Posts Tagged ‘dünya’

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

DENEMELER -3 (AHMET AĞI)

Çarşamba, Kasım 11th, 2009

– Uğrunda öldüğümüz ve öldürdüğümüz bizi bölen ne varsa (sınırlar, sınıflar, milliyet, mülkiyet, inanç farkları…), bunlar üzerinden yapılan her türlü siyaset, çoğu kez hepimizin de “dünyalı” ve “insan” olduğumuz gerçeğinin önüne geçmektedir.

 Hepimiz aynı familyanın üyesi olarak insanız ve hepimizin ülkesi, dünyadır. İnsana ve dünyaya verilen zarar, herkese verilen zarardır. Tüm insanlığı ve doğayı esas almayan hiçbir anlayışın geçerliliği yoktur.

– Demokratik kitle örgütleri ne kadar etkili kullanılırsa, sivil inisiyatif de o kadar güçlü olur.

– Aslolan yanlışları düzeltmektir. Yoksa yanlış yapanı yok etmek ya da baskı altına almak değil.

– Halklar barıştan, tiranlar / zorbalar savaştan beslenir.

– Cephede en arkada olanların, cenazede en önde olmaya hakkı yoktur.

– Bir memleketin büyüklüğü, topraklarının genişliğiyle değil, vatandaşlarının hak ve özgürlüklerden ne kadar yararlandığı ile ölçülür. Ulusal gelir, adil bir şekilde paylaşılmıyorsa, orada haksızlık ve hırsızlık var demektir. Adaletin olmadığı yerde huzur olmaz.

– Tek bir suç vardır o da hırsızlık. Diğer bütün suçlar hırsızlığın türleridir. İnsanların çoğu, sureti haktan görünenlerin söylemlerine inanma eğilimindedir. Büyük hırsızlar, başkalarının umutlarını, hayallerini, geleceğini çalanlardır. Milli ve manevi değerlerle kendilerini maskelemede daha başarılı oldukları için de daha büyük hırsızlardır.

– Hiçbir kişi ya da zümre; devletin, vatanın sahibi değildir. Orada yaşayan herkesindir. Kimse kimseyi kovamaz ve devletin verdiği yetkiyi kendi adına kullanamaz.

– Geçmişe üzülen, gelecekten korkan insanların gelişimleri durmuş demektir.

– Onayladıklarınızı yüceltmeyin, aksi halde onların eksik olduğunu, onaylamadıklarınızı küçültürseniz de onlardan korktuğunuzu kabul etmiş olursunuz.

– Varlık hakkında kesin bilgilere sahip olmayışımız, tüm kabul ve anlayışların birbirine karşı hoşgörülü yaklaşımını zorunlu kılmaktadır. İster bilimsel teorilere isterse mitlere / efsanelere dayalı anlayış ve kabuller olsun, her ikisinin de birbirinin söz-eylem alanına müdahale etmeden yaşamayı öğrenmeleri gerekmektedir. 

 Bir tercihin meşruiyetinin önceliği, diğerinin söz-eylem özgürlüğüne müdahale etmediği sürecedir. Buradan hareketle, siyasi bir rejimin demokratik ve laik olması aslında bir zorunluluktur. Devletin dini ya da ideolojisi olamaz. Sadece anayasal anlamda, herkese eşit mesafede duran ilkeleri olabilir.

– Kimse kendi görüş ya da inancını zorla dikte veya empoze edemez. Hak ve özgürlükler çevçevesinde kendi fikirlerini açıklayabilir, yayabilir.

– Bir yönetici de aranacak en önemli vasıf, herkese karşı adil davranmasıdır. Yoksa kim olduğu ya da nasıl düşündüğü değil.

– Taraftarının çokluğu, bir görüşün haklı olduğu veya daha imtiyazlı olabileceği anlamına gelmez. Hiçbir görüş ya da inanç diğerleri üstünde egemenlik kuramaz.

– Herkes, eşit hak ve özgürlüklere sahiptir.

– Üniformist bir yaklaşımla, insanları her konuda eşitlemeye çalışarak tek tip insan yaratma düşüncesi olsa olsa ilkel bir düşüncenin ürünü olabilir.

– Doğa, eşitlik üzerine değil farklılıklar üzerine kuruludur. Birbirinin benzeri çok şey vardır ama aynı olan hiçbir şey yoktur. Bu nedenle ‘doğa’, tam bir sanat eseridir.

 Eşitlik, bir matematik terimidir; 2=2 gibi. Sosyal konularda eşitlik ise hak ve özgürlüklerden yararlanmadadır.

– Kollektif fikir ve inançlara dayalı yapılanmaların arkasında, birilerinin birilerini yönetme ve menfaat sağlama isteği vardır. İnsanların inanma, güvenme ve daha güçlü bir yapının üyesi olma ihtiyacını değerlendiren bu kişiler, bireyleri sürüleştirip cemaatleştirerek çok daha kolay kontrol edebilmektedirler.

– Her türlü inanç ve fikrin kaynağı birey olduğu halde hor görülmesi, birilerinin kendilerini, diğerlerinden daha imtiyazlı görmesi sonucudur.

 Ne türlü olursa olsun, hep aynı kesimlerin birileri için fedakarlıkta bulunmasını istemesi, faşizmden başka bir şey değildir.

 – Bireyi yadsıyan her fikir doğasına aykırıdır. Birey olmadan fikir olmaz. Aşılamaz hiçbir düşünce yoktur. Fikirler her zaman değişerek gelişim sağlarlar. Sabit fikirli olmak, kişinin kendisini başkalarının kölesi haline getirmesidir. Tüm kollektif düşünceler, üyelerinin bağlılığını artırmak için kendisini diğer inanç ve fikirlerden üstün görür.

 

    – Çoban sayısı arttıkça, sürü sayısı da artar ancak koyun sayısı azalır.

    – Meşruiyyet içerisinde tüm farklılıklar, dünyamızın zenginliğidir ve gerçeğin farklı birer kavranış şeklidir.

 

    – Siz onları hurafelerden, onlar da sizi cehennemden kurtarmaya çalışırken dünyayı yaşanmaz hale getiren, böylesi bir iyi niyet oldu.

 

    – Nasıl iman etmişsen, her şeyi de ona uygun görürsün.

      – Bilinç, baskıdan doğar.

– Bilgili insan; akılcı ve gerçekçi olur, cahil insan ise duygusal davranır.

 

   – Savaş, profösyonellerin işidir. Amatörleri en öne koymak, onları ölüme göndermektir.

 

   – Çoğu kez bir inancın bağlıları, başka bir inancın kışkırtıcıları olmaktadır.

 

   – Sorun, herkesin kendi tercihini diğerlerinden üstün görmesinde değil, kendi tercihini diğerlerine egemen kılmak istemesindedir. Diğerlerini zorla da olsa istediği yönde değişime tabi tutmasıdır. Bunun içindir ki, devletin ne dini ne de ideolojisi olamaz. Tüm inanç ve fikirlere eşit mesafede duran, anayasal kuralları olabilir.

       – Evrenselliğin yolu, yerellikten geçer.

 – Gelişmiş ülkelerle diğerleri arasında, farktan öte uçurumlar varken, küresel politikalarda ilk adımın bu ülkelerden beklenmesi, çok büyük haksızlık olur. Dünyamızın bu hale gelmesinde, en çok kimlerin payı varsa öncelik onlara düşer. Hem sicili bozuk hem de veto yetkisi bulunan gelişmiş ülkelerin, silahsızlanmadan çevre kriterlerine kadar öncelikle kendilerinin adım atması gerekir.

  – İnsanlar, yaşadıkları ülkede  layık olduğu değeri görmüyorsa; vatanmış, üniter yapıymış, devletmiş…o insanlar için bir anlam ifade etmez.

 

 – Kan, gözyaşı ve katliamlar üzerine inşa edilen bir yapı er ya da geç tasfiye olur.

 

 – Dış güçler ve yerli işbirlikçileri, her seferinde halkı daha beteriyle korkutup, kendi zulüm ve sömürülerine devam ediyorlar.

 Hep aynı numara! “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek”.

 

 – Her türlü inkar ve imha politikası, günü geldiğinde tarihle hesaplaşmaktan kaçamayacaktır.

 

 – Nerede insanca muamele görüyorsan, vatanın orasıdır.

 – Her zaman üst gelir grupları sermayelerinden, alt gelir grupları ise onurlarından fedakarklıkta bulunuyorsa orada eşitlik, kardeşlik ve adaletten bahsedilemez.

 – Haksız bir saldırı yoksa, hiçbir savaş senin savaşın değildir.

 

 – Bütün davranışların anlamını ideolojide aramak, ideolojiyi din haline getirmektir. Her konuya eleştirel yaklaşmalı, ayrıca neleri kabul ettiğinden çok ne yaptığın daha önemlidir.

 

 – İnsanlığa hizmet için varım diyenlerin pek çoğu, kendi egolarını tatmin etmek ve egemen olmak için uğraşırlar. Bu uğurda her şeyi göze almaları bunun bir göstergesidir.

 

– Büyüklerin zulmü, küçüklerin elleriyle gelir. Hainler olmasa zalimler de olmazdı.

 

– Eşitlik adına tüm insanları, tek tip insan haline dönüştürmek, sonra da aldığı nefesi dahi kontrol eden totaliter bir devlete tabi kılmak, insanın emeğine yabancılaşmasından daha beter bir kendine yabancılaşmadır.

 – Her şeyi eşitlemeye çalışmak, yeni eşitsizlikler yaratmaktır. Emeğe hakettiği değeri vermemek, adaleti yokeder.

 

– Hayatta en başarılı insanlar, başkalarının doğrularını almaktan imtina etmeyen ve kendi doğrularının yanlışlanması halinde de görüşlerini değiştirmekte hiç tereddüt etmeyenlerdir.

 

– Sorun dogmalarda değil, onların sorgulanmayışındadır. Dogmatizm kaçınılmaz bile olsa sorgulamak en akıllıca tutumdur.

 

– Kesin olarak bilmediğimiz bir şey hakkında, kesin ve sorgulanamaz bir biçimde, “bu böyledir” diye inanmak, dogmatiklerin işidir.

– Bilmediklerimiz hakkında varsayımlar ileri sürülebilir ama bu varsayımlardan birine ‘iman etme’ zorunluluğu yoktur.

 

– Bir insan kendi söylediklerine “bunlar tanrı sözüdür” diyebilir. Fakat şaşırtıcı olan, pek çok insanın iman etme mecburiyeti olmadığı halde biat etmesidir.

 

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme artar.

– Başarıyı küçümseyenler, kendi komplekslerine yenilmiş olanlardır.

– Bir inanç ya da bir fikre yaslanarak siyaset yapan veya tutum ve davranışlarını belirleyenler, hiçbir zaman birey olamazlar. Kendileriyle başbaşa kalmaya dahi tahammül edemezler.

 Her türlü inanç ve fikri sorgulayan insan, tek başına gerçeği arayan insandır. O her şeyi bilmek, anlamak ve açıklamak adına, bir yere ait olmayı reddedendir.

– Dünya ekonomilerinin büyümesi, daha çok enerji tüketimi ve daha çok küresel ısınma demektir. Kaynakların sorumsuzca tüketilmesi, belki servet artışı sağlayacak ama böyle giderse bunu harcayacak bir dünya bulamayacağız.

– İnsanlar, kendi hayatlarının sorumluluğunu almamak adına, başka biri ya da birilerine biat ederler. Böylece, bir yanlış ya da suçlu varsa bu kendileri olmayacaktır.

 Kendi iradesini devretmesinin ödülü; efendisinin gücü ve himayesidir. Efendi ne kadar güçlüyse, onun sesi de o kadar güçlü olur. (Efendi; kişi, grup, cemaat, parti vs.) Belli ölçüde mutludur da, kendisi karar vermediği için içsel bir çelişki de yaşamaz.

 Doğru bildiklerini ne zaman ki sorgulamaya başlar; işte o andan sonra, teslimiyet azalırken çelişkiler artar.

– Sosyalizm, kapitalizmde olduğu gibi “artı değer” kaynaklı zenginlik üretemediği için sistem giderek fakirleşmeye başlar. Öyle ki, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçları dahi karşılayamaz hale gelir.

 İnsanın yeryüzündeki serüveninin amacı, sadece fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak değildir. Bundan daha önemlisi, dünyaya mahkum olan yazgısını değiştirmektir.

İBRAHİM KİRAS, “POET İS PRIEST”

Çarşamba, Eylül 30th, 2009

  

SEZAİ KARAKOÇ:

MONNA ROSA

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan…
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi..
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.

Açma pencereni, perdeleri çek
Monna Rosa, seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Monna Rosa, ben öteliyim…
Açma pencereni, perdeleri çek.

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.
Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları…

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar… Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler…
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.

Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!

Monna Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

///

Sezai Karakoç’un bu şiiri, üniversitedeyken aşık olduğu okul arkadaşı, Muazzez Akkaya’ya yazdığı söylenir. İlanı aşk da yapar ancak reddedilir ve çok üzülür.

Okullar tatil olur ve Muazzez Hanım Geyve´de yazlıklarında kalmaya başlar. Sezai Karakoç’ta tam karşısındaki yazlığın bahçesinde, bahçıvan olarak çalışmaya başlar. Her gün, karşılıksız sevgi duyduğu sevgilisini seyreder. Ona şiirler yazar. “Monna Rosa” şiiri, Muazzez Akkaya’nın isminin baş harflerinden ortaya çıkar yani akrostiştir.

Okul biter ve mezuniyet töreni olur ve o törende Sezai Karakoç, ”Monna Rosa” şiirini okur. Muazzez Akkaya ise tam karşısındadır. Şiiri bittikten sonra bir alkış tufanı kopar. Herkes bir daha okuması için ısrar eder ve tam 3 kez, bu şiiri ard arda okur. Sahneden tam ineceği sırada, Muazzez Hanım koşarak yanına gelir ve ona hala teklifinin geçerli olup olmadığını sorar. Sezai Karakoç, “senin aşkın artık benimkine yetişemez” der ve hayır cevabını verir. Muazzez Hanım bayılır. Sezai Karakoç da hiç evlenmez.

*******

*******

  POET İS PRİEST ( ŞAİR BİR RAHİPTİR)

 

  İnsan annesini sever ve tanrıya inanır

  bir orta noktası yoktur dünyanın

  garip şekiller çizilebilir

  değişim bir yerde mutlaka gereklidir

  su beyaz ama yalnız beyaz değil

  yanında ötekiler var

  yeryüzü dar dünya küçük mü neymiş

  herkes sefer tasını alsın

  bozuk paralar hazır olsun diyorlar

  sen mi konuşuyorsun kim konuşuyor

  benim bildiklerimi de sen bilmiyorsun

  ben boşlukları dolduruyorum

  …………….

  bazı boşluklar dolmuyor

  üstünü çizdiğim yerler doğruymuş

  mesela Türkiye’yi kimse sevmiyor

  çünkü Ginsberg yalancının tekidir

  (ama o kadar yalanı boşa mı söyledi?)

  sevgilini dağa kaldırmış haydut bile gelsin

  ona da güleryüz göstereceksin

  felsefesinden hareket ediliyor

  ölü kırlangıçlar bulunuyor yolda

  insan gülerken gömecek sevdiğini çukura

  nasılsa her şey bir gök altında

  bir gökyüzünde güleryüz gösterir

  ışık kırılır…toprak ağırdır…su beyaz

  başkası nereye kadar gitmişti

  oraya kadar gösterdin bana

  herkesin kendi elinde tuttuğu kağıtları

  yanındakine göstermeden okuması

  zor biliyorsun ama ben bilmiyordum

  nasıl duruyor yerli yerinde

  diye bir soru sormuştuk bir kubbenin altında

  belki kendime doğru bir konuşsam

  bir yerde sakallarıyla Fidel

  bir yerde sakallarıyla imam

  ve Kaddafi rengi gözlerin senin

  nereye doğru bakacaklar?

  diye de sorulabilirdi

  şimdi yalnız soruları kaldırsam

  kendimi görebilirim yalnız

  çığlıklar atarak geçen gençliğimi

  bile bir yere kaldırıyor sorular

  orada o var sen varsın

  burada kendini ayıklayan ben

  yine de kaçmıyorum

  sığınacak bir yer de aramıyorum

  bir hain var aramızda ona yer açıyorum

  ne de olsa sonsuza kadar ihanete açığız

  artık soru da sormuyorum

  artık iyice anladım

  insan yalnız annesini sever

  ve tanrıya inanır yalnız

                                        

    İBRAHİM KİRAS

KARL JASPERS – 2

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

4-TANRI DÜŞÜNCESİ :

 

Dünya tecrübelerinin sınırı(dünya yönelimi) = İmmanent   | 

Varoluş, özgürlük, tanrı = Trancendent               

 

     

 

  KUŞATICI VARLIK:           

 

          Tanrı                            

               |                                   

        Özgürlük                        

       |                |                   

  Dünya       İnsan (varoluş)

 

DÜŞÜNME:

A)Bilimsel düşünme; araştırıcı düşünme.

    Dünyanın mantıksal bir akılcılıkla çözülmeye çalışılması.

B)Aydınlatıcı, varoluşsal düşünce.

Sınır, Jaspers’te çok önemli. Bilimin sınırları; 1-geçici, 2-ilkesel sınırlılık.

Geçici sınırlılık; bilim adamının çözülemeyen bir problemi çözmesi.

İlkesel sınırlılık; bilimin, dünya bütününün ne olduğunu açıklayamaması.

 

‘Ben kimim, neyim…’ diye kendi varoluşu hakkında soru soran kimse, günün birinde tanrı hakkında da soracaktır. Sormuyorsa, felsefe yapmıyor demektir.

‘Gerçek felsefe ancak kendi kendini aydınlatan felsefedir’. Özgürlüğü sayesinde bilginin ve düşünmenin sınırına varan kimse sonunda tanrı düşüncesine ulaşacaktır.

‘Felsefe vermez ancak uyarabilir’.

‘Dünya kendinden yola çıkılarak kavranamaz’.

‘Varoluş felsefesi, özünde bir metafiziktir’.

‘Tanrı, bilginin konusu değildir. Tanrı, zorunlu olarak açıklanabilen bir varlık durumuna getirilemez. Çünkü tanrı, hiçbir duygusal algının nesnesi değildir. O görünmezdir, Ona ancak inanılır. Oysa şimdiye kadar herkes tanrıyı dünya içinde düşünerek bilgi nesnesi yapmaya çalışmışlardır’.

‘Varoluş, bilgi nesnesi yapılamaz ancak aydınlatılabilir’.

‘Dünyayı bilerek tanrıya inanmıyorum. Çünkü tanrı, bir duyu algısı değildir. O zaman özgürlükle buna inanıyorum’.

‘İnsanın özgür oluşuna biz existens diyoruz. Varoluşun olduğu her yerde tanrı da var’.

‘Varoluşunu aydınlatmış olan insan, ancak tanrıyla ilişki kurabilir. Bunu yapanda çok az insandır. Çünkü bu, zor bir iştir. İnsanın bunu gerçekleştirmesi mucize gibi bir şeydir’.

‘Dünya, insanın varoluşunu harekete geçirmek için bir göstergedir’.

‘İnsanı insan yapan; özgürlüktür’.

‘Özgürlük bilinci; dünya içindeki içkinlikte kaybolmamanın bilincidir. Bu bilinci aydınlatmak felsefenin görevidir. En keskin şekilde tanrının farkına varmak, özgürlük bilincine varmakla olur. Varoluşunu aydınlatmasıyla özgürlük bilincine varan insan, tanrını farkına varır. Aksi halde varoluşunu aydınlatmazsa, immanent olanın (dünyanın) içinde nesneden nesneye gidip-gelir. Bu nedenle özgürlük, en önemli bir şifre olmakta, bu şifreleri okuyanlar tek tek varoluşlarını aydınlatanlardır. Varlık kaygısı duyan herkes, şifreyi okuyabilir.

Şifre; kişinin tek tek olaylar karşısında tanrının farkına varması.

Bu çağrıda bulunan felsefenin ortaya koyduğu; felsefi bir inançtır. Jaspers, kutsal kitapları dünya bilgisi olduğu için kabul etmiyor.

 

5-KOŞULSUZ İSTEME:

 

İnsan kendi içinde başka bir temelin/tanrının olduğunu gördüğünde isteme, koşulsuz istemeye dönüşüyor.

İnsan, kendi varlığının bilincine vardığında özgür oluyor ve bu sayede de tanrının farkına varıyıor.

Otoriteden dolayı öyle yapmak, yarar-çıkardan dolayı öyle yapmak, koşullu istemedir.

‘Başarısızlık’, Jaspers’de en önemli şifre. Başarısızlık, sınır durumlarındadır. Bir şey arıyor, bulamıyorum ama neyi bulamadığımın farkına varıyor olabilirim.

Jaspers’e göre hayat; en önemli şey değildir. Hayattan daha önemli olan; insanın hakikat olarak inandığı şey üzere ölmektir. Eğer kişi, inancı için ölümü bile göze alıyorsa, onun için o inanç hayattan bile daha önemlidir. Bu inanç kişinin her karar vermesinde sözkonusudur. İşte koşulsuz isteme; sadece inançtan dolayı olan istemedir.

Örneğin; bir kişinin bir şeyi rahatlıkla çalabileceği halde etik sorumluluktan yani kimsenin hakkını yememek için bunu yapmaması.

Koşulsuz isteme, bilgi içeriği olarak yok, sadece inanç olarak var ve inanan için sözkonusu.

İnsan hep bir durum içindedir. Sınır durumları ise değiştirilemeyen durumlardır. Acı, ölüm, suç gibi. Örneğin birinin, bir yakını kaybetmesi halinde o kimsenin aniden sonluluğunun farkına varması gibi.

Sınıra gelmek demek; sınırın ötesi hakkında soru sormak demektir. Sınırın arka tarafında olanla yetinmemek demektir. Sınır durumları, insanın bir takım şeylerin farkına varması demektir. Sınır durumunda olmak demek; tarihselliktir.

Koşulsuzluk; sınır durumlarında karar vermede.

Tarihsellik, zaman içinde zamana karşı. Koşulsuz karar, zaman içinde belli anlarda sözkonusu. İnsanın bir an içinde, kendindeki koşulsuzluk nedeniyle kendisi için karar vermesi.

Bir an var ki; o an zamanın akışıyla koşullandırılmıyor, işte tarihsellik bu an.

 

6-İNSAN NEDİR?

 

      Scheler; dünya/insan/Ens a se   #  Jaspers; dünya yönelimi/varoluş aydınlanması/özgürlük/tanrı

 

Bu iki düşünür aynı şeyi söylüyorlarmış gibi geliyor ama öyle değil.

Scheler, bir tür olarak insanın yerini belirlemeye çalışırken, Jaspers; ‘biz insanın ne olduğunu bilemeyiz’ diyor. Ona göre insan, özü bilimsel araştırmalarla tüketilemeyen bir varlık. İşte bu sınır da bilimlerin , insanın ne olduğunu bilemeyeceklerinin  sınırıdır. İnsan sadece, dünya yönelimi içinde söylenilenler değildir. İnsan, bunlardan daha fazladır. O tüketilemez, insan hakkında söylenilen hiç bir şey mutlak değildir.

Şimdiye kadar ‘insan’ sorusuna verilen cevaplar, bilimlerin araştırmaları hep dünya yönelimi içinde kalmıştır.

Jaspers insanı, tek olarak, bir existens olarak ele alıyor. Ona göre tanrının yönetiminde olmak; varoluşunu aydınlatmış ve bu nedenle de özgür olan insanın, kendi içinde tanrının farkına varmasıdır.

Karar; kişinin tüm varoluşunu etkileyen bir durum.

Tanrının tek olanı yönlendirmesi, tek olanın kararlarında ortaya çıkar. Kişinin, tüm kararlarını etkileyen bir karar vermesi halinde bu karar, bir şifre haline gelir ve bu karar kişinin tüm kararlarını etkiler. Papazınki böyle bir tecrübe değil. Ona göre, kişinin dini vecibelerini yerine getirmesi gerekmiyor çünkü inanç, felsefidir. Bilimlerin, sınır durumlarının bilincine varılması ile varoluşumuzu aydınlatabiliriz.

 

7-DÜNYA:

 

Dünyanın kendisi, bilgi konusu olamaz. Çünkü; dünyanın kendisi kapalı bir birlik değildir. Ortaya koyulan bilgiler dünyanın kendisi değil, dünya içindeki bir nesnenin başka bir nesneyle açıklanmasıdır.

‘İnsanın ebedi olan yanı, tarihsel olan yanında yatar’.

‘İnsan, tanrının farkına varmasıyla; zaman içinde zamansız bir varlık’.

‘Dünyanın bir yönünü, bir parçasını, dünyanın bütünü olarak görmek, o bilgiyi mutlaklaştırmaktır. Bir dünya tasarımı yoktur. Sadece bilimleri, bilgilerini sistemleştirmesi sözkonusu’.

Jaspers’te, Sokrates gibi bilinçli bir bilmeme sözkonusu.

‘Varlık bize kendini, kendinde göstermiyor, görünüş olarak gösteriyor. (Kant’ın dediği gibi) Varlık bir yanılmadan ibarettir. Herkes onu bir yönüyle yorumluyor kimi onu geist olarak kimi de madde olarak…Dünya bilme yetisinin bir nesnesi olamaz çünkü, bir idedir’.

‘Kalıcı olan; varoluş ve tanrı’.

‘Dünya; varoluş ile tanrı arasında yitici bir karaktere sahiptir. Bu dünyanın ortadan kalkması demek değildir’.

‘Dünya sadece varlığın immanent bir biçimidir. Biz sadece dünya içindeki nesneleri bilebiliriz’.

Jaspers, bilimlerin bulgularına karşı değil ancak yapılanların, bulguların mutlak olmadığının bilinmesini istiyor.

‘Dünyanın karşısında existens vardır’.

Jaspers, tanrı var mıdır, yok mudur diye sormuyor. İnsan-dünya-tanrı üçlüsünde, bu batı geleneğinin etkisinde son figürlerdendir. Ona göre insan aynı zamanda aşkın bir varlıktır. Kendi kendine yetmeyen, kendinden daha büyük birini arayan bir varlık. Tanrı, varoluşunu aydınlatan insanın, özgürlüğünün temelinde farkına vardığıdır. İnsanın dünya içindeki nesnelerden kalkarak tanrıyı bilmesi sözkonusu değil. Ona ancak inanılır. İnsan sadece görünüşü bilebilir. Kendinde şeyi bilemez, diyerek burada Kantçılığını ortaya koyar.

 

8-İNANÇ VE AYDINLANMA :

 

‘Bu dünyanın ötesinde bir şey olmadığına dair bilime duyulan güven safça bir inançtır’.

‘Akıl, bilimsel dünya yöneliminin sınırına ulaşan, doğru aydınlanmaya ulaştıran yetidir. İnsan kendisine söylenileni, kendi kritiğinden geçirmiyorsa ya yanlış aydınlanmaya ya da aydınlanmaya hiç ulaşamaz’.

 

Jaspers’in  Söylediklerine Genel Bir Bakış :

 

Onun çıkış noktası; bir varlık aranmasıdır. Bu varlık, yaşamakta olan insanın kendi kendisine sorduğu sorular. Her insan günün birinde ‘ben neyim?, ne için yaşıyorum?, yaşamımın anlamı nedir?’ gibi sorular sorar.

Bu sorular; bir belirsizlik, ürkme/korkma ve emniyetini yitirdiği anda sorduğu sorulardır. İnsan bu soruları hep bir durum içinde sorar. İnsan bu sorularla, içinde bulunduğu durumu aydınlatmaya çalışır.

Durum; varlığım için tehlike ve fayda sağlayan, somut gerçeklik.

İnsanın içinde bulunduğu durum çeşitli bilimler tarafından irdeleniyor. Bu insanın soruları sorduktan sonra yaptığı ilk şeydir.

O halde dünya yönelimi denilen şey; objektif gerçeklik ve subjektif  varolmayı bilimlerin araştırma konusu yapmaktır. Dünya yönelimi, araştırma, inceleme yapar. Sonunda elde ettiklerini bilimsel bilgi olarak ortaya koyar. Güya bu bilgiler; mutlak, kesin ve genel-geçerdir. Bu bilgiler gerçeğin bilgileridir, bu yüzden Jaspers bunlara, ‘gerçeğin bilimleri’ der.

Bilimsel dünya yönelimi içinde insan ancak bir yere kadar gidebilir. Çünkü bu yönelimin sınırları vardır:

1-Geçici sınırlılık; bunlar aşılması mümkün olan sınırlar.

2-İlkesel sınırlılık; bunlar da aşılması mümkün olmayan sınırlardır.

Bilimle ilgili olarak:

a)Bilimin her şeyi açıklayacağına olan inanç.

b)Bilim hep genel-geçer, zorunlu bilgiler ortaya koyuyor ama buna rağmen bilimsel bilgiler mutlak değil.

c)Bilimler, dünyada bilinebilir olanlara yönelmekte, onlar arasında birliği göstermeye çalışırlar. Fakat dünyanın birliği bir ideden başka bir şey değildir.

Sınır bilimleri; sosyoloji ve psikoloji.

Bilimsel dünya yönelimini sınırlarına ulaşıldığında bir yetersizlik durumu belirir. İnsan, kendi varoluşunu bilimlerin bilgi konusu haline getiremediğini anlayınca, başka bir temele yönelir; o da felsefedir.

Tek insanın sınırda farkına vardığı varoluştur. Peki nedir bu Varoluş?

Varoluş nesne haline gelmiş bir özellik değil. Varoluş, nesnelerin bilinmesinin koşulu da değil. Varoluş; benlik ve kişilik de değil.

Varoluş; bilgi ile tüketilemeyen insanın imkanı.

Varoluş; tüm nesnelliği içeren, tüm dünya olmaya karşı duran, olabilen ve olması gereken varlık. Olabilen varlık; imkan olduğu için ya kendini gerçekleştirecek ya da imkan olarak kalacak.

Olması gereken; insanın varoluşunu gerçekleştirmesi gerekiyor.

Kitle içinde kaybolma tehlikesinden kurtulmak isteniyorsa mutlaka bu imkanı kavramalı.

Varolma, varoluş bunlar ayrı şeyler değil, tek insanda sözkonusu.

Varolma, bilimler tarafından nesne haline getirilen yan. Varoluş ise tam tersi. Varoluş ancak özgürlük olarak vardır.

Bilimin sınırlarını aydınlatan, bilimin kendisi değil, felsefedir. İşte felsefi dünya yönelimi burada başlar. Bu sınırda kendini gösteren varoluştur. Yapılacak olan bu varoluşun aydınlatılmasıdır.

Varoluş aydınlanması nedir?

İnsanın tüm nesnel dünya olmaya karşı kendi içinde bir imkan. Felsefe yapmak demek, varoluş aydınlanması demektir. Bütün felsefe bu varoluş etrafında dönüyor. Varoluşun nesnel dünyada yeri yok. O halde aydınlatıcı düşünmenin, nesnel dünyayı aşması gerekir.

Bu nasıl olacak? Nesnel düşünmenin (nesneler yönelen bilincin düşünmesi) bütün nesnel kavramları kullanılacak ama o kavramlarla farklı şeyler belirtilecek. Bu kavramlar, varoluşu açıklamaya çalışacak. Bu kavramların amacı, çağrıda bulunmaktır.

Her zaman sigma (işaret,  gösterge), tek olana çağrıda bulunacak. Aydınlatıcı düşünme, dolaylı bildirimle çağrıda bulunacak.

Varoluş aydınlanması bir çağrıdır, en geniş anlamda felsefe yapmaktır. Okuyucunun da kendi imkanını beraberinde getirmesi gerek ki, çağrı amacına ulaşsın. Bu çağrı, kendini kapatmış bir kişiye ulaşamaz.

Sınır tecrübesi, mümkün varoluşa bir çağrı. Bu insanı sınır durumlarına götürür. Sınır durumlarının değişmesi sözkonusu değil, değişen durumlardır. İnsan aslında bu sınır durumları içinde yaşıyor ama farkında değil. Sınır durumlarının farkına varmak, varoluşun yaşanması ile olur. Bu sınır durumlarının bilgi ile aşılması mümkün değil.

Sınır durumlarının tecrübesini edinmek ve varolma aynı şeydir.

Tarihsellik,  bir anda insanı uyandıran bir şey. Belli bir an var ki, o oluşa karşı.

İletişimden,  iletişime gidebilmek için insanın yalnızlık duygusunu geliştirmesi gerekir. Nesnelliğin sınırında öyle bir iletişim var ki, bu iletişim ‘varoluşsal iletişim’. Bu iletişim kendisini bulmak isteyen iki kişinin iletişimidir.

‘Ben yalnızca kendim için değil, senin içinde varım’. İki varlığın varoluşlarını  birbirine açması bu iletişimle mümkün. Sevgiyle mücadele ya ikisi birden ya da hiçbiri. Bu mücadele dayanışmadan başka bir şey değil. Bu iletişimin ne taklit edilmesi istenir ne de mümkündür.

Varoluş aydınlanmasının asıl signumu; özgürlük. Bilgiyi, keyfiyeti-bu keyfiyete yasa ile insanın kendi kendine sınır koyup, sınırlandırması- ve ideyi gerektirir.

Bütün bu ögeler bilindikten ve tanındıktan sonra özgürlüğün yolu açılır.

Özgürlük, seçme olarak ‘ben’in seçmesi. ‘Ben öyle istiyorum’. Burada ‘ben’ varoluş. İnsan, kendi kendisiyle ilişkiye giriyor. Tüm nesnellik içinde insanın; varolmak istemesi, kendisi olmak ve kendisi hakkında karar vermek istemesi.

Varolmak demek, karar vermek demek. Kendisiyle ilişkiye girmiş insanın verdiği karar. İşte bu karar, onun özgürlüğü. Benin kendi kendini seçmesi, yaratması ve kendisi için karar vermesi.

‘Ben seçtiğim kararımı, verebildiğim için varım’. İşte bunu yapmak felsefe yapmaktır. Felsefe yapmak, karar vermeye götüren yol.

Özgürlük içinde en keskin şekilde varolan; tanrı. Özgürlük en önemli şifre. Dinin dogmalarıyla değil, şifrelerle farkına varılan bir tanrı.

Bu felsefenin amacı; varoluşu nesneleştirmek değil, onu aydınlatmak.

Bütün kuşatıcı varlığın temeli; varoluş. Varolma ile transendenz arasında ilişki kuran, farkında olan.

Akıl, varlık bilincinin oluşmasında en önemli yeti. Varlık biçimleri arasında ilişkiyi sağlayan da yine akıl.

Akıl, varlığın immanent ve trancendent yanının bilincine varan. İmmanentten-trancendente geçişi sağlayan. Akıl, bütün bunları sorgulayan, soru sorduran.

Bundan böyle varoluş ve akıl ekseninde olan bir felsefe.

Akıl, bütün bu mutlaklaştırmanın sakatlığını gösterir, iletişim kurar. Birbirinin içine girmiş olan varlık kürelerini uyandırıp, aydınlatandır akıl. Bu aklın aradığı en temelde, hakikattir.

Jaspers, ‘Hakikat nedir?’ sorusuna yanıt aramak için kuşatıcı varlık görüşünü ortaya koyuyor.

Hakiki olmanın biçimleri kapsayıcı/kuşatıcı olandan çıkıyor. Hakikat, kuşatıcı varlığın tamamı. Bunu bize gösteren akıl.

Dünyanın ve trancendentin hakikati ise; sır.

Dünya tek tek nesnelerle ortaya çıkıyor. Bunun hakikati sorulabilir ama trancendentin tamamı gizli.

Varoluşun hakikati ise özgürlükte.

Varoluşun gerçekleşmesinde,  gerçeklik ve hakikat üst üste gelir. Hakikat, iletişimle başlar. İletişim olduğu zaman varoluşun gerçekleşmesi sözkonusu.

Aklın hakikati araması demek, varoluşun her şey hakkında soru sorması demek. Her an varoluşun irkilmesini sağlayabilmek.

Bu felsefe, tamamen iletişim ve özgürlüktür. Bir akıl ve özgürlük felsefesi; varoluş felsefesi.(Apelatif felsefe = çağrı felsefesi)

Akıl ancak, varoluş olduğu zaman var. Jaspers’e göre insanlığın kurtuluşu; akıl sayesinde varoluşu aydınlatmaktır.

KARL JASPERS – 1

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

    KARL JASPERS (1883-1969)

 

 20.yüzyılın en çok eser veren filozofudur. ‘Felsefe Nedir?’ adlı eseri ölümünden 6 yıl sonra 1975’te asistanı tarafından derlenerek oluşturuluyor. Bu derleme Jaspers’in 1950 de bizzat yaptığı 12 radyo konuşmasından oluşmaktadır.

 

1- FELSEFE NEDİR ? (12 radyo konuşmasının ilki):

 

Bilime inanan kişi, bilimin herkes için genel geçer, zorunlu önermeleri ortaya koyacağına inanan kişidir. Felsefe bilimden yaralanır ancak onun bambaşka bir kaynağı vardır.

Felsefe, insanın olduğu her yerde, insanın uyandığı her yerde vardır. Felsefe yapmak için illa bilime ihtiyaç yoktur. Bilimsiz felsefe, insanların belirli anlarda uyanarak yaptığı felsefedir.

İnsan olmak; 1-kendisinin insan olduğunun farkına varmak

                    2-varlığın farkına varmakla mümkündür.

Jaspers’e göre bizim çocuk felsefesi yapmamıza imkan yok. Çünkü saflığımız eğitimle örtülmüştür. Çocuk ve deliler ise örtülmemiştir. Bu nedenle çocuklar ve deliler doğruyu söyler.

Felsefe, bilimin sınırlarında başlar. Kişinin düşünerek kendi kendisiyle ilişkiye girmesiyle, uyanması ve ‘ben kimim?’ diye sormasıyla başlar. İçimizde bilimlerin ulaşamadığı bir yan vardır; ebedi olan.

İletişimi sağlayan; akıl. İnsanın sürekli uyanık olmasını, sürekli soru sormasını sağlayan. İnsanın kendisine ulaşmasını sağlayan, insanın bütün içindeki ilişkisini, yerini gösteren ise felsefedir.

İnsan, insan olarak kaldığı sürece de felsefe sürecek. İşte bu ebedi felsefedir.

Felsefe, insanın uyandığı her yerde, her bilimden öncedir. Felsefe yapmak, insan ihtiyaçlarını gideren bir uyanma gibidir, felsefe yapmak herkese açıktır.

 

2- FELSEFENİN KAYNAKLARI:

 

Bizi felsefe yapmaya götüren kökenler:

a)Hayret, b)kuşku, c)güçsüzlük; kendi yetersizliğini ve güçsüzlüğünü bilmektir.

Hayret; bir varlık karşısında duyulan taaccüb.

Hayret-bilgi/ kuşku-kesinlik/ güçsüzlük- kendi bilincinde olma.

Her insan günün birinde, yapmakta olduğunun anlamını kendisine sorar. İşte tek kişide felsefe yapma edimi, bu sorunun sorulmasıyla başlar.

Jaspers’e göre felsefe yapmak insanın kendi varoluşunun içinde. Felsefenin tüm amacı; insanın bu varoluşu gerçekleştirmesine yardımcı olmak.

 Jaspers’e göre, yukardaki 3 köken olmadan da felsefe yapılabilir.

Bilim, ‘sınır durumları’nı obje edinemez. Bunları ancak felsefe obje edinebilir. İnsan hep bir durum içindedir. Bu durumun dışına çıkması sözkonusu değil. İnsanın bulunduğu durum hakkında soru sorması, kendine dönmesi ve ve onda felsefenin başlaması demektir.

Bana ne toplumsal yaşam ne de doğa kanunları güven veriyor. Ben bunlar karşısında güvensizlik duyuyorum. Bu köken benim içimde.

‘Başarısızlık’; benim dünya karşısında, dünya ile, aile ile, genellikle toplumla yetinmemem. Dünyaya olan güvensizlik, bana mutlak başarısızlığı gösteriyor. Ben bundan kaçamazsam ne yapabilirim?

Dünyada başarısız olmak, bu felsefenin yolunu açıyor. Beni varlığa götüren bu başarısızlık.

Sınır durumları ya hiçliği ya da en halis olanı gösterir. Bu en halis olan, benim içimdeki köken.

Çağdaş felsefe yapmak için, bu 3 kökeni tüketmek yetmez. İletişim, varoluştan varoluşa gider; birbirini seven, kendi varoluşunu arayan iki insanın karşılıklı durumunda.

Gerçek felsefe, insanlar arasındaki ilişkide var.

Felsefenin kökeni; hayrettedir, kuşkudadır ve sınır durumlarının bilincinde olmadadır. Fakat bunların hepsini içine alan, halis-özlü iletişim isteğidir. Felsefenin ereğine ancak iletişimde ulaşılabilir ki; burada bütün amaçların, varlığın farkına varma, sevginin aydınlatılması, sükunetin mükemmel hale gelmesi, bunlar ancak iletişimle olur.

 

3-KUŞATICI VARLIK:

 

Özne kendisi de dahil her şeyi nesne edinebilir. Bu nedenle her an özne-nesne yanılması içindeyiz. Biz daima dünyanın içindeyiz. Bu nedenle dünyanın kendisini obje edinemeyiz. Dünyanın kendisi olsa olsa benim dünya içindeki nesnelere yönelmemi sağlayan bir idedir. Dünyanın kendisini obje edinebilmemiz için evrenin dışına çıkmamız gerekir ki; bu da imkansızdır.

‘Biz dünyada çok kere, nesnelere bakarak, başka nesnelerle ilgili sonuçlar çıkarırız. Dünya bir bütün olarak nesne değildir.’.

Biz kuşatıcı varlığın, bütününün ne olduğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Biz sadece kuşatıcı varlığın, tek tek biçimlerini biliyoruz. Yani biz, kuşatıcı varlığın kuşattığı tek tek nesneleri obje edinebiliriz ve bilebiliriz.

‘Bütünlük içinde varlık, ne nesne ne de özne olabilir. O ancak bu kopuş içinde görünüş alanına çıkabilen bir kuşatıcı varlık olabilir’.

 

   KUŞATICI VARLIK:

              

                                         AKIL

İmmanent: Biz olarak k.varlık I Kendisi olarak

(İÇKİN)              Varolma     I    k.varlık             

                           Bilinç         I        

                           Tin            I    Dünya

                                            I

—————————————————————————-

TRANCENDENT: Varoluş   I Transzendens

                                            I

                                     VAROLUŞ

 

Jaspers, kuşatıcı varlığı; birbiri içine girmiş olarak dönen kürelere benzetiyor. Kuşatıcı varlık içkin olduğu kadar aşkındır da.

Varoluş, bilimlerin konu edinemediği tek alan.

İçkin olanla, aşkın olan arasında nasıl bir ilişki var?

Dünya ile tanrı arasında tek ilişki, insanın varoluşsal özgürlüğünde gerçekleşir.

Varoluş denen şey, bütün bu içkin-aşkın biçimlerinin farkına varan, varoluştur.

Soru soran, kopukluğu gideren kuşatıcı varlığın iç içe girmiş küreler olduğunu bize gösteren bir yeti daha var o da; akıl.

İnsan daha ilkçağdan beri varlığı, kendi karşısında somut bir varlık olarak görüyor ve ele alıyor. Oysa Jaspers, su, hava, ateş, toprak, apeiron vs. bütün bu ögelerin hepsinin, bütünün yani kuşatıcı varlığın sadece bir yanı olduğunu söylüyor.

Varlık, bize kendini madde olarak gösteriyor. Yani görünüşü madde ancak varlığın kendisi; içkin-aşkın/kuşatıcı varlık. Bu kuşatıcı varlığın farkına varanlarda; varoluş ve akıl.

‘Aslında biz şimdiye kadar varlık derken, kuşatıcı varlığın sadece bir yanını ortaya koyuyorduk. Bu nedenle yapılan felsefeler de, özgür olmayan, kuşatıcı varlığın sadece bir biçimiyle sınırlı olan felsefelerdir. Biz kuşatıcı varlığın bilincine varırsak, felsefe yapmanın özgürlüğüne de sahip oluruz’.

Bu düşünce, hiççiliği aşan bir felsefe. Jaspers’in  bu kuşatıcı varlık felsefesine göre, nesnel bilginin mutlak olmadığını, sadece aldatıcı tek tek nesnelere ait bilgi olduğu anlaşıldığında, nesnel bilginin bütün temeli sarsılır. Bu sarsılma sonucu; bir boşluk, bir hiçlik içinde kalınır. Bu hiçlikten/boşluktan ancak kuşatıcı varlık düşüncesi sayesinde kurtulunur. Kurtulamazsak bile en azından, bir düşünce tarzına sahip olmuş oluruz.

‘Bilimsel düşünce, bilimsel bilgi; boşlukta sallanan aldatıcı nesnel bilgiler sonucunda bir anda hiççilik içinde kalınır ama bu hiççilik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Özetle Jaspers, şunu söylüyor:

Kuşatıcı varlık içinde bizim obje edindiğimiz tek tek nesneler varlığın kendisi değil, sadece onun birer görünen biçimidirler. Bilimlerin konu edinip bilgisini ortaya koydukları bu biçimlerdir. Bu nesnel bilgiler, varlığın kendisine ait mutlak bilgiler olmayıp, varlığın bir görünüşünü, biçimini ifade eden aldatıcı bilgilerdir Bilim, bu kendi yaptığından habersiz.

Kuşatıcı varlık düşüncesini kavramakla, bilimin ortaya koyduğu tüm nesnel bilgilerin, sağlam sanılan tüm dayanakları sarsılır ve yıkılır.  Bu yıkılış sonucunda; nesnel bilginin aldatıcı ve sahte olduğu anlaşılınca her şey sağlam olan temelini yitirince bir boşlukta kalınır. Bizi hiçlikle karşı karşıya getiren de bu boşluk duygusudur.

 ‘Bizim felsefe düşüncemiz çok kez gerçek varlığa giden bir kurtuluş anlamı taşıyan bu hiççilikten geçer’.

‘Hiçlik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Boşluk duygusunun bizi karşı karşıya bıraktığı hiçlik de bize; gerçek varlığa giden kurtuluş yolunu açıyor.

Özne-nesne kopuşunun bilincine varma, bizim düşünen varlığımızın ve kuşatıcı varlığın temel olayı olarak, felsefe yapmanın özgürlüğünü getirir.

Jaspers’in bununla söylemek istediği şudur:

Normal olan, hiçbir surette bilgiye indirgenemez. Çünkü bilgi, öznel olana aittir. Öznel olan ile nesnel olan arasında örtüşmez bir kopukluk vardır. Bu nedenle öznenin, nesnel olan hakkında ortaya koyduğu bilgi, nesnel olanın kendisi değil, onun sadece öznedeki bir biçiminin, bir görünüşünün algısının bir ifadesidir. Oysa ortaya konulan bilgiler, varlığın kendisiymiş gibi ortaya koyuluyor. İşte bu bir tuzaktır, bir aldatmacadır. (Özne, dingansichi bilemez ya da bilgiye indirgenemez.)

DUVAR YAZILARI – 1

Pazar, Mayıs 31st, 2009

DUVAR YAZILARI :

– Birini öldürürsen, katil.

Binlercesini öldürürsen, kahraman.

Hepsini öldürürsen, tanrı olursun!

***

– İnsan ağlar, tanrı güler. (Milan Kundera)

– Tanrı birini cezalandırmak isterse, onun duasını kabul edermiş.

– İki kafadar biraz kafayı bulunca, biri kalkıp ben “peygamberim” demiş. Diğeri de altta kalmayacak ya, “otur yerine ben hiç kimseyi göndermedim!” demiş.

– İlginç olan, “tanrı vardır” diyenlerin çoğunun, “yokmuş gibi” davranması.

– Hayat, kurallarını tanrının koyduğu bir oyundur.

***

Kainatın canı; tanrıdır, gelin canlar bir olalım ( Alevi Felsefesi)

– Oyunu oynayan “tanrı”, bizlerse “dama taşı! (Hayyam)

***

– Tanrı, akıllıları kendine “dost”, aptalları ise “kul” olarak yaratmıştır.

– İnsanlığa bir faydaları varsa Allah bizden alsın onlara versin. Yoksa, bizden uzak Allaha yakın olsunlar.

– Yağmur için dua edersen, çamurla da uğraşırsın.

– Allah zalime “uyuz” versin, “tırnak” vermesin!

– İnsanın bir tek borcu vardır, o da Allaha “can borcu”!

– Huzur istiyorsan üç şeyle kavga etme; “Allahla, devletle, karıyla!”

***

– Upanişad “tanrısın”, Freud ise “itsin” diyor, kim haklı? (Cemil Meriç)

-Tanrı, insan yaratılarının en kutsal olanıdır. (Yalçın Küçük)

-Herşeyin ölçüsü, insandır. (Protogoras)

-Herşeyin ölçüsü, tanrıdır. (Platon)

– Tanrı yoksa, herşey mübahtır. (Dostoyevski)

– Tanrı olsaydı, hiçbir şeyden sorumlu olmazdık. (Sartre)

Şeytan, tanrının taklitçisidir. (R. Guenon)

İnsan, tanrının taklitçisidir. (Ahmet Ağı)

– İnsan, insanın tanrısıdır. (Feurbach)

***

Madem Allahtan başka kimse yok, bu gürültü de neyin nesi?

– Yalnızlık Allaha mahsustur. O da boş durmuyor.

– Tanrı bile insanlarla yazıyla, kitapla konuşuyor.

– Uçağa binerken ateist, düşerken dindar!

– Cenneti, peşin mi alırsınız yoksa veresiye mi?

– “Tanrı”yı sen oynarsan, “günahkar” başkaları olur.

– Marifet; binlerce “sahte tanrı” arasından, doğru olan, o tek tanrıyı bulmaktır.

– Seni mutluluğa götürüyorsa “doğru tanrı”dır, onu bulduysan da “akıllı adamsın.”

– Korkmaya gerek yok! “Aşk” da “seks” de tanrının fikri, sevişen kazanır!

***

– Tanrı, “barbut” atmaz. (Einstein)

– Eğer öküzler “insan” olsaydı, tanrıları da “öküz biçimi”nde olurdu. (Ksenofanes)

 – Eğer tanrınız yoksa, saygılarınızı Hitler ya da Stalin’e sunmak zorunda kalırsınız. (T. S. Eliot)

Bir tapınağın olması, “kendine tapınmaktan” iyidir. (Gazzali)

***

– Allahım ya bana bu aklı vermeseydin ya da bunları böyle yaratmasaydın!

*

– Bir lira çalarsan hırsız,

bir trilyon çalarsan beyefendisin!

–  Para varsa, o iş mantıklıdır.

*

– Hepimiz eşitiz ama ben, biraz daha eşitim!

– En iyisini iste, en kötüsüne hazır ol!

*

 Küçük beyinler, kişileri,

 Orta beyinler, olayları,

Büyük beyinler, fikirleri tartışır.

*

– İnsan beyni çok basit olsaydı, bizim de onu anlamayacak kadar aptal olmamız gerekirdi.

– Biraz daha akıllı olsa ne kadar aptal olduğunu anlayacak. 

*

– Kazanmak insanın gardrobunu, kaybetmekse kişiliğini geliştirir.

– Hiçbir “başarı”, cezasız kalmaz.

– Kadın olmak zor şey!

 Erkek gibi düşüneceksin,

Genç kız gibi davranacaksın,

Eşşek gibi çalışacaksın.

***

– Kadın mutfakta iyi bir ahçı,

Sokakta tam bir hanımefendi,

Yatakta bir fahişe gibi olmalı.

***

– Bir kadın “hayır” diyorsa “belki”dir,

“belki” diyorsa “evet” demektir.

***

– Bir kadına bulaştıysan, “sen haklısın” de!

Olmadı, “sus”

O da olmadı, gidinceye kadar “ölü taklidi” yap,

Sonrası bize karanlık, Allah’a ayan!

***

Dört  tip kadın vardır:

– Ne aş yapar ne yaş! (arızalı)

– Aş yapar, yaş yapmaz! (ahçı)

– Yaş yapar, aş yapmaz! (keyifçi)

– Hem aş yapar hem de yaş! (makbul)

                                                                                              ***

 – Karın iyi ise eğlencede işin ne?

“Düğün” kendi evinde,

gir oyna, çık oyna!

– Karın kötü ise cenazede işin ne?

 “Ölü” kendi evinde,

gir ağla, çık ağla!

***

– Göz uydur, vurmaz tüfek yoktur

Söz uydur, sevmez kadın yoktur.

***

– Kadın bilmeyene “nefis”, bilene “nefestir”.

– Bir kadının en güzel çağı, 38 ile 40 arasındaki yirmi yıldır.

– Kadının, araya kattı mı yakışanı, duvara attı mı yapışanı makbuldür!

***

Hem zeki hem çalışkan, taktir et.

Zeki ama tembel, ikaz et.

Çalışkan ama aptal, dikkat et.

Hem aptal hem de tembel, imha et.

***

 Aciz insan, şikayet eder.

Cahil insan, kavga eder.

Basit insan, iftira eder.

Akıllı insan, idare eder.

***

Zayıf insanlar, intikam alır.

Güçlü insanlar, affeder.

Zeki insanlar, umursamazlar.

***

Mutluyken söz verme.

Üzgünken karar verme.

Öfkeliyken cevap verme

***

– Duyduğunun hiçbirine,

gördüğünün yarısına,

yaptığının tamamına inan!

***

Eğer bir çocuk;

sevgisiz büyümüşse kindar

eşya ile sevilmişse kıskanç

kıyaslanmışsa haset

eleştirilmişse iki yüzlü

korkutulmuşsa yalancı

engellenmişse hırslı

şiddet görmüşse nefret içinde

koşulsuz sevilmişse kendi gibi olur.

***

 Taş var, köpek yok

taş yok, köpek var

taş var, köpek var

ama kralın köpek

sıkıysa at taşı!

(Saskritçe bir şiir)

***

– Ehli keyfe keyif verir, kahvenin kaynaması,

Eşşeği yoldan çıkarır, sıpanın oynaması.

***

– Gönül ne kahve ister ne kahvehane,

Gönül eğlence ister, kahve bahane.

***

Durum elverişsiz fakat ciddi değil.

Durum ciddi fakat vahim değil.

Durum vahim fakat umutsuz değil.

Durum umutsuz, teslim oluyoruz.

***

Gıdaya sahip olanlar, insanları

Paraya sahip olanlar, ülkeleri

Enerjiye sahip olanlar ise dünyayı yönetir.

***

Karamsar rüzgardan şikayet eder

iyimser değişmesini bekler

gerçekçi olan yelkenlerini ona göre ayarlar

***

– Gelme, gelme Mevlana değilim, beni germe!

– Ya olduğun gibi görün ya da gözüme görünme!

– En akıllımız Mevlana’ydı, o da “döne döne” gitti!

Geç geldi desinler, “geçmiş olsun” demesinler!

– Gel bağrıma bostan ek, sen de ye ben de yiyim! ( Ben ‘bakla’ diyorum, onlar ‘bokla’ anlıyor!)

– Kimi yürekten çağırırsan, o gelir!

– Yüreğinde hisserdersen, mesafe yoktur.

“Kalp” bir kez kırıldı mı, bir daha eskisi gibi olmaz!

-İtibarını bir kez kaybedince, bir daha “ağzınla kuş tutsan” yaranamazsın!

Canlar kırılacağına, “camlar” kırılsın”!

– Neye nasip, neye kısmet!

– Gelin ata binmiş, “ya nasip” demiş!

– Arayan belasını da bulur, mevlasını da.

– Sen “doğru ol”, “eğri” bulur belasını.

– Zaman; hesaplaşma değil, helalleşme zamanıdır.

– Dünya hayatı “darılma” değil, “dayanma” yeridir.

“Doğrucu Davut” gibi, her doğru her yerde söylenmez.

– Doğru söyleyeni, dokuz köyden kovarlar.

– Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük.

– Adın çıkacağına, canın çıksın daha iyi!

– Adım çıkmış dokuza, inmez sekize!

– Vakitsiz öten horozu keserler.

Dik dur, “dikleşme”!

Bitaraf olan, “bertaraf” olur.

“Ayaklar” “baş”, “başlar” “ayak” olmuş.

Aslanı kediye boğduruyorlar!

“Baht” yıkmadan “taht” sahibi olunmaz.

– Bal tutan parmağını yalar.

– İş bilenin, kılıç kuşananın.

– İmam “salarsa“, cemaat “orta yere” yapar!

– Ben “hadımım” diyorum, sen “kaç çocuğun var?” diyorsun!

– Ben diyorum “Çanakkale Boğazı”, sen diyorsun yandı “İstanbul Boğazı“!

– Ben diyorum “Gümüşhane” sen diyorsun “memişhane”!

– Deliye dert anlatıncaya kadar, akıllıya “ne verirsen ver!”

– Cahille etme sohbet sonra çekersin zahmet!

– Külliyen cahilin cesur!

– Uyandırma kerizi, bulandırır denizi!

– Senin derdin ne kardeşim? Üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi?

– İşi gücü; “o ne dedi”, “bu ne dedi”, “gramofonun teki!”

– Hükümetten aylık, Allahtan sağlık, daha belanı mı istiyorsun?

– Ne yapıyorsun? Hiç, bir şey oluncaya kadar bekliyorum!

Leyleğin ömrü “lak lakla”, dervişin ömrü “beklemekle” geçermiş!

– Düğünde zurnada, hamamda kurnada!

– Bizim kız bizden kaçar, başını kapar götünü açar!

– Elin işte, gözü oynaşta olsun!

– İpimle kuşağım, pipimle taşağım, azıcık aşım, ağrısız başım!

– Taksim’den aşşağı Kasımpaşa!

– Bahtsız bedeviyi, çölde kutup ayısı kovalarmış!

– Canım cennette, elim Cevriye’de! Hayat sana güzel, cennet sana var hacı abi.

– Size gelince hak, bize gelince müstehak! (Allah utandırmasın!)

– Bura bura ayar versen, osura osura geri atıyorlar!

– Acıma düşküne, döner vurur keline!

– Milyonlarca sperm arasından gel sen birinci ol, ama şu yaşadığımız hayata bak!

– Akıl veren çok olur da para veren olmaz.

– Akıl fukara olunca, fikir ukala olur.

– Kafasında kırk tilki dolaşır, kırkının da kuyruğu birbirine değmez!

– Sakınan göze çöp batar, sakındıkça da duyan gelir, gelen de gitmez!

Kırmadan yarmadan, kestirmeden küstürmeden, geldi geçti Genç Osman!

– Boşa koysam dolmuyor, doluya koysam almıyor!

– Hayat kısaysa, hiçbir şeyi uzatmanın manası yok!

– Bazı insanların altı, bazılarının da üstü çizilir!

– İçindeki çocuğu öldürmeyen yaşlanmaz.

*

– Sizin bildiğiniz kadar, benim unuttuğum vardır!

– Bizim yaptıklarımıza sizin hayaliniz yetmez!

– Yürüdüğünüz yolların asfaltını biz döktük.

– Siz giderken, biz geliyorduk.

*

– Doğmamış çocuğa don biçilmez.

– Alışmamış götte, don durmaz.

– Alışmış kudurmuştan beterdir.

***

– Maydonoza gelince kırt kırt,

sapına gelince meee! (Allah günah yazmasın!)

***

– İnsan hımbıllaşmaya görsün;

oturma imkanı varsa, ayakta durmaz,

yatma imkanı varsa da oturmaz!

– Minumum gayret, maksimum fayda!

***

İstatistik, yanlış rakamların doğru hesaplanmasıdır.

İstatistikler yalan söylemez,

– İstatistikçiler, doğruyu söylemez.

– İstatistik, cehaletin matematiksel teorisidir. (Moris Kline)

***

– Küçük işlerin “büyük adamı” değil,

büyük işlerin, “küçük adamı” ol!

***

– Kötü olan kör olmak değil, “nankör” olmaktır.

– Sağır duymaz, uydurur!

– Şeytan da kariyerine bir melek” olarak başlamıştı ama şimdi sadece bir  “iblis”.

– Birşey kısmetten çıkmaya görsün, “uçkur” bile doksandokuz yerinden kopar, bağlamaya yetişemezsin!

– Dövüşmesinler de sevişsinler!…

– Horozumu saldım çayıra, tavuğu olan düşünsün!

– Maşallah “danazorlar”, dinozorların yokluğunu aratmıyor!

Demirden korksaydık, trene binmezdik!

– İnsana benziyor diye sanma ki, herkes “insan!”

– Hayatta “duruşuyla” etkili olamayanlar, vuruşuyla” olmaya çalışır.

– Bir şeyin doğrusunu mu istiyorsun, kendin yap!

– Herkesin yaptığını yaparsan herkes gibi olursun, başkasının yapmadığını başarırsan, herkesten büyük olursun.

– Aptal düğünden, çocuk oyundan usanmaz.

İşini doğru yap, çoluk çocuğu kendine nasihat eder hale getirme!

– Sözün tamamı, deliye anlatılır.

***

– Hayatım lazım olursa, ben buradayım, “gel ve al.”

– Sen beni “bir varmış bir yokmuş” masallarında oynatırsan, ben de seni, “ha varmış ha yokmuş” hayallerinde oynatırım.

– Herkes niye geldi bilmem, ben neler olduğunu anlamaya geldim!

– Emanetin canı, tez olur.

– Emanete, ihanet olmaz. En çok da diyenden kork!

– Çıkmadık candan, ümit kesilmez.

– Can çıkar, huy çıkmaz. Ufacık boyu var, türlü türlü huyu var!

– Olmadan koparırsan, sormazlar mı, “olmamış şeyi niye getirdin?” diye.

***

– Salla başını al maaşını,

– İşi bilecen, işe gitmiyecen,

– Böyle saça, böyle tarak,

– Ne kadar köfte, o kadar iş!



NAZIM HİKMET

Pazar, Mayıs 31st, 2009

 

NAZIM HİKMET,  (Mehmet Çalışkan / HABERTÜRK)

Lise birinci sınıfta edebiyat öğretmenimiz bir gün herkese okuduğu son şiirin hangisi olduğunu sordu. Sıra bana gelince, ‘Bugün Pazar’ı okuduğumu söyledim.

Yüzünde dudak bükmekle gülümsemek arasında bir tavır belirince öğretmenimin duygularını anlayamamakla birlikte daha çok Nâzım Hikmet şiiri  okumaya karar verdim.

1992’de çalıştığım derginin ortaklarından Engin Güneş, bir gün “Makineni al, Nâzım Hikmet’in kardeşi Samiye Hanım’a gidiyoruz” dedi. Engin Güneş, röportaj yapacak ben de fotoğraflarını çekecektim.

Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’na vardığımızda bir hayli yorgun görünen Samiye Hanım, röportaj yapamayacağımızı, fotoğraf da çektirmek istemediğini ama bir süre sohbet edebileceğini söyledi.

15 – 20 dakikalık sohbet sırasında Samiye Hanım, bir anda gözlerini bana çevirip “Çocuğum, bana neden uzun uzun bakıyorsun?” deyince korku ve utanç karışımı bir ifadeyle “Özür dilerim, farkında değilim, dalmış olmalıyım. Size baktıkça Nâzım Hikmet’i görüyor gibiyim, ondandır” dedim.

Alnımdan öptü…

15 Ocak 1902’de Selanik’te doğan, doğum adı Mehmed Nâzım konulan mavi gözlü çocuk, büyüdüğünde dünyaca tanınan bir şair – yazar olacak, eserleri yaklaşık 60 dile çevrilecekti.

Nam-ı diğer ‘Dünya vatandaşı’ olacaktı.

Babası; Osmanlı Hariciyesi’nde çeşitli memurluklar ve Matbuat Umum Müdürlüğü yapan Hikmet Nâzım Bey.

Annesi; ilk kadın ressamlarımızdan Ayşe Celile Hanım.

Mehmet Nâzım, ilk eğitiminde iki kişinin önemli payı vardı. Biri; annesi Ayşe Celile Hanım, diğeri ise aynı zamanda mevlevi bir şair olan dedesi Mehmed Nâzım Paşa... Aldığı eğitimlerin ışığında sanattan, edebiyattan uzak kalması elbette söz konusu bile olamazdı. İlk şiiri ‘Feryad-ı Vatan’ı henüz 11 yaşında yazdı.

Selanik’te Hariciye Nezareti’nde memur olarak çalışan Hikmet Nâzım Bey, daha iyi bir yaşama sahip olma hedefiyle görevinden ayrılarak ailesiyle birlikte, Mehmed Nâzım Paşa’nın o sıralarda yaşadığı Halep’e göç etti. Mehmed Nâzım’ın kardeşleri Ali İbrahim ile Samiye, Halep’te dünyaya geldi.

Ali İbrahim, bir süre sonra dizanteriye yakalanıp hayatını kaybetti.

Mehmed Nâzım Paşa’nın Diyarbakır’a atanmasıyla Hikmet Nâzım Bey ile ailesi de Halep’ten bu şehre taşındı. Ancak Hikmet Nâzım Bey, Diyarbakır’da bunalınca ailesiyle birlikte bu kez İstanbul’a göç etti.

İstanbul’daki iş kurma denemelerinde başarız olup iflas edince, 1914’te dönmek zorunda kaldığı memuriyette Matbuat-ı Umumiye’de çevirmen olarak görev yapmaya başladı.

İlköğrenimini Göztepe Taş Mektebi’nde tamamlayan Mehmed Nâzım, orta öğrenimine Mekteb-i Sultani’de (Galatasaray Lisesi) başladı. Ne var ki babasının ticarette iflas edip memuriyete dönmek zorunda kalmasından dolayı okulunun ücreti karşılanamayınca Nişantaşı Sultanisi’ne geçti.

Evdeki şiirli toplantıların birinde Mehmed Nâzım, kahramanlık şiiri okudu. Toplantıda bulunan dönemin bahriye nazırı Cemal Paşa, şiiri okumasından etkilenince Mehmed Nâzım’ın eğitimine Heybeliada’daki Bahriye Mektebi’nde (Deniz Lisesi) devam etmesini önerdi.

Yahya Kemal’in de (Beyatlı) öğretmenlik yaptığı okul, Mehmed Nâzım’ın edebi gelişimine önemli bir katkı sağladı sağlamasına ama madalyonun öteki yüzünde annesiyle babasının boşanmasına neden ihanet vardı. Daha doğrusu ihanet iddiası…

Söz konusu ihanet iddiası şöyle;

Mehmed Nâzım, bir gün yazdığı ‘Samiyenin Kedisi’ şiirini Yahya Kemal’den yorumlamasını istedi. Yahya Kemal, Mehmed Nâzım’a şiiri yazmasından esinlendiği kediyi gördükten sonra yorum yapacağını söyledi.

Bunun üzerine Yahya Kemal, eve davet edildi.

Yahya Kemal, kediyi gördükten sonra Nâzım Hikmet’e “Sen pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsan ileride iyi bir şair olacaksın” dedi.

Aslında Yahya Kemal’in amacı kediyi değil, hoşlandığı Ayşe Celile Hanım’ı görmekti.

Bir süre sonra da Yahya Kemal ile Ayşe Celile Hanım’ın arasında ilişki olduğu söylentileri ayyuka çıktı. Bunun üzerine Hikmet Nâzım Bey, Ayşe Celile Hanım’dan boşandı. Bir süre sonra da Cavide Hanım ile evlendi. Bu evlilikten de iki çocuğu dünyaya gelen Hikmet Nâzım Bey, başkonsolos olarak atandığı Hamburg’da yaşamaya başladı. Ayşe Celile Hanım ise resim eğitimi görmek üzere bir süreliğine Paris’e yerleşti.

Bahriye Mektebi’nde öğrenimine devam eden 16 yaşındaki Mehmed Nâzım’ın 1918’de aşk temalı bir şiiri ilk kez bir dergide yayımlandı. 13 Kasım 1918’de İstanbul’un işgal edilmesiyle duygularında yaşadığı değişim, şiirlerine yurtsever cümleleriyle yansımaya başladı.

Mehmed Nâzım, mezuniyetine üç ay kala akciğerleri çepeçevre saran zarların arasında sıvı toplanmasıyla sonuçlanan bir hastalık olan Zatülcenp’e yakalanması sonucu Bahriye Mektebi’nden ayrılmak zorunda kaldı. Sonraki iki yılını da hastalıkla boğuşarak geçirdi.

1921’de arkadaşı Vâlâ Nureddin ile birlikte Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere ailesine haber vermeden Anadolu’ya geçen Mehmed Nâzım, İnebolu’da tanıştığı  Spartakistlerden  Sadık Ahi’den sosyalizmle ilgili fikirler edindi. O tanışma, dünya görüşünün kırılma noktası oldu.

* Spartaküs Birliği… I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da Marksistler tarafından kurulan siyasi örgüt. Bu örgüt daha sonra Almanya Komünist Partisi’ne dönüştü.

İnebolu’dan ayrıldıktan sonra Vâlâ Nureddin ile birlikte bir haftalık yürüyüşle Ankara’ya ulaşan Mehmed Nâzım’a sağlığı askerlik yapmaya elverişli olmadığı için çürük raporu verildi.

Tedrisat-ı Taliye Müdürü Kâzım Nâmi’nin (Duru), asker olarak hizmet veremeyecek olsa da öğretmen olarak fayda sağlanabileceği düşüncesiyle Mehmed Nâzım’ın 14 Haziran 1921’de Bolu Sultanisi kısm-ı iptidai muallimliğine atanmasında başrol oynadı.

Ne var ki, ilk öğretmenlik çalışmasının ömrü çok kısa oldu. Bolu’da Milli Mücadele’ye karşı padişahı destekleyenlerin baskısıyla iki ay sonra öğretmenliği bırakmak zorunda kaldı.

Mehmed Nâzım, Ağustos 1921’de Bolu’dan ayrılarak yine yareni Vâlâ Nureddin ile birlikte yollara düşerek Batum’a gitti. Yaklaşık bir yıl yaşadığı Batum’da tanıştığı Ahmet Cevat (Emre) ve Şevket Süreyya (Aydemir) ile birlikte Moskova’ya geçme kararı aldı.

Ki o günlerde Vladimir Lenin’in liderliğinde gerçekleştirilen Ekim Devrimi’nden sonra başlayan Rus İç Savaşı’nın son zamanları yaşanıyordu.

Mehmed Nâzım, gittiği her yerde olduğu gibi bilgisi, görgüsü, kültürü ve derin düşünceleriyle Moskova’da da geniş bir nüfuz edinmekte geç kalmadı.

Moskova’da Türkiye Komünist Partisi üyesi olan Mehmed Nâzım, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde felsefe, siyasal bilimler ve iktisat dallarından oluşan Marksizm – Leninizm eğitimi aldı.

Kurulan Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarına tanıklık eden Mehmed Nâzım, Moskova’da yaşadığı birinci dönemde Rus avangart şiirini inceleme, Bagritski, Mayakovski, Selvinski, Inber, Panov gibi edebiyatçıların eserlerini tanıma fırsatı buldu.

Rus fütüristleri ve konstrüktivistlerinden esinlendiği bu dönemde klasik biçimden sıyrılarak yeni bir biçim geliştirmeye başlayan Mehmed Nâzım, Ocak 1923’te Meyerhold Tiyatrosu’nda düzenlenen Uluslararası Sanat Gösterisi’nde şiir okuyacak kadar tanınmış ve saygıdeğer biriydi. Okuduğu şiir, ‘Yeni Sanat’tı…

* 1915’te İstanbul’da tanıştığı Nüzhet Hanım ile 1922’de gittiği Moskova’da yeniden karşılaştı. Arkadaşlıkları ilerleyince ailelerinin karşı çıkmasına rağmen evlendiler. Yeterli paraları olmadığı için evlerini öğrenci pansiyonunda kurdular. Nüzhet Hanım’ın eşine sarfettiği “Bizim de herkes gibi bir yuvamız, cici bici bir evimiz olsun istemez misin Nâzım? Her akşam evimizde seni bekleyeyim, huzur içinde yaşayalım. Sana mı kaldı dünyayı düzeltmek?” sözleri Mehmed Nâzım’da büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Bu yüzden de evlilikleri birkaç ay içinde zedelendi.

Nüzhet Hanım, kısa bir süre sonra hastalanarak tedavi için 1923’te İstanbul’a döndü.

Mehmed Nâzım, 1924’te Türkiye’ye döndükten sonra eşiyle yeniden bir araya gelmek istediyse de Nüzhet Hanım yanaşmadı. Hatta bir tiyatroda karşılaştığı eşini görmezden geldi. Mehmed Nâzım, buna oldukça kızarak boşanma kararı aldı.

* Nâzım Hikmet’in 1932’de yazdığı ünlü şiiri ‘Mavi Gözlü Dev’ hakkında iki farklı görüş bulunuyor. İleriki yıllarda evleneceği Hatice Piraye Hanım’ın oğlu Memet Fuat, Nâzım Hikmet’in şiiri annesine yazdığını söyledi. Nâzım Hikmet’in arkadaşları Vâlâ Nureddin, Zekeriya Sertel, Kemal Sülker ise şiirin Nüzhet Hanım’a yazıldığını açıkladı.

Sözlerinden anladığımız kadarıyla Nâzım Hikmet, ‘Mavi Gözlü Dev’ şiiri Nüzhet Hanım’a yazmış.

* Nüzhet Hanım ile ayrılmasından sonra Moskova’dan okul arkadaşı Liyolya ile birliktelik yaşadı. Türkiye’ye dönmesi gerektiği için ayrılmak zorunda kaldılar.

1924… Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nden mezun olan Mehmed  Nâzım, Türkiye Komünist Partisi’nin ülke içindeki faaliyetlerine katılmak üzere yurda döndükten sonra babası Müşir Mehmed Ali Paşa’nın yayımladığı Sinema Postası Dergisi’nin teknik işlerine de yardım etti. Türkiye Komünist Partisi’nin legal yayın çalışmalarında görev alan Mehmed Nâzım, bu doğrultuda Aydınlık Dergisi ve Orak – Çekiç Gazetesi’ne hem şiirler ve makaleler yazdı hem de sokaklarda gazetenin satışını yaptı.

1925… Çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu doğrultusunda tüm sosyalist ve komünist kuruluşlar ve yayın organları kapatılırken birçok yazar tutuklandı. Hakkında tutuklanma kararı çıkarılan Mehmed Nâzım, gittiği izmir’de bulunamadı. Bunun üzerine de İstiklâl Mahkemesi’nde gıyaben yargılanarak 12 Ağustos 1925’te 15 yıllık mahkumiyete çarptırıldı.

İzmir’den gizlice İstanbul’a ulaşan Mehmed Nâzım, annesi Ayşe Celile Hanım’ı ziyaret ettikten sonra bir tekneyle dönemin TKP lideri Şefik Hüsnü ile birlikte yeniden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde çevirmenlik ve asistanlık yaptı.

1 Mart 1926’da kabul edilen Türk Ceza Kanunu gereğince aldığı 15 yıllık hapis cezası bir yıla inince, Mehmed Nâzım, yurda dönmek için Türkiye Büyükelçiliği’ne birkaç kez başvuruda bulunsa da olumlu sonuç alamadı.

1928… Ülkeye başka birinin pasaportuyla girmeye çalışırken gözaltına alınan Mehmed Nâzım, İstanbul’a sevkedilerek hakkında yeni bir dava daha açıldı. İsteği üzerine 1925’te İstiklâl Mahkemesi’nin verdiği hüküm kararıyla yeni davanın birleştirilerek yeniden görülmesine karar verildi. Davada İstiklâl Mahkemesi’nin verdiği mahkumiyet hükmü kaldırılırken bir başkasının pasaportunu kullanmaktan üç aylık hapis cezası aldı. Tutukluluk süresi, mahkumiyet süresini aşmış bulunduğu için serbest kaldı.

* Moskova’da tanışıp 1926’da evlendiği  Lena Yurçenko’nun  Türkiye’ye gelememesinden dolayı boşanmak zorunda kaldı.

1929… Nâzım Hikmet, ‘835 Satır’ adlı şiir kitabıyla edebiyat çevrelerinde geniş yankı uyandırırken aralarında Ahmet Haşim’in de olduğu birçok meslektaşının övgüsünü alsa da bir süre sonra yayımladığı ‘Putları Yıkıyoruz’ başlıklı yazısındaki eski edebiyatı yıkmak ve yenisinin temellerini atmak yönündeki fikirleri nedeniyle dönemin önde gelen edebiyatçılarının tepkisini çekti.

Birçok meslektaşının tepkisini çekse de Nâzım Hikmet,  Muhsin Ertuğrul, Cemal Reşit Rey, Peyami Safa ile çalışma olanağı buldu.

Yazıları nedeniyle artan baskılar, Nâzım Hikmet’i takma adlar kullanmaya yöneltti. 20’ye yakın takma ad kullanarak yazmaya devam ederken ustalık dönemi eseri olarak tanımlanan ‘Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı’nı yayımladı.

* Kızkardeşi Samiye Hanım’ın arkadaşı olan, Suzan ve Memet Fuat adlı iki çocuğu bulunan Hatice Piraye Hanım (Altınoğlu) ile yakınlaştı. O dönemde Hatice Piraye Hanım, kendisini ve çocuklarını bırakıp müzik kariyeri için Paris’e giden kocası Vedat Örfi’den boşanmak üzereydi. 13 Eylül 1932’de gerçekleşen boşanmanın ardından Hatice Piraye Hanım ile nişanlanıp 31 Ocak 1935’te evlendi.

Nâzım Hikmet – Piraye Hanım. ‘Ran’ soyadının hikayesi şöyle; Nâzım Hikmet cezaevinde olduğu dönemde, 1934 Haziran’ında soyadı yasası çıkarılmıştı. Bütün yurttaşların yıl sonuna kadar soyadı almaları gerekiyordu. ‘Hikmet’, Mehmed Nâzım’ın babasının adıydı. Mehmed Nâzım da yeni bir soyadı almak zorundaydı. Soyadının ne olacağı konusunda kararsız olan Mehmed Nâzım, Piraye Hanım ile bu konuda anlaşamıyordu. Bir gün Birlikte bir soyadı düşünmeye başladılar. Piraye Hanım ne bulsa Mehmed Nâzım gülüyordu. Sonunda anlamsız bir soyadı almaya karar verdiler. Piraye Hanım, ‘Ran’ı önerdi. Mehmed Nâzım da bunun bazı fiillerin sonuna eklenebileceğini anımsattı. Örneğin başaran, kurtaran, saldıran, coşturan… Buna çok güldüler. “İsteyen kendine göre yorumlasın” dediler. Ertesi gün de nüfus dairesine başvurup ‘Ran’ı nüfuslarına işlettiler.

1933… Hakkında açılan davalar nedeniyle hapis cezası almasıyla Bursa Cezaevi’ndeki tutukluluk süreci başladı. Muhsin Ertuğrul ile başlayan sinema kariyerine bir yıl ara vermek zorunda kaldı.

Nâzım Hikmet, 1933’te cezaevine girene kadar 6 film senaryosu yazarken onlardan ikisinin yönetmenliğini de yaptı.

* Bursa Cezaevi’ne kendisini ziyarete gelen şehir tiyatrolarından tanıdığı Semiha Berksoy ile yakınlaştı. Gönlü kaysa da nişanlı olduğu için Berksoy ile bir beraberlik yaşamadı.

Semiha Berksoy, cezaevinden çıktıktan sonra Nâzım Hikmet ile vapurdaki karşılaşmasını şöyle anlatmıştı; “Merdivenlerden çıkıyorduk. Birden ‘ben evliyim seni alamam’ dedi. Ben de onu seviyordum. ‘Olsun’ dedim. Onu o şekilde kabul etmiştim. Meğer o tarihte evli değilmiş, Hatice Piraye’ye evlenme sözü vermiş.”

Nâzım Hikmet, Semiha Berksoy’a olan ilgisini belki bir birlikteliğe dönüştüremedi ama duygularını yazdığı ‘Bu Bir Rüyadır’ adlı operetle dile getirdi. Operette başrolü Semiha Berksoy oynadı.

1938… Kendisiyle görüşen iki genç subayın sakıncalı yayın bulundurmaktan gözaltına alınmasının ardından Nâzım Hikmet, Harp Okulu Komutanlık Askeri Mahkemesi’nde ‘askeri kişileri üstlerine karşı kışkırtmak’ suçlamasıyla yargılandı. 15 yıl ağır hapis ve ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilme cezası aldı. Aynı zamanda ‘donanmayı isyana teşvik’ suçundan açılan ayrı bir davadan da yargılanarak 20 yıl daha ağır hapis cezası aldı.

Nâzım Hikmet, 31 Ağustos 1938’de İstanbul Cezaevi’ne, 1940 Şubat’ında ise oradan Çankırı Cezaevine gönderildi. Sağlığının bozulması üzerine aynı yılın aralık ayında Bursa Cezaevi’ne nakledilen Nâzım Hikmet, orada Orhan Kemal ile koğuş arkadaşlığı yaptı.

Cezaevinde bir yandan edebi çalışmalarına devam eden Nâzım Hikmet, diğer yandan hakkında verilen hüküm kararının bozulması için çabalarını sürdürdü. Beklenen af kararı gelmeyince 8 Nisan 1950’de açlık grevine başladı. Bu eylem sonucunda dönemin kültür ve sanat camiası, serbest bırakılması yönünde çağrılar yaptı. O yıl, 65 yaşında olan Ayşe Celile Hanım da oğluna destek vermek için açlık grevine başlayıp imza kampanyası başlattı.

Nâzım Hikmet’in tahliye edilmesi elbette açlık grevleriyle söz konusu bile olmayacaktı.

14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerden sonra Adnan Menderes’in başbakanlığında Demokrat Parti, 22 Mayıs 1950’de iktidar görevini CHP’den devraldı. Demokrat Parti’nin ilk icraatları arasında bir genel af yasası da vardı. 14 Temmuz 1950’de çok partili siyasetin ilk genel af yasası olan ‘Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanun’dan faydalanarak tahliye olanlar arasında Nâzım Hikmet de vardı.

* Mahkumiyetinin son dönemlerinde, o sırada Nurullah Berk ile evli olan, dayısının kızı Münevver Hanım (Andaç) ile yakınlaşınca eşi Hatice Piraye Hanım ile araları açıldı. Tahliye olduktan sonra 23 Mart 1951’de Hatice Piraye Hanım’dan boşandı. Üç gün sonra, 26 Mart 1951’de ise Münevver Hanım’dan olan oğlu Mehmet Nâzım Ran dünyaya geldi.

* Hatice Piraye Hanım, Nâzım Hikmet’ten boşandıktan sonra bir daha evlenmedi. Vefat ettiği 21 Mart 1995’e kadar Altunizade’deki evinde sakin bir yaşam sürdü.

12 yıllık esaret hayatından sonra serbest kalan Nâzım Hikmet, 22 Kasım 1950’de Dünya Barış Konseyi tarafından Julius Fučík, Pablo Picasso, Pablo Neruda, Paul Robeson ve Wanda Jakubowska ile birlikte Uluslararası Barış Ödülü’ne layık görüldü.

1951… Nâzım Hikmet, yasal olarak yükümlülüğü olmamasına rağmen Kadıköy Askerlik Şubesi tarafından Sivas’ın Zara ilçesinde vatani görevini yapması için askere çağrıldı. Bu çağrı, sağlık durumunun kötüleşmesi de göz önünde bulundurularak ölmesi istendiği yönünde düşüncelerin oluşmasına, yorumlar yapılmasına neden oldu. Nâzım Hikmet, çevresindekilerin salıklarıyla 17 Haziran 1951’de İstanbul’dan ayrılarak Romanya üzerinden Moskova’ya gitti.

Gidiş o gidiş…

Bir daha da memleketine dönemedi.

Askerlik görevini yerine getirmeden ülkeden ayrılması üzerine 25 Temmuz 1951’de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılan Nâzım Hikmet, bu konuda şunları söyledi; “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından – hey gidi dünya – çıkarılmışım. Beni Türklükten, halkımın evladı olmaktan, milletime ölümsüz bağlı bulunmaktan kimse, hiçbir kuvvet çıkaramaz, ayıramaz.

Vatansız duruma düşen Nâzım Hikmet’in annesinin baba tarafından dedesi, Polonya’dan 1848 ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğuna göç eden Polonezlerden Konstantin Borzecki’dir. Bu göçün ardından Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celaleddin Paşa adını almış ve Osmanlı Ordusunda subay olarak görev yapmıştır. Türk tarihinde önemli bir eser olan “Les Turcs anciens et meternes” (Eski ve Yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Türk vatandaşlığından çıkarılınca, büyük dedesi Mustafa Celâleddin Paşa’nın (Konstantin Borzecki) memleketi Polonya’nın vatandaşlığına geçerek ‘Borzecki’ soyadını alır.

Nâzım Hikmet, çeşitli organizasyonlardan aldığı davetler üzerine Bulgaristan, Macaristan, Fransa, Küba ve Mısır’daki konferanslarda savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yapan Nâzım Hikmet, Dünya Barış Konseyi Başkanlık Divanı’na seçildi.

*1952’de konferans için gittiği Çin’de geçirdiği ilk kalp krizinden sonra döndüğü Moskova’da tedavisini üstlenen Dr. Galina Kolesnikova ile beraberliğe başladı. Kolesnikova, Nâzım Hikmet’in hayatında olduğu sürece aynı zamanda yardımcısı, tercümanıydı.

* Dr. Galina Kolesnikova ile birliktelikleri devam ederken Nâzım Hikmet, Vera Tulyakova ile tanıştı. Nâzım Hikmet, etkilendiği kadının evli olduğunu tanışmalarından bir yıl sonra öğrendi. Nâzım Hikmet, Dr. Galina Kolesnikova’dan ayrıldı, Vera Tulyakova ise eşinden boşandı. Birlikteliklerini 1959’da resmiyete dökerek evlendiler.

* Nâzım Hikmet, Moskova’ya gittikten sonra Münevver Hanım, son derece sıkıntılı günler geçirdi. Nâzım Hikmet, yaşamını çeviri yaparak ve özel ders vererek devam ettirmeye çalışan oğlunun annesi Münevver Hanım’a İtalyan Barış Hareketi üyesi İtalyan Joyce Lussu aracılığıyla para gönderdi.

* Joyce Lussu, parayı teslim etmek için buluştuğu Münevver Hanım’ı çok sevdi. Belki haline biraz da acıdı… Bunun üzerine Münevver Hanım ve oğlu Mehmet Nâzım’ı yurt dışına çıkarıp Nâzım Hikmet ile kavuşturma planı yaptı.

Joyce Lussu, Münevver Hanım ile Mehmet Nâzım’ı Ayvalık’ta bir yata bindirerek Midilli Adası’na doğru yola çıktılar. Yat, adanın yakınlarında kayalara çarparak parçalansa da yolcular kazadan yara almadan kurtuldu.

* Münevver Hanım ile oğlu Mehmet Nâzım, Atina üzerinden Varşova’ya geçti. Ne var ki bilmediği Nâzım Hikmet’in Moskova’da Vera Tulyakova ile evli olduğuydu.

Münevver Hanım, Varşova’da Nâzım Hikmet ile buluştuğunda bu gerçeği öğrendi.

Buluşmalarında sadece şiir üzerine sohbet etmelerinden anladı ki, Nâzım Hikmet’in hayatında oğlunun annesi olmasının dışında bir yeri kalmamıştı.

Varşova’da kalarak Doğu Dilleri Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra 1968’de Paris’e yerleşen Münevver Hanım, bir yandan Gallimard Yayınevi için kitap tercümeleri yaparken bir yandan da Fransız hükûmeti mahkemesinde resmi çevirmen olarak çalıştı.

* Nâzım Hikmet ve Yaşar Kemal’in eserlerini Fransızca’ya çeviren Münevver Hanım, Yaşar Kemal’in yaptığı ‘İnce Memed 3’ çevirisiyle 1987’de Fransız Çevirmenler Derneği Çeviri Büyük Ödülü’nü kazandı. Münevver Hanım, akciğer kanseri nedeniyle 16 Mayıs 1998’de hayatını kaybetti.

 Nazım,3 Haziran 1963’te saat 06.30’da gazetesini almak üzere ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına yürüdüğü sırada geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti.

Yüzlerce sanatçının katıldığı Sovyet Yazarlar Birliği Salonu’nda düzenlenen törenden sonra Nâzım Hikmet’in cenazesi Moskova’daki Novodeviçi Mezarlığı’na defnedildi. Siyah granitten yapılan mezar taşını da ünlü şiirlerinden biri olan ‘Rüzgâra Karşı Yürüyen Adam’ın cümleleri işlendi.

Nâzım Hikmet’in eserlerine 1938’de konulan yayım yasağı 1968’de kaldırıldı.

3 Haziran 1990’da Nâzım Hikmet’in kız kardeşi Samiye Yaltırım ve çağrısına cevap veren Nâzım Hikmet dostları tarafından Nâzım hikmet Kültür ve Sanat Vakfı‘nın kuruluş çalışmaları başladı. 22 Mayıs 1991’de resmiyet kazanan vakfın öncelikli çalışmalarından biri de Nâzım Hikmet’in yeniden Türk vatandaşlığına kabul edilmesiydi.

Bu konuda birçok çağrıda bulunulmuş, birçok dilekçe verilmiş olsa da Nâzım Hikmet ancak doğumunun 107, ölümünün ise 48’inci yılı olan 2009’da yeniden vatandaşlık hakkı kazanabildi.

5 Ocak 2009’da “Nâzım Hikmet Ran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürürlükten kaldırılmasına ilişkin önerge” Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı. Nâzım Hikmet Ran’a yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının iade edilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve imzaya açıldığını ifade eden hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Nâzım Hikmet Ran’ın yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmasına ilişkin önerinin Bakanlar Kurulu’ tarafından oylanarak kabul edildiğini açıkladı.

Bakanlar Kurulu’nun 5 Ocak 2009 tarihinde aldığı bu karar, 9 Ocak 2009’da Resmi Gazete’de yayımlanarak resmileşti.

SİNEMA KARİYERİ

1932’de ziyaret ettiği Muhsin Ertuğrul’un siparişi üzerine ‘Kafatası’ ve ‘Bir Ölü Evi’ piyesini yazdı. Ertuğrul’un aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın öyküsü olan ‘Bir Millet Uyanıyor’ adlı filmde asistanlığını yapmasını istemesiyle sinema kariyeri başladı.

Yazdığı senaryolar;

* Güneşe Doğru

* Karım Beni Aldatırsa

* Söz Bir Allah Bir

* Naşit Dolandırıcı

* Cici Berber

* Düğün Gecesi

* Fena Yol (Yunanlı yazar Grigorios Ksenopoulos’un romanından senaryolaştırdığı film ilk Türk – Yunan ortak yapımı oldu)

Cezaevinde yazdığı senaryolar;

* Milyon Avcıları (Max Neufeld’in yönettiği  ‘Sehnsucht 202’ adlı Alman müzikli komedisini uyarlayıp senaryolaştırdı)

* Aysel, Bataklı Damın Kızı (Selma Lagerlöf ve Hasan Cemil Çambel ile birlikte yazdı. Film, Türk sinemasının başyapıtlarından biri olarak kabul edilir.)

* Leblebici Horhor Ağa

* Tosun Paşa

* Bir Kavuk Devrildi (Muhsin Ertuğrul ve Necdet Mahfi Ayral ile birlikte yazdı.)

* Şehvet Kurbanı

* Kıskanç

* Kahveci Güzeli

* Kızılırmak Karakoyun

* Yolcu (Başar Sabuncu tarafından 1993’te filme çekildi.)

Leblebici Horhor Ağa

Leblebici Horhor Ağa

Tahliye olduktan sonra yazdığı senaryolar;

* Üçüncü Selim’in Gözdesi

* Barbaros Hayrettin Paşa

* Lale Devri

* Balıkçı Güzeli

* En Büyük Kötülük

* Yusuf ile Zeliha

* Bir Aşk Masalı

* Fransa – Vietnam (Filme çekilemedi)

* Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim

* Enayi

Yönettiği filmler;

* Güneşe Doğru

* İstanbul Senfonisi (Kısa Metraj Belgesel)

* Bursa Senfonisi (Kısa Metraj Belgesel)

* Cici Berber

* Düğün Gecesi

Hakkında Çekilen Filmler

* Su da Yanar (Ali Özgentürk’ün yönettiği 1987 yapımı film, Nâzım Hikmet ile ilgili bir film yapmak isteyen bir yönetmenin öyküsünü konu edindi.)

* Mavi Gözlü Dev (Biket İlhan’ın yönettiği 2006 yapımı film, Nâzım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’nde geçirdiği dönemi anlatıyor.      

                    ***

                      ******

Sende ben imkansızlığı seviyorum.

*

Bıraksın peşimizi, kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar

 *

 Yaşamak

Bir ağaç gibi

tek ve hür

ve bir orman gibi

kardeşçesine

bu davet bizim

*

Ben yanmasam

Sen yanmasan

nasıl çıkar karanlıklar

aydınlığa

*

Herşey ortak, yarin yanağından gayri

*

Sefalette değil, refahta eşitlik istiyoruz.

*

 

DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.

Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.

Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.

Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.

Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.

Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

                    1947

                      NAZIM HİKMET

BAZI ESERLERİ

 

– Memleketimden İnsan Manzaraları

– Kafatası

– Unutulan Adam

– Taranma Baba’ya Mektuplar

– Ferhat ile Şirin

– Kurtuluş Savaşı Destanı

– Kız Çocuğu

– Tahir ile Zühre

– Şeyh Bedrettin Destanı

– Sevdalı Bulut (Tiyatro oyunu)

 

 ŞİİR KİTAPLARI

 

– 835 Satır, (1929)

– Jokond ile Si-Ya-u, (1929)

– Varan 3, (1930)

– 1 + 1 = 1, (1930)

– Sesini Kaybeden Şehir, (1931)

– Benerci Kendini Niçin Öldürdü, (1931)

– Gece Gelen Telgraf, (1932)

– Taranta Babu’ya Mektuplar, (1935)

– Portreler, (1935)

– Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936)

– Saat 21-22 Şiirleri, (1965)

– Kurtuluş Savaşı Destanı, (1965)

– Şu 1941 yılında (Memleketimden İnsan Manzaraları’nın 3. kitabı), (1965)

– Dört Hapishaneden, (1966)

– Rubailer, (1966)

– Memleketimden İnsan Manzaraları (İlk bölüm), (1966)

– Memleketimden İnsan Manzaraları, (1966-1967)

– Kuvayi Milliye, (1968)

 

ROMANLARI

– Kan Konuşmaz, (1965)

– Yeşil Elmalar (yedi yazardan derleme), (1965)

– Yaşamak Güzel Bir Şey Be Kardeşim, (1967)