Posts Tagged ‘PLOTİNUS’

ORTAÇAĞ FELSEFESİ

Salı, Şubat 16th, 2010

 

              ORTAÇAĞ FELSEFESİ

          

                YENİ PLATONCULUK

 

 Adından anlaşılacağı gibi bu felsefe, Platon’u esas almıştır. Zira Platon o zamana kadar mistik yönü ağır basan en büyük filozoftu. Bu akım Platon’un yanı sıra, Aristoteles ve Stoa okulundan da etkilenmiştir. Kendisi de, İslam felsefesine büyük etki yapmıştır.

  Plotinos’un felsefesi, maddi olan her şeye karşı cephe alan bir felsefedir. Antik felsefenin değer verdiği hayat anlayışı bu düşünce içinde tamamen manevi ve deruni bir mahiyete bürünmüştür.

 

  PLOTİNOS (205-270) :

     

     Bu akım, antikçağ ile ortaçağ arasında bir köprüdür.

 

  BİR

  á â

 AKIL

  á â

 RUH

  áâ

DOĞA

Ruhun birinci parçası yukarda kalır. İkinci parçası sonsuza dek yürür. İlk yaşamdan çıkmış ikinci yaşamdır. İleriye yürüyen ruh, yukarda kalanla eşit değildir. Ruhun bu ilerleyişi, seyredalmadır ve sınırsızdır.

Akıl, ruh aracılığıyla yeryüzüne iniyor. Her bir ruh, hangi beden en çok kendisine benziyorsa gidip ona yerleşiyor. Böylece ruh da düşüş görüyoruz ama yine de başı yukarda kalıyor. Birinci ruhla alakasını kesmiyor. Fakat derecelerde farklılık oluyor. Her bedende eşit ruh yok. Ruh, akıldan aldığı paylarla faklı farklı bedenlere yerleşiyor. Ona göre ruh, ancak bedenden kurtulursa, ‘BİR’i (tanrıyı) görür.

  Plotinos, kendisinin bu olayı 4 defa gerçekleştirdiğini söyler.

  Akıl, tanrıya bakar, tanrıyı görür, o tanrının bağışlarının bir bütünüdür. Kendisi de tanrının bir bağışıdır.

  Ruh, tanrıyı ne ölçüde görüyorsa, biliyorsa; o ölçüde aklın bilgisi de kuvvetli oluyor. Demek ki; bütün nesneler, düşüncenin ve anlığın izleridir. Anlık/akıl, kendi içinde içsel bir edim. Doğrudan tanrı ile ilgilidir. Ruhsa, dışsaldır. Kendisine yükleyebileceğimiz tek şey edimde bulunmasıdır. Ruh ile akıl edimselliği bakımından birbirinden ayrılmaktadır.

   Doğa, seyredalarak sadece şeyleri meydana getiriyor. Tabi doğanın kendisi de bir seyredalmadır. Plotinos ruhu; ‘annesi’, yukarıdaki şemayı da ‘babası’ olarak nitelendiriyor.

 “Bu varlıklar, bir seyredalmadan doğarlar ve ben de onlardan doğarım. Ama onların ediminden değil, varlığından doğarım. Her şey ‘Bir’in seyredalışıdır”.

      

  Hayvan nedir? İnsan nedir? (Enneadlardan):

 

 “Haz, elem, tiksinti, güven, korku.. bunların hepsi birer duygudur. Acaba bunlar ruhta mı, yoksa bedeni kullanan ruhta mı ya da ikisinin bileşiminde bir şeyde mi?

 Önce ruhun, ruh olup olmadığı araştırılmalıdır. Acaba bu şey, ruhun varlığından başka bir şey midir? Başka bir şeyse ruh, bir bileşiktir. Ama ruhla, ruhun varlığı aynı şey ise, ruh bir formdur/ideadır. Kendinden başka bir şey meydana getirmesi, karışıma girmesi sözkonusu değildir. Onun içkin ve kendi içinde bir aksiyonu vardır. Akıl bu aksiyonu bize gösterir. Öyleyse ruhun ölümsüz olduğunu söyleyebiliriz. Ruhun ‘idea’ olduğunu söylemekle, ölümsüz olduğunu söylemiş oluruz. Ölümsüz olan bu varlıkta ‘pasif haller’ yoktur. O kendi dışındakilere bir şeyler verir. Fakat sadece kendisinden üstün olan şeylerden, bir şeyler alabilir. Böyle bir şey korkmaz. Çünkü; ‘korku’ pasif bir haldir. Bir öz hiç bir şeyle karışmaz. O, kendinde olmayanı niçin istesin? Kendi olmayanı istemek, varlığını kaybetmeyi istemektir. 

  Ruh bedene geçti diye bedenin pasif hallerinde de bulunmayacak demek değildir. Ruh, bir cevher olduğu için beden ayrı bir formdur. Pasif halleri, ruhtan çok bedene vermek gerekir.

 İstemenin, acı duymanın ruhla bir ilgisi yoktur. Böyle olan daha çok hayvandır.

 ‘Asıl insan’ akıllı ruhla birdir. Asıl insan dışındakiler, hayvandır. Asıl insan, bedenden ayrı ruhla birdir ve zihin erdemlerine sahiptir. Alışkanlıkla ilgili, zihni olmayan erdemler, bileşiğin erdemleridir. Bileşiğin duyduğu dostlukla, asıl insanın duyduğu dostluk farklıdır.

 Akıl her zaman kendini görür. Biz ancak ona dönersek onu görürüz. Anlık, akıl yürütmeye gerek görmez, parçalı da değildir. Yaşamı bir başkasına muhtaç da değildir. Fakat bizim yaşamımız parçalıdır ve yaşamak için başka şeylere de ihtiyaç duyarız. Anlıksa, başka şeylere hayat verir.

  Her şeyi doğuran Bir’dir/tanrıdır. Fakat kendisi doğurduklarının hiçbiri değildir. Ne delinir, ne dinlenir, ne bir yerdedir, ne bir zamandadır ne de bir nesnedir. Sadece O kendindedir. Bütün özellikler Ondadır. O ne düşünülerek ne de sözle bilinir. Çünkü; söz, anlattığı birliğin dışında çokluktur”. Biz Bir’i ancak Plotinus gibi seyredalmayla bilebiliriz. 

 

 Edemler, zihni erdemler ve medeni erdemlerdir. Asıl insan (akıllı ruha sahip insan); zihni erdemlere, asıl olmayansa; medeni erdemlere sahiptir.

  Medeni erdemler; yiğitlik,bilgelik, ölçülülük, adalet.. kaynağı yalnızca ruhta bulunan erdemlerdir.

  Ruh; kötülüklerden, kendinde erdemler bulunan tanrıya benzemek ve ona doğru kaçarak kurtulur.

  Medeni erdemlere sahip insan, kendinde olanın tanrılık varlığın hepsi olduğunu  sanır. Ruh kendini, tanrı diye satarak kandırır.

  Yetenek ruhtadır. Çünkü; tanrının buna ihtiyacı yoktur. Bilgelik ve tedbir iki türlüdür; bazen zekada bazen ruhtadır. Zekada bulunduğunda erdem olmuyor. Ancak ruhda bulunduğunda erdemdir. Kendiliğinden erdem dediği ise, erdem ideasıdır. Bilge dediği insan, asıl insandır. Medeni erdemlere sahip insan; olsa olsa ‘iyi insan’dır.

  Plotinos’a göre diyalektik, filozofun yürüdüğü yoldur. Hakikati bilmenin yolu; eğitim sistemidir. İdeaları bilmeyi sağlayan yolsa bilgelikle gelen bir yetidir. 

 

   PATRİSTİK DÖNEM:

 

    Hristiyanlığın dogma ve prensiplerini, filozofların hücumuna karşı savunma durumunda kalması sonucunda, hristiyanlık bazı filozofları yetiştirmişti. Düşünce tarihinde bu döneme ‘Patristik Felsefe’ denir. Bu felsefe, kilise babalarının felsefesidir. Bu dönem, 2. ve 6 .yy.lar arasında hristiyan doktrininin temellerini kurmaya çalışmış olan hristiyan filozoflarıdır.

                                                                 

  AUGUSTİNUS (354-430):

 

  ZAMAN GÖRÜŞÜ:

 

 “Zaman, salt bir varlık değil, insanın kafasının içindedir. Yeri ve göğü tanrı yaratmıştır. Zaman, sonsuz değildir. Sonsuz olsaydı, ebediyet olurdu.

  Öyleyse zaman nedir?

 Hiç kimse sormadığında biliyorum, sorduğunda ise

bilmiyorum. Yokolmak yoksa, geçmişi biliyorum. Yeni oluşacak bir şey yoksa geleceği de biliyorum, demektir.

 Zamanda şunu anlayabiliriz; oluşacak olmasından, geçmişe karışıp yok olması.

 Bir şeyin varolmasını yok olmasına bağlıyoruz. Varolan geçmişte yokolursa, zaman olmaz. Yok olmazsa da zaman değil, ebediyet olur. Çünkü; zaman, varolma eğiliminde değildir.

 ‘Uzundu’ sıfatını ancak şimdiki zamanda söyleyebiliriz. Çünkü; öbür taraflar yokluk. Ne, olacak şeyler ne de geçmiş şeyler var değildir. Zamanı 3’e bölmek yani geçmiş, şimdi, gelecek demek de doğru değildir. Olsa olsa; geçmiş şeylerin şimdisi (bunun ruhtaki yeri bellektir), şimdiki şeylerin şimdisi (görme, göz önünde olma), ve gelecek şeylerin şimdisi(bekleme).

  Bu 3’ü sadece ruhta vardır. Ruhun dışında görmemekteyiz”.

 

  YARADILIŞ’ adlı esrinden:

 

 “Sen yoktan bir şey yaratın. Başlangıcı sen yaptın. Yeri ve göğü sen yarattın. Ama yer ve gök senin kendinden yaratılmış bir şey değildir. Eşit olsa sana eş olurdu. Ama yaratanla yaratılmış eş olamaz. Ve yoktan yeri göğü yarattın. Çünkü; senin yüceliğin ve iyiliğin var.

  Yeri ve göğü iki türlü şey olarak yarattın; biri sana daha yakın olarak, diğeri hiçliğe daha yakın olarak yarattın.

 Fakat bir de göklerin göğü, senin içindi tanrım. İnsanoğluna verdiğin yer, bizim şu anda gördüğümüz ve duyumsadığımız gibi değildi. Çünkü; görünmezdi, fomsuzdu. Eskiden bir derinlik vardı, üzerinde hiçbir ışığın olmadığı bir karanlık vardı. Çünkü; suların şimdi görülen bu derinliği, kendi derinliklerinde bir ışığa sahipti. Suyun üstünde karanlık vardı. Suyun derinliklerinde doğası ışık vardı. Suyun içinde sürünen balıklar tarafından algılanabilen. Ama bu derinlik hiçti Çünkü; şimdiye kadar tamamen formsuzdu. Sen dünyayı hemen hemen hiçe yakın bir şeyden maddeden yarattın ki, insanlığın hayran kalacağı harikulade şeyler yapıyorsun. Çünkü; bu cisimsel gök olağanüstüdür ki, suyu ve suyu birbirinden ayırıyor.

  İkinci gün, ışığın yaratılmasından sonra dedin ki; olsun, o oldu. Suyu ve suyu ayıran gök oldu. Senin gök diye adlandırdığın gök ki, bu yer ve denizin göğüdür.

  Üçüncü gün, görünür bir şekil vererek gök görünür oldu. Bu günlerden önce yeni bir gök yarattın bizim göğümüzü.

   Senin başlangıçta yarattığın göklerin göğü, entelektüel(akıllı) bir yaratıktır. Her ne kadar senin ebediliğinle aynı olmayarak fakat senin ebediyetinden pay alır ve senin en mutlu seyredalmanda değişebilir olmaktan alıkoyar. Ve hiçbir düşme olmaksızın ilk yaratılandan bu yana sana yapışık olarak tüm zaman değişimlerinin ötesinde yer alır.

 Ve şimdi üçlü birlik bana bir bulanıklık içinde göründü. O görünen şey sendin tanrım. Çünkü; sen babasın ve üçlü birlikte, bizim bilgeliğimizin başlangıcısın ki, senin bilgeliğin senden doğmuş olan ebediyetinle aynı olan, senin oğlundur bu birlik. Ben şimdi babayı görüyorum ve anlıyorum ki, tüm bu şeyleri yapan odur. Ve başka bir güç altında oğlu görüyorum ki, tanrı onda tüm şeyleri yaratmıştır.

 Ve tanrının üçlü birlik olduğuna inanarak, senin ruhunun suyun üstünde hareket ettiğini görüyorum.

 Tanrım, baba, oğul ve kutsal ruhtur ki üçü bir birliktir. Senin ruhun suyun üzerinde geziniyor. Bana üçlü birlik göründü”.

 

SCHELLİNG

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

  SCHELLİNG (1775-1854)

 

 Schelling, zıtlıklar içinde yaşamıştır. Bir yanda mutlak olan aşk, diğer yanda paramparça bir hayat. Dimamizmini sağlayan da bu zıtlık. O da Fıchte gibi mutlak olanın peşinde.

 Fıchte, felsefesinin en üst ilkesi olarak ‘mutlak ben’i benimsiyor ve geri kalan her şey ‘ben’in tasarımıdır diyordu. Schelling, Fıchte’nin bu düşüncelerini kabul ediyor ancak o daha fazlasını istiyor.

 Schelling, ‘ben’de sonlu olmayan başka bir öz görür. Tıpkı Fıchte’de olduğu gibi, onda sonlu olmayan öz; tanrı idi. Schelling ise buna ‘içimizde ebedi olan’ der.

 Schelling, son dönemde mistisizme daha çok yönelir. Kierkegaard, Schelling’in bu düşüncelerini aynen alır.

 İnsan hayatının içinde, sonlu olmayan/ebedi olan bu öz; bir imkan halinde. Herkes bu ebedi yanını gerçekleştirebilir. Schelling, ‘ebedi olan’a, ‘mutlak temel’ de der.

 İnsan kendi bakışlarını, kendi içinin derinliğine çevirirse sonlu benindeki ebedi olanın farkına varır. Çünkü insanda bambaşka bir yeti vardır. Bu yetiye Schelling, ‘intellektüel görü’ anlamını verir.

 Bunun sayesinde kendi içine bakan insan, kendindeki mutlak temeli-ebedi yanı görür. Aslında insanın mutlak temelinde gördüğü; tanrısal olandan başka bir şey değil. Tanrıyla bu sayede ilişki kurulur. Yoksa kutsal kitaplarla filan değil. Tanrısal olan sadece insan beninin değil, tüm gerçekliğin temelidir.

 Schelling’e göre felsefe, kendini sonlu olanlardan kurtarıp, mutlak olana erişmelidir. Bu konuda Fıchte ve Hegel de aynı şekilde düşünür.

 Sonlu insan, her şeye tanrının bakış açısından bakmalıdır. Yani mutlak bir şekilde bakılmalı. Ancak bunu Schelling gerçekleştiremez, bunu Hegel yapar, kendini ‘dünya geist’ı haline getirerek.

 Spinoza’dan beri bir düşünce var; ‘ayrı olan her şey aslında bir bütündür’. Hepsi tanrıda birleşir. Plotinos’da her şey ‘bir olan’dan çıkıyordu.

 Schelling bundan faydalanarak, tanrısal olan ne sadece içimizde ne de sadece dışımızda; tek olan aslında bileşik olanın ifadesidir. Varolan her şeyde o tek olanın ilkesi var. Burda işin içine ‘doğa’ giriyor.

 Fıchte’ye göre doğa, benin tasarımıydı. Schelling bu konuda Fıchte’den ayrılıyor. O, doğayı tek bir organizma olarak görür. Bu organizma içinde her şey yaşamaktır. Doğa, yaşamakta olan, hareketliliği içinde olan bir oluştur. Bu oluş kendini zıtlıklar içinde gösterir. İnorganik olanda eksi-artı, organik olan da ise erkek-dişi gibi.

 Sonsuz ve sürekli oluş, kendi kendine hareket, kendi içinde zıtlıkları taşıyan doğanın anlamı ne?

 Burada temeli sorulan doğa, presokratiklerdeki gibi fiziksel yani kendi kendini ortaya, ışığa çıkaran doğa anlamında. Schelling, doğadan; ‘sürekli bir kendi kendine oluş’ olarak anlıyor.

 Bu doğanın bir amacı var; geista ulaşmak. En yüksek doğa ürünü ise; insan geistı. Ve bu açıdan geriye baktığımızda doğa oluşum halinde. Ancak insan geistı, doğayı aşar ve onda amaç olanı tamamlar.

 Schelling’in ortaya koyduğu gerçekliğin aşamaları:

1.Doğanın bilinçsiz evresi.

2.Doğanın kendi kendisinin farkında olmadığı evre.

3.Doğanın, insan geistı ile bilinçli hale geldiği evre.

Aslında doğa-geist ek bir süreç. Tek bir organizmanın uzuvları gibi. Bu organizma köklerini doğadan alır ve geista kadar ulaşır. Doğaya bilinci veren aslında insan geistı. Doğanın ne olduğu üzerine kafa yoran ve bu nedenle de doğayı aşan insan geistıdır.

 Doğa içindeki aklın en son amacının geist olduğunu kabul ediyor. Doğayı ‘mutlak geişt’ olarak görmesi Schelling’in en can alıcı yeridir. Hem doğanın hem de geistin yaratıcısı, mutlak olandır. Doğada tüm olan bitende tanrının etkisi var. Her doğal yaratık, herhangi bir şey değil, onun/tanrının içinde hüküm süren tanrısal coşkunun bir ifadesidir. Ona göre doğa, gizli tanrıdır. Doğada gördüğümüz her şeyin ardında tanrı var. Doğa, tanrının kendini sakladığı, tarih ise kendini ortaya koyduğu yerdir.

Schelling’e göre tüm tarih, mutlak olanın kendi kendisini ortaya koymasından  başka bir şey değildir.

 ‘Tarih, tanrının geist olarak yazılmış destanından başka bir şey değildir’, der. Tarih, insanı yaratır ama insanın kendi kendisini ortaya koyması, tanrının kendisini ortaya koymasından başka bir şey değildir.

 Schelling, doğadaki her türlü oluşun arkasında tanrıyı düşünüyor ve onun açıktan ortaya koyması insanla oluyor. Mutlak olan, kendini geist olarak insanlık tarihi içinde ortaya koyuyor.

 Nasıl oluyor da en mükemmel varlık/tanrı, kendini bu çirkef dünyada ortaya koyuyor?

 Schelling’e göre, insanın geistı ile doğanın zorunluluğunu barıştıran; sanattır. Sanat, tanrıdan zorunlu ve dolaysız olarak fışkıran, tek ve ebedi bir gerçekleşmedir. Doğanın ve geistın birbirinden ayrı olan çizgileri sanatta birleşir.

 Sanat eseri; insan özgürlüğünün en yüksek eseridir. Ancak burada bir insanının geistı, diğeri doğanın zorunluluğu. Sanat eseri, insan özgürlüğünün en yüksek eseri ancak maddi yanı doğanın zorunluluğu ile oluyor. Böylece insanın geistı ile doğanın zorunluluğu barışıyor.

 Diyelim ki doğada, tarihte, sanat eserinde tanrının varlığını hissediyorum ama tanrının kendisini nasıl bilebilirim?

 Schelling, tanrıyı ‘mutlak özdeşlik’ olarak kabul eder. Tanrı tam bir özdeşliktir. Bütün her şeyin bütünleştiği, mutlak bir özdeşliktir. Hegel, bu düşünceyle ‘kapkara bir geceden başka bir şey değil’ diyerek alay eder. Gerçekten de bu düşünüş, sonlu olanın ortadan kalkmasıdır. Şeyler arasındaki farklılıklar, mutlak özdeşlikle birleşir ama bu gerçekliğin ortadan kalkmasıdır.

 Schelling artık ortaya koyduğu sistemden şüphe etmeye başlar ve şöyle der:

 ‘Bu garip gerçeklik temelini tanrıda bulamaz, bu garip gerçeklik de mutlak olana

girmelidir’.

 Bundan sonra Schelling, tanrıyı sadece içinde olumlu niteliklere sahip pozitif bir varlık olarak görmez. İçinde negatif, çelişkili bir varlık olarak da düşünür.

 ‘Kabul edilmelidir ki; iki şey var, karanlık bir tanrı ve ve diğer taraftan bilinçli geist’.

 Tanrı kendi kendisinin bölünmesini sağlayarak dünyadaki oluşu sağlar. Schelling buna ‘tanrının acılı yolu’ der.

 Schelling, doğadaki şeyler arasındaki farklılığı, çelişkiler açıklamak için tanrının içine negatif bir temel koyarak onu ikiye böler.

 İnsan kendi özgürlüğü sayesinde tanrıya döner veya uzaklaşır. Tanrıdan çıkan etki, insan sayesinde öze döner. Tanrı tekliğe ulaştığında, doğa/dünya ile geist barışmış durumdadır. Tekliğe ulaşılmasıyla her şey sonsuzluğa ulaşır. Bilinçlenmenin tamamlanması, tanrının tamamlanmasıdır.

 Dünya tarihi, kendini bölmüş olan tanrının yeniden kendi birliğine/tekliğine ulaşmasından başka bir şey değildir.

 Tanrı, insan geistı sayesinde birliğine ulaşacaktır. Schelling’de tanrı önce bir bütündü ancak doğadaki ve tarihteki olumsuzlukları görünce, onu ikiye böler-pozitif ve negatif olarak- ve çelişkiler zaten onun içinde var, der.

 Schelling’in asıl problemi; tanrının kendisini nasıl düşünebileceğimiz. Kendisini insanla gösteren tanrı, kendini tamamladığında –insan yok olmayacak- tarih olumlu bir şekilde yeniden başlayacaktır. Dünya tarihi, tanrının kendi kendisine dönmesidir. Schelling, dünyadaki kötülüklerden dolayı tanrıyı ikiye böler ve negatif temeli onun içine yerleştirir. Ve tüm dünya tarihi, tanrının kendi içindeki çelişkileri insan geistı ile ortadan kaldırarak bütünleşme çabasıdır.

 Fıchte’ye göre iki felsefe akımı vardı; dogmatizm ve idealizm. Dogmatizm, kendi başın varolanları kabul etmek. İdealizm ise dingansichi reddedip sadece bilinci kabul eden bir felsefedir.

 Fıchte, seçim yaparak idealizmi-ben/geistı kabul ediyordu. Oysa Schelling her ikisini de benimsiyor. Der ki; ‘bilme etkinliği hem objeyle hem de süje ile iş görür. Bu nedenle ikisinden birini seçmek olmaz. Felsefenin göstereceği; nesnel olanın öznel olana, öznel olanın da nesnel olana nasıl gittiğini göstermek.

 Schelling’e göre doğa, nesnel dünyadır. Bu doğa, öyle zengin ve içerikli ki; onun özne gibi olmadığı kesindir. Doğa kendine özgü canlılık biçiminde. Schelling’in Fıchte’den ayrıldığı en önemli nokta burası.

 Schellig’in doğayı canlı bir organizma olarak görmesine karşılık, Fıchte; doğanın varlığını kabul etmiyor. Schelling’de doğa sürekli bir değişme, devinme ve sürekli yükselme biçiminde. Yükselme ise diyalektik bir biçimde oluyor. Schelling bu diyalektik görüşünü Fıchte’den alıyor fakat onun kadar ileri götürmüyor, sadece doğayı açıklamada kullanıyor.

 

 Tez, madde ise antitez; madde olmayan olacaktır ki, bu ışıktır, ısıdır bu da sentezde; organik olanla birleşecektir. Aslında sentez en başta olandır. Sentez, tez ve antitezi içermektedir. Burdaki tez ve antitez organik olanın/hayatın formundan başka bir şey değildir.

 Herşey doğanın görünümü olarak canlıdır. Hayatın, ruhun arkasında başka bir şey vardır ki; o da insan geistıdır. Hayatın en büyük gayesi insan geistının ortaya çıkmasıdır. Doğanın kökeninde hep bir geist olduğu için insan, geistın bir varlığıdır. Doğanın amacı, geistı ortaya çıkarmaktır.

 Schelling’in ilk izlediği yol, doğa felsefesidir. Burada Kant’ın bir düşüncesine karşı çıkar. Kant’a göre doğaya bakış, matematiksel ve fiziksel bir takım yasalarla sınırlandırılmıştır. Aslında bu aklın doğaya bakış açısıdır. Yani bu yasa, insan aklının bir ürünüdür. Schelling’e göre, doğaya bu türlü bir bakış, onun canlılığını göz ardı etmektir. Ona göre doğaya, Kant gibi şematik bakmamalıyız.

 Schelling aslında doğa bilimlerinin yöntemini değiştirmek niyetinde değil. Sadece incelediği doğanın, niceliksel ve mekanik yanının olmadığını göstermek ve ‘doğa bundan daha fazla birşeydir’, der.

 Doğanın diğer yanı -objesi olmayan- doğa felsefesinin konusudur. Bu felsefe, doğanın temelini, kökenini araştırır. Aslında bütün araştırmalar, görüşler doğanın kendisi değildir.

 Doğa kendi kendisini yaratan yaşamdır. Bu görüşlerinden dolayı Schelling, romantizmin filozofudur denir.

 Ona göre doğanın amacı, arkasındaki geistın ortaya çıkmasıdır. Doğanın temelinde geist olduğundan insan da bir geist varlığıdır. Doğa bunun açığa çıkmasıyla anlam kazanır. İki geist vardır; mutlak geist ve insan geistı. İnsan geistı olmadan mutlak geistın bir önemi yoktur.

 Schelling buraya kadar, nesneden öznenin nasıl çıktığını gösterdi. Doğadan geistın ortaya çıkması.

 Şimdi ise Schelling, özneden nesne nasıl ortaya çıkıyor ona bakıyor. Schelling bu felsefeye ise ‘trancendental felsefe’ der. Bu felsefede araştırılan geistın nesneleşmesi yani geist doğa olarak nasıl ortaya çıkıyor o araştırılıyor.

 Trancendental felsefe üç adımdan oluşuyor:

 1.Teorik felsefe, 2. Pratik felsefe ve en yüksek basamağı 3. Sanat.

Teorik ve pratik felsefe sanatla birleşir.

 Schelling, doğa felsefesini ve trancendental felsefeyi üçüncü bir felsefeyle, özdeşlik felsefesiyle açıklamaya çalışır.

 Doğa felsefesinde, doğanın arkasında hep geist vardı ve en sonunda doğa, en yüksek noktaya geistı ortaya çıkarmakla ulaştı.

 Trancendental felsefe de ise geistın arkasında hep doğa vardı ve geist en yüksek noktasına doğayı ortaya çıkarmakla ulaştı.

 Özünde doğa ve geist aynı şeydir. Doğa görülen şeyse, geistta görünmeyen dünyadır. İşte özdeşlik felsefesi; farklı olduğu sanılan özünde bir ve aynı olan iki şeyin felsefesidir. Aslında bunlar –doğa, geist- mutlak olandır ve tanrı mutlak özdeşliktir. Tanrı bu özdeşliğini bozmadan kendini doğa ve geist olarak böler. Aslında her şey tanrının ideleridir. Dünya dediğimiz yer aslında tanrının kendini ortaya koyduğu yerdir. Tanrı dünyanın ta kendisidir. (Bu bir panteizmdir)

 Schelling’in doğa ve t.felsefesi, dünyayı bir sanat eseri olarak ortaya koyar. Dünya tanrısal ise kendisini mükemmel olarak ortaya koymalıdır.

 Ancak daha sonra her şeyin çok güzel olmadığını görerek tanrıya negatif yanı da koyar. Tüm dünya tarihi; tanrının negatif ve pozitif yanının mücadelesinden başka bir şey değildir. Bu mücadelenin sonunda pozitif olan yan, negatif olan yanı altederek başlangıçtaki gibi sadece pozitif olan bütünlüğünü yeniden sağlayacaktır.

 İşte Schelling’te yepyeni bir thegonie ile karşılaşıyoruz; panteizm.

 Schelling’in amacı; iyinin kötüyü yenmesi, tanrıdan negatif olanın kopması, mutlak iyi olması. Aslında özdeşlik felsefesi bir sentez gibidir, bu felsefe olmadan doğa ve t.felsefe olmaz.

 

            FICHTE İLE SCHELLİNG’İN KARŞILAŞTIRMASI :

 

 Her ikisinin de çıkış noktası Kant’ın ‘dingansich’i. Kant bununla eyleyen benin bilme yetisini sınırlıyordu.

 Fıchte  de ise ‘ben’i yaratıcılığında hiçbir şey engelleyemez. Ben özgürdür, ben’in bilemeyeceği bir şeyi söylemek, ben’in özgürlüğüne sınır çizmektir. Yani Fıchte, benin dışında bir dış dünyayı reddeder. Sadece ben var ve benin dışındaki her şey onun bir tasarımından başka bir şey değil.

 Schelling deise doğanın, dingansichin varlığı sözkonusu. O her ikisini de kabul ediyor.

 Nesne-özne; doğa felsefesi             I  Her ikisi:

Özne-nesne; trancendental felsefe  I  Özdeşlik Felsefesi

 Schelling’de sürekli devinim halinde bir doğa var. Fıchte’de doğa yok. Doğa, benin bir tasarımı. İkisi arasındaki en büyük fark burada.

 Her ikisinde idealizmin özü:

 Fıchte’deki ‘ben’ onun idealizminin özü. Oysa Schelling’de canlı doğanın insan geistı ile bilinçlenmesi sözkonusu. Schelling, Fıchte’nin tabiriyle  dogmatik yanı ağır basmasa da hem idealist hem de dogmatiktir.

 Her ikisin de de amaç bütünü açıklayacak bir sistem kurmak.

 Yöntem sorununa gelince; Schelling, diyalektik yöntemi Fıchte’den almış fakat kullanmada Fıchte’den geridir.

 İdealizlerinin ulaştığı son açısından; Fıchte’nin idealizmi önce mutlak bene ulaşıyor ve geri dönüyordu. Çünkü ben mutlak olduğunda kendi kendini de yok ediyordu. İkinci evrede Fıchte, beni sınırlar. Sonlu olmayan ben değil, benin içindeki tanrıdır der.

 Schelling ise doğa ve geistı, mutlak açıdan gördüğü için, özdeşlik felsefesinde tanrıya ulaşıyordu; ona göre ‘tanrı her şeyi içeren tekliktir’. O halde nasıl oluyor da kötü şeyler de var? Bu durumda Schelling, Fıchte gibi tanrının içine negatif yanı koyar. Sonunda pozitif olan negatif olanı altede altede kendine dönecek. İşte bu da dünya tarihi.

 Hangi yönleriyle eleştirebiliriz:

 Bunlar Kant’ın sağlam yanı tecrübeyi terk ederek ayakları havada kalan spekülasyonlara girmişlerdir.

 Kant, neyi bilebilirim neyi bilemem onu belirlemeye çalışıyordu. Bunlar ise her şeyin bilinebileceğini göstermeye çalışıyorlar. Sonunda da spekülasyonlara giriyorlar.

 Acaba kendilerinden sonra gelenleri nasıl etkilediler:

 Fıchte’nin ‘tanrı yoksa ben de yok, içimizde sonlu yan varsa, sonsuz yan da vardır’ düşüncesi Kierkegaard’ı etkileyecektir. Özgürlüğü veren olarak tanrıyı tanıması gerçekten Kierkegaard’ı çok etkiler.

 Schelling’in ise ‘tüm dünya tarihi, tanrının pozitif ve negatif yanlarının mücadelesinden başka bir şey değildir’ düşüncesi M.Scheller’i etkiler.