylemiştik’.

Heidegger, bu problemi şöyle çözüyor:

‘zaten biz hep varolanla ilişki içindeyiz. Korku ile hiçin tecrübesini ediniyoruz.

Hiç kendini nasıl gizliyor? Hep varolanla ilişki içinde olduğumuzdan, varolan tarafından hapsedildiğimizden, hiç kendini gizleyebiliyor. Hiç, bizi kendinden itmekle gizliyor. Hiç bizi ittikçe, biz varolana yöneliyoruz ve itildiğimiz bu varolan

içinde kaybolmamızla hiç kendini gizliyor.

Heidegger’e göre, ‘değil’ ve ‘değilleme’ aslında hiçden çıkar. Oysa mantık be bilime göre hiç, değillemeden çıkar deniyor.

Değilleme, hiçin hiçmesinden fışkıran değil de, onda temelini bulur. Değilleme, değili kendisinden çıkaramaz.

Neden ‘değil’ kökenini hiçte buluyor?

Günlük hayatta bize hiçin hiçmesini gösteren; tiksinme, mahrumiyet, işkence, ölüm, hayır deme, bütün karşı koyucu eylemler ve negatifler (bunlar hiçen davranışlar). Korku, hiçi açığa çıkarıyor.

Korku, insan varlığı içinde bir imkan, her zaman orada fakat uyumaktadır. İnsan bu korkunun farkında olabilir.

Heidegger’e göre hiç korkusu, en az işi başından aşkın olanın, ‘evet evet’inde ve ‘hayır hayır’ında, en kolay baskı altında, en emin de temelde cesur olan varolmada, bu ölümünedir.

Hiç – insan ilişkisi; hiç varolanın bütünü içinde bir tek varolanla ilişkiye giriyor o da; insan. Hiç ile insan arasındaki ilişki çift taraflıdır. İkisi de birbirinin içindedir. Karşılıklı bir ilişki vardır.

Hiç- metafizik ilişkisi: metafizik, bütününün ötesine geçmektedir.

Heidegger’in amacı; bilimin reddettiği metafiziğin, bilimi belirlediğini göstermek.

Bilim her zaman varolanı soruyor ama varlığı sormuyor. Heidegger’in doğrudan varlık nedir? diye sormayıp, ‘hiç nedir? diye sorması; varlığın unutulduğunu göstermek içindir. Varolanın ötesine geçmek için, varlık sorusunu tersten alıyor.

‘Batı dünyası, varlık kadar hiçi de unuttu’.

Heidegger’de asıl soru; ‘varlığın anlamı nedir?’ sorun bu.

Bunu nasıl soracağız, varolanın kendinden çıkarak mı? Hayır, böyle yaptığımızda varlık; geisttır, substanstır vs. diyor. Bu seferde tam tersinden bakalım diyor. Yani hiçten yola çıkalım, çabası bu.

Heidegger’in metne soru ile başlayıp soru ile bitirmesinin amacı; soruyu diri, canlı tutmak.

Olagelme; hem insanı hem de varlığı içine alan bir süreç. Varlığın kendini yayma biçimi. İnsan bu durumun farkına varan tek varlık.

‘Metafizik bir varlık anlayışıdır. Bu varlık anlayışına sahip olan ise insan. Bu insanın doğasına ait’.

‘İnsan varoldukça felsefe yapmak belirli tarzda gerçekleştirir’. (Platon)

Heidegger, Jaspers’in tabiriyle bir sınır durumunda iş yapmaktadır.

SCHOPENHAUER’UN PESİMİZMİ

Perşembe, Haziran 4th, 2009

    

 ARTHUR SCHOPENHAUER (1788-1869):

 

  Felsefesinin temelinde, derin bir pesimizm/kötümserlik var. Kötümserliği her şeyine yansır. Asıl kötümserliği, insan varlığı ile.

 İnsanın pek çok ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaçların pek çoğu tatmin edilmez. İnsanın her zaman yeni ihtiyaçları, yeni arzuları ortaya çıkar. Hayat dediğimiz sürekli bir aldatmaca. İnsan sürekli bir tatminsizlik ve sıkıntı içinde. Bu da acıyı doğurur. Acı, insan yaşamının temel özelliğidir. Ona göre her yaşam öyküsü, bir acı öyküsüdür.

 İnsanın yaşamı bir yanıyla dram diğer yanıyla komedidir. Bu yetmezmiş gibi bir de insanlar birbirine yaşamı çekilmez hale getirirler. Ona göre insanların dünyası, bir cehennemdir.

 Kısaca, yaşam acı doludur. Hiç de arzulanacak bir yanı yoktur. Sefalet ve acı sadece insanlara özgü değil bütün canlılara hakim.

 Doğa bütün canlıların yaşam mücadelesi verdiği, acı çekenlerin toplandığı yerdir. Doğa olması gerektiği gibi değildir. Tüm dünyanın gerçekliği; acıdan başka bir şey değildir. İşte burası onun çıkış noktasıdır. Onun felsefesi, acının temellendirilmesidir ve bunu da metafizik bir şekilde yapar.

 Temel eseri; ‘İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’nın ilk cümlesi, ‘dünya benim tasarımımdır.‘ Bütün gerçeklik; öncelikle dünya, insanın tasarladığı gibi vardır. İnsan, bütün gerçekliğin kendine dolaysız olarak verilen tasarımını bilir. Herşey görünüşten ibarettir. (Burada Kantçı) Nesnelerin kendisi dünya değildir. Onun öyle olduğunu bize veren bizim ona bakışımız, tasarlayışımızdır’. Ona göre bu görünüşün ardında kendini göstermeyen bir şey olmalı diye düşünür.

 Schopenhauer, önce insanın kendini nasıl tanıdığına bakar. Ona göre insan, bedenini iki şekilde tanır:

1-Bedeni, diğer bütün nesneler gibi tasarım nesnesi olan şeydir. Fakat bir de işin iç yanı var:

2-Beden kendini insanın istemesi ile gösterir. Tüm gerçekliğin temelinde ‘isteme’ vardır. Organlar da istemenin ürünüdür. İnsan bedeni, istemenin nesneleşmesidir. İsteme, insanın en iç özüdür. Nesnelere, kendilerini o şekilde gösterttiren arkalarındaki istemedir. Ona göre isteme, sadece insanın özü değil; dünyanın, doğanın her şeyin özüdür.

1-Dünya tasarımdır.

2-Dünyanın kendi başınalığı; istemedir.

Acaba isteme ne?

Birlik, teklik içinde bir ilk güç. Schopenhauer, istemeyi; temel isteme veye asli isteme olarak anlar.

 Bu asli isteme kendini birçok şekilde böler. Başından beri kendisini insanda gösteren isteme, bilinçli bir isteme değildir. Aslında bu isteme, başta bütündür, birlik içindedir. Kendi içindedir, bölünmesi daha sonradır. Bu isteme hem organik dünyada hem de inorganik dünyada var. Bu isteme başından beri bilinçsizdir.  Dünya, istemenin kendini bilmesi, bilinçlenmesinden başka bir şey değil. Tüm dünya tarihi; istemenin kendilik bilincine ulaşması sürecidir. Dünya tarihindeki oluşu başlatan, istemenin bölünmesidir.

 Asli isteme, kendi içinde karışıklık ve mücadeleden başka bir şey değildir. İstemenin kendini dünyada göstermesi de böyledir. İnsanlar arasında çatışmanın nedeni; bu temel istemedir. Acıyı yaratan da yine istemedir.

 Onda isteme gerçekliği/dünyayı açıklamak için metafizik bir ilke haline gelir. Bu metafizik ilkenin çağındaki diğer ilkelerden farkı; dünyevi/immanent oluşudur. Yani istemenin temelinde bir geist varlığı yoktur. İnsan varolmak için böylesi metafizik bir ilkeye bağlı olmak zorundadır. İnsanın özü; isteme ve tepkidir. İnsan istemeye muhtaçtır ama ondan kurtulmak zorundadır.

 İnsan bu acıdan; isteme ile sıkıştırılmış , acı ile belirlenmiş bu durumdan nasıl kurtulacak?

İnsan, tek tek nesnelerin bilgisinden ya da onlara bağlı olmaktan kurtulduğunda veya dünyanın saf görüsüne sahip olduğunda, kendi sınırlı ve acılı bilme biçimini aşar. Bundan sonra hiçbir çıkar gütmeden bir gözleme başlar sonra comptemplasyona girer. İnsan bu evreye geldiğinde, açık ve ebedi bir dünya gözü durumuna gelir.

 İnsanın bu basamakta gördüğü ya da baktığı, dünyanın biçimini oluşturan isteme değil,nesnelerin ideasıdır. Schopenhauer, şeylerin ideasını görebileceğimizi iddaa eder. İdealar hep varolan nesnelerin özleridir. Comptemplasyon aşamasında olan; nesnelerin, dünyanın özünü görür.

 Şeylerden bağımsız olarak idealar nedir?

 İdealar; şeylerden önce gelip, şeylerin saf halleridir. İdealara bakış, her şeyden önce sanatın işidir. Sanatsa her şeyden önce nesnelerin özüne bakar.

 Sanatta önce, mimarlık sanatı; sertlik ya da katılık idealarını verir. Sonra plastik sanatlar; insanın saf ideasını ortaya koyar. Daha resim; gerçekliğin idealarının çeşitliliğini ortaya koyar ve üst düzeyde de müzik sanatı, istemeyi ve dünyanın  saf özünü ifade eder.

 Ona göre sanat, yine de sürekli bir çözüm değil. Sanat, belirli anlarda acıdan ve ‘isteme’den kurtarır. İnsanı kurtaracak olan nihai çözüm; istemeyi, tamamen reddetmekle olur.

 İstemeden çıkan insan, istemeyi nasıl reddedecek? İnsan pek çok zorlukla sıkıştırılmıştır. Ancak insan, tek bir noktada özgürdür. Bu nokta; her şeyi belirleyen istemeye karşı çıkmadadır. İnsan, amprik varlığında belirlenmiş ve bağımlıdır. Fakat kendi özünde özgürdür. İstemeyi reddetmek, insan kendi özündeki özgürlükle olur.

 Bu isteme nasıl reddedilecek? Bunun iki yolu var:

1-Teorik yol; tüm gerçekliğin temelinde hüküm süren asıl istemedir. Bu parçalanarak dünyada acıyı oluşturur. Bunu kavrayan insan görür ki; dünyadaki acılı oluş, sadece gerçekliğin görünüşüdür.

 Madem ki; acılı oluş sadece görünüşten ibaret o halde bu insanı rahatsız edemez. Bu görünüşte acı-özünde acılı değil- insanı sıkmasına gerek yoktur.

 İnsan asketik yaşam ile istemesini susturursa, bu acının yerini huzur ve dinginlik alır. Böylece insan, acıyı yaratan istemeden kurtulur.

 2-Eylemli yol; eylemle istemeyi reddetme yolu, bu başkasının acısını merhamet yoluyla azaltmakla olur. Eğer bütün canlılar, temeldeki birliğin asli istemedekibütünlüğün farkına/bilincine varırlarsa, bütün canlılar da birbirine bağlı olurlar. Herşey temelde bir bütünse canlılar individual olmaktan kurtulurlar.

 Başkasının acısı, benim de acım. Bunun yolu da merhamet. Merhametle egoizm aşılır. Kötü olan egoizmden, iyi olan merhamet çıkar (bu etiği). Merhametle, isteme reddedilmiş olur.

 Schopenhauer’un pesimizmi; bu varlık böyle olacağına hiç olmasa daha iyi olurdu. Dünyanın özü; isteme, her şey istemeden zorunlu olarak çıkıyor.

 Schopenhauer; Kant, Platon ve Schellig’den etkilenir, Nietzsche’yi etkiler.

 

ANTİKÇAĞ /ANTROPOLOJİK DEVİR

Salı, Haziran 2nd, 2009

 

ANTROPOLOJİK DEVİR-İNSAN FELSEFESİ

 

 

SOKRATES ( İ.Ö. 469 – 399 ) :

 

Kendisinin yazmış olduğu tek satır bir şey yoktur. Görüşlerini öğrencilerinin yazdıklarından çıkarıyoruz.

 

      Benim diğerlerinden üstünlüğüm, ‘bilmediğimi bilmektir’.

      Kendini tanı/bil.

      Ben kötüysem, neden gençler etrafımda toplanıyor? Bunu bilmeyerek yapıyorsam o da suç değildir.

      Tanrısı, kendi içinde keşfettiği bir tanrıdır.

      Ölümden değil, karanlıktan/cehaletten sakınmak gerekir.

      Her türlü iyilik erdemden gelir.

      Eylemde bulunurken, haksızlık etmemeyi en başa koymak gerekir.

    

 KRİTON DİYALOGLARI :

     

        Öğrencisi Kriton’un Sokrates’i kaçırmak istemesinin sebebi, herkesin onun öğreticiliğine olan ihtiyacıdır.

         Sokrates’ in Kaçmamasının Sebepleri :

1.     Kanunlara uymayı sevdiğinden; yasaları çiğnememeliyiz, sonra herkes ve toplumsal düzen bozulur. Hem Atina dışındaki kanunların daha iyi olup olmadığını da bilmiyorum.

2.     Bu toplumda bulunuyorsam, bu kanunları kabul etmem lazım.

3.     Hiçbir şekilde bile  bile eğrilik etmemek lazım.

 

Değerli eylem; yöneldiği şey doğru mu-yanlış mı, iyi mi – kötü mü, haklı mı- haksız mı olduğu bilerek yapılan eylemdir.

 

 Sokrates, felsefesinde temel problem olarak; insanı ele alır. İnsanı her şeyin ölçüsü kabul eden  sofistlerden, genel bir doğrunun bilinebileceğine dair yaklaşımıyla  ayrılır. Ayrıca sofistleri para ile ders vermelerinden dolayı şiddetli bir şekilde tenkit eder.

 

SOKRATESÇİ OKULLAR :

 

1.     KYNİKLER :

 

Kurucusu, Antishenes’tir. Meşhur sözü, ‘haz peşinde koşmaktansa çılgınca yaşamayı yeğlerim’. Bunlara göre mutlu yaşamak, insanın arzu ve isteklerini bastırarak yaşamasıdır. Toplum kurallarına uymadan, inzivaya çekilip, arzu ve isteklerini bastırarak yaşıyorlar. Mutluluğun bu dünyada olmadığına inanıyorlar.

   

2.     KYRENE OKULU :

 

Kurucusu Arstippos’tur. Ona göre insan haz alarak yaşamalıdır. İnsan toplum kurallarına uyarak, toplumdaki yerini koruyarak, mümkün olduğunca da haz alarak yaşamalıdır.

 Ancak, ‘ mutluluk nedir’ sorusuna cevap vermiyorlar.

 

 

 

   SİSTEMATİK DÖNEM / BÜYÜK SİSTEMLER DEVRİ

 

    PLATON ( İ.Ö. 427 -347 ) :        

   

    Platon’un tüm görüşlerini 3 başlık altında toplamak mümkün:

1.     Varlık görüşü

2.     Bilgi görüşü

3.     İnsan görüşü; etik, sanat, devlet görüşü de onun insan görüşü içinde yer alır.

 

  VARLIK GÖRÜŞÜ :

 

  Ona göre 2 dünya vardır :

 

GÖRÜNENLER  DÜNYASI                                    

 

Gölgeler/yansılar/imgeler        – Canlılar               

                 â                         -Nesneler          

         Sanı bilgisi                          â                      

                 â                        İnanç bilgisi     

 

 Bunların bilgisini, Gnosis yani direk                     

duyularımızla, algılarımızla elde ediyoruz.          

 

KAVRANANLAR DÜNYASI 

 

Hipotezler/varsayımlar         İdealar

               I                               I

Diskursif düşünme               Düşünce gücüyle görme

 

Bunların bilgisini ise düşünerek, akılla kavrayarak ediniyoruz.

 

Her şey ideasına yaklaşır ama hiçbir zaman ideasıyla özdeş olamaz. İdealar kendinden varolmuştur. Bütün her şeyin varolması ‘iyi’ ideasından pay almasıyla mümkündür. Güneş gibi fakat güneş de ona bağlıdır. Gölgelerin varlığı nasıl ait olduğu şeye bağlıysa, her şeyin varlığı da idealara bağlıdır. Gölgelerden, kavranan şeylere doğru bir diyalektik yürüyüş var. Görünenler dünyası için güneş ne ise kavrananlar dünyası için de, iyi ideası odur. Asıl varolanlar idealardır. Güzel olan, güzellik ideasından pay alırsa güzeldir. Yoksa kendinden güzel değildir.

 İdealar kalıcı ve değişmezdir. Değişen tek tek varolanlardır.

 İnsan da bütün idealar vardır. Ben masaya, bende masa ideası olduğu için masa diyorum.

 

  Platon’a göre bilgi hatırlamadır. Yani insan doğuştan bilgilere sahiptir. Bu bilgiler mautike (bilgi doğurtma) ile ortaya çıkar. Ancak bazı bilgiler buna sokulamaz.

 İnsan, bilginin kendisine değil, bilme yetisi ve imkanına sahiptir. İnsanın asıl bilgilere /ideaların bilgisine, ulaşma imkanı vardır. İnsan bunları öğrenmez, hatırlar.

 Körler bir şey görmez ama bazı bilgilere sahiptir. Onlar bu bilgileri öğrenmez hatırlayarak ulaşırlar.

 

  DEVLET GÖRÜŞÜ:

  

DEVLET:

1.     Yöneticiler; erdemi, bilgelik.                           

2.     Besleyiciler; erdemi, çalışkanlık.                             

3.     Koruyucular; erdemi, cesaret/yiğitlik

 Devlet de bu 3 sınıfda zorunlu.

 

– Yöneticiler; filozof olmalıdır. Çünkü; filozofun erdemi bilgeliktir.

 – Koruyucular; cesur/yiğit olmalılar. Hem müzik hem de jimnastikle yetiştirilmelidir. Böylece, iyi ile kötü birbirinden ayırdedilebilir. Aynı zamanda koruyucu, bilge de olmalıdır. Sadece jimnastikle eğitilip bedenleri güçlü olanlar her şeye karşı vurucu, kırıcı olurlar. Sadece müzikle yetiştirilen ise nazik, ince ruhlu olur. İşlerini yapmak için güçlü olacaklar ama ölçülü, nazik de olacaklar.

 – Besleyiciler; çalışkan olacaklar, üretimi aksatmayacaklar.

  

  Adil bir devlet; herkesin kendi işini yapması, başkasının işine karışmaması ile mümkündür.

 

   İNSAN GÖRÜŞÜ:

 

İnsan; 1. beden, 2. ruhtur.

Ruh da; a) Bilen yanı,

            b) İrade, isteme yanı,

            c)Arzulayan yanı; mutlu ve adil insan, arzularını bastıran ve dengede tutan insandır. Sadece haz peşinde koşan, kendini düşünen insan adil değildir. İnsanın bu iki yanını dengeleyen; irade/isteme yanıdır.

 

    ETİK GÖRÜŞÜ :

 

 Platon etiğine ‘mutlulukçu etik’ de denir. Mutlu olmak için erdemli olmak gerekir.

 Devletin yönetim şekli, ne olursa olsun,  eğer iyi yönetilirse o devletde yaşayanlar mutlu olabilir.

 Platon’a göre 4 temel erdem vardır; bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve bütün erdemlerin temeli olan adalet.

 Yiğitlik; korkulacak ve korkulmayacak şeyler üzerine aklın bir yargısıdır. Neden korkulacağını neden kokulmayacağını bilmek, bu da bilgelikle olur. Ölçülülük; kendine hakim olmakla olur. Adaletse; herkesin kendine düşen görevi yapmasıdır. Bu baş erdemdir.

 Adil insan, kendindeki 3 yanı, akılla, bilgiyle dengeleyen insandır. Ona göre, erdem öğretilemez. Çünkü; bilgi değildir. Erdemli insan iyiyi gerçekleştiren insandır. İyinin bilgisi insanda gizil olarak vardır. Bu gizil mautike (fikir doğurtma)  ile açığa çıkarılırsa, insan erdemli olur. Dolayısıyla, erdem doğuştandır.

 Platon’un devletinin yönetim biçimi; Aristokrasidir. Bir seçkinler grubunun yönetimidir. Bir kişinin, monarkın yönetimi de olabilir. Ancak, istenilen özelliklere-bilge olması- sahip olmak şartıyla.

  İnsanın bilen yanı ağır basarsa; ‘bilgisever’ insan, arzu yanı ağır basarsa; ‘parasever’ insan, irade yanı ağır basarsa ‘ünsever’ insan tipleri ortaya çıkar.

 

 BOZUK DEVLET ŞEKİLLERİ :

 

1.Timokrasi; irade yanı ağır basan devlet, ünsever insan tipi sözkonusu.

2.Oligarşi; arzu yanı ağır basan devlet, parasever insan tipi sözkonusu.

3.Demokrasi; egemen olan tutkulardır. Zenginlik peşinde koşarlar. Erdemli olmayanı seçebilirler.

4.Tiranlık; adil olmayıp, ilkelerden sapılırsa zorba devlet olur.

 

 Felsefe bu döneme kadar, ilk döneminde tabiat (arkhe/oluş), ikinci döneminde, insan/ahlak olmak üzere hemen hemen evreni bütün cepheleriyle ele almaya ve bir problem olarak ortaya koymaya çalışmıştır.

 Bundan sonraki üçüncü evrede ise iki dönemin sentezi ve sistemleştirilmesi gerçekleştirilecek, önceden parçalar halinde ele alınan alemi bir bütün içinde kavrama teşebbüsüne girişilecektir.

 

OSCAR WİLDE – “DORİAN GRAY’İN PORTRESİ”

Pazar, Mayıs 31st, 2009

OSCAR WILDE:

 

“Ben dehamı hayatıma, eserime ise yalnızca hünerimi koydum”.

 ‘‘DORİAN GRAY’İN PORTRESİ’’nden:

                                       

Liberaller, her şeyin fiyatını bilir ama hiçbir şeyin değerini bilmez…

*

  Tecrübe, herkesin hatalarına verdiği isimdir.

*

Mutluluk; ulaşılacak bir istasyon değil, yolculuğun ta kendisidir.

*

 Ciddiyet, sığlığın tek sığınağıdır.

*

 – Ziyan olmuş hayat yoktur, sadece gelişimi durmuş hayatlar vardır.

*

 – Gelişimi engellenmiş hayattan daha kötüsü yoktur.

*

 – Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlarsa sonuncusu olmak isterler.

*

 – Evliliğin en çekici yanlarından biri, yalan söylemeyi eşler için gerekli kılmasıdır.

*

 – Erkekler yorgunluktan, kadınlar meraktan evlenirler. Sonunda ikisi de hayal kırıklığına uğrar.

*

 Evlenmenin gerçek kusuru, insanı bencillikten alıkoymasıdır. Oysa bencil olmayanlar renksiz kişilerdir.

*

 – Kadınlar bizde şaheser yaratmak istemini uyandırırlar fakat onları gerçekleştirmemizin durmadan önüne geçerler.

*

 – Güzel kadınların kocaları, adam öldürenlerle birdir.

*

 Kadınlar, eksiklerimizden dolayı severler bizi. Yeteri kadar kusurluysak her şeyi bağışlarlar bize, zekamızı bile…

*

 Ilımlılık kötü bir şeydir, yeter dediğimiz yavan bir yemek, aşırı dediğimizse bir şölendir.

*

 – Bağışlatmak elde değilse, unutmak elimizdedir.

*

 İnsan hayatı, başkalarının yanılgılarını yüklenecek kadar uzun değildir.

*

 Tanımlamak, sınırlamaktır.

*

 – Her gösterişli hareketiyle insan, bir düşman kazanır. Sevilmek için bayağı olmalı.

– Her yolun sonu birdir; hayal kırıklığı.

*

 Suç, aşağı sınıfların malıdır.

*

 – İnsanın sık sık yaptığı her şey, bir zevk haline gelir.

*

 – Hayatı sanat açısından ele alan adamın kalbi; beynidir.

*

 Yaşlılığın acı yanı; insanın yaşlanması değil, genç kalmasıdır.

*

 – Kendimi ele verdim mi içimden bir şeyler eksilmiş gibi. İnsan hayranlığını sözlerle anlatmaya kalkışmamalı.

*

 – Tatsız, tuzsuzdur kır hayatı! Yapacak işleri çok olduğu için erken kalkıyorlar, düşünecek işleri olmadığı için de erkenden yatıyorlar.

*

 – Başkaları hakkında iyi düşünmemiz, kendimizden korkmamızdan ötürüdür. İyimserliğin temeli yılgınlıktır.

*

 – İnsan aşık oldumu, işe kendini aldatmakla başlar, başkalarını aldatarak da bitirir.

*

 – İnsanlar en çok kendilerine lazım olan şeyi, başkalarına vermeye pek düşkündür.

*

 – Kitapların ahlakından değil olsa olsa, iyi ya da kötü yazılmış olduğundan bahsedilebilir.

*

 – İnsanların ahlaka aykırı dediği kitaplar, utançlarını yüzlerine vuran kitaplardır.

*

 – Saklarsan, en bayağı şey bile çekici bir nesne haline gelir.

*

 – Bilinçle, korkaklık aynı şeydir.

*

 – Herkesi seviyorsan, hiç kimseyi sevmiyorsun demektir.

*

 – Eksikliklerimizi, kendilerinde gördüğümüz kişilere tahammül edemeyiz.

*

 Güzellik, dehanın başka bir çeşididir.

*

 Evrenin gerçek sırrı görünmeyende değil, görünendedir.

*

 – Başkalarının toplayacağından korkmasak, atacağımız bir yığın şey vardır.

*

  – Bütün sanat eserleri, bir yüzey ve sembolden ibarettir. Yüzeyin ötesine geçmeye kalkanlar kendilerini büyük tehlikeye atarlar.

*

—————

                                                     

İki dünya vardır; biri kendinden sözedelim ya da etmeyelim “gerçek dünya”, öbürü de sözedilmezse varolamayan “sanat dünyası”.

*

 Sanat eseri ile tabiat eseri arasındaki fark; sanat eseri daima tektir, tabiat ise yarattıkları kaybolmasın diye aynı şeyi tekrarlayıp durur.

*

 – Tanrı insanı, insan da sanat eserini yaratır.

*

Vatanseverlik, gaddar insanların erdemidir.

*

 – Ruh, bedende ihtiyar olarak doğar. Beden, ruhu gençleştirmek için ihtiyarlar. Platon, Sokrates’in gençliğidir…

………………….

EMİL AJER

 “Kral Solomon’un Bunalımı” adlı eserinden:

Faşizm; bir duyarsızlaştırmadır.

Deha, her kusuru bağışlatır.

– Kendimizi düşünmemek için, bir başkasını düşünürüz.

 – O kendine benzemez kötü gösterir…O işleri, asıl düşünmesi gereken bir başkası yerine yapardı.

 – Kendi benliği hakkında karar verememiş, çevresiyle problemleri olan, tükenmekte olan şeylerle ilgilenen insanların, tedavisi zordur.

 – Her şey, daha iyisi bulunmadığı için vardır.

 – İnsan her zaman, kendinden daha küçük birine ihtiyaç duyar.

 – İnsan sanıldığından daha yaşlı, düşünüldüğünden ise daha gençtir.

 – Adlarını bilmezsen, kişisel olmaz, yük hafifler.

 – Her şey aslında, hiçbir şeyle aynı şeydir.