Posts Tagged ‘İlk günah’

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

ÖZGÜRLÜK FELSEFESİ

Perşembe, Temmuz 30th, 2009

              

 

   İOANNA KUÇURADİ:

 

Özgürlüğü bir bütün olarak ele aldığımızda işin içinden çıkmak hayli zor. Bu nedenle özgürlüğü üçe ayırarak ele alıyoruz:

1-Antropolojik özgürlük (olanak):

   a)Kozmolojik:

      *İsteme

   b)Ontolojik:

      *Olmada

      *Yapmada

2-Etik özgürlük (gerçeklik)

3-Toplumsal özgürlük (gereklilik)

 

 Antropolojik özgürlük; tür olarak insanın özgürlüğü. Burada aranan olanak; insan nerede olursa olsun özgür olma olanağı var mıdır? Yani insanın yapısında özgürlük var mıdır? Varsa nereye kadar ölçüsü ne?

 Din konusundaki özgürlükler, isteme, irade özgürlükleri buraya girer.

 Etik ve toplumsal özgürlük araştırılmadan önce, tür olarak insanda özgürlük olanağının olup olmadığına bakılması gerekir.

 

PLATON (Seçme  Özgürlüğü):

 

 Herkesin kendi yaşam tarzını seçmesi elinde ancak seçtikten sonra o hayat tarzının gerektirdiklerini yapmak zorunda.

 Seçmedeki özgürlükle ondan sonraki zorunluluk arasında bir çelişki yok. Çünkü o zorunluluğu ben kendim seçiyorum. Suçlayacağım hiç kimse yok. Eğer olsaydı özgürlükle çelişirdi. Soğuk suya bile bile atlıyorsam üşüyeceğimi kabul ediyorum demektir. Herkes seçtiği hayatın sonucun a katlanmalıdır. Herkes tek tek eylemlerinden sorumludur.

 

ARİSTOTELES (Seçme Özgürlüğü):

 

Eylemler:

1-İstekli

2-İsteksiz; zor altında ya da bilgisizlik yüzünden yapılan eylemler. Eğer eylemin nedeni yapanın dışında ise yapanın eylem üstünde hiçbir etkisi yoksa o zaman eylem, zor altında yapılmış eylemdir. Zor altında istemeyerek yapılmış eylem, acı verir. Sadece acı, pişmanlık getiren eylemler istemeyerek yapılan eylemlerdir.

 Bilgisizlikten dolayı yapılan eylemler:

 *İstemeyerek yapan pişmanlık duyuyorsa,

 *İsteyerek yapan pişmanlık duymuyorsa.

 

  Hedefi istediğimize ve hedefe götüren yolları düşünüp yeğlediğimize göre bu yollar ile ilgili eylemler tercihe dayanır ve isteyerek yapılır. Bu yüzden de hem erdemli olma hem de kötü olma bizim elimizdedir.

 Tercih, isteyerek yapılır. İnsanın yalnız kendi çabalarıyla elde edeceğini düşündüğü şeyler için sözkonusu.

 İstek; sonuçla, tercihi sonuca götüren yollarla ilgilidir. Tercih, enine boyuna düşünülerek varılan karar. Yapma gücü elimizde olan şeyler üzerine enine boyuna düşünürüz. Kanıda; doğru ya da yanlış tercihte; iyi-kötü sözkonusudur.

 Bilgisizlikten dolayı, enine boyuna düşünemediği için iyiye ulaşmak istese de kötüye ulaşabilir.

 Erdem de erdemsizlik de isteyerek. İyi ya da kötü olmak elimizde. Eylemlerimizden sorumluyuz. Bilgisizlikten dolayı öyle yaptıysan yine bilgisizliğinden sen sorumlusun. Herkes bütün tek tek eylemlerinden sorumludur. Aristo’da  ‘yapmada’ da ‘olmada’ da ontolojik anlamda özgürlük  var.

 

      DESCARTES (Kozmolojik Özgürlük) :

 

 İki tarz düşünme var:

1-Anlama yetisinin algısı.

2-İstemenin işleyişi.

 

 Anlama yetisinin sınırları daha dar. İstememizin ise sonsuza uzanabilecek  kadar geniş.

 Descartes’e göre anlama yetimizin sınırları dar olduğu için istememizi de kullanarak, açık seçik şeyler üzerine yargıda bulunuyoruz.

 Açık seçiklik anlama yetisinin bir özelliği, çünkü sınırları dar.

 Bulanıklık, yanlışlık ise istemenin bir özelliği, çünkü sınırları geniş. Ancak istememiz, anlama yetisinin onayını alırsa açık seçik olana ulaşır. Sadece istememizle hareket ettiğimizde, bilgilerimiz bulanık oluyor ve hata yapıyoruz.

 Her ne kadar tanrı tarafından belirlenmişse de tanrı bize anlama yetimizle hatalarımızı ortadan kaldırmayı da vermiştir. Hata yapıp yapmamakta özgürüz.

 

 Hata yapmak istemediğimiz halde nasıl istememizin elinde oluyor?

 Açık seçik şeyler hakkında yargıda bulunursak hata yapmayız.

 Madem tanrı her şeyi önceden ayarlamış, o halde nasıl oluyor da yine istememiz bizim elimizde oluyor?

 Açık seçik olanları onayladığımızda hata yapmayız. Çünkü tanrı bizi aldatmaz ancak biz gerekeni yaparsak.

 Descartes’da kozmolojik özgürlük var. İsteme ve irade özgürlükleri var. Bu özgürlüklerden etik sonuçlar çıkarabilir.

 

               “Felsefenin İlkeleri” kitabından:

 

“Doğrusu tanrı bizi, yanılmamıza hiçbir zaman olanak vermeyecek ölçüde büyük bir bilgi ile zenginleştirebilirdi Ancak bunu vermedi diye sızlanmaya hakkımız yok. Ona bize verdiği nimetlerden dolayı şükretmeliyiz. Bize vermedikleri için de yakınmamalıyız. Çünkü yanlışın yapısını oluşturan eksiklik; istencin bu kötü kullanılışında bulunur. Evet, yanlışlık benim yaptığım işte bulunur. Yoksa ne tanrıdan aldığım yetide ne de hatta yaptığım işin tanrıdan gelen kısmında bulunur”.

 

                 AUGUSTİNUS:

 

 Bir olanak olarak, antropolojik özgürlük var. İnsanların iyiyi ya da kötüyü seçmeleri ellerindedir.

 Soydan gelen bir günah var fakat herkesin kendi içine dönme yani tanrıya dönme olanağı vardır. Tanrı herkese kendini buldurma çağrımını ve hissini de vermiştir.

 Herkesin kendi içine dönmesiyle yani iyi bir şekilde yaşamasıyla ilk günahtan kurtulup ilk günahtan kurtulup gökyüzü devletine girme olanağı olduğu gibi  tam tersine, insanın dışa dönmesi yani ruhun bedenin arzularına, itilimlerine uyarak yaşama olanağı da elindedir. Dolayısıyla herkes davranışlarından sorumludur. Çünkü, nasıl davranacağını kendisi belirliyor.

 

             SPİNOZA:

 

 İrade özgürlüğü yok. Tanrının kendisi hür fakat eserlerini neden irade özgürlüğü içinde yaratmıyor?

 Bizim yapıp etmelerimizi özgürlük içinde yaptığımız aslında bir sanıdır. Gerektirilmiş nedenlerden dolayı öyle davranıyoruz. Zorunluluk var ama biz görmüyoruz. Önemli olan insanın bu zorunluluğun farkına varması. Bunun fakına varan insan; bilge insandır.

 Etika”dan:

 Tanım-7:

 “Sırf kendi tabiatının zorunluluğu ile varolan ve etkinliği yalnız kendisi ile gerektirilmiş bulunan şeye ‘hür’ diyorum. Kesin ve gerektirilmiş bir şart içinde varolmak ve etki yapmak için kendisinden başka birisiyle gerektirilmiş olan şeye ‘zorlama’ diyorum.

Önerme-32:

 “İradeye hür neden denemez yalnızca zorunlu neden denir”.

 Evren de ruh da zorunlu bağlantılardan çıkıyor bu nedenle irade özgürlüğü yok.

 Herşey zorunlu bir nedensellikle oluyor. Tanrının dışında hiçbir şey kendi tabiatının zorunluluğuyla kendi kendisinin nedeni değil.

 Tek tek nesneler hep başka bir nesneyi gerektirdiklerinden nesneler arasında kesintisiz bir bağlantı vardır. Bu kesintisiz bağlantılar rastlantıyı ortadan kaldırıyor.

 Aynı zincir düşünce atributumunda da olduğundan her olay başka bir olayı gerektiriyor. Dolayısıyla ruhsal dünyada irade özgürlüğü yoktur. Özgürlük bir kuruntudan başka bir şey değildir. Özgürlük ve rastlantı var dememiz asıl nedenleri bilmemizden kaynaklanıyor.

 

           HUME:

 

 Zorunluluk sadece olgu sorunlarında oysa gerçeklikte böyle bir zorunluluk yok. Yarın güneş doğabilir de doğmayabilir de. Güneşin yarın doğacağını söylemek sadece şimdiye kadar hep doğduğunu gördüğümüzden bir alışkanlıkla doğacağına inanıyoruz.

 Neden- etki olgularında; doğada nasıl bir art ardalık varsa aynı şekilde istememiz de ve eylemlerimizde de bir art ardalık var. Bu art ardalığı bizdeki zorunluluk ideasından dolayı, zorunluluk olarak açıklıyoruz. Zorunluluk ideası nesnelerin kendisinden değil bizde var.

 Birşeyin art arda olması her zaman olacağını göstermez. Her zaman böyle olacaktır diye zorunluluk ilişkisi kuran biziz.

 Özgürlük, rastlantısal ya da nedensiz eylemde bulunmak demek değildir.

 Özgürlüğün tanımını yaparken şu iki koşulu anlayacağız:

 1-Olgu sorunlarında tutarlı olması.

 2-Kendisiyle tutarlı olması.

 Bunun böyle olması anlama yetimizin sınırlılığından. Özgürlük, gördüğümüz zorunluluğun ta kendisidir. Özgürlük, zorlamanın değil zorunluluğun karşıtıdır. “Rastlantı” diye bir şey yoktur.

 Hareketsiz durmayı, hareketli olmaya tercih edersek hareketsiz durabiliriz. Zorunluluk, tercih ettiğimizi yapmak.

 Hume göre tartışma tamamen dilseldir. Biz onu açık açık anlatabilirsek bu sorun ortadan kalkar.

 Hume, “özgürlük” var mıdır, yok mudur ona bakmıyor. Sadece şunu anlarsak var, şunu anlamazsak yok. Bu bizim özgürlüğe bakışımızla ilgilidir.

 

  KANT:

 

 Özgürlüğün ne olduğu ile ilgileniyor, olup olmadığıyla değil.

 Kant’a göre, “Özgürlük, ahlak yasasının varlık nedeni. Ahlak yasası ise özgürlüğün bilinme nedenidir”.

 Negatif  özgürlük’; belirlenmeme imkanı. Zorunluluğa bağlı olmadan eylemde bulunma imkanı. Bunu sağlayan saf akıl.

 Aklın kendi kendine yasa koyması ise ‘Pozitif özgürlük’ dür. Aklın kendi kendisini belirlemesi.

 Özgürlük ahlak yasasını isteme. Öznel ilkeleri ahlak yasasına uygun olduğu zaman o insan özgürdür.

 Negatif özgürlük yoksa, pozitif özgürlük de yok.

 Ahlak yasasını isteme; iyiyi isteme olacağından hem kendimizi hem de başkalarını koruyabiliriz.

 

   HEGEL: (Antropolojik özgürlük)

 

 Geçekliğin en temel öğesi ‘ide’dir. Ortaya çıkan her şey idenin bir görünümüdür. Gerçekliğin yapısı ide. Oluşmayı sağlayan ilke ise diyalektiktir. İde, kendisinde ve kendinde hakiki olan. Hem bir kavram hem de gerçek olandır. Her şey onun görünümüdür. Varlık bakımından ilk şey, bilinme bakımından ise son şeydir.

 Hegel’e göre her şey işlerliğini zorunlulukla yapıyor. Önemli olan bu zorunluluğun bilincine varmak. İnsanı özgür kılan bu bilinçtir.

 Hegel, “doğulular bu bilince ulaşmadıkları için özgür değildirler” der.

 Geist kendini, dünya tarihi içinde her şeyin temeli, taşıyıcısı olan ideye doğru yavaş yavaş yayarak ilerlemektedir. İnsanın da her türlü düşünme ve eylemde bulunmasını geistın kendini yayması belirliyor. İnsanın özgürlüğü, geistın kendisini yaymasına bağlıdır. Geist kendisini ne kadar yayarsa, o kadar özgür oluruz.

 Geist, kendisini tam olarak yaydığında yani ideye ulaştığında tamamen özgür olacaktır. İnsan bu diyalektik gidişi bilirse özgür olur.

 

  SCHOPENHAUER :

 

 Hegel’de ide ne ise Schopenhauer’de de onun yerine ‘isteme’ var. İsteme, varolan her şeyi varkılan şey. Görüntü olarak dünya; istemenin nesneleşmiş halidir.

 İstemenin ilkeleri; değişmez, öncesiz ve sonrasızdır, özgürdür. Kendisi obje haline getirilemez. Doğrudan doğruya bilgi konusu yapılamaz. Her şeyin temeli ve bir ve tektir. En önemlisi sonsuz bir çatışmadır. Dünya dediğimiz şey, bu özellikleriyle istemenin nesneleşmesidir.

 İsteme, ideler aracılığı ile nesneleşir. Bu ideler; insanlar, hayvanlar, organik ve anorganiktir.

 Schopenhauer’da insanda iki anlamda özgürlük var:

 1-Negatif özgürlük; insanın dünyaya gelmesini belirleyen hiçbir şey yok, tamamen rastlantısal.

 2-Olanaklar özgürlüğü; bir kişi birdenbire bir tek durumda bilgisel bir aydınlanmayla istemesini yok edebiliyor. İnsan istemesine boyun eğdiğinde, sürekli bir istemeden diğerine gidip geliyor. İsteme onu yönlendiriyor. İki istek arasındaki dönem; bunalım dönemidir. Bu dönemde kişi birdenbire istemenin kendisini yönlendirdiğini anlar, farkına varır. Bu bir kişide bir defa gerçekleşir. Bu kişi, isteklerinden kurtulur, artık o nedensel oluş dünyasından çıkmıştır. Zaman mekan dışıdır. Artık o, özgürdür.

 

 Selahattin Hilav’ın “Felsefe el kitabı”ndan;  Schopenhauer:

 

 Mutlak varlığın bir varolma ya da yaşama isteği olduğunu ileri sürdü. Kör bir istencin bütün varlıkların temelinde bulunduğunu, evreni oluşturduğunu, insanın da bu istencin ürünü olduğunu söyledi. Ona göre yaşam sürekli bir acıdan başka bir şey değildir.

 Varolma isteği bizi sürekli olarak etkisi altında tutar. Sonunda kötülük ve acıdan başka bir şey vermeyen davranışlara sürükler. Aslında önemli olan bizim bireysel varlığımız değildir, insan türünün devamıdır. Bundan ötürü insanoğlu evrensel istencinbir oyuncağıdır. Ve sürekli aldanış içinde bulunur.

 Ne var ki insanoğlu, kavrayış gücü ve zekası ile bu istenci ortadan kaldırıp yok edebilir. Böylece temiz ve ahlaki bir yaşam sürebilir. Acı veren bütün istek ve tutkuların ötesine geçebilir. Bunu başardığında artık özgürdür.

 

   NİETZSCHE :

 

 Özgürlük tüpleri:

 1-Sürü insan; içinde bulunduğu değerleri yüklenerek, onlara uyarak, onların dışına çıkmadan ömür boyu yaşamaya devam eden insandır.

 2-Nihilist tip; bu tip tüm değerlere hayır diyor. Hiçbir değer onun için değerli değildir.

 Nihilist tip kendini iki şekilde gösterir:

 *Aktif nihilist (anarşist); saldırgan, kırıp döken, yerine bir şey koymayan.

 *Pasif nihilist; kendi köşesine çekilir, tüm dış dünya ile ilişkisini keser. Hiçbir değerlendirme yapmaz.

 

 Nietzsche’ye göre nihilist dönem mutlaka aşılması gereken bir dönemdir. Bu dönemde kalmak çok tehlikelidir. Bu dönem aşılmazsa kişiyi yok olmaya, çöküntüye götürür.

 

 3-Yaratıcı tip; bu durumda özgürlük bir kişi tipi olarak karşımıza çıkıyor.

 Özgürlük; değerlere hayır diyebilme durumu. Kişinin kendisini aşmasında zorunlu olarak geçtiği bir ara dönem.

 Özgür insan; ‘üst insan’dır. Tür olarak insanda üst insan olma imkanı vardır. Herkes bu imkanı taşıyor. Sürü insan özgür değil. Çünkü hayır demeyi başaramamıştır. Tür olarak insanda üst insan olma imkanı vardır. Herkes bu imkanı taşıyor. Sürü insan özgür değil. Çünkü hayır demeyi başaramamıştır. Yapıp etmelerinin hiçbir değeri yoktur.

 Nietzsche’ye göre özgürlük; tek tek kişilerde ortaya çıkan bir ara dönemdir.

 

 

       A.CAMUS:

 

 Metafizik anlamdaki özgürlükle ilgilenmiyor. Absürt bilinci, meta özgürlüğü yok ediyor. Bunun yanında sınırsız bir eylemde bulunma özgürlüğü sağlıyor. Bu durumda insanın varlığı tehlikededir. Çünkü kişi, her şeyi saçma-anlamsız olarak görüyor. O halde insanın korunabilmesi için özgürlüğe sınır çizmesi lazım.

 Camus’da özgürlük iki şekilde:

 1-Eylemlerine sınır koyarak eylemde bulunma; insana şu an olanı vererek onu koruma. Örneğin ‘Veba’da Dr. Rieux, yaptıklarının boş olduğunu biliyor ama yine de yardım etmem gerek diyor.

 2-Eylemlerine sınır koymadan davranma; negatif bir özgürlüktür. Tehlikeli hatta insan varlığının ortadan kalkması sözkonusu. Örneğin zalim Kalikula’nın aynaya bakıp “bu özgürlük, iyi bir özgürlük değil” dediği özgürlük.

 

 “Saçma” olan ne dünyada ne de akılda. “Uyumsuzluk” bu ikisinin arasında. Bunlar birbiriyle örtüşmüyor. Uyumsuzu veren aslında, ‘ölüm bilinci’, insanın öleceğini bilmesi.

 “Tür olarak insanın özgür olmadığı apaçıktır. Ancak uyumsuzluğun bilincine varmak, sınırsız bir eylem özgürlüğü sağlıyor. Bu durumdaki insan ya kendi köşesine çekiliyor ya intahar ediyor ya da başkaldırıyor.

 Camus’a göre iki tür “başkaldırma” var:

 1-Metafizik başkaldırma; ölümlü olmaya.

 2-Tarihsel başkaldırma; tarih içinde insana verilen koşullara başkaldırma.

 

 Camus’ye göre iyi özgürlük, absürdün bilincine varan insanın, kendisine sınır çizerek eylemde bulunması. Dr. Rieux gibi, sonuç alamayacağını bile bile hep şimdiyi vermek ve absürt yaşantı içinde olmak.

 

 Camus’ye göre üzerinde durulması gereken soru:

“Yaşamakta olduğumuz hayatın anlamı sorulduğunda ve bunda bir anlam görülmediğinde intahar etmeli miyiz yoksa etmemeli miyiz?”

 Bu soruyu sıradan insan ve ahrete inanan insan sormaz. Bu soruyu sorduğun da ise kendini uyumsuzluğun içinde bulur.

 Camus’de özgürlük; kişi özgürlüğü ve etik özgürlük.

 Ben sadece kendi özgürlüğümü bilebilirim, İnsanın özgürlüğünü bilemem. Bana özgürlüğü tanrı vermişse bile ölümlü olduktan sonra bunun ne önemi var?

 

   J.P.SARTRE:

 

 “Varoluş, özden önce gelir”. Önce insan vardır. Özü, varolmadan önce tasarlanıp belirlenmemiştir. İnsan doğası belirlememiştir. İnsan, olmak istediğidir. Kendisini ne yaparsa odur. Kendisini tasarladığı şeydir.

 İnsan hem kendisi yapar hem de yaptıklarıyla kendisini tanır.

 İnsan, kendi başına bırakılmıştır. Bu nedenle özgür olmaya mahkumdur. Dolayısı ile insan, her tür yapıp etmesinden sorumludur. Kişi hem kendisinden hem de çağdaşlarından sorumludur. Çünkü insan, hangi çağda gelmek istedini kendisi seçer.

 İnsan kendisini seçerken başkalarını da seçer. Bu nedenle başkalarından da sorumludur.

 Sartre, tanrı olsaydı sorumlu olmayabilirdik ama tanrı yok, der.