Posts Tagged ‘sanat’

NECİP FAZIL KISAKÜREK

Perşembe, Nisan 14th, 2011

NECİP FAZIL’DAN  ŞİİR ve ÖZLÜ SÖZLER

 

 İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal,

 hamallık ki, sonunda ne rütbe var ne de mal.

  ***

İşte iz geliniz, toprak post, Allah dost.

Beni kimsecikler okşamaz madem,

Öp beni alnımdan, sen öp seccadem

 ***

İnsan bu, su misali kıvrım kıvrım akarya,

bir yanda akan benim, diğer yanda Sakarya

 ***

Zamanın çarkları sizi yürütüyor,

zamanın çarkları beni öğütüyor.

 ***

Devler gibi eserler bırakmak için,

karıncalar gibi çalışmak lazım.

*** 

Yol onun, varlık onun gerisi hep angarya

yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya

*** 

Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur,

Zaman insanları değil armutları olgunlaştırır

 ***

Kökünü beğenmeyen dal

Ve dalını beğenmeyen meyve

Olgunlaşmadan çürür

*** 

Tereddüt edersen bacakların seni taşımaz

Yürüyeceğim de bas ve yürü

*** 

Çile kapısından erişilecek dünyayı bilseydin

yatağını yorganını satardın

 ***

Cevabımın şiddetinden susuyorum

Masum küçücük bir taşın beresi üzerine,

flaster yapıştırmak ne demek

 ***

Haklı, koca bir güllenin yere sereceği leşinin

üstünü örtecek kanlı kefenden ne haber!

 ***

Dün geçti bugünü düşünüyorum, yarın var mı?

Gençliğine güvenme, ölenler hep ihtiyar mı?

***

Bir nar ağacı var bir de dar ağacı

Namerde nar düştü, yiğide dar ağacı

 ***

Fikrin olduğu her yerde şiddet

operatörün neşteri gibi bir nimet,

olmadığı yerde de katilin bıçağı şeklinde bir afettir.

 ***

Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta,

buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta

ve nihayet yaşanmaya değer,

hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde

dünyanın en büyük adamı olmak isterdim,

nefsim için değil de sırf O’nun ümmetinden

en hakir ferde düşen liyakat payını

ve üstünlük derecesini göstermek için…

*** 

Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana

yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana

*** 

Ölüm güzel bir şey, budur perde arkasından haber

Güzel olmasaydı ölür müydü peygamber!

*** 

Rahminde ben cemiyetin doğum sancısıyım

Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım

*** 

Sizde olan tükenir, Onda olan sonsuz

Feza sizin olsa ne yapacaksınız Onsuz

 ***

Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var

Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var!

 ***

– Felsefe, çürük cevizlerle dolu denizde sağlam cevizi aramaktır.

– Ömrün ilk yarısı ikinci yarısını beklemekle, ikinci yarısı da ilk yarısının hasretiyle geçer.

*** 

Anladım sanat işi, Allah’ı aramakmış

Hakikat bu, gerisi hep çelik çomakmış

SANAT FELSEFESİ -1

Perşembe, Temmuz 23rd, 2009

       

     Varlığa baktığımızda ilk varolanlar olarak, maddeyi / inorganiği görüyoruz.

     İkinci olarak, manevi varolanlar; sanat ve estetik diyebiliriz. Manevi varolanlar, sanat yapıtlarıdır.

      Ruhsal varolanlar; düşünme, bilme, anımsama, imgeleme…

      İdeal varolanlar; sayısal ilişkiler, değerler, düşünceler…

      Ruhsal ve ideal varolanlar ayrı şeylerdir. Eğer bunları ayrı ayrı incelersek, karşımıza etik, metafizik ve din çıkar. Eğer manevi ise, sanat felsefesi çıkar.

 

 Sanat ontoloji; sanat yapıtlarının varlığını inceleyen bir felsefesidir. Sanat yapmanın bağımsız, özgür bir yoludur. Sanat ontolojisi, varlık şekillerini, varlık tarzlarını inceler. Bu durumda sanat insanı konu alır.

 Sanatın öznesi de, nesnesi de insandır. Sanatın amacı, bu özne ile nesneyi aydınlatmaktır. Bu nokta felsefe ile sanatın çakıştığı noktadır. Her ikisinin de amacı; insanı bilgili kılmak, aydınlatmaktır.

 Sanat felsefesi, insanlardan etkilenir. Ve insanları etkiler.

 

   Sanat felsefesinin iki tür açıklaması vardır:

1-Ontolojik açıklama; manevi varolanları incelemek, varoluş tarzlarını açıklamak.

2-Sanat felsefesi; insanların bilgileri ile kendisini oluşturur ve geliştirdiği bilgileri tekrar insanlara aktarır.

 

Sanatın kalıcı olması; insanoğlunun sanattan ne beklediğine bağlıdır. Sanatı insanın beklentileri belirler.

Sanat, insan-doğa düzenlemesi içinde ve felsefenin aydınlatıcı bilgisi içinde ortaya çıkar. Santçıyı her zaman doğanın içinde değerlendirmek gerekir. Aksi halde sanat, mistikleşir, metafiziğe dönüşür.

 

Sanatsal bilgi – bilimsel bilgi:

Sanatta devamlılık yoktur. Her sanat eseri yenidir. Sanatın bilgisi, düzenli, zincirleme bir bilgi olmadığından bu yönüyle bilimsel bilgiden ayrılır.

Bilimsel bilgi geneldir, sanatsal bilgi ise özeldir.

 

Sanatın özelliği:

1-Sanatçı ilhamı nerden alırsa alsın mutlaka kendine özgün olmasıdır.

2-Sanat, alıcı tarafından alındığı zaman vardır. Sanat eserinin dinlenmesi, izlenmesi, okunması gerekir. Aksi halde ne sanattan ne de sanatçıdan sözedilebilir.

Sanatçı sadece doğuran biridir. Önemli olan ortaya koyduğu eseridir yoksa kendisi değil.

Sanat eserinden yola çıkan sanat felsefesi, bir sanat yapıtının bize ne verdiğini anlama tarzı olarak tanımlanabilir.

 

Sanat yapıtına bakma yolları:

 

1-Ontolojik sanat felsefesi; sanat eseri olup olmadığına karar verir.

2-‘İzm’li sanat felsefesi; sanat eserinin bir izme göre incelenmesi. Eserin hangi stile göre yapılıp yapılmadığına bakar.

3-Devlet felsefesine göre; devletin yönetim şekliyle, sanat politikası doğru orantılıdır. Bu sanatçıyı da alıcıyı da yönlendirir. Ayrıca her çağ sanatçısını etkilemektedir. Bir çağın en güzel eseri sayılan, bizim çağımızda o kadar güzel görülmeyebilir. Alıcının ısrarı sanatı ortaya çıkarır. Ortaya çıkardığı sanat eseri de onun kültürüne, sanat bilgisine bağlıdır.

4-Değer biçen sanat felsefesi; örneğin, “sanat, sanat içindir”, hiçbir şeye bağlı kalmadan sanat eserini ortaya koyma ifade ediliyor.

Örneğin ortaçağda sanat, belli felsefelere göre davranmaktan yoksun kaldığı için, salt duygusal sanat doğmuştur. Rönesans ise kendi felsefesini kendisi yaratmıştır; hümanizm. İnsanın mutluluğuna engel olan sorular bu dönemde işlenmiştir. Rönesans insanı esas alınca, yaşamı olduğu gibi aksettirmek istemişler ve bir felsefe doğmuştur: “Sanat, yaşamın aynasıdır”; klasizm.

 17.yy’lın ikinci yarısında sanat ise, kültür ve bilginin eklenmesiyle sanat, yaşamın aynası olması olmaktan çıkar. Çünkü gördüklerimizi de, sanata katmaktayız. Böylece sanata bir yükselme olur. Ve saray sanatı denilen aristokratlara özgü bir sanat doğar; “sanat, sanat içindir”.

 18.yy’lın sonu 19.yy’lın başın da ise, sanatın hem bilimsel hem de ürünsel olarak en üst düzeye çıktığı bir devir sayılabilir.

 Sanayileşme felsefede; rasyonalizmi ortaya çıkarır. Ancak sanatta sadece aklın değil deneyin de rolü vardır.

 Sanayileşmenin getirdiği materyalizm, sanatta, felsefede; empresyonizmi doğurmuştur.

 Endüstriyel ve teknolojik gelişmeler, insanın bir anda inançlarından vazgeçmesine neden olur. Ve insan giderek endüstrinin kölesi haline gelir.

 İnsanlar yeni değerler peşinde koşar ve hippiler gibi yeni gruplar ortaya çıkar. Ve bu durum yani eskiyi yıkmak yeniyi kurmak felsefesi, sanatta da kendini gösterir.

 Mimari de ‘sürrealizm’ olarak ortaya çıkar; dünyadaki mevcut durumu ortadan kaldırmak isteyen bir ekoldür.

 İşte türlü gelişmeler, izmlerin doğuşu, 20. yy’da eleştiri ve yorum yapma işini ‘sanat felsefesi’ne yükler. Bu eleştirinin ilk tipik örnekleri Emile Zola’da görülür.

 

 Sanat- felsefe:

 

 Sanat felsefesi; tek bir sanat eserinin, diğer eserler arasındaki yerini inceler.

 Sanat sa; felsefenin soyut kavramlarını somutlaştıran tek araçtır.

Sanat eserini sanat eseri yapan merkez değerdir ki bu da; felsefi değerdir. Bu felsefi değer, toplumdan topluma değişiklik arzeder.

 

Sanat yapıtını değerlendirme:

 

1-Psikolojik değerlendirme; sanatçı ile alıcı arasındaki ilişki, etkileşim.

2-Estetik değerlendirme; güzel nasıl ortaya konmuştur? Onu değerlendirip irdeler.

 

 Merkez değer:

1-Sanatçının o değerleri iyi tanıması lazım.

2-O sanat yapıtının o değerleri iyi yansıtması lazım.

 Sanatçı bu değerleri yaşamıyorsa, yaptığı eser; fantezi olur.

 

Sanatı inceleyen çağdaş felsefeler;

1-Marxist felsefe

2-Varoluşçu felsefe.

 

Marxist felsefede; ekonomik ve politik içeriği ortaya koymak önemli. Sanat devlet politikasının bir aracıdır. Bu felsefede estetik dönem sona ermiştir.

 

Varoluşçu felsefe de ise Sartre, sanatıyla bu felsefeyi kurmuştur. Felsefeden sanatı değil, sanattan felsefeyi eserleriyle ortaya çıkarmıştır. Bunlara göre insan varlığını ve varoluşunu sınırlayan belli yaptırımlar sözkonusu. En çok da içsel baskıları çözmek için eserler vermişlerdir.

 

 Eski ontoloji – Yeni ontoloji:

 

 Eski ontolojinin temeli 17. YY’la dayanır. Ontolojiyi bağımsız bir felsefe dalı yapanlar; Galenus ve Wohll. Wohll ontolojisi; metafiziktir.

 Platon da “hakiki varlık ancak idealar olarak vardır” derken, metafizik ontoloji yapar.

 Aristoteles ontolojisin de ise; varlık ile varolan ayrımı vardır. Varlık, ululaştırılır (metafizik yapar). Varolan ise; ‘şu an olandır’ der.

 Modern ontoloji, Aristoteles’in bu ‘varolan vardır’ esprisine dayanır. Yeni ontoloji, salt somut olandan hareket eder.

 Yeni ontolojide varolanın varlığını değerlendirmek, yukarıdan aşağı değil, (yani tanrıdan başlayarak değil) aşağıdan yukarı yani sözkonusu olanın geçmişinden başlayarak varoluşunun saptanması mevzu edilir.

 Modern ontoloji, reel dünyanın bütünlüğünü araştırır ki, bu bütünlük eleştirel bir yaklaşımla incelendiğinde bir tabakalaşma görülür.

  

   Bu tabakalar:

 

1-Her üst tabaka bir alt tabakaya dayanır:

   Üst tabaka alt tabakanın özelliklerini de taşır.

2-Bir üst tabakanın varolabilmesi için bir alt tabakanın olması gerekir.

   Alt tabakanın varlığı, üst tabakaya bağlı değildir.

3-Her tabakanın kendine özgü prensip ve nitelikleri (novum) vardır.

4-Her tabaka kendi novumu içinde bağımsızdır.

   Bu 4 esas yasa reel dünyanın birliğidir.

   Her varolan bir obje değildir ama her obje bir varolandır. Bilgi objeden önce, varolan da objeden önce gelir.

   Bilgi; objeleşmiş varolanın bilgisidir.

   Modern ontoloji Aristoteles ve Descartes’in görüşlerine dayanır.

 

   Modern ontolojiye göre 4 varlık tabakası vardır:

 

 1-İnorganik tabaka (tüm cansızlar)

 2-Organik tabaka (tüm canlılar)

 3-Ruhi varlık (bilinç, bireysel tin)

 4-Tinsel varlık (Hegel ve Hartmann tarafından tabakalaştırılmış kültürü ifade eder)

    Organik tabaka, inorganik tabakaya bağımlıdır ama kendi novumuyla da ondan bağımsızdır.

   

    Varlık tabakalarını ilgilendiren 8 ilke:

 

 1-Tekrarlama kanunları; her bir tabakada tekrarlama vardır.

 2-Değişme kanunu; reformasyon ve tekamül etme kanunudur.

 3-Novum kanunu; her tabakanın kendine özgü özellikleri vardır.

 4-Aralık veya mesafe kanunu; her bir tabaka arasında belli bir boş alan vardır. Bu boş alan, deformasyon alanıdır. Bu boşluk tereddüt tabakasıdır.

 5-Güçlülük kanunu; her tabaka güçlüdür ancak üst tabaka daha güçlüdür.

 6-Bağımsızlık kanunu; üst  tabaka alt tabakaya bağımlıdır.Ancak kendi novumuyla da bağımsızdır.

 7-Madde kanunu; somut olabilme.

 8-Hürlük kanunu; hürlük aşağıya göredir. Yani bağımsızlık arttıkça hürlük artar.

   

 Tinsel Varlık:

 

  Sanat eserlerinin tümü, tinsel varlık ürünüdür. Tinsel varlık reel bir alandır. Ve bu alan kendi içinde 3 tin alanından oluşur:

  1-Bireysel tin (reel)

  2-Objektif tin (reel)

  3-Objektifleştirilmiş tin (irreel); objektif değilken o hale getirilmiş, bu tin Hartmann tarafından bulunmuştur. Bu tin, idealdir.

 

  Bireysel tin; kişinin genel kültürden alabilirliği.

  Objektif tin; tinsel alanda objektifleştirilmiş tinin dışındaki bütün kültür.

  Objektifleştirilmiş tin; reel olmayan ideal olan bir alandır. Düşünebildiğimiz bütün sanat eserleri objektifleştirilmiş tindir.

   Sanat eseri objektifleştiği an sahibinin elinden çıkar. Eser artık ortak maldır. Onu ayakta tutan alıcısıdır. Sanat eserinin varolması, estetik yargıyı gerektirir. Bu yargı olmazsa sanat eserinden sözedemeyiz.

   

   Estetik obje analizi:

 

 1-Objektifleştirilmiş olanın yaratılması ve yapanın estetik yapısı.

 2-Estetik analizi yapılacak; obje, eser.

 3-Eserin analizinden doğan; değer.

 4-Değeri dile getiren yargı.

   

  Sanatın objesi:

 Objektifleştirilmiş tindir yani varolmayan bir objeyi kendi yetilerinle varolan haline getirmektir. Süje objektif alanda pasif olmasına karşılık, objektifleştirilmiş alanda aktiftir.

 

    Objektifleştirme işlemi çift taraflı bir yasaya dayanır:

 

 1-Objektifleştirilen, objektif nesne içine yani reel bir alana sokulmuş olur.

 2-Yerleştirilmiş tabakanın alıcı tarafından alınması. Bundan sonra varolan sözkonusudur.

 Modern ontolojide somut olanların eleştirel bir yöntemle ele alınması sözkonusu Bu eleştiri ancak bir varolanın varoluşunu hazırlayan fenomenlerin değerlendirilmesi ile ilgili.

 Objektifleştirme; irrel bir duyunun, reel bir objeye geçirilmesi. Örneğin, kafamızda tasarladığımız bir kompozisyonun tuvale aktarılması.

 (Modern ontolojinin kurucusu; Roman İngarden, geliştiren ise N. Harmann’dır.)

 

   Hartmann’a göre ontolojik estetiğin (sanat ontolojisi) 5 konusu var:

 

 1-Salt süjeden ibaret olması; zihni süreç. Eyleme dönüşmemiş tasavvurlar, düşünceler, kurgular.

 2-Üzerinde ontolojik analizler yapılacak olan obje. Soyut olanın somut hale gelmesi yani sanat eserinin kendisi.

 3-Estetik analizler sonucu ortaya çıkan değerlerin saptanması.

 4-Bu değeri estetik analizle bulup ortaya çıkaran alıcı.

 5-Değeri dile getiren yargı. Merkezi değerin evrenselliği. O eser bize ne getiriyor.

   Hartmann’a göre sanat ontolojisi bu şekilde yapılır.

  Estetik objenin en önemli özelliği; aşkın/ irreel olmasıdır.

  

    Sanat eserinin bize kendini vermesi iki şekilde olur:

 

 1-İlkalgılama; sanat eserinin bize ne verdiğine bakmadan yani merkezi değeri görmeden önce ilk algılanan özellik. En çarpıcı olan, en genel özelliktir.

 2-Estetik algılama; esas özelliği, irreel tabakayı da yakalayabilme. “Aman ne kadar hazettim” dedirten bu duyguyu geliştiren estetik algılamadır.

 Bu iki algı aynı anda oluşur, eser gerçekten sanat eseri ise.

 

  Hartmann’a göre resmin varlık tabakaları:

 

 1-Önyapı; resme baktığımızda ilk gördüğümüz şey.

 2-Üç boyutluluk; mekan, ışık, nesneler…

 3-Resimde gereken hareket; her resimde bir hareket vardır. Elmanın çürüğü, kıvrımlar, gölgeler…

 4-Hareketteki canlılık; bu hareketlilikten bize gelen mesaj. Örneğin o kadar canlı bir üzüm resmi ki, kuş gelip gagalıyor.

 5-Hareketlerin canlılığındaki ruhi ve tinsel iç tabaka. Mesajı; örneğin Mona Lisa’nın yüzündeki tebessüm.

 6-Bireysel ideal; benim için ideal olandır. Sadece porte resimlerinde vardır.Beni tanımayan için ideal değil.

 7-Evrensel ideal; her insanın belli bir yönüne nüfuz etmesi.

 

  Sanat eserinin incelenmesindeki amaç; estetik değerinin olup olmadığının araştırılmasıdır.

 Hartmann’a göre güzellik, irreel tabakadan gelir ama kendini reel tabakada gösterir.

SANAT ESERLERİNDE FELSEFE PROBLEMLERİ

Pazartesi, Temmuz 20th, 2009

 

 Sanatlar:

1-Plastik sanatlar

a)Heykel

b)Seramik

*Vitral

*Kuyumculuk

2-Resim

3-Müzik

4-Mimari:

a)İç mimari

b)Dış mimari

5-Edebiyat

a)Şiir

b)Tiyatro

c)Hikaye

d)Roman

 

      SanatçıSanat eseriBirey

 

     Herhangi birinin eksik olması halinde, o sanat eserinden söz edilemez.

     Sanat yapıtını, sanatçı ve birey açısından değerlendirirsek, sosyal psikoloji açısından değerlendirmiş oluruz. Yani sosyal psikolojide sanatçı ya da bireyle, ruhsal yapısı arasında

bir bağ bulunması sözkonusu.

 Sanat felsefesi, bir sanat eserinin ontolojik anlamda varlık yapısını ve neliğini inceler:

1-Eser, önce bize ne diyor? İnsan, özgürlük, dostluk, etik… sanatkar yapıtı ile bize bunlar açısından ne diyor?

2-Yeni ne diyor? Yapıtın özelliği nedir? Şimdiye kadarki eserler arasındaki yeri nedir? Eser, orijinal bir şey getiriyor mu? Getiriyorsa ne getiriyor?

3-İnsan ve insanlık açısından önemi nedir?

 

 Sanatta problem:

 Bir objenin bağımsız olarak eleştirilmesi, doğru bildiğimiz ya da olmasını istediğimiz bir kuralın, yöntemin, amacın varolup – olmadığını irdelemektir.

 Aradığımız dala göre problem değişir.

 

 Sanattaki problemleri sınıflamak mümkün:

1-Eserde teknik(ler) var mıdır, yok mudur? Varsa ne derece başarı ile uygulanmıştır? Önce buna bakılır. Teknik varsa, problem de tekniktir. Felsefe problemi ise, eserin kaliteli olup olmadığı ile ilgilidir. Tekniğe uygun yapılmışsa felsefe problemi aranır.

2-Estetik eleştiri; soyut bir duyarlığın aranmasıdır. Genellikle psikolojik yönleri içerir. Ancak estetiğin kurallarına da uygun olmalıdır.

*Teknik yoksa ne kadar güzel olursa olsun, estetik aranmaz, değerli de sayılmaz.

*Özgünlüğü; tek olması.

*Duyulara hitap etmesi.

*Zaman ve mekan değişikliğine rağmen, onunla teke tek ilişkiyi sürdürebilmek. Örneğin, yıllar geçse bile Rio karnavalının ışık gösterisini zihnimizde canlandırdığımızda o günkü aynı hazzı alabilmek.

 

 Bütün bunlara bakmak, estetik problemi içerir. Güzellik ilkelerine uyuyor mu uymuyor mu işte estetik problem budur.

Ayrıca güzellikle, fonksiyonellik ayırt edilmelidir. Örnek; ‘çok güzel bir kız ama fahişe’. Buradaki ‘güzel olmak’ ile Fahişe olmak’ karıştırılmamalı. İkisi farklı şeyler.

 Teknik dediğimiz zaman, fonksiyon dışı olması gerek ve sanatsal bilgide

teke tek ilişki sözkonusu.

3-Felsefe problemi aramak varolan birşeyi yok etmek demek değildir. Sant eseri vardır ancak sanat problemi ile iç içedir. Felsefe problemi aranırken en insanca yaşamın problemi aranıyor demektir. İnsanca yaşam; o insanın tam kapasiteyle tüm yeteneklerinin, zekasının aktif tutulabileceği ortamdır.

 

 Birinci felsefe problemi bulma kaynağı; sanat politikasıdır. Bütün sanat yaşamımızı yönlendiren; toplumların, devletin sanat politikasıdır.

Örneğin, ‘hiçbir şey olamazsam ressam olurum’, bir sanat politikasıdır.

Bir toplumun sanat felsefesini yansıtan, devlet politikasıdır. Yönlendiren ise toplumların sanatsal yaşamlarıdır.

 *Devletin sanat politikasını ilgilendiren bir konuda fetva vermek.

 *Sanat eserinin yapıldığı dönemdeki devlet politikasının durumu; sanat felsefesi problemi yaratır.

 İkinci felsefe problemi bulma kaynağı; belli bir felsefi görüşün problem edilmesi. Belli bir ‘izm’in irdelenmesi. Belli bir ‘izm’in sanat eserlerine yansıması, bu da felsefe problemidir.

 Üçüncü yol; sanat eserlerini varoluşları bakımından da irdelemek mümkün. Yani ontolojik irdelemeleri de yapılabilir. Varoluşları hangi katmana kadar gelebilmiştir. Hangi düzeydeki insana ne kadar verebilir.

 

 Felsefe problemi; bize yaşamımız için bir idea, bir mesaj verip vermemesi. O eser belirli bir değeri nasıl ifade ediyor?

 Felsefe problemlerinde, estetik ve etik aranmaz.

 Sanat eseri; bilinen bir olguyu tek ve özgün bir şekilde ifade edebilmek.

 Bireysel tin; tek teklere indirgenebilen tin.

 Örneğin; “hayatta en hakiki mürşit ilimdir”, “Ferhat ile Şirin’in aşkı”.

 Bireysel tinin özelliği; teklik, özgünlük, yaratıcılık, evrenselleşme.

 Objektif tin; öznesiz bir tin, bir değer. Bireyselliği olmayan kollektivitesisi olan bir tin. Kendisi obje haline geliyor. Objektif tinin, bireysel tinden en önemli farkı; öznesizlik.

 Örneğin; aşk. Ör; “ak akçe kara gün içindir”, bunlar objektif tindir çünkü, öznesizdir, topluma maledilmişlerdir.

 Objektifleştirilmiş tin; aslında irreeldir ancak reel olana ihtiyaç duyduğundan onunla objektiflik kazanır, idealdir. Objektivasyona uğramış tindir.

 Novum; o tabakayı o tabaka yapan özellikler. Örneğin; organik tabakanın novumu; üremedir.

 Bağımlılık ve bağımsızlık ilkesi; Üst tabaka alt tabakaya bağımlıdır ama kendi novumuyla da alt tabakadan ayrıdır.

 Sanatta değer; zaman, mekan dışı olup herkes için aynı olan idea. Ancak her idea, değer niteliğinde değil. İdea dediğimizde o sanat eseri nasıl bir değer taşıyor ve o değeri ne kadar taşıyor. Her sanat eserinde mutlaka bir idea vardır.

 (Trajik; yüksek bir değer gerçekleştirilirken, diğerinin çiğnenmesi. Ör; “Brütüs’ün, Sezar’ı öldürmesi”.

 

 Estetik obje – Sanat eseri farkı;

 Her estetik obje, sanat eseri değildir ama her sanat eseri estetik objedir.

 Estetik obje, bir duygudur. Bunda aranılan ilk nitelik; yaratma mı değil mi ona bakılır. Ancak her yaratma, estetik bir obje değildir. Bu yaratma taklidi, yaratma değildir.

 Sanatsal bilginin, bilimsel bilgiden farkı; sanatsal bilgi ikinci elden alınmaz. Çünkü sanat eseriyle teke tek bir ilişki sözkonusudur. Bilim de ise ikinci el vardır.

 Sanat eseri ile ürün arasındaki fark; ürün fonksiyoneldir, sanat eseriyse her şeyden önce estetik bir objedir.

 Yaratma’dan sonra estetik objede aranılacak olan; estetik analizler yapabilme ve bu analizler sonucunda değerli bir şey çıkarma.

 Estetik obje analizinde, süje sadece varolanı dile getiren değil, kendi düşüncesini, kendi sübjektivitesini de ortaya koyandır.

 Estetik obje analizinde amaç; destekleyici bir şekilde yerine yerleştirme.

 Ontolojik irdelemede ise, ‘ben’ yoktur. Eserde ne varsa ona bakılır. Örneğin, ‘benim görüşüm..’ diyemeyiz, bunlar estetik değerlendirmeye girer. Yani ontolojik irdelemede başta gelen, sanat eseridir. Bu sanat eseri hangi tabakaya kadar çıkıyor ona bakılır. Bu tabakalar bilinmezse, yapılan irdeleme estetik olur.

 İdeanın olup olmaması ontolojik irdelemede sözkonusu.

 “Bir sanat eseri felsefi bir problem taşımıyorsa kısa ömürlüdür. Bir sanat eseri, sanat eseri olabilmesi için idea ortaya koymalıdır”. (S.Erinç)

 

N.Hartmann’a göre sanat eseri tabakaları 7 tanedir:

 

Edebiyatın varlık tabakaları:

1-Reel / ön tabaka; eserin görünen, nesnel, somut yanı. Örneğin bir tablonun; çerçevesi, tuvali, boyası, figürleri…

2-İrreel /arka tabaka; bir başka dıştan algılayabileceğimiz şey; dikkati ilk çeken mesela bir jest, bir mimik…ilk algılanan şey.

3-Olaylar tabakası; olay, niyet, maksat…

4-Çatışma; iyi-kötü, zengin-fakir, renk çatışması, ses tonu çatışması…

5-Sonuç / alıyazısı; o sanat yapıtı ile sonucun bağlandığı nokta. Örneğin, alın yazısının, kaderin çıktığı nokta, tabaka.

6-Kişilik ideleri; kişiler için getirdikleri, insanlığa ne verdiği…

7-Genel ideler; zaman-mekan düşünülmeksizin tüm insanlığa verdikler; idea, değer…

    Her sanat eserinde ilk üç basamak ister istemez vardır. Her sanat eserinin, bir reel bir de irreel yanı vardır.

 

    Sait Faik’in ‘Sinarit Baba’ adlı öyküsünün ontolojik irdelemesi:

1-Real tabaka; kitabın sayfası, kapağı, derinliği vs.

2-İreeal tabaka (İlk algılanan); balık + ölmek isteği.

3-Olaylar tabakası (olay, niyet); Sinarit babanın gözüpek birine yakalanıp ölme arzusu.

4-Çatışma; Sinarit baba ile olta sahipleri arasında, insan değerleri açısından bir çatışma var.

5-Sonuç/Alınyazısı; istediği karakterde birine yakalanmak isterken bir alçak tarafından yakalanıyor.

 

6-Kişilik ideleri; namuslu bir insan da alçak olabilir. (Sarhoş bir insan kötü demek değildir ama alkolik kötüdür)

 

7-Genel ideler; alınyazısına karşı gelmek için birlik olmak. Oltalara karşı koymak bir kişi ile olmaz. Sinarit baba herkesi kurtarıyor ama kendisi yakalandığında onu kurtaracak kimse yok.

 

Kişisel idelerimizi sınamadıkça böyleyim diyemeyiz. İdeler sınanmalıdır.

Mert insan, mertliğini sınamadan bilemez.

 

Temalar – ideler:

 

“Yılan kendi başını yer”.

“Cehalet, kan davası gibi törelerin körü körüne ayakta kalmasını sağlar”

  TAZİYE – M. MUNGAN

 

“İnsan davranışlarından yine kendisi sorumludur”.

“Senin tek yolun akıldır. Sen aklını özgürce kullan”.

  SİNEKLER – J.P. SARTRE

 

“İnsan amaç sahibi olmalı ama amacının esiri olmamalı”.

“Ne kadar reddedersen reddet yine tanrı ihtiyacını duyarsın”.

  İHTİYAR BALIKÇI – E. HAMİNGWAY

 

“İnsanlar kartvizite, şekle daima önem verir”.

“Gerçek her zaman göründüğü gibi değildir”.

“İnsanı mutluluğa götüren bir tanrı, doğru tanrıdır, bu tanrıyı bulan ise akıllı insandır”.

  İĞRETİ SURAT – M. AYME

 

“Yaşam sadece duygu üzerine kurulamaz, bir de gerçek hayat var”.

MİLENA’YA MEKTUPLAR – F.KAFKA

 

“Aç, karnı tok olana düşmandır”.

“Bilinçli olmazsan, galip olduğun an malupsun”.

 DOKUMACILARIN İSYANI – G.HAUPTMANN

 

“Paranın kazanılış şeklindeki kirlilik arttıkça, insanın mutluluğu da kısıtlanır”

 BEŞİNCİ FRANK – F. DÜRRENMATT

 

“Her toplum insanlarına karakter verir. Kişi İngilizse özgür değil, bir toplumun üyesidir”.

“Yaşamımızın büyük bir kısmı saçma olmasına rağmen yine de mutlu olabiliyoruz”.

 KEL ŞARKICI –İONESCO

 

“Milyonlarca yıldızdan sadece birinde bir çiçek var. Bu çiçeği bir kuzunun yediğini düşünün bu mu önemsiz olan?”

“Bir insanı sevebilmen için bütün insanları sevmen gerekir”.

“İnsanı insan olduğu için sev”.

“İnsan çevresine yüreğiyle bakmalı. Onunla özdeşleşirsen onu bilebilirsin”.

“Kendini yargılamak, başkalarını yargılamaktan güçtür”

 KÜÇÜK PRENS – S.EXUPERY

 

         “İnsan ne ise odur”.

“Önemli olan hayattan zevk alabilmektir”.

 SOKAK KIZI – P.ISTRATİ

 

“İnsanın yaşamı kendi elinde olmalıdır. İnsan bir başkasına teslim olmamalı”.

         “Özgür olmak için elindekilerden fedakarlık yapmalısın”.

          KIRMIZI YAPRAKLAR – W.FAULKNER

 

         “Gerçekle hayal uyuşmaz”.

         “Birlikte olmak için yalnızca sevgi yetmez, kişilikler de uymalı”.

          İKLİMLER – A. MAUROİS

 

         “Amaç, bilinç olursa gerçekleşir”.

          İNCİ – J.STEİNBECK

KARL MARX

Pazar, Haziran 28th, 2009

 

                      KARL MARX (1818-1888):

 

 Almanya’nın Krien kentinde doğmuştur. Başta zamanın felsefesi olan, Hegel idealizmine karşı çıkar. Ona göre, tüm gerçekliğin ‘mutlak geist’ tarafından kavranması mistisizmden başka bir şey değildir. Marx’a göre her düşüncenin çıkış noktası; somut gerçeklik olmalıdır. Felsefede, mutlak olandan hareket edilemez.

 Hegel’in felsefesi öte ile ilgili, bu öte yok edilmelidir. Ve somut olanın hakikatini kurmak tarihin bir görevidir. Hegel’de gerçeklik kuramsaldır, Marx da ise, gerçek gerçekliktir.

 Marx’a göre felsefe, insanın varoluşunun felsefesidir. İnsan için insanın kökeni; yine insanın kendisidir. Felsefenin çıkış noktası; somut gerçeklik olan birey. Bu nedenle Marx, kendi felsefesine ‘hümanizma’ der. Ona göre her türlü düşünme; insan varoluşunun somut gerçekliğinden yola çıkmalıdır.

 Marx’a göre insanın asıl kökeni; -Alman idealistlerinin sandığı gibi- sadece bilen bir varlık olması değil, yapan/eden, eyleyen yanıdır. İnsanı insan yapan; eyleyen/praxis yanıdır.

 “İnsan, düşünmesinin aşkın yanını idealizmde yeteri kadar kanıtlamıştır. Şimdi düşünmesinin aşkın olmayan yanını göstermelidir”.

 İnsan eyleminin en önemli yanı; diğer insanlarla bir toplulukta gerçekleştirmesidir. İnsan kendini taşıyan bir toplum içinde yaşar. İnsan doğa/ çevre olmadan yaşayamaz. Birey toplumsal bir varlıktır. Toplum ve devlet ise insanın doğasıdır. İnsanın bilincini belirleyen bilinç değil, toplumsal bilinçtir. Yani bilinç toplum tarafından belirlenir. Marx’ın bu insan görüşü, tüm felsefesi için çıkış noktasıdır.

 

 O halde, insanın içinden geçtiği toplumsal varlık nedir?

 Toplumu oluşturan ortak bir bilinç değil; çalışmadır, emektir. Çünkü insan çalışan bir varlık. Toplumu oluşturan da insanın emeği, çalışması. Emek sadece insana özgüdür ve sadece insanı özgür kılar.

 Üretim ve mülkiyet ilişkileri insanın temelini oluştururlar. Marx bunlara alt yapı der. Alt yapı değiştikçe bilinçler de değişir, der. Devlet, yasalar, ideler, ahlak, din moral, sanat…hepsi alt yapının değişmesine bağlı olarak değişirler.

 Tarih; toplum içinde çatışan güçlerin yani sınıfların çatışmasıyla oluşur. Yoksa geistın kavram diyalektiği değildir.

  “Alt yapı, üst yapıyı belirler”.

(M.Weber ise üst yapıyı belirleyen alt yapı değil, Protestan ahlakıdır diyerek karşı çıkar)

 Marx’a göre bilinci belirleyen; maddedir. Onda yeni olan, sadece düşüncede kalmayıp büyük bir kararlılıkla gerçekliğin değiştirilmesine gider. Yani düşüncesini eylem haline getirmiştir, yeni olan bu. Reddettiği düşüncenin karşısına yeni bir düşünce ortaya koyan ve bu düşüncesini uygulayan ilk düşünür.

 “Filozoflar dünyayı değişik şekillerde yorumladılar oysa önemli olan onu değiştirmektir”.

 Marx’a göre madde tarafından belirlenen bilgi, tekrar maddeye dönüp onu değiştirebilir.

 

 Marx’a göre yabancılaşma :

O, insanın yabacılaşmasını, çalışan insanın ortaya koyduğu ürününe yabancılaşmasında görür. Çalışan insan bir ürün ortaya koymakta, bu ürünün de bir karşılığı olmalı; para kazanmalı. Marx görüyor ki, çalışanın emeğiyle ürettiği ürünün karşılığı başka birisine ait; işverene. Emekçinin ortaya koyduğu ürünün tadını çıkaran emekçi değil, kapitali elinde bulunduran işveren.

 Böylece çalışanın emeği ve ürünü, artık o insanın çalışma arzusunun bir iradesi olmaktan çıkıp, o insanın yaşaması için bir zorunluluk haline geliyor.

 Böyle köle gibi yaşayan insan insanlığını yitirmiş ve sadece işverene değil, diğer insanlara da yabancı hale gelir. Bütün insan ilişkileri; paraya, eşyaya dayandığından tamamen iyiliğini kaybetmiştir. Bu şekilde yaşayan proleterya kendisi eşya haline gelir. Pazarda gücü alınır ve satılır. İnsandır alınıp satılan ve ne kadar ucuz o kadar kar demektir. Proleterya kendini yitirmiş, insan olmaktan çıkmıştır. Bugünkü çağdaş insan bu şekildedir.

 

 Zorunlu gelecek:

 İnsanı insan olmaktan çıkaran bu durum günün birinde tamamen değişecektir. Marx, bunu zorunlu bir gidişin zorunlu bir sonucu olarak görür. Proleterya yabancılaştığının farkına bir gün varacaktır. İnsanlıktan çıktığını bir gün görecek ve insanlıktan çıkmayı ortadan kaldıracak.

 Giderek sermayenin artmasına rağmen rekabet gereği, sermaye her geçen gün daha az sayıda sermayedarın/kapitalistin elinde toplanmaktadır. Bu durum, kapitalizmin kendi mezarını kendisinin kazmasıdır.

 Sermayenin artması oranında semayedarların da sayısı giderek azalmakta. Bu azalma oranın da da sefalet ve işsizlerin nüfusu giderek artmakta. Ve öyle bir an gelecek ki; bu düzen tam tersine dönecektir. Proleterya bir devrimle, kapitalizmin kendisini sömürerek oluşturduğu sermayesini elinden alacak ve kendi iktidarını başa geçirecektir.

 Marx’a göre bu diyalektiğin zorunlu gidişi bunu gösterecektir. İnsanı köle yapan, kendisine yabancılaştıran her şey ortadan kaldırılacaktır. Bu Marx’ın başını çektiği komünist anlayışın da amacıdır.

 Bu komünist anlayış, özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, sınıfsız bir toplum kurup insanı insan yapacaktır. Mülkiyet, kapitalistten tekrar topluma dönecek.

 Böylece toplumun, tarih öncesi dönemi biter ve hümanist dönemi başlar.

 

    MARX’IN MATERYALİZMİ

 

 Hegel her şeye geisttan bakarak dünyayı baş aşağı çevirmiştir. Marx’a göre dünyayı yeniden ayakları üzerine bastırmak gerekiyordu. Bu nedenle Marx, geist terine materie olarak maddeyi koyar.

 Marx’a göre materyalizm öncelikle, pratikte olmalıdır; Feurbach, materyalizmin içindeki bu aktifliği görmüyordu. Ona göre Yeni Hegelciler, dünyayı şöyle ya da böyle yorumladılar ama insanın-dünyanın özünde praxis olduğunu anlayamadılar.

 

Marx’ın Hegel’den aldıkları:

-Sürekli bir oluş.

-Sürekli yeni olana gidiş.

-Zıtlıkların ortadan kalkması.

Marx’daki diyalektik:

Hegel’deki geist ortadan kaldırıldığında geriye kalan. Onu Hegel’deki bir çok adımdan sadece birisi ilgilendiriyor. Tezin kendinden antitezi ortaya çıkarması ve ikisinin yeniden sentezde birleşmesi. Siyasal amaca ulaşıldığında, felsefi süreçte sona erecek.

 Felsefe, Marx’ın politik amacı için sadece bir araçtır. Aslında felsefe, felsefe olmak için değil devrimi yapmak içindir.

 Bizi çevreleyen dünyanın temelinin geist, idea.. değil madde olduğu felsefede çığır açan bir devirdir.

 Marx’daki madde, ölü bir hüle değil, sürekli düşünce ve eylemini, tarih görüşünü etkileyen, değiştirendir.

 Tarihsel materyalizm; madde ile insanın tarih içinde birbirlerine uyum sağladıkları bir süreç.

 Marx’ın materyalizmi ontolojik değildir.

 

 Marx’ın ateist materyalizmi:

 Burada Feurbach’ın etkisi büyük. İnsan kendinden başka hiç kimseye inanmadığı taktirde bakışlarını kendine çevirebilir.

 Marx; dini reddeder. Ona göre din, insanın sefalet bilincini yok eder. Bakışlarını kendisine çevirmesine engel olur. Bu bakımdan din, toplumun afyonudur. İnsanları hep ahretle teselli ederek, her şeye boyun eğmeye, katlanmaya yöneltir. Din, insanın yarattığı bir şeydir. Din, proleteryanın kendi bilincine ulaşmasını engellemekten başka bir şey yapmamaktadır. Proleterya din tarafından uyutulmamalı.

 Aslında Marx’ın açtığı savaş her türlü metafiziğe karşı sadece dinlere değil. Bunun içine Hegel dahil bütün felsefe sistemleri giriyor.

 

 Artı değer kuramı:

 Kapitalist, proleter işgücüyle ortaya koyduğu ürünün pazardaki değerinin çok altında bir ücret veriyor. Kârı bütünüyle işçi kendi emeğiyle yaratmasına karşılık, onu cebine indiren, sermayesine katan işveren olmakta. İşveren, işçinin hakkını gaspetmektedir. Onu sömürmektedir.

 

 FEURBACH – MARX KARŞILAŞTIRMASI:

 

Her ikisinde de çıkış noktası; insan.

Feurbach, “insan için ilk nesne, insanın kendisidir”.

Marx, “insan için insanın kökeni, insanın kendisidir”.

Her ikisi de duyular ötesini reddederek, insanın somut gerçekliğinden yola çıkıyorlar.

 Feurbach’da somut gerçeklik; şimdi ve burada olan gerçeklik, Marx’da ise insan gerçekliğidir.

 Marx’ı, Feurbach’tan ayıran en önemli özellik; Marx, insanı  eylemde bulunan bir varlık olarak görüyor. İnsan; çalışan, emek ortaya koyan bir varlıktır.

 Oysa Feurbach; “geleceğin felsefesi, duyular ötesini reddederek insandan yola çıkan ateist felsefedir” deyip bırakıyor.

 Yine Marx, Feurbach’tan ayrı olarak yabancılaşma kavramını ortaya atıyor ve açıklıyor.

 Feurbach’ın materyalizminin pasif olmasına karşılık, Marx’ın ki, aktiftir. Marx, maddenin özündeki hareketliliği görüyor. Onda madde ölü değil; sürekli düşünme ve eylemi etkileyen, değiştirendir.

 Marx’a göre Feurbach, idealizmin sınırlarını henüz aşmamıştır.

 

 Diyalektik:

 Hegel’de diyalektik hem bilincin hem de nesnenin birlikteki hareketliliğiydi. Hegel buna, kavramın diyalektiği diyordu. Geistın kendini bölüp ortaya koyması ve yeniden insan geistı ile kendilik bilincine dönmesi idi. Bu da tamamen metafizik bir süreçtir.

 Marx’ın diyalektik anlayışına göre ise tüm dünya tarihi, bir tek üç adımdan oluşur:

 Tez olan kapitalizmin, antitez olarak proleteryayı ortaya çıkarması ve sentezde, sınıfsız toplumun ortaya çıkması. Diyalektik sadece toplumsal gelişme açısından ele alınıyor. Feurbach da ise diyalektik yok.

ERİCH ROTHACKER

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

Felsefede ilk kez kültür antropolojisi üzerine sistemli bir yazı yazan düşünür.

Eseri; ‘Tarihte gelişme ve krizler’ (1951). Rothacker bu eseri ile kültür antropolojisinin kurucusu kabul edilir.

Felsefi antropoloji insan kültürünün de özünü araştırmak zorunda, buna iki şekilde bakılabilir:

1-Kültür antropolojisi; insanın kültür alanındaki başarılarının, antropolojik bakış açısı ile geliştirilmesi. Kültür antropolojisinin altındaki, ‘antropoloji’nin vurgulanması.

2-Kültürün vurgulanması; kültür hayatın taşıyıcısı. İnsan kültür tarafından belirlenmiş bir varlık, bu nedenle kültürün altı çiziliyor.

İşte antropoloji geniş bir bilim haline getirilmelidir. Antropolojinin görevi ise, insan hakkındaki şimdiye kadarki kavramlarla, kültür taşıyıcısı insanı geliştirmek. Ancak böyle bir antropoloji hem insanın yapısına hem de insanın kültür yapısına bakacaktır. İnsan kültür içinde yaşar ve ölür. Bu nedenle insan kültürün taşıyıcısı, böyle bakılmazsa insan anlaşılmaz.

İnsanın özellikleri:

1- İnsan eylemde bulunan bir varlıktır. Hayatın ilk ve en önemli gerçekliği; insanın, insan topluluklarının belirli durumlar içinde olmasıdır. Eylem, hep bir durum içinde gerçekleştirilir. Nesnesiz, amaçsız bir eylem sözkonusu değildir. ‘Ben’ olmayansız eylem olamaz.

Belirli bir duruma hakim olma, o durumda en uygun eylemi gerçekleştirmedir. İnsan bu tip durumlardan kurtulamıyor. Her zaman bir durum içinde, hep bir durum içinde eylemde bulunuyor. Bu durumlar çeşitli bilimlerin konusu.

2-Bu duruma hakim olmak için, vermek zorunda olunan; ‘karar verme’. Durum içinde hep bir karar verme sözkonusu. İnsanın ölümüne kadar bu kararlar hep kutuplar arasında verilir.

Kutup; ideal bir doğru üzerinde, hayali son noktalar.

Karar; hep bu yönde ya da diğer yönde veriliyor. Kutuplar, eylemleri yönlendirici ideler. İnsan kendi hayatında yaratıcı kararlarla bir yönde ilerler. İnsan bu doğru üzerinde optimal noktayı arar. Bu nokta insan tarafından gerçekleştirilmeli. Bu kutupsallığın özelliği verimlilik. Bu her eylem için geçerli. Eylemekte olan bir hayatın, verimli bir hayatın yasaları bulunmalı.

Hayat, sürekli bir tavır içinde eylemde bulunmak. İnsan belirli bir kültüre sahip olduğundan, belirli bir tavra sahip.

Tavır; tüm yapıp etmelerin apriorisi. Bütün arzular kompleksinden daha fazla o topluluğu ayakta tutan. Tavır; toplumun tüm hayatına yön veren, biçimlendiren ve düzenleyendir.

Hayat sitili, büyük ve ender topluluklarda gerçekleşir. Artık tavır, o hayat sitiline yön vermiş ve geliştirmiştir.

Kültür sitilleri, sürekli gelişme içindedir. Bunu o kültür grupları oluşturur. Bu yüksek kültür/hayat sitili, kendini toplumun siyasal, ekonomik, sosyal vs. yaşamında gösterir. Bu yüksek kültür, ‘örnek insan’ anlayışını sanatta gösterir, en çok da edebiyatta.

Yüksek kültürler, varlıklarına bir daire içinde anlam verirler. Bu yüksek kültürler; sanat, edebiyat ve bilgelik sayesinde yükselmişlerdir. Bunların amacı, kültürün kendisine anlam vermek için.

İşte kültür antropolojisinin görevi; bu yapısal yasalılıkları bulmak. Bu sayede insan, anlaşılabilir ve gelişme sağlanabilir.

Rothacker’e göre en son yüksek kültür; antik yunan kültürü.

İçinde yaşadığımız kültürün; toplumsal, siyasal, ekonomik ve yaratmakta olduğumuz bilim, sanat, edebiyat ve felsefesine bakarak, yüksek kültür müdür değil midir karar verebilirmiyiz?

Yukarda sayılan alanlar Rothacker’e göre insanın yüzüne tutulan bir aynadır.

SCHOPENHAUER’UN PESİMİZMİ

Perşembe, Haziran 4th, 2009

    

 ARTHUR SCHOPENHAUER (1788-1869):

 

  Felsefesinin temelinde, derin bir pesimizm/kötümserlik var. Kötümserliği her şeyine yansır. Asıl kötümserliği, insan varlığı ile.

 İnsanın pek çok ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaçların pek çoğu tatmin edilmez. İnsanın her zaman yeni ihtiyaçları, yeni arzuları ortaya çıkar. Hayat dediğimiz sürekli bir aldatmaca. İnsan sürekli bir tatminsizlik ve sıkıntı içinde. Bu da acıyı doğurur. Acı, insan yaşamının temel özelliğidir. Ona göre her yaşam öyküsü, bir acı öyküsüdür.

 İnsanın yaşamı bir yanıyla dram diğer yanıyla komedidir. Bu yetmezmiş gibi bir de insanlar birbirine yaşamı çekilmez hale getirirler. Ona göre insanların dünyası, bir cehennemdir.

 Kısaca, yaşam acı doludur. Hiç de arzulanacak bir yanı yoktur. Sefalet ve acı sadece insanlara özgü değil bütün canlılara hakim.

 Doğa bütün canlıların yaşam mücadelesi verdiği, acı çekenlerin toplandığı yerdir. Doğa olması gerektiği gibi değildir. Tüm dünyanın gerçekliği; acıdan başka bir şey değildir. İşte burası onun çıkış noktasıdır. Onun felsefesi, acının temellendirilmesidir ve bunu da metafizik bir şekilde yapar.

 Temel eseri; ‘İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’nın ilk cümlesi, ‘dünya benim tasarımımdır.‘ Bütün gerçeklik; öncelikle dünya, insanın tasarladığı gibi vardır. İnsan, bütün gerçekliğin kendine dolaysız olarak verilen tasarımını bilir. Herşey görünüşten ibarettir. (Burada Kantçı) Nesnelerin kendisi dünya değildir. Onun öyle olduğunu bize veren bizim ona bakışımız, tasarlayışımızdır’. Ona göre bu görünüşün ardında kendini göstermeyen bir şey olmalı diye düşünür.

 Schopenhauer, önce insanın kendini nasıl tanıdığına bakar. Ona göre insan, bedenini iki şekilde tanır:

1-Bedeni, diğer bütün nesneler gibi tasarım nesnesi olan şeydir. Fakat bir de işin iç yanı var:

2-Beden kendini insanın istemesi ile gösterir. Tüm gerçekliğin temelinde ‘isteme’ vardır. Organlar da istemenin ürünüdür. İnsan bedeni, istemenin nesneleşmesidir. İsteme, insanın en iç özüdür. Nesnelere, kendilerini o şekilde gösterttiren arkalarındaki istemedir. Ona göre isteme, sadece insanın özü değil; dünyanın, doğanın her şeyin özüdür.

1-Dünya tasarımdır.

2-Dünyanın kendi başınalığı; istemedir.

Acaba isteme ne?

Birlik, teklik içinde bir ilk güç. Schopenhauer, istemeyi; temel isteme veye asli isteme olarak anlar.

 Bu asli isteme kendini birçok şekilde böler. Başından beri kendisini insanda gösteren isteme, bilinçli bir isteme değildir. Aslında bu isteme, başta bütündür, birlik içindedir. Kendi içindedir, bölünmesi daha sonradır. Bu isteme hem organik dünyada hem de inorganik dünyada var. Bu isteme başından beri bilinçsizdir.  Dünya, istemenin kendini bilmesi, bilinçlenmesinden başka bir şey değil. Tüm dünya tarihi; istemenin kendilik bilincine ulaşması sürecidir. Dünya tarihindeki oluşu başlatan, istemenin bölünmesidir.

 Asli isteme, kendi içinde karışıklık ve mücadeleden başka bir şey değildir. İstemenin kendini dünyada göstermesi de böyledir. İnsanlar arasında çatışmanın nedeni; bu temel istemedir. Acıyı yaratan da yine istemedir.

 Onda isteme gerçekliği/dünyayı açıklamak için metafizik bir ilke haline gelir. Bu metafizik ilkenin çağındaki diğer ilkelerden farkı; dünyevi/immanent oluşudur. Yani istemenin temelinde bir geist varlığı yoktur. İnsan varolmak için böylesi metafizik bir ilkeye bağlı olmak zorundadır. İnsanın özü; isteme ve tepkidir. İnsan istemeye muhtaçtır ama ondan kurtulmak zorundadır.

 İnsan bu acıdan; isteme ile sıkıştırılmış , acı ile belirlenmiş bu durumdan nasıl kurtulacak?

İnsan, tek tek nesnelerin bilgisinden ya da onlara bağlı olmaktan kurtulduğunda veya dünyanın saf görüsüne sahip olduğunda, kendi sınırlı ve acılı bilme biçimini aşar. Bundan sonra hiçbir çıkar gütmeden bir gözleme başlar sonra comptemplasyona girer. İnsan bu evreye geldiğinde, açık ve ebedi bir dünya gözü durumuna gelir.

 İnsanın bu basamakta gördüğü ya da baktığı, dünyanın biçimini oluşturan isteme değil,nesnelerin ideasıdır. Schopenhauer, şeylerin ideasını görebileceğimizi iddaa eder. İdealar hep varolan nesnelerin özleridir. Comptemplasyon aşamasında olan; nesnelerin, dünyanın özünü görür.

 Şeylerden bağımsız olarak idealar nedir?

 İdealar; şeylerden önce gelip, şeylerin saf halleridir. İdealara bakış, her şeyden önce sanatın işidir. Sanatsa her şeyden önce nesnelerin özüne bakar.

 Sanatta önce, mimarlık sanatı; sertlik ya da katılık idealarını verir. Sonra plastik sanatlar; insanın saf ideasını ortaya koyar. Daha resim; gerçekliğin idealarının çeşitliliğini ortaya koyar ve üst düzeyde de müzik sanatı, istemeyi ve dünyanın  saf özünü ifade eder.

 Ona göre sanat, yine de sürekli bir çözüm değil. Sanat, belirli anlarda acıdan ve ‘isteme’den kurtarır. İnsanı kurtaracak olan nihai çözüm; istemeyi, tamamen reddetmekle olur.

 İstemeden çıkan insan, istemeyi nasıl reddedecek? İnsan pek çok zorlukla sıkıştırılmıştır. Ancak insan, tek bir noktada özgürdür. Bu nokta; her şeyi belirleyen istemeye karşı çıkmadadır. İnsan, amprik varlığında belirlenmiş ve bağımlıdır. Fakat kendi özünde özgürdür. İstemeyi reddetmek, insan kendi özündeki özgürlükle olur.

 Bu isteme nasıl reddedilecek? Bunun iki yolu var:

1-Teorik yol; tüm gerçekliğin temelinde hüküm süren asıl istemedir. Bu parçalanarak dünyada acıyı oluşturur. Bunu kavrayan insan görür ki; dünyadaki acılı oluş, sadece gerçekliğin görünüşüdür.

 Madem ki; acılı oluş sadece görünüşten ibaret o halde bu insanı rahatsız edemez. Bu görünüşte acı-özünde acılı değil- insanı sıkmasına gerek yoktur.

 İnsan asketik yaşam ile istemesini susturursa, bu acının yerini huzur ve dinginlik alır. Böylece insan, acıyı yaratan istemeden kurtulur.

 2-Eylemli yol; eylemle istemeyi reddetme yolu, bu başkasının acısını merhamet yoluyla azaltmakla olur. Eğer bütün canlılar, temeldeki birliğin asli istemedekibütünlüğün farkına/bilincine varırlarsa, bütün canlılar da birbirine bağlı olurlar. Herşey temelde bir bütünse canlılar individual olmaktan kurtulurlar.

 Başkasının acısı, benim de acım. Bunun yolu da merhamet. Merhametle egoizm aşılır. Kötü olan egoizmden, iyi olan merhamet çıkar (bu etiği). Merhametle, isteme reddedilmiş olur.

 Schopenhauer’un pesimizmi; bu varlık böyle olacağına hiç olmasa daha iyi olurdu. Dünyanın özü; isteme, her şey istemeden zorunlu olarak çıkıyor.

 Schopenhauer; Kant, Platon ve Schellig’den etkilenir, Nietzsche’yi etkiler.

 

19.YY-HEGEL

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

 G.W.FRİEDRİCH HEGEL( 1770-1831 ):

 ‘Mutlak olanı düşünmek için, mutlak olandan işe başlamak gerekir’. İşte bunun içinde Hegel, kendini mutlak olarak ortaya koyuyor.

 Ona göre felsefenin görevi; bütünü kavramaktır, bu da bütünü kavram düzeyine çıkarmaktır. Hegel’e göre düşünmek, varlığın somut sorularından fışkıran capcanlı bir felsefe yapmaktır. Çıkış noktası; Kant ile hesaplaşmak.

 Hegel’in hayatı boyunca yaptığı; düşünen bilgiyi ortaya koymak. Canlı bir felsefe yapmaktır. Bu düşüncesini sistemleştirerek Batının en büyük metafizik sistemini oluşturur.

 Kant’ta nesnenin kuruluşu, anlama yetisinin kategorileri ile oluşuyordu. Nesnenin formları, benin kendi kendisine olan etkinliğine bırakılmıştır.

 Hegel, bilginin oluşumu hakkında Kant’ın düşüncelerini kabul eder ancak aklın, kendi yapısından ötürü nesnelerden bağımsız olduğunu söyler.

 Aklın nesnelerden bağımsız olması, bundan sonra felsefenin ilkesi olacaktır.

 Sensualistlerin sandığı gibi duyuların verdiğini aklın işlemesiyle nesnenin belirlenimi olamaz. Akıl, kendi yapısından dolayı bağımsız olarak, nesnelerin belirlenimini sağlar.

 Hegel, hem öznel hem de nesnel idealizmleri reddeder. Çünkü; nesnel idealizmde, nesnelerin beni sınırlaması, öznel idealizm de ise benin nesneleri sınırlaması sözkonusu.

 Dünya geistı, düşündüğünü yaratan geist. Düşünme, varlığı düşünüyor ve düşündüğü yerde de hakikat oluyor.

 Hegel, iki idealizmi reddedince geriye mutlak idealizm kalıyor. Hegel’de düşünen aslında geist. Varlık ise geistın düşünmesiyle kavradığı şey. Yani tek tek şeylerin kavram düzeyine yükselmesi. Geistın düşündüğü şeyi kavraması-işte varlığın bu şekilde düşünülmesi hakikattir. Etkinlik, her şey de geistın etkinliği.

 Hegel’e göre aslında filozofun içinde felsefe yapan mutlak geist. Mutlak geist, kendisinden pay alan insan geistı aracılığıyla düşünür ve konuşur.

 Mutlak düşünme, sürekli özne ve nesneyi bir tutarak kavramadır. Mutlak geistın düşünmesini, mutlak idealizmde gerçekleştirecek olan yine kendisidir. Böylece Hegel kendisini ‘dünya geistı’ olarak görür. Son derece spekülatif düşünce.

 Schelling ve Fıchte, mutlak geistı kendi karşılarına koyup onun hakkında spekülatif düşünüşlere gidiyorlardı.

 Oysa Hegel, ‘mutlak geist benim içimde, benim düşünmem zaten mutlak geistın düşünmesidir’ diyor.

 Hegel, Fıchte için ‘‘Schelling’den daha ileriydi ama o da gelip nesneye takılmıştır’’ der. Bu nedenle Fıchte’yi sadece öznelci olması nedeniyle reddeder.

 Hegel’de mutlak olanın kendisini bulması için, oluşa ve gelişime muhtaç olması en önemli düşünce.

 Hakikat, bütün olandır, bütün varlıktır. Bütün olan ise ancak gelişimini kendisiyle tamamlayan varlıktır.

 Hegel, Fıchte’nin diyalektiğini yeniden ele alır. Bu diyalektikle kavram, hareket eden kavram haline gelir. Burdaki kavramlar Schelling’deki gibi içi boş kavramlar değil. Hegel diyalektiği; kavramlar, ide ve geisttan başka bir şey değildir. Yani Hegel diyalektiği; organik/canlı bir diyalektiktir. Mutlak geist canlı olduğuna göre, düşünmede kendini canlı olarak ortaya koymalıdır.

 Diyalektik düşünce kendini geliştiren ve yeniden kendine dönen düşüncedir. Hegel düşüncesinin bütün ruhu burada yatar. Onun amacı bütünü kavrayıp ortaya koymaktır.

 Schellig’de diyalektik olmadığı için özdeş olanın kendini nasıl ortaya koyduğu açıklanamıyordu.

 Hegel’de mutlak olan nedir?

 Mutlak olan/mutlak yaşam ; tüm gerçekiliğin  temeli, kökenidir. Tüm gerçekliğe bu temelden bakmak ona metafizik bir karakter kazandırıyor.

 Ona göre artık felsefenin, bilimlerin bilimi olma zamanı gelmiştir. Felsefenin görevi; tüm gerçekliğe temelinde olanla, mutlak olanla bakmaktır.

 Tek yaşam pek çok yaşamlara dağılmıştır. Tek olan çokluk içinde görülmektedir. Tek olan, kendi içinde bölünmüş çokluk olarak bize görünüyor. Bu bölünme zorunludur. Mutlak yaşam sürekli bir yabancılaşma ve uzlaşma içindedir. Hegel, doğaya/yaşama yaratıcılığından dolayı tanrısal olan diyecektir. Mutlak yaşam; sürekli yeniden oluş, çeşitlilik ve yaratmadır.

 Felsefenin görevi; başından beri tanrıyı felsefenin doruğuna koymaktır. Felsefenin objesi, tanrı ve tanrının açığa çıkması olacaktır. Hegel’in tanrısal olandan anladığı ise ‘geist’tır.

 Mutlak olan-mutlak yaşam-tanrı-geist.

 Hegel’in insan geistı ile hristiyanlıktaki en asil yaratık olan insan geistı aynıdır.

 Tanrı mutlak geisttır. Eğer tanrı, geist ise ve dünya onun kendisini ortaya koyması ise dünyanın özünde bir geist varlığı görmemiz gerekmez mi?

 Dünyada gördüğümüz her şey aslında geisttır. Madde dememizin nedeni bizim bakış açımızın darlığı ve sınırlı olmasıdır.

 Dünyadaki oluş aslında geistın kendi kendisini ortaya koymasından başka bir şey değil. Şeylerin arkasındaki özü ancak felsefe yapmakla görebiliriz. Gerçek olan sadece geisttır. Yapılacak olan hakikati sormaktır.

 Eğer sadece geist gerçekse, tanrı kendini nasıl oluyor da doğa ve insan geistı olarak ortaya koyuyor?

 Tanrı, kendi kendini bölüyorsa, kendi kendinin bilincine ulaşmak, uzlaşmak için. Tanrı, tanrı olduğunun farkına varmak için.

 Acaba tanrı kendi kendisini nasıl ortaya koyacak? Burada Hegel, tanrının en halis geistı olan insandan yola çıkar. ‘Önce insan geistını anlamamız gerekir’ der.

 Geistın gelişimi; a)kendi dışına çıkma, b)kendini bölüp parçalama, c) ve yeniden kendine dönmektir.

 İnsan geistının gelişimi:

1-Geistın hayal kurduğu, uyuduğu evre; insanın henüz kendisi hakkında sağlam bir bilgisi olmadığı safha. Bu safha; tez aşamasıdır. Ancak geistın kendi bilincine ulaşması için, hayal kurduğu evreden uyanması gerekir. İşte bu 2- Basamaktır; geist uyanır ve kendini yavaş yavaş keşfetmeye başlar. Ancak bu keşfetmede garip bir şey olur; geist kendine bakar ama yabancı görür. Ve sorar; ‘bu ben miyim?’ işte bu insanın kendi kendisine yabancılaşması. Ben kendini parçalar böler. Burada ben, kendi bilincini aramak çabasındadır. Hegel bu safhaya; antitez der. Ben, kendini ararken kendine yabancı düşüyor.

3-Safhada insan, özgürlük bilincine erişmek için ‘bakan ve bakılan benim’ der. Böylece yabancılaşan insan geistı, kendiyle uzlaşır. Hegel, bu aşamaya da sentez der.

 Hegel, insan geistı kendilik bilincine varan bir geist olduğu için insanla başlar ve insanın gelişimini, mutlak geistın kendini ortaya koymasına uygular.

 Mutlak geist kendilik biliçtir. Onun bu bilince ulaşması ise diyalektik bir gidiştir. Hegel, tanrının da bir iç oluşu vardır, der. Tanrı oluş halinde, bu oluş da insana ihtiyaç duyuyor. Tanrı sürekli mükemmelliğe ulaşma / kendilik bilincine ulaşma içinde hareket ediyor.  Tanrı mükemmelliğini dünya tarihinde bulacaktır. Dünya tarihini de yapan; insan ve doğadır.

 Diyalektik gidiş nedir?

 Tanrı, kendilik bilincine erişmek için önce kendini bilmediği safhadan uyanır ve sonra kendine yabancılaşır. En üst aşamada da kendilik bilincine ulaşır.

 Kendine yabancılaşan tanrı, kendini;  doğa ve insan geistı olarak ikiye böler.

 İşte bakan; insan geistı, bakılan ise doğadır. İnsan ve doğa tanrının görünümünden başka bir şey değildir. İnsanın baktığı doğa, tanrının doğasıdır.

 İnsan+doğa=dünya=Tanrı

 İnsan geistı, tanrının kişi olmuş geistıdır. Dünyayı bilen insan geistı. İnsan tanrının içinde bakandır, doğa ise onun içinde bakılan. Gördüğümüz her şey hakikatte tanrının kendisidir. Antitez aşamasında ‘bu ben miyim?’ diye soran tanrı görür ki; bakan da bakılan da kendisi. Böylece tanrı parçalanmışlıktan kurtulur ve yeniden kendisi olur.

 Tanrı, kendi bilincine ulaşmak için dünya olmayı ve kendine yabancılaşmayı göze aldı. Sonunda tanrı kendine yabancılaşmaktan kurtulup, oluşumunu tamamlayacaktır.

 Mutlak olan tanrı, neden insan ve doğa olmak zorunda? Çünkü; bu tanrının kendilik bilincine ulaşmak için zorunlu bir yoldur.

 Mutlak geistı önce insan geistı ile açıklamasının nedeni; insan en yüksek geist varlığı. Daha sonra Hegel, insanın kendi bilincine erişmesini, tanrının kendi bilincine erişmesiyle paralel olarak açıklar. Dünyadaki tüm oluş, tanrının kendilik bilincine ulaşması sürecidir.

 Tanrının kendine yabancılaşması ‘bu ben miyim?’ diye sorması aslında dünya olmasıdır. İnsan tanrının bakan, bilen yanı olarak doğayı kavramaya çalışması aslında kendini bilmesi, tanıması demek.

 Son tahlilde tanrı, insan geistı sayesinde dünyadaki parçalanmışlığından kurtulacaktır. Zıtların birliği sağlanacaktır.

 

Oluş ve diyalektik hakkındaki görüşleri:

Hegel’de diyalektik ne felsefi bir yöntem ne de bir görüştür. Diyalektik, kendi hareketinde bulduğu yaratıcılıktır. Felsefenin görevi; sadece diyalektiği takip etmek değil onu bilinç düzeyine çıkarmaktır. İnsan bilincinin nesneye yönelmesi ve onu bilinç düzeyine çıkarmasıdır. Nesnenin oluş içindeki hareketini kavramaktır. Hegel buna nesneye kendini vermek diyor. Diyalektik de budur.

 İki türlü diyalektik vardır:

1-Nesnenin oluş içindeki hareketi

2-Nesnenin hareketini kavrama yetkinliğinde olanın yapısı da diyalektik.

 En doğru ifadesiyle diyalektik; kavramın hareketidir. Düşünce şeyin etrafında dolanır ona çeşitli yerlerinden bakar ve onda yeni olanı görür. O şey için belirlenmiş biçim değişir, yeni bir hal alır. Bu hal akıcı bir haldir.

 Diyalektik, sadece kavranmakta olan nesnenin hareketi değil; düşünceyle oluşun yan yana gitmesidir. Düşünce ancak hareket halindeyken anlaşılacaktır. Diyalektik her şeyi kavrıyor, kendi kendini değil. Diyalektik, zıtlıkları görmek için sürekli hareket halinde olmaktır. Hegel’de diyalektik, Kant’taki gibi bir çıkarım ürünü değildir. Diyalektik, nesnenin çok yönlü yapısı boyunca hareket etmektir.

Diyalektik hareketliliğin iç dinamiğini oluşturan ilke nedir?

Bu ilke çelişme ilkesidir. Bu çelişme içeriğin yok edilmesi değil, ortadan kaldırılmasıdır. Ortadan kaldırılan bir hiç haline gelmez. Çünkü hiçlik aslında dolaysız olandır. Oysa ortadan kaldırılan dolaylı olandır. Ortadan kaldırılan aynı zamanda korunandır. Bu nedenle de yok olmaz.

 Tez, antitezde korunuyorsa, bu koruma kendi içindeki çelişme sayesinde ilerleyip bir üst düzeye ilerleyecek ve kendini yeni bir biçimde sentezde gösterecektir. Ancak geriye dönüş sözkonusu değildir. Sentezdeki tez, tamamen eski tez değildir. Bu basamakta korunan yeniden ilk basamaktaki rolü üstlenecektir. Bütün gelişmeye ve ilerlemeye güç veren, negatif olandır.

 Negatif olan pozitif olanla üst düzeyde yeniden bir araya gelir e negatif olan, pozitif hale gelir. Mutlak geistın, kendini bulduğu yerde yeniden pozitif olmak zorunda yoksa diyalektik kendi içinde kendi tutarlılığını yitirir.

 Negatif nasıl pozitif olur? Aslında ortadan kalkan dolaysız olandır. Ortadan kalkan özellikler, nesne ya da kavram içine itilirler. Ve negatif olanın gücüyle yeniden ortaya çıkıp, bir üst düzeyde kendilerini gösterirler.

 Negatif olanın gücü, pozitif olanı ortaya çıkarmasında yatar.

 Çelişki, diyalektiğin formel yasasıdır ve biz sadece onun bu formel yanını kavrayabiliriz.

 Hegel, diyalektiğinin özü; mutlak geistın kendi kendini ortaya koyması anlamındadır. M.geist bunu insan geistı ile yapıyor. Bunun içinde insan geistının, dünya geistı olması gerekiyor. Bunu da Hegel, kendisi üstleniyor. Yani mutlak geist, insan geistı ile düşünüyor.

 Hegel’de diyalektik öyle bir düşünme ki; bu düşünme nesneler arasındaki ilişkileri kavramak demektir.

 Hegel’in amacı; bütün olanı bir tek noktadan –m.geisttan- çıkarak kavramak, kavram düzeyine çıkarmak. Kavranan, ilişkiler bütünü. Kavrayan, bilen aslında bir özne değil, kendi kendini gerçekleştirmekte olan mutlak geist.

 Diyalektik, nesneler arasındaki karşıtlıkta değil, düşünmenin yapısında var. düşünme kendi yapısını tecrübe ediyor. Kavramları terk etmek, yeniden üretmek, böylece akıcılığı kavramak.

 Çelişki, diyalektik düşünen için var. Ve bu çelişki aslında bir ortadan kaldırmadan ibaret. Çelişki; hareketliliğin, sürekliliğin ilkesi.

 Diyalektik, mutlak olanın kendi bilincine ulaşmak için katettiği bir süreç. Hegel, tanrının oluşumunu kavramak çabasında bunu da diyalektikle kavramaya çalışıyor. Diyalektiği ancak tanrı düşündüğünde düşünebiliriz.

 Hegel, ideden ne anlıyor?

 Onun ideden ne anladığını, geisttan anladığından ayırmanın pek imkanı yoktur. Geistın kendi içinde ya da dışında olması, bir üst düzeyde yeniden oluşması geistın ideleşmesidir.

 İde; kendi kendini gerçekleştiren kavramdır.

 İde; kendinde ve kendisi için hakiki olandır. Hem gerçek hem kavramdır. Hareket halindeki süreçtir, yaşamdır. Hem bu sürecin tamamlanması hem de sürecin kendisidir. Varılmak istenen amaçtır. Özne ile nesnenin özdeşliğidir. Kendinde olanla, kendisi için olanın çakışmasıdır. Geistın hareketliliğinde hem bu hareketlilik süreci hem de kendini doğa olarak ortaya koyması.

HEGEL’İN SİSTEMİ:

 Diyalektik şekilde oluşan sistemi 3 basamak halindedir.

 1-mantık, 2-Doğa felsefesi, 3-Geist felsefesi

 Mantık(logik); geistın kendinde ve kendisi için olduğu evredir.

Doğa felsefesi; geistın kendine yabancılaşması.

Geist felsefesi; idenin kendi içinde, kendine dönük olması.

 Mantık içinde; düşünceler, bilme etkinliği ve bilmenin mutlak etkinliği ortaya koyuluyor. Mantık; geistın kendi özünün kendi içinde olduğu evredir. Mantığın konusu; mutlak geistın doğayı ve insan geistının  yaratmadığı, kendini parçalamadığı uyuduğu evredir.

Hegel mantığı 3 evreye ayırır:

1-Varlık mantığı; konuları, nitelik- nicelik gibi ölçü cinsinden kavramlar.

2-Öz mantığı; konusu, öz ve gerçeklik.

3-Kavram mantığı; konuları, öznel kavram, nesne ve idedir.

 Hegel, varlık ve öz mantığını bir arada görüp, ikisine de ‘Objektif mantık’ der.

Kavram mantığına da ‘Sübjektif mantık’ der

Objektif mantık; bütün batı felsefesinin özelliklerini içerir yani Kant’taki ideler.

 Hegel, doğa felsefesini de 3’e ayırır:

1-Mekanik; zaman, mekan, ağırlık, kütle vs. bunların hepsi burada inceleniyor.

2-Fizik; ısı, kimyevi süreçler adhezyon, kohezyon gibi fiziğin temel konuları da burada inceleniyor.

3-Organik; burada da bitki ile hayvan incelemeleri var.

Görüldüğü gibi Hegel, bütünü kavrama çabası içinde.

  Geist felsefesinde tanrı yeniden kendini buluyor ve bu felsefe de 3’e ayrılır:

1-Sübjektif geist; konuları, Antropoloji, Fenomenoloji ve Psikoloji.

Antropolojide ele alınan konular; ırk, millet, yaşam biçimi, cinsiyet, yaş vs.

Fenomenoloji; denge, bilinç, anlama, akıl, us vs.

Psikolojinin konuları ise; zeka ve isteme.

2-Objektif geist; üç temel konusu; Hukuk, Moralite ve Ahlak.

Hukuk; genel ve herkes için geçerli olanın incelenmesi.

Moralite; tek olanın kendi iradesi ile karar verebilmesi.

Ahlak; hukuğun yıkılıp, en üst düzeye ulaşacağı safhadır. Hegel’in; devlet, hukuk ve özgürlük felsefesi buraya girer.

Özgürlük yine üç adımda:

a)Hür isteme

b)Keyfiyet

c)Genel, ideal ve doğru olanın istenmesi; bu dünya geistının özgürlüğü.

Hukuku felsefesi de yine üç adımda:

a)Aile

b)Burjuva toplumu

c)Devlet; tek olanı ezmiyor, ona özgürlüğünü sağlayan ve tek olana bütünün düzenini de bozmasına izin vermiyor. Böylece tek olan genel-geçer olanın içinde eritilmiyor.

3-Mutlak geist; yine 3 aşamada sanat, din ve felsefe.

Sanat; geistın kendini görmesi, tanıması; tek tek sanat eserlerinde oluyor.

Sanat da yine üç adımda:

a)Sembolik sanat; konusu, içerik değil, çevrenin ortaya konması.Örneğin, tapınak ve kilise mimarisi tanrının oturduğu yer olarak simgeleştiriliyor.

b)Klasik sanat; konusu, biçim ve içeriğin birleştiği plastik sanatları içeriyor. Burada tanrının ifade edilmesi sözkonusu.

c)Romantik sanat; burada artık renk, ton ve söz yani resim, müzik ve şiir sanatlarının ele alınması sözkonusu.

Artık geist ya da ide mekanda görünmüyor. Resim müzik ve şiir gibi sanat dallarında görünüyor.

Din; mutlak geistı tasarımlar. Din, tanrı bilgisidir. Tanrı bilgisi olarak da insan aklının en üst basamağıdır.( Felsefe ise mutlak olanı kavrar.) Din de 3 adımda ele alınır:

a)Doğunun doğa dinleri; tanrının doğanın özü olduğu düşüncesi ve tanrının doğada görülmesi. Örneğin, Şamanizmde doğanın açıklanamayıp, tanrısallaştırılması sözkonusu.

b)Yahudi, Yunan ve Roma dinleri; burada tanrı bir özne olarak görülür.

c)Hristiyanlık (en yüksek); 1.Baba, 2.Oğul, 3.Ruhül Kudüs(kutsal geist), bu Hegel’in sistemine çok uyar.

Felsefe; en yüksekte mutlak olanın kavrandığı felsefe, kendini düşünen idedir/mutlak geisttır. Geistın kendi kendisine dönmesidir. Doğanın ve tarihin amacına ulaşmasıdır. Felsefe bu yolu betimlemekle kalmaz, bu yolu gider. Onun yolunu gider. Onun bilgisini ortaya koyar. Bunun içinde felsefe, kendini bilen bir yoldur, süreçtir, metottur.

Metot; kendi kendisini ortaya koyan aynı zamanda buna bakan geistın kendisidir. Bu anlamda bu yol, geistın biçimidir.

Hegel’de bu sistem bir yerde durmaz. Bu oluşun günden güne bilinçlenmesi sözkonusu.

Hegel’in sistemi içinde sisteme uymayan ancak gerçeğe ait olan her şey ideal olanı, tanrısal olanı yansıtır. Güzel sanat eserleri var ama bunların hepsi çöldeki vahalar gibi.

Doğada pek çok anlamsız olan şey de var. nasıl olur da tanrı kendisini bu şekilde ortaya koyar? Doğada tanrısal olmayan pek çok şey var.

Hegel’in amacı, doğayı bilinçlendirmekse de sadece doğadaki mükemmel olanları görmüştür.

Buna rağmen spekülatif felsefenin görevi hep aynı; bütünü tek bir noktadan çıkarak anlama çabası.

  Hegel’in sistemini şematize edersek:

 I-SUBJEKTİF GEİST

      a)Antropoloji

      b)Fenomenoloji

      c)Psikoloji

     MANTIK (Geistın kendinde ve kendisi için olduğu evre)

     Varlık Mantığı + Öz Mantığı = Objektif mantık

     Kavram Mantığı = Subjektif Mantık

        

II- OBJEKTİF GEİST

      a)Hukuk,

      b)Moralite

      c)Ahlak;hukuk felsefesi(aile, burjuva toplumu, devlet)

                   .Devlet.

                   .Özgürlük felsefesi(hür isteme, keyfiyet, ideal)

 

      DOĞA(Geistın kendi kendine yabancılaşması)

       a)Mekanik

       b)Fizik

       c)Organik                           

 

III- MUTLAK GEİST (Geist felsefesi)

       ( Geist, kendilik bilincine ulaşmıştır)

      a)Sanat; sembolik, klasik  ve romantik sanat.

      b)Din; doğunun doğa dinleri, Yahudi, Yunan, Roma dinleri ve Hristiyanlık.

      c)Felsefe     

 

 

 

 

SCHELLİNG

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

  SCHELLİNG (1775-1854)

 

 Schelling, zıtlıklar içinde yaşamıştır. Bir yanda mutlak olan aşk, diğer yanda paramparça bir hayat. Dimamizmini sağlayan da bu zıtlık. O da Fıchte gibi mutlak olanın peşinde.

 Fıchte, felsefesinin en üst ilkesi olarak ‘mutlak ben’i benimsiyor ve geri kalan her şey ‘ben’in tasarımıdır diyordu. Schelling, Fıchte’nin bu düşüncelerini kabul ediyor ancak o daha fazlasını istiyor.

 Schelling, ‘ben’de sonlu olmayan başka bir öz görür. Tıpkı Fıchte’de olduğu gibi, onda sonlu olmayan öz; tanrı idi. Schelling ise buna ‘içimizde ebedi olan’ der.

 Schelling, son dönemde mistisizme daha çok yönelir. Kierkegaard, Schelling’in bu düşüncelerini aynen alır.

 İnsan hayatının içinde, sonlu olmayan/ebedi olan bu öz; bir imkan halinde. Herkes bu ebedi yanını gerçekleştirebilir. Schelling, ‘ebedi olan’a, ‘mutlak temel’ de der.

 İnsan kendi bakışlarını, kendi içinin derinliğine çevirirse sonlu benindeki ebedi olanın farkına varır. Çünkü insanda bambaşka bir yeti vardır. Bu yetiye Schelling, ‘intellektüel görü’ anlamını verir.

 Bunun sayesinde kendi içine bakan insan, kendindeki mutlak temeli-ebedi yanı görür. Aslında insanın mutlak temelinde gördüğü; tanrısal olandan başka bir şey değil. Tanrıyla bu sayede ilişki kurulur. Yoksa kutsal kitaplarla filan değil. Tanrısal olan sadece insan beninin değil, tüm gerçekliğin temelidir.

 Schelling’e göre felsefe, kendini sonlu olanlardan kurtarıp, mutlak olana erişmelidir. Bu konuda Fıchte ve Hegel de aynı şekilde düşünür.

 Sonlu insan, her şeye tanrının bakış açısından bakmalıdır. Yani mutlak bir şekilde bakılmalı. Ancak bunu Schelling gerçekleştiremez, bunu Hegel yapar, kendini ‘dünya geist’ı haline getirerek.

 Spinoza’dan beri bir düşünce var; ‘ayrı olan her şey aslında bir bütündür’. Hepsi tanrıda birleşir. Plotinos’da her şey ‘bir olan’dan çıkıyordu.

 Schelling bundan faydalanarak, tanrısal olan ne sadece içimizde ne de sadece dışımızda; tek olan aslında bileşik olanın ifadesidir. Varolan her şeyde o tek olanın ilkesi var. Burda işin içine ‘doğa’ giriyor.

 Fıchte’ye göre doğa, benin tasarımıydı. Schelling bu konuda Fıchte’den ayrılıyor. O, doğayı tek bir organizma olarak görür. Bu organizma içinde her şey yaşamaktır. Doğa, yaşamakta olan, hareketliliği içinde olan bir oluştur. Bu oluş kendini zıtlıklar içinde gösterir. İnorganik olanda eksi-artı, organik olan da ise erkek-dişi gibi.

 Sonsuz ve sürekli oluş, kendi kendine hareket, kendi içinde zıtlıkları taşıyan doğanın anlamı ne?

 Burada temeli sorulan doğa, presokratiklerdeki gibi fiziksel yani kendi kendini ortaya, ışığa çıkaran doğa anlamında. Schelling, doğadan; ‘sürekli bir kendi kendine oluş’ olarak anlıyor.

 Bu doğanın bir amacı var; geista ulaşmak. En yüksek doğa ürünü ise; insan geistı. Ve bu açıdan geriye baktığımızda doğa oluşum halinde. Ancak insan geistı, doğayı aşar ve onda amaç olanı tamamlar.

 Schelling’in ortaya koyduğu gerçekliğin aşamaları:

1.Doğanın bilinçsiz evresi.

2.Doğanın kendi kendisinin farkında olmadığı evre.

3.Doğanın, insan geistı ile bilinçli hale geldiği evre.

Aslında doğa-geist ek bir süreç. Tek bir organizmanın uzuvları gibi. Bu organizma köklerini doğadan alır ve geista kadar ulaşır. Doğaya bilinci veren aslında insan geistı. Doğanın ne olduğu üzerine kafa yoran ve bu nedenle de doğayı aşan insan geistıdır.

 Doğa içindeki aklın en son amacının geist olduğunu kabul ediyor. Doğayı ‘mutlak geişt’ olarak görmesi Schelling’in en can alıcı yeridir. Hem doğanın hem de geistin yaratıcısı, mutlak olandır. Doğada tüm olan bitende tanrının etkisi var. Her doğal yaratık, herhangi bir şey değil, onun/tanrının içinde hüküm süren tanrısal coşkunun bir ifadesidir. Ona göre doğa, gizli tanrıdır. Doğada gördüğümüz her şeyin ardında tanrı var. Doğa, tanrının kendini sakladığı, tarih ise kendini ortaya koyduğu yerdir.

Schelling’e göre tüm tarih, mutlak olanın kendi kendisini ortaya koymasından  başka bir şey değildir.

 ‘Tarih, tanrının geist olarak yazılmış destanından başka bir şey değildir’, der. Tarih, insanı yaratır ama insanın kendi kendisini ortaya koyması, tanrının kendisini ortaya koymasından başka bir şey değildir.

 Schelling, doğadaki her türlü oluşun arkasında tanrıyı düşünüyor ve onun açıktan ortaya koyması insanla oluyor. Mutlak olan, kendini geist olarak insanlık tarihi içinde ortaya koyuyor.

 Nasıl oluyor da en mükemmel varlık/tanrı, kendini bu çirkef dünyada ortaya koyuyor?

 Schelling’e göre, insanın geistı ile doğanın zorunluluğunu barıştıran; sanattır. Sanat, tanrıdan zorunlu ve dolaysız olarak fışkıran, tek ve ebedi bir gerçekleşmedir. Doğanın ve geistın birbirinden ayrı olan çizgileri sanatta birleşir.

 Sanat eseri; insan özgürlüğünün en yüksek eseridir. Ancak burada bir insanının geistı, diğeri doğanın zorunluluğu. Sanat eseri, insan özgürlüğünün en yüksek eseri ancak maddi yanı doğanın zorunluluğu ile oluyor. Böylece insanın geistı ile doğanın zorunluluğu barışıyor.

 Diyelim ki doğada, tarihte, sanat eserinde tanrının varlığını hissediyorum ama tanrının kendisini nasıl bilebilirim?

 Schelling, tanrıyı ‘mutlak özdeşlik’ olarak kabul eder. Tanrı tam bir özdeşliktir. Bütün her şeyin bütünleştiği, mutlak bir özdeşliktir. Hegel, bu düşünceyle ‘kapkara bir geceden başka bir şey değil’ diyerek alay eder. Gerçekten de bu düşünüş, sonlu olanın ortadan kalkmasıdır. Şeyler arasındaki farklılıklar, mutlak özdeşlikle birleşir ama bu gerçekliğin ortadan kalkmasıdır.

 Schelling artık ortaya koyduğu sistemden şüphe etmeye başlar ve şöyle der:

 ‘Bu garip gerçeklik temelini tanrıda bulamaz, bu garip gerçeklik de mutlak olana

girmelidir’.

 Bundan sonra Schelling, tanrıyı sadece içinde olumlu niteliklere sahip pozitif bir varlık olarak görmez. İçinde negatif, çelişkili bir varlık olarak da düşünür.

 ‘Kabul edilmelidir ki; iki şey var, karanlık bir tanrı ve ve diğer taraftan bilinçli geist’.

 Tanrı kendi kendisinin bölünmesini sağlayarak dünyadaki oluşu sağlar. Schelling buna ‘tanrının acılı yolu’ der.

 Schelling, doğadaki şeyler arasındaki farklılığı, çelişkiler açıklamak için tanrının içine negatif bir temel koyarak onu ikiye böler.

 İnsan kendi özgürlüğü sayesinde tanrıya döner veya uzaklaşır. Tanrıdan çıkan etki, insan sayesinde öze döner. Tanrı tekliğe ulaştığında, doğa/dünya ile geist barışmış durumdadır. Tekliğe ulaşılmasıyla her şey sonsuzluğa ulaşır. Bilinçlenmenin tamamlanması, tanrının tamamlanmasıdır.

 Dünya tarihi, kendini bölmüş olan tanrının yeniden kendi birliğine/tekliğine ulaşmasından başka bir şey değildir.

 Tanrı, insan geistı sayesinde birliğine ulaşacaktır. Schelling’de tanrı önce bir bütündü ancak doğadaki ve tarihteki olumsuzlukları görünce, onu ikiye böler-pozitif ve negatif olarak- ve çelişkiler zaten onun içinde var, der.

 Schelling’in asıl problemi; tanrının kendisini nasıl düşünebileceğimiz. Kendisini insanla gösteren tanrı, kendini tamamladığında –insan yok olmayacak- tarih olumlu bir şekilde yeniden başlayacaktır. Dünya tarihi, tanrının kendi kendisine dönmesidir. Schelling, dünyadaki kötülüklerden dolayı tanrıyı ikiye böler ve negatif temeli onun içine yerleştirir. Ve tüm dünya tarihi, tanrının kendi içindeki çelişkileri insan geistı ile ortadan kaldırarak bütünleşme çabasıdır.

 Fıchte’ye göre iki felsefe akımı vardı; dogmatizm ve idealizm. Dogmatizm, kendi başın varolanları kabul etmek. İdealizm ise dingansichi reddedip sadece bilinci kabul eden bir felsefedir.

 Fıchte, seçim yaparak idealizmi-ben/geistı kabul ediyordu. Oysa Schelling her ikisini de benimsiyor. Der ki; ‘bilme etkinliği hem objeyle hem de süje ile iş görür. Bu nedenle ikisinden birini seçmek olmaz. Felsefenin göstereceği; nesnel olanın öznel olana, öznel olanın da nesnel olana nasıl gittiğini göstermek.

 Schelling’e göre doğa, nesnel dünyadır. Bu doğa, öyle zengin ve içerikli ki; onun özne gibi olmadığı kesindir. Doğa kendine özgü canlılık biçiminde. Schelling’in Fıchte’den ayrıldığı en önemli nokta burası.

 Schellig’in doğayı canlı bir organizma olarak görmesine karşılık, Fıchte; doğanın varlığını kabul etmiyor. Schelling’de doğa sürekli bir değişme, devinme ve sürekli yükselme biçiminde. Yükselme ise diyalektik bir biçimde oluyor. Schelling bu diyalektik görüşünü Fıchte’den alıyor fakat onun kadar ileri götürmüyor, sadece doğayı açıklamada kullanıyor.

 

 Tez, madde ise antitez; madde olmayan olacaktır ki, bu ışıktır, ısıdır bu da sentezde; organik olanla birleşecektir. Aslında sentez en başta olandır. Sentez, tez ve antitezi içermektedir. Burdaki tez ve antitez organik olanın/hayatın formundan başka bir şey değildir.

 Herşey doğanın görünümü olarak canlıdır. Hayatın, ruhun arkasında başka bir şey vardır ki; o da insan geistıdır. Hayatın en büyük gayesi insan geistının ortaya çıkmasıdır. Doğanın kökeninde hep bir geist olduğu için insan, geistın bir varlığıdır. Doğanın amacı, geistı ortaya çıkarmaktır.

 Schelling’in ilk izlediği yol, doğa felsefesidir. Burada Kant’ın bir düşüncesine karşı çıkar. Kant’a göre doğaya bakış, matematiksel ve fiziksel bir takım yasalarla sınırlandırılmıştır. Aslında bu aklın doğaya bakış açısıdır. Yani bu yasa, insan aklının bir ürünüdür. Schelling’e göre, doğaya bu türlü bir bakış, onun canlılığını göz ardı etmektir. Ona göre doğaya, Kant gibi şematik bakmamalıyız.

 Schelling aslında doğa bilimlerinin yöntemini değiştirmek niyetinde değil. Sadece incelediği doğanın, niceliksel ve mekanik yanının olmadığını göstermek ve ‘doğa bundan daha fazla birşeydir’, der.

 Doğanın diğer yanı -objesi olmayan- doğa felsefesinin konusudur. Bu felsefe, doğanın temelini, kökenini araştırır. Aslında bütün araştırmalar, görüşler doğanın kendisi değildir.

 Doğa kendi kendisini yaratan yaşamdır. Bu görüşlerinden dolayı Schelling, romantizmin filozofudur denir.

 Ona göre doğanın amacı, arkasındaki geistın ortaya çıkmasıdır. Doğanın temelinde geist olduğundan insan da bir geist varlığıdır. Doğa bunun açığa çıkmasıyla anlam kazanır. İki geist vardır; mutlak geist ve insan geistı. İnsan geistı olmadan mutlak geistın bir önemi yoktur.

 Schelling buraya kadar, nesneden öznenin nasıl çıktığını gösterdi. Doğadan geistın ortaya çıkması.

 Şimdi ise Schelling, özneden nesne nasıl ortaya çıkıyor ona bakıyor. Schelling bu felsefeye ise ‘trancendental felsefe’ der. Bu felsefede araştırılan geistın nesneleşmesi yani geist doğa olarak nasıl ortaya çıkıyor o araştırılıyor.

 Trancendental felsefe üç adımdan oluşuyor:

 1.Teorik felsefe, 2. Pratik felsefe ve en yüksek basamağı 3. Sanat.

Teorik ve pratik felsefe sanatla birleşir.

 Schelling, doğa felsefesini ve trancendental felsefeyi üçüncü bir felsefeyle, özdeşlik felsefesiyle açıklamaya çalışır.

 Doğa felsefesinde, doğanın arkasında hep geist vardı ve en sonunda doğa, en yüksek noktaya geistı ortaya çıkarmakla ulaştı.

 Trancendental felsefe de ise geistın arkasında hep doğa vardı ve geist en yüksek noktasına doğayı ortaya çıkarmakla ulaştı.

 Özünde doğa ve geist aynı şeydir. Doğa görülen şeyse, geistta görünmeyen dünyadır. İşte özdeşlik felsefesi; farklı olduğu sanılan özünde bir ve aynı olan iki şeyin felsefesidir. Aslında bunlar –doğa, geist- mutlak olandır ve tanrı mutlak özdeşliktir. Tanrı bu özdeşliğini bozmadan kendini doğa ve geist olarak böler. Aslında her şey tanrının ideleridir. Dünya dediğimiz yer aslında tanrının kendini ortaya koyduğu yerdir. Tanrı dünyanın ta kendisidir. (Bu bir panteizmdir)

 Schelling’in doğa ve t.felsefesi, dünyayı bir sanat eseri olarak ortaya koyar. Dünya tanrısal ise kendisini mükemmel olarak ortaya koymalıdır.

 Ancak daha sonra her şeyin çok güzel olmadığını görerek tanrıya negatif yanı da koyar. Tüm dünya tarihi; tanrının negatif ve pozitif yanının mücadelesinden başka bir şey değildir. Bu mücadelenin sonunda pozitif olan yan, negatif olan yanı altederek başlangıçtaki gibi sadece pozitif olan bütünlüğünü yeniden sağlayacaktır.

 İşte Schelling’te yepyeni bir thegonie ile karşılaşıyoruz; panteizm.

 Schelling’in amacı; iyinin kötüyü yenmesi, tanrıdan negatif olanın kopması, mutlak iyi olması. Aslında özdeşlik felsefesi bir sentez gibidir, bu felsefe olmadan doğa ve t.felsefe olmaz.

 

            FICHTE İLE SCHELLİNG’İN KARŞILAŞTIRMASI :

 

 Her ikisinin de çıkış noktası Kant’ın ‘dingansich’i. Kant bununla eyleyen benin bilme yetisini sınırlıyordu.

 Fıchte  de ise ‘ben’i yaratıcılığında hiçbir şey engelleyemez. Ben özgürdür, ben’in bilemeyeceği bir şeyi söylemek, ben’in özgürlüğüne sınır çizmektir. Yani Fıchte, benin dışında bir dış dünyayı reddeder. Sadece ben var ve benin dışındaki her şey onun bir tasarımından başka bir şey değil.

 Schelling deise doğanın, dingansichin varlığı sözkonusu. O her ikisini de kabul ediyor.

 Nesne-özne; doğa felsefesi             I  Her ikisi:

Özne-nesne; trancendental felsefe  I  Özdeşlik Felsefesi

 Schelling’de sürekli devinim halinde bir doğa var. Fıchte’de doğa yok. Doğa, benin bir tasarımı. İkisi arasındaki en büyük fark burada.

 Her ikisinde idealizmin özü:

 Fıchte’deki ‘ben’ onun idealizminin özü. Oysa Schelling’de canlı doğanın insan geistı ile bilinçlenmesi sözkonusu. Schelling, Fıchte’nin tabiriyle  dogmatik yanı ağır basmasa da hem idealist hem de dogmatiktir.

 Her ikisin de de amaç bütünü açıklayacak bir sistem kurmak.

 Yöntem sorununa gelince; Schelling, diyalektik yöntemi Fıchte’den almış fakat kullanmada Fıchte’den geridir.

 İdealizlerinin ulaştığı son açısından; Fıchte’nin idealizmi önce mutlak bene ulaşıyor ve geri dönüyordu. Çünkü ben mutlak olduğunda kendi kendini de yok ediyordu. İkinci evrede Fıchte, beni sınırlar. Sonlu olmayan ben değil, benin içindeki tanrıdır der.

 Schelling ise doğa ve geistı, mutlak açıdan gördüğü için, özdeşlik felsefesinde tanrıya ulaşıyordu; ona göre ‘tanrı her şeyi içeren tekliktir’. O halde nasıl oluyor da kötü şeyler de var? Bu durumda Schelling, Fıchte gibi tanrının içine negatif yanı koyar. Sonunda pozitif olan negatif olanı altede altede kendine dönecek. İşte bu da dünya tarihi.

 Hangi yönleriyle eleştirebiliriz:

 Bunlar Kant’ın sağlam yanı tecrübeyi terk ederek ayakları havada kalan spekülasyonlara girmişlerdir.

 Kant, neyi bilebilirim neyi bilemem onu belirlemeye çalışıyordu. Bunlar ise her şeyin bilinebileceğini göstermeye çalışıyorlar. Sonunda da spekülasyonlara giriyorlar.

 Acaba kendilerinden sonra gelenleri nasıl etkilediler:

 Fıchte’nin ‘tanrı yoksa ben de yok, içimizde sonlu yan varsa, sonsuz yan da vardır’ düşüncesi Kierkegaard’ı etkileyecektir. Özgürlüğü veren olarak tanrıyı tanıması gerçekten Kierkegaard’ı çok etkiler.

 Schelling’in ise ‘tüm dünya tarihi, tanrının pozitif ve negatif yanlarının mücadelesinden başka bir şey değildir’ düşüncesi M.Scheller’i etkiler.

 

OSCAR WİLDE – “DORİAN GRAY’İN PORTRESİ”

Pazar, Mayıs 31st, 2009

OSCAR WILDE:

 

“Ben dehamı hayatıma, eserime ise yalnızca hünerimi koydum”.

 ‘‘DORİAN GRAY’İN PORTRESİ’’nden:

                                       

Liberaller, her şeyin fiyatını bilir ama hiçbir şeyin değerini bilmez…

*

  Tecrübe, herkesin hatalarına verdiği isimdir.

*

Mutluluk; ulaşılacak bir istasyon değil, yolculuğun ta kendisidir.

*

 Ciddiyet, sığlığın tek sığınağıdır.

*

 – Ziyan olmuş hayat yoktur, sadece gelişimi durmuş hayatlar vardır.

*

 – Gelişimi engellenmiş hayattan daha kötüsü yoktur.

*

 – Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlarsa sonuncusu olmak isterler.

*

 – Evliliğin en çekici yanlarından biri, yalan söylemeyi eşler için gerekli kılmasıdır.

*

 – Erkekler yorgunluktan, kadınlar meraktan evlenirler. Sonunda ikisi de hayal kırıklığına uğrar.

*

 Evlenmenin gerçek kusuru, insanı bencillikten alıkoymasıdır. Oysa bencil olmayanlar renksiz kişilerdir.

*

 – Kadınlar bizde şaheser yaratmak istemini uyandırırlar fakat onları gerçekleştirmemizin durmadan önüne geçerler.

*

 – Güzel kadınların kocaları, adam öldürenlerle birdir.

*

 Kadınlar, eksiklerimizden dolayı severler bizi. Yeteri kadar kusurluysak her şeyi bağışlarlar bize, zekamızı bile…

*

 Ilımlılık kötü bir şeydir, yeter dediğimiz yavan bir yemek, aşırı dediğimizse bir şölendir.

*

 – Bağışlatmak elde değilse, unutmak elimizdedir.

*

 İnsan hayatı, başkalarının yanılgılarını yüklenecek kadar uzun değildir.

*

 Tanımlamak, sınırlamaktır.

*

 – Her gösterişli hareketiyle insan, bir düşman kazanır. Sevilmek için bayağı olmalı.

– Her yolun sonu birdir; hayal kırıklığı.

*

 Suç, aşağı sınıfların malıdır.

*

 – İnsanın sık sık yaptığı her şey, bir zevk haline gelir.

*

 – Hayatı sanat açısından ele alan adamın kalbi; beynidir.

*

 Yaşlılığın acı yanı; insanın yaşlanması değil, genç kalmasıdır.

*

 – Kendimi ele verdim mi içimden bir şeyler eksilmiş gibi. İnsan hayranlığını sözlerle anlatmaya kalkışmamalı.

*

 – Tatsız, tuzsuzdur kır hayatı! Yapacak işleri çok olduğu için erken kalkıyorlar, düşünecek işleri olmadığı için de erkenden yatıyorlar.

*

 – Başkaları hakkında iyi düşünmemiz, kendimizden korkmamızdan ötürüdür. İyimserliğin temeli yılgınlıktır.

*

 – İnsan aşık oldumu, işe kendini aldatmakla başlar, başkalarını aldatarak da bitirir.

*

 – İnsanlar en çok kendilerine lazım olan şeyi, başkalarına vermeye pek düşkündür.

*

 – Kitapların ahlakından değil olsa olsa, iyi ya da kötü yazılmış olduğundan bahsedilebilir.

*

 – İnsanların ahlaka aykırı dediği kitaplar, utançlarını yüzlerine vuran kitaplardır.

*

 – Saklarsan, en bayağı şey bile çekici bir nesne haline gelir.

*

 – Bilinçle, korkaklık aynı şeydir.

*

 – Herkesi seviyorsan, hiç kimseyi sevmiyorsun demektir.

*

 – Eksikliklerimizi, kendilerinde gördüğümüz kişilere tahammül edemeyiz.

*

 Güzellik, dehanın başka bir çeşididir.

*

 Evrenin gerçek sırrı görünmeyende değil, görünendedir.

*

 – Başkalarının toplayacağından korkmasak, atacağımız bir yığın şey vardır.

*

  – Bütün sanat eserleri, bir yüzey ve sembolden ibarettir. Yüzeyin ötesine geçmeye kalkanlar kendilerini büyük tehlikeye atarlar.

*

—————

                                                     

İki dünya vardır; biri kendinden sözedelim ya da etmeyelim “gerçek dünya”, öbürü de sözedilmezse varolamayan “sanat dünyası”.

*

 Sanat eseri ile tabiat eseri arasındaki fark; sanat eseri daima tektir, tabiat ise yarattıkları kaybolmasın diye aynı şeyi tekrarlayıp durur.

*

 – Tanrı insanı, insan da sanat eserini yaratır.

*

Vatanseverlik, gaddar insanların erdemidir.

*

 – Ruh, bedende ihtiyar olarak doğar. Beden, ruhu gençleştirmek için ihtiyarlar. Platon, Sokrates’in gençliğidir…

………………….

EMİL AJER

 “Kral Solomon’un Bunalımı” adlı eserinden:

Faşizm; bir duyarsızlaştırmadır.

Deha, her kusuru bağışlatır.

– Kendimizi düşünmemek için, bir başkasını düşünürüz.

 – O kendine benzemez kötü gösterir…O işleri, asıl düşünmesi gereken bir başkası yerine yapardı.

 – Kendi benliği hakkında karar verememiş, çevresiyle problemleri olan, tükenmekte olan şeylerle ilgilenen insanların, tedavisi zordur.

 – Her şey, daha iyisi bulunmadığı için vardır.

 – İnsan her zaman, kendinden daha küçük birine ihtiyaç duyar.

 – İnsan sanıldığından daha yaşlı, düşünüldüğünden ise daha gençtir.

 – Adlarını bilmezsen, kişisel olmaz, yük hafifler.

 – Her şey aslında, hiçbir şeyle aynı şeydir.