Posts Tagged ‘sır’

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN HİSSE / 1

Çarşamba, Eylül 29th, 2010

   EINSTEIN

  Güzel bir kadın evlenmek için Einsten’a bir mektup yazar ve resmiyle birlikte gönderir. Mektupta şöyle yazmaktadır:

 “Sevgili Einstein, sizinle evlensek ve bir çocuğumuz olsa aklını sizden güzelliğini de benden alsa sizce de bu muhteşem olmaz mı?” Einstein’ın buna verdiği cevap:

 “Hanımefendi teklifiniz için teşekkür ederim ama ya aklı size güzelliği de bana benzerse?” 

  Einstein, Tevrattaki tanrı düşüncesini reddeder fakat nazilerin, yaptıkları karşısında siyonizmin en büyük savunucularından biri haline gelir. Politik görüşlerinden dolayı “Einstein’a karşı 100 yazar” adlı bir kitap yayınlandığı zaman, “eğer haksız olsaydım, bir tanesi bile yeterdi” der.

 Nazi tehlikesi karşısında Einstein, barışseverlik düşüncesini terketti ve en sonunda Alman bilimadamlarının atom bombası yapmasından korkarak ABD’nin de kendi bombasını geliştirmesini önerdi.

 

 Siyonizme verdiği açık destek nedeniyle 1952 yılında kendisine İsrail’in cumhurbaşkanlığı önerildi. Ancak politika için çok toy olduğunu söyleyip, “denklemler benim için çok daha önemlidir, çünkü politika bugün içindir, oysa ki bir denklem sonsuzluk içindir” der.

  EİNSTEİN’IN ANNESİ PAULİNE

Einstein daha ilkokuldayken, öğretmeni annesine iletmesi için bir mektup verir. Einstein mektubu verir ve henüz okumayı öğrenemediğinden kendisine de okumasını ister.

Annesi gözyaşları içinde mektubu okur:

“Oğlunuz çok zeki olduğundan ve okulumuzdaki öğretmenlerin de yetersiz olması nedeniyle kaydının ya başka bir okula alınması ya da özel eğitim aldırılması çok daha uygun olacaktır…”

Annesi Pauline, Einsten’e dönerek; “sen dünyayı değiştirebilecek kadar zeki ve çok farklısın” der.

Yıllar geçer annesi ölür, kendisi de 20. yüzyılın en büyük fizikçisi olur. Bir gün annesinden kalan eşyaları karıştırırken, bir kitabın arasında kendisine okuduğu o mektubu bulur. Mektupta yazılanlar hiç de annesinin okuduğu gibi değildir hatta “aptal ve anlama problemleri olduğu için, kaydının okuldan alınması” tavsiye edilmektedir.

Gerçeği öğrenen Einstein, gözyaşlarına hakim olamaz ancak asıl üzüntüsü, öğretmeninin yazdıkları değil annesinin kendisinden vazgeçmemesi ve kendisine duyduğu büyük sevgidir.

  İLM-İ SİYASA

   Uzunca yıllar bir şeyhin rahle-i tedrisatından geçen bir derviş:

“Efendim eğer izniniz olursa, artık halka karışıp insanları irşad etmek (Allah yoluna çağırmak) istiyorum” der. Bunun üzerine şeyh:

 “Münasiptir ancak ilm-i siyasayı da öğrenip öyle git” der.

 Derviş, “efendim bunca yıldır öğrendiklerimin yeterli olacağını düşünüyorum, siz de uygun görürseniz…”

 Şeyh, dervişin ısrarı karşısında “peki öyleyse Allah yardımcın olsun” der.

 Derviş cuma namazı için bir köye gelir ve hocanın verdiği vaazı dinlemeye başlar. Hoca, çok celalli bir şekilde cemaate yüklenmektedir. “Şöyle dinden çıkıyorsunuz böyle günaha giriyorsunuz, hepiniz cehenneme odun olacaksınız” diye esip gürlemektedir. Bunun üzerine bizim derviş söz ister:

 “Yapmayın hocaefendi insanları böyle konuşarak dinden edeceksiniz…” derdemez iyice celallenen hoca:

 “Allah rızası için şu münafığa haddini bildirecek yok mu?” diye gürlemesiyle, cemaatin üzerine çullanması bir olur.

 Derviş perişan bir halde, şeyhinin yanına gelir ve olanları anlatır. Şeyh, ilm-i siyasanın zamanı gelmiş diyerek dervişi bir süre daha eğitime alır ve sonrasında:

 “Şimdi artık piştin var git yoluna” der. Derviş, bir süre sonra yine aynı köye cuma namazına gelir. Hocaefendi yine bütün celalliğiyle esip gürlemektedir. Bizim derviş söz isteyip bu kez cemaate dönerek:

 “Ey cemaati müslimin! Böylesine güzel vaazeden hocaefendiden her kim bir kıl kopara, Allah için doğrudan cennetliktir…” derdemez cemaat hocaya çullanır.

  ŞAHİT MAHİT YAZARLAR

  Kendi yolunda giden bir yayaya, aracın biri şiddetli bir şekilde arkadan çarpar. Adamcağız dört takla atar ve yere düşer. Toparlanır toparlanmaz da kaçmaya başlar. Olayı gören birisi arkasında seslenir:

 “Yahu sen niye kaçıyorsun, suçlu çarpan…” demesi üzerine kazaya uğrayan adam:

“Ya neme lazım, şimdi şahit mahit yazarlar” der ve kaçmaya devam eder.

   FUZULİ İLE BAĞDATLI RUHİ

 Fuzuli ile Bağdatlı Ruhi, Bağdat’ın arka sokaklarında birlikte dolaşırken köşebaşında bir köpek görürler. Bunun üzerine Bağdadlı Ruhi:

 “Bu it, burda fuzuli” diyerek Fuzuli’ye alaycı bir gönderme yapar. Fuzuli de buna karşılık:

 “Vur kıçına çıksın ruhi” diye Ruhi’ye okkalı bir cevap verir.

   İKİ FARE

  Zafer sonuna kadar mücadele edenlerindir:

   İki fare aynı anda bir süt kovasının içine düşerler, farelerden biri nasıl olsa öleceğim diyerek mücadeleyi bırakır ve boğulur. Diğer fare mücadeleden vazgeçmez, çırpına çırpına önce sütü kaymağa dönüştürür, sonra da kaymağın üzerine çıkarak kurtulur.

  NAKŞİ İLE BEKTAŞİ ŞEYHLERİ

   İki şeyh bir araya geldiklerinde Bektaşi, Nakşibendiye sorar:

  “Üstad, sizin bu cübbelerinizin kolları niye bu kadar uzun?” O da “insanların ayıp ve kusurlarını örtmek için” der.

  Bektaşinin kollarını kısa görünce bu kez Nakşi olan sorar:

 “Peki ya sizin cübbenizin kolları niye kısa?”

 Bektaşi hiç düşünmeden:

 “Biz insanlar da ayıp, kusur görmeyiz de onun için” der.

   İNSAN DEDİĞİN KUŞ MİSALİ

  İki miskin derviş, yıllardır biri bir köşede diğeri öbür köşede uzlete çekilmişler. Daha mülayim olanı “muhterem gel şu köşeleri değişelim” demiş. Diğeri hemen “başka işin yok mu, otur oturduğun yerde” diye terslenmiş

 Aradan yıllar geçmiş yine mülayim olan, “üstad gel şu yerleri bir değişelim” demiş. Aksi olan yine “yahu senin hiç başka işin yok mu?” diyerek reddetmiş.

 Gel zaman git zaman yine yıllar geçmiş, mülayim olan son bir kez daha şansını denemek için sormuş, “ üstad gel şu köşeleri değişelim, tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler” demiş. Aksi olan “amma ısrar ettin, iyi hadi değişelim bari” demiş.

 Sallana sallana biri bir köşeye diğeri öbür köşeye geçmiş, aksi olan bundan bir ders çıkararak:

 “Gördün mü bak! İnsan dediğin kuş misali, nerdeydik nereye geldik” demiş.

   SİNOPLU DİYOJEN

 Diyojen, gündüz vakti Sinop’un sokaklarında el lambasıyla dolaşıyormuş. Görenler, ne yaptığını sorduğunda “adam arıyorum adam” diye cevap verirmiş.

***

 Diyojen’in dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş, bir fıçının içinde yaşayan bir kinik olduğu bilinir. Onun ününü duyan Büyük İskender, ziyarete gelir. Ancak, Diyojen’in pejmürde ve meczup görüntüsü onu hayal kırıklığına uğratır. Alaycı bir şekilde, “benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar.

Diyojen, “sen benim kölemin kölesisin, çünkü dünya benim kölemdir” der. Büyük İskender, bu beklenmedik bilgece cevap karşısında “dile benden ne dilersen” der.

 Diyojen, güneşinin önünde duran bu büyük komutana, “gölge etme başka ihsan/iyilik istemem” der.

****

 Yine birgün Büyük İskender, Diyojen’i birbiri üstüne yığılmış insan kemikleri içinden bir şey ararken görür ve “ne arıyorsun?” diye sorar. 

 Diyojen, “babanızın kemiklerini arıyorum ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu kestiremiyorum” der.

   MİCHELANGELO

  Ustaya sormuşlar, “nasıl böylesine güzel heykeller yapabiliyorsunuz?” diye. O da “o güzellikler zaten taşın içinde var, ben sadece fazlalıkları atıyorum” demiş.

 ***

  Michelangelo, ünlü “Musa Heykeli”ni yaptıktan sonra, karşına geçip saatlerce seyredermiş. Hatta bir gün dayanamayıp “konuş ya Musa!” diyerek elindeki çekici fırlattığı söylenir.

***

 Ustanın, bir kiliseyi resimlerken, “terlik giymiş” birkaç melek çizdiği söylenir. Bunu gören kardinal:

 “Kim bugüne kadar, terlik giymiş melek görmüş? diye sorar. Usta da “kim bugüne kadar çıplak ayaklı melek görmüş?” der.

 ***

 İNCİL VE TOPRAKLAR (DESMOND TUTU)

 Misyonerlerin Afrika’ya geldiklerinde, onların sadece incili, yerlilerin ise toprakları vardı. Bize “hadi dua edelim” dediler. Boynumuzu eğip, gözlerimizi kapadık. Gözlerimizi açtığımızda ise artık incil bizim, topraklar da onların olmuştu.

  İKİ FİNCAN KAHVE

 Bir felsefe profösörü, önüne büyükçe bir kavanoz alır ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur ve öğrencilere dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber ‘dolu’ olduğunu söyler.

 Bu sefer profösör, çakıl taşlarını tenis toplarının arasından kavanoza doldurur. Tekrar öğrencilere kavanozun dolu olup olmadığını sorar. Onlar da “evet, artık doldu” derler.

 Profösör bu defa bir torba kumu alır ve çakıl taşları arasından kavanoza döker. Öğrencilere yine dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber “evet” der.

 Bu kez profösör masadaki iki fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır. Tekrar öğrencilere sorar, “doldu mu?” diye. Öğrenciler güler!

 Profösör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek, “evet, bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım” der.

 “Şöyle ki; bu tenis topları hayatınızdaki en önemli şeylerdir; aileniz,   çocuklarınız, sağlığınız, dostlarınız ve sizin için en önemli şeylerdir. Diğer şeyleri kaybetseniz de bu önemli şeyler hep kalır ve hayatınızı doldurur. Çakıl taşları ise daha az önemli olanlardır; işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet, kavanoza önce kum doldurursanız çakıl taşlarına daha önemlisi tenis toplarına yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcarsanız önemli şeyler için zaman kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arzeden şeylere verin. Çocuklarınızla oynayın, sağlığınıza dikkat edin, eşinizle yemeğe çıkın…Öncelikleri sıralamayı iyi bilin gerisi hep kumdur”.

 Öğrencilerden birisi, “peki ya o iki fincan kahve nedir?”

 Profösör gülerek, “hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır” der.

  İKİ SUFİ

 İki sufi karşılaşır ve biri diğerine sorar, “ne yapıyorsunuz?” diye. O da “bulunca yiyoruz bulamayınca da sabrediyoruz” demiş. Suali soran “Horasan’ın itleri de öyle yapıyor” demiş. Diğeri, “peki siz ne yapıyorsunuz” diye sormuş, o da “biz bulunca dağıtıyoruz, bulamayınca şükrediyoruz” demiş.

  İSTANBUL’DA BİR FRANSIZ

 1950’lerde İstanbul’a gelen bir Fransız, insanların bir aşağı bir yukarı birşeyler taşıdığını görür. Yanındaki Türk arkadaşına sorar:

 “Azizim, siz İstanbul’u ne zaman aldınız?” o da “1453’te” der. Fransız, “hayret! o kadar zaman olmuş ama hâlâ yerleşememişsiz” der.

  SOKRATES

 Sokrates arkadaşıyla pazarda dolaşırken, biri arkasından gelip, kıçına bir tekme atar. Sokrates oralı olmaz ama yanındaki arkadaşı, onun hiç tepki vermemesine şaşırarak sorar; “ya üstadım, biri size tekme atıyor ama siz oralı bile değilsiniz”. Bunun üzerine Sokrates; “eşşek çifte attı diye ne yapıyım, mahkemeye mi vereyim?” der.

 Evlilik hakkında sorduklarında da; “her halükarda evlenin, karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz” der.

 “Atinalılar, beni suçlayanların sizi nasıl etkilediğini bilmiyorum ama öyle ikna edici konuşuyorlardı ki, ben bile kim olduğumu unutacaktım. Buna karşın tek bir doğru söz etmediklerini söylemem gerekir.

 Yargıçlara yalvararak beraat etmeye çalışmak bana adil gelmiyor. Yargıç, adaleti lütuf gibi dağıtmak için değil, yasalara göre hüküm vermek için o mevkiye getirilir. Hatta hoşuna gidenlere lütufkar davranacağına değil, yasalara göre karar vereceğine yemin eder.

 Ölümden sakınmak o kadar zor değildir. Zor olan, kötülükten sakınmaktır…İnsanları öldürerek, sizi doğru yaşamamakla suçlayacak birilerinin ortaya çıkmasını engelleyeceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Başkalarının sizi eleştirmesini engellemek yerine, mümkün olduğunca daha iyi olmaya çalışmalısınız.

 Ben, tanrı tarafından bu devlete gönderilmiş bir at sineğiyim. Ve bu devlet, koca cüssesiyle hareket etmesi ve canlanması gereken bir attır. Ben de tanrının bu devlete musallat ettiği, bir at sineği gibi bütün gün boyunca her yerde sizi uyandırıyorum, hareketlendiriyorum, azarlıyorum, ikna ediyorum. Ve eğer tanrı sizi düşünerek, bir at sineği daha göndermezse, hayatınızın geri kalan kısmını uyuyarak geçireceksiniz.

 Ayrılma vakti geldi çattı. Ben ölmeye sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyosunuz. Hangisinin doğru olduğunu sadece tanrı bilir.”

 Tutuklu bulunduğu süre içinde kendisini ziyarete gelenler, onu teselli edecekleri yerde onun herkesi teselli edip gönderdiği söylenir. Birgün karısı Sokrates’e, “seni haksız yere öldürecekler” der, o da karısına; “ haklı yere öldürseler daha mı iyi” der. 

İdamından önce araya kutsal ay girer, infazı da bu ayın sonuna ertelenir. Bu ay içinde kaçması için adeta ortam yaratılır. Onu kaçırmaya gelen öğrencilerine:

 “Kaçarsam savunduklarımı inkar etmiş olurum. Suçlu olduğumu kabullenmiş olurum. Yasalara uymak lazım. Hem gittiğim yerdeki yasalar burdan (Atina’dan) daha mı iyi olacak?” diyerek kaçmayı reddeder. Kutsal ayın sonunda da baldıran zehrini içerek ölüm cezası gerçekleşir. Kendisi tek satır yazmamış olan bu büyük bilge, öldüğünde 70 yaşındadır ve tüm öğretilerini öğrencisi Platon’dan öğreniyoruz.

  GALİLE (1564 – 1642)

 Galile, yaptığı deneylerle dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü ispat eder. Ancak kilise tersini kabul etmektedir. Sonunda engizisyon mahkemesine verilir ve sözlerinden vazgeçmezse ölüme mahkum edilecektir.

 Galile de dünyanın dönmediğini söylese bile dönmeye devam edeceğini bildiğinden sözlerinden vazgeçer. Böylece ölüm cezasından kurtulur ama yaptığı deneyler nedeniyle ömür boyu ev hapsine mahkum olur. Ancak İtalyan Giordano Bruno onun kadar şanşlı değildir. Evrenin sonsuz ve dünya dışında pekçok gezegen olduğunu söylediği ve engizisyon mahkemesinde de bu söylediklerinden vazgeçmediği için, 1600’de Roma meydanında diri diri yakılarak cezalandırılır.

  Engizisyon Galile’yi ömür boyu ev hapsine ve Copernicusculuğu da halk önünde reddetmeye mahkum etmesine karşılık o ölünceye kadar katolikliğe bağlı kaldı. O zamanki Papa da eski bir arkadaşıydı.

 1642’de ölümünden dört yıl önce ev hapsindeyken, ikinci büyük kitabının el yazmaları Hollanda’da bir yayıncıya kaçırıldı. İşte “İki Yeni Bilim” diye bilinen bu eseri Copernicus’a olan desteğinin de ötesinde, modern fiziğin doğuşu olacaktı.

  NEWTON

 

 Leibniz ve Newton, her ikisi de birbirinden habersiz olarak modern fiziğin büyük ölçüde temeli olan, “calculus” denen matematik dalını geliştirmişlerdi. Newton’un bunu Leibniz’den yıllar önce bulduğunu şimdi biliyorsak da bu çalışmasını Newton çok daha sonra bastırmıştı.

 Leibniz anlaşmazlığın çözümlenmesi için Kraliyet Derneğine başvurma gafletinde bulundu. Zira bu derneğin başkanı Newton’du. O da araştırma için tamamen tarafsız bir komite oluşturdu! Tesadüfe bakın ki bu komite tamamen arkadaşlarından oluşuyordu. Bununla da kalmayıp, Leibniz’i “eser hırsızlığıyla” suçladığı yazıyı kendisi yazıp yayınladı.

 Leibniz’in ölümünden sonra Newton’un “Leibniz’in kalbini kırmaktan büyük zevk aldım” dediği söylenir.

 HACI BEKTAŞİ VELİ

 Moğol istilası döneminde Hacı Bektaşi Veli, “elinize, dilinize, belinize sahip çıkın” diyerek herkese birlik beraberlik telkininde bulunmaktadır. Aslında onun bunlarla kastettiği:

 Elinize; yurdunuza, dilinize; Türkçenize, belinize derken de soyunuza sopunuza sahip çıkın anlamındadır.

 HAYATIN SIRRI

 Hayatın sırrını merak eden bir adam, çok uzak bir diyarda yaşayan bir bilgenin bu sırrı bildiğini duyar ve yola koyulur. Günlerce yol gittikten sonra bilge kişiyi bulur ve sorar, “bunca yolu hayatın sırrını sizden öğrenmek için geldim” der. Bilge kişi, “hoş gelmişsiniz ama boşuna zahmet etmişsiniz” der, “sır da hakikat de sizde, herkes hakikati kendi içinde bulacaktır. Büyük kainatta ne varsa küçük kainat olan insanda da o vardır” der.

 Hayatın sırrını arayan adam, hakikatin nerde olduğunu öğrenerek aslında bu kadar yolu boş yere gelmediğini anlar ve yaşadığı yere geri döner.

 KOYUNUN KÜÇÜĞÜ

  Köyün zenginlerinden birisi, oğluna kırk gün kırk gece düğün yapacağını ve düğüne gelen herkesi de memnun edeceğini söyler. Köyün ileri gelenlerinden yaşlı adamsa:

 “Her zaman, huzursuzluk çıkaran memnuniyetsiz birileri çıkar” der.

 Zengin adamsa, “ben memnun edeceğim” demiş ve düğün başlamış. Düğüne gelen herkese hergün birer koyun veriliyormuş. Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün derken ufak tefek çelimsiz bir adam, herkesin duyacağı bir şekilde:

 “Ne bu ya! Hergün koyunun küçüğü bana geliyor” diyerek memnuniyetsizlğini dile getirmiş.

 YAHYA KEMAL / SÜLEYMAN NAZİF / A.Ş. HİSAR

 İstanbul aşığı olan Yahya Kemal’e, bir gün Ankara’dayken en çok neyi sevdiğini sormuşlar. O da “İstanbul’a geri dönüşünü” demiş.

 Yine bir gün Yahya Kemal, Süleyman Nazif ve Abdülhak Şinasi Hisar , Ankara’da zamanın ünlü Karpiç pastanesinde oturmuş sohbet ediyorlarmış. Çay söylemişler. Abdülhak Şinasi’nin ciddi şekilde “mikrop takıntısı” olduğundan sık sık ellerini yıkar, çay istediklerinde de bardakları ayrıca kendisi yıkamak için sıcak su istermiş. Nüktedanlığıyla meşhur Süleyman Nazif, “üstad bardakları suyla yıkadın temizlendi, peki suyu neyle yıkayacaksın?” diye takıldığında A.Şinasi gülerek, “haklısın bunu hiç düşünmemiştim” der.

 Ünlü “Fahim Bey ve Biz” romanının yazarı A.Şinasi Hisar çok kibar bir beyefendi olarak herkese ‘siz’ diye hitap eder samimi bile olsa ‘sen’ diyemezmiş. Bu durum S.Nazif’in gözünden kaçmamış ve “üstad merak ediyorum acaba Fransa’daki Seine (Sen) nehrine de mi ‘siz’ diyorsunuz?”

 Süleyman Nazif bir gün kitaplarını basan Ahmet beyle münakaşa edip hiddetle dışarı çıkmış, merdivenlerde de bir arkadaşına rastlar ve nereye gittiğini sorar, o da “Ahmet beyin yanına çıkacağım” der. S.Nazif sinirli bir şekilde “Ahmet beyin yanına çıkılmaz, inilir!” der.

  ENVER PAŞANIN BABASI VE UÇKUR

 Birinci Cihan Harbinden sonra esir tutulan İttihat ve Terakki ileri gelenleri, kendi aralarında sohbet ederken, Enver Paşanın babası, “harama hiç uçkur çözmedim” der. Bunun üzerine Fuat Paşa da kendisine, “aman efendi hazretleri, keşke helale de çözmeseydiniz de şu Enver belasına, milletçe hiç bulaşmasaydık” der. 

   NECİP FAZIL

 Necip Fazıl bir konferansta konuşmaktadır. Dinleyicilerden biri ayağa kalkıp onu bir başkasıyla kıyaslayarak, “onun yanında siz sıfırsınız” der. N.Fazıl sakin bir şekilde, “olabilir ama siz de benim yanımda çift sıfırsınız” der.

 İstanbul üniversitesindeyken bir grup öğrenci Necip Fazıl’ı ziyarete gider. Kapıyı çalarlar, ses gelmez ama kapı yarı aralıktır. N.Fazıl içerde koltuğuna  oturmuş dışarıyı seyretmektedir. Onlar da içeri girip otururlar. N.Fazıl onların geldiğinden habersiz dakikalarca hareketsiz bir şekilde dışarıyı seyretmektedir ve neden sonra odadaki gençleri fark edip “evet niye geldiniz” diye sorar. Onlar da “sizi görmeye geldik efendim” derler. Necip Fazıl yavaşça ayağa kalkıp kendi etrafında bir tur atar ve “işte gördünüz” der. Onlarda üstadın keyfinin yerinde olmadığını anlayıp çıkarlar.

  NAZIM HİKMET

Çok az kişinin bildiği Galina Grigoryevna Kolesnikova, Nazım Hikmet’in sevgilisiydi. Nazım’ı en çok seven Galina’ydı. Nazım Hikmet hayatı boyunca 5 kadınla sevgili oldu. 4 sevdiği kadına şiirler yazmıştı fakat Galina için kalemini hiçbir zaman oynatmadı. 1953-1960 yılları arasında sevgili olsalar da Nazım Hikmet hiçbir zaman Galina’yı sevemedi. Duygularını dosttan öteye taşıyamadı. Ayrıca Nazım Hikmet Galina’ya “Galya” kısaltmasını kullanırdı.

Nazım Hikmet geçirdiği bir kalp krizi sonrası kaldırıldığı hastanede Galina ile tanıştı. Galina tanışmalarını şöyle anlatmaktadır; “Koridorda birden karşıma güzel, çok yakışıklı zarif bir insan çıktı. Ona doğru yürüdüm ve “Siz Nazım Hikmet misiniz?” diye sordum. O da “evet sevgili dostum” diyerek elini omzuma koydu. “Lanet olsun, hastalandım” dedi.

Hastanede 3 aylık tedavisinden sonra Galina’nın evinde birlikte yaşamaya başladılar. Galina sadece doktoru ve sevgilisi olmadı, aynı zamanda mektuplarını yazdı, şiirlerini daktilo etti, onun tercümanı ve kameramanı oldu. Nazım’ın evinde arkadaşlarıyla, ünlü şairlerle, köpeğiyle oynarken, daktilosunun başındayken, hasta yatağındayken, yurt dışı gezilerindeyken kısaca her anını Galina kamera ile kayda almıştı.

Kamera’nın son görüntüleri bir sahil kenarında çekilmişti. Oraya 1958 yazında Nazım’ın ısrarıyla gitmişlerdi. Nazım gönlünü yeni kaptırdığı Vera’ya yakın olmak istiyordu. Vera’nın eşiyle beraber tatil yaptığı sahil kasabasına Galina’yla beraber gitmişti. Hep birlikte tatil yaptılar. Galina Nazım’ı Vera’ya fal bakarken, çakıl taşları atarken ve yan yana yürürken kayda almıştı. Daha sonra Nazım Hikmet kamerayı eline alıp, Galina ve Vera’yı yan yana çekmişti. Galina Nazım’daki değişiklikleri fark etmiş ve o zamanı şöyle anlatmaktaydı; “Şiir yazamaz olmuştu. Oyun yazıyordu, yazı yazıyordu ama benimle beraberken şiiri bırakmıştı. Ama Vera’ya aşık olunca, hemen şiir yazmaya başladı. Ben onu çok iyi anlıyordum. Onu çok sevmeme rağmen, sevdiği kadınla beraber olması gerektiğini anlıyordum. Öyle aşıktı, öyle güzel yazıyordu ki, bir kez bile kıskanmadım onu. Tekrar yazmaya başlamıştı. Önemli olan da buydu. ”

Galina Nazım’ı o kadar çok seviyordu ki, terk edildikten sonra “Bu trajediye çok zor dayandım. Sancılıydı. Kısaydı ama zordu. Her şey olabilirdi. Nazım’ın kalbi kötüydü. O haliyle Vera’yla kaçmıştı. Kaçtıkları yerdeki tanıdığım doktoru aradım. Nazım’a göz kulak olmasını istedim. Nazım’a arabasıyla, şoförünü gönderdim. Bol bol portakal yolladım. Bir de aldığım kazağı gönderdim” diyerek, terk edilmesine rağmen Nazım’ı ne kadar çok sevdiğini belli ediyordu.

Nazım Galina’ya yazdığı ayrılık mektubu ise şöyleydi;

“Canım, kızım, anam, yoldaşım, bacım Memet’im, Münevver’im, Galyam! bunu yapıyorsam başka bir şey yapamadığım içindir ve eğer ben senin yüreğinde ve kafanda her şeyden önce senin yoldaşın, arkadaşın, seninle ortak dertleri paylaşan ağabeyinsem, sen, kadınlık gururunu çiğneyen bu acı karşısında ayakta durabilir ve büyük dostluğumuzu çiğnemezsin. (…)

Senden son bir ricam var, beni affet! Yüzyüze konuşup konuşmamaya karar veremedim. (…) Senden bir erkek olarak ayrılıyorum ama bir dost olarak sen istesen de istemesen de yanındayım. (…) Hiç kimseye kızma. Kimse aklımı çelmedi. bir kez daha tekrarlıyorum, yapabileceğim başka bir şey yoktu. İki aylığına Ortaasya’ya gideceğim. İki ay sonra öfken yatışmış olur da beni görmek istersen gelirim. (…) Dedikodular olacak, bu duruma sevinecek insanlar çıkacaktır. Sana soru soran herkese, “nazım benim yakın dostumdur ve öyle kalacak” de. Biricik anam, bacım, memo’m, güllü hanım, adil giray, ölene kadar senin baban, yoldaşın, ağbeyin, dostun, en yakının olarak kalacağım. Mübarek ellerinden öperim.

Senin, Nazım Hikmet”

Galina hiç evlenmedi. Hayatı boyunca Nazım’ı sevdi. Türkiye ile tek bağlantısı olan Dursun Özden, Galina’nın 17 Şubat 2014’te “Beni Nazım çağırdı. Ben gidiyorum…” diyerek Votkinsk’de yaşama veda ettiğini bildirdi.

****

 Nazım, doktora sorar, “aşık olursam ne kadar yaşarım?” Doktor da “en fazla iki bilemedin üç yıl, sakin bir yaşam sürmen halinde de on yıl yaşarsın” der. Nitekim Vera’ya aşık olur ve üç yıl sonra da kalbine yenik düşer.

****

  Yahya Kemal, Heybeliada’daki Bahriye okulundan öğrencisi olan N.Hikmet’e “Türkçe ve şiir” öğretmek amacıyla, Nişantaşı’ndaki evlerine gidip gelmektedir. Yahya Kemal, Nazım’ın kuzeni Oktay Rifat ve arkadaşları Necip Fazıl’a da şiir dersleri vermektedir. Bu gidip gelmeler sonucunda, Nazım’ın annesi ressam Celile hanımla, Yahya Kemal arasında büyük bir aşk filizlenir. Bu aşktan N.Hikmet’in de haberi olur ve çok rahatsızdır. Yahya Kemal birgün evlerine geldiğinde, paltosunun cebine şöyle bir not yazıp koyar:

 “Hocam olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz…”

 Belki Nazım’ın tepkisindendir bilinmez, bu aşk evlilikle sonuçlanmaz. Hatta rivayet odur ki, Nazım’ın Yahya Kemal’i Galataray Lisesi önünde, elinde silahla kovaladığı söylenir.   Yıllar sonra Yahya Kemal, yaşlanmış ve gözlerini kaybetmiş Celile hanımı, Galata Köprüsü üzerinde, hapiste olan Nazım için açlık grevi yaparken görür fakat yanına gitmez ve Nazım’ın özgürlüğü için de imza vermez.

 Yahya Kemal o ünlü şiiri, “Sessiz Gemi”yi ise sevgilisi Celile hanım için yazmıştır.

   AĞRI DAĞI VE AY YILDIZ

 Batılı bir diplomat, Ermeni meslektaşına sorar, “Ağrı dağı sizin olmadığı halde neden bayrağınızda kullanıyorsunuz?”

 O da “ayla yıldız da Türklerin değil ama onlarda kendi bayraklarında kullanıyor” der.

   YAŞLI ADAM VE PADİŞAH

  Osmanlının sürekli savaşa girmesi nedeniyle son oğlunu da şehit veren baba:

  “Padişaha söyleyin son çocuk da gitti, ben de yaşlandım, artık bana güvenerek sağa sola savaş açmasın” der.

  HARİCİYE NAZIRI VE KRALİÇE

  Osmanlı sürekli gerilemekte, sahip olduğu toprakları bir bir kaybetmektedir. İngiltere’de kraliçe ile görüşen hariciye nazırı sorar:

 “Birliğinizi siz nasıl sağlıyorsunuz” diye, o da:

 “Biz, hiçbir yere sizin gibi merkezden atama yapmıyoruz. Her yere kendi halkının taktirini kazanmış, ehliyet ve liyakat sahibi olanları atıyoruz. Böylece isyanların da önüne geçmiş oluyoruz” der.

  MEHMET AKİF, PALTO ve SAİD-İ NURSİ

 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden hemen sonra Mustafa Kemal’in çağrısıyla Ankara’ya geçer ve 1920 Mayıs’ında da Burdur milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi’ne girer. Meclisin görevlendirmesiyle, Kastamonu başta olmak üzere Anadolu’nun birçok yerinde camilerde vaaz ederek, halkı bağımsızlık için direnişe davet etmiştir. Vaazları, “Sebilürreşad” ve “Hakimiyeti Milliye” gibi yayın organlarında basılıp elden ele dolaştırılmıştır.

 Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde yazdığı “İstiklal Marşı”, 12 Mart 1921’de TBMM’de büyük bir coşkuyla okunarak, milli marş olarak kabul edilmiştir. “O benim değil, milletimindir” diyerek “Safahat”a almadığı İstiklal Marşı için kendisine verilen 500 Lirayı da Darül Mesa’i adlı bir hayır kurumuna bağışlamıştır. Oysa ki, Dr. Şefik Kolaylı‘nın anlatımına göre, Akif tam da o günlerde paltosunu üşüyen birine verdiği için, ince bir pardösü giymektedir.

 Mehmet Akif, Atatürk’ün yanında milli harekete katılarak Ankara’da Taceddin Dergahı‘nda mütevazı bir evde paltosuz yaşarken, Said-i Nursi İstanbul’daki refahını, rahatını bırakmayarak Dar-ül Hikmet-il İslamiyye’deki “maaşlı” görevine devam etmiş, Çamlıca’da Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’nde oturarak hayatını sürdürmüştür.

 M.Akif, yeni Türk devletinde devrimler başladığı zaman, Mısır’a gitmiş ve 11 yıl kalmıştır. Hastalanıp (siroz olmuştur) Türkiye’ye döndüğünde, “Mısır’da 11 yıl kaldım fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin” der.

   MEHMET AKİF’İN OĞLU

 Çetin Altan’ın anlatımıyla bir gün gazeteye, Mehmet Akif’in oğlu olduğunu ve şu anda maddi olarak çok sıkıntıda olduğunu söyleyen biri gelir. Bunun üzerine bir miktar para verirler ve biraz sohbetten sonra da çıkıp gider. Bu olaydan bir müddet sonra gazetenin birinde bir haber çıkar:

“Milli marşımızın yazarı merhum Mehmet Akif’in oğlu Beşiktaş’ta bir çöplüğün kenarında ölü bulundu”.

   NEBBAŞ VE OĞLU

 Falanca yerin insanları, yakınlarına ait mezarların soyulup talan edilmesinin önüne, ne yaptılarsa geçememişler.

 Nihayet günün birinde, bizim nebbaş (mezar soyguncusu) ölmüş. Soygunlar tekrar etmeyince, millet de beddualar ederek rahat bir nefes almış.

 Gün gelmiş bizim nebbaşın oğlu büyümüş ve babasına lanet okuyanlara rahmet okutacağını söylemiş. Annesi de “bir nebbaşın ardından rahmet okunduğu nerde görülmüş ey oğul” demiş. Oğlu da “günü gelince görürsün” diyerek, başlamış babası gibi mezarları soymaya ancak soymakla kalmıyor bir de münasip yerlerine bir kazık çakıyormuş.

 Bunun üzerine yöre halkı, “eski nebbaştan Allah razı olsun, o hiç değilse böyle münasebetsizlik yapmıyordu” diyerek başlamış rahmet okumaya.

   TANRININ ADALET EVİ (OSCAR WILDE)

 Hayattayken her türlü günahı işlemiş olan birisi, tanrının huzuruna çıkar. Tanrı, “madem ki tüm günahları işledin, seni cehenneme gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cehenneme gönderemezsin, ben zaten bütün ömrümü orada geçirdim” der. Tanrının adalet evinde büyük bir sessizlik sonrası, “peki o zaman seni cennete gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cennete de gönderemezsin, çünkü onu hiçbir zaman gözümün önüne getiremedim” der.

   SENECA’NIN ÖLÜMÜ

  Seneca, Germanicus’un kızıyla zina yaptığı iftirasıyla, imparator Clodius tarafından Korsika’ya sürgüne gönderilir. İmparatorun bağışlaması için dalkavukça ve yalvaran pek çok mektup yazar. Nihayet beş yıl sonra (M.S.47)  imparotoriçe Agripine tarafından affedilerek, Roma’ya çağrılır ve oğlu Neron’un eğitimi için görevlendirilir.

 Neron imparator olduğunda, kendisi de başbakan olur. Neron’un önce babasını öldürmesinin önüne geçemediği daha sonra da annesi Agripine’i öldürmesinin haklılığını, senatoya karşı savunan bir söylevi nedeniyle, bir zamanlar kendisini koruyan Agripine’i öldürtmekle suçlanarak, halkın da kin ve nefretini üzerine çeker.

 Bu arada bir filozof olarak kendisi de çok zengin olan Seneca, Büyük Britanya’nın bir bölgesinde kraliçe olan Boadicca’ya yüksek faizle yüklü miktarda borç verir. Kraliçe borcunu ödeyemeyince Roma’ya başkaldırır. Sonuçta yenilir ve kendi canına kıyar.

 Bu olay neticesinde Neron, hocası Senaca’nın kendi damarlarını keserek canına  kıymasına hükmeder. Vasiyetini yazmasına bile izin verilmez. Seneca’nın tüm çabalarına karşın, karısı da aynı şekilde kendini öldürmeye kalkar. Kendisi yaşlı ve zayıf olduğundan, kanının yavaş akması nedeniyle zehir de içer ancak yine ölmeyince, kendi isteğiyle sıcak banyoya götürülür ve orada sıcak buharla boğularak ölür. Karısı, Neron’un emriyle tedavi edilerek kurtarılır fakat çok sürmez iki yıl sonra ölür. Seneca öldüğünde 64 yaşındadır.

  BU AKŞAM GÜN BATARKEN GEL

 Ahmet Rasim, bazen bir yerlere takılıp eve ya çok geç gelir ya da bir kaç gün gelmediği olurmuş. Eşi de munis bir hanımefendidir. Olumsuz hiç birşey söylemediği gibi aynı ilgiyle karşılarmış.

 A.Rasim, akşam olunca tekrar sıkılır ve “ben çıkıyorum hanım” dermiş. Her zamankinden farklı olarak, bu kez eşi alçak sesle, “bu akşam geç kalma erken gel” der. Bu sözler içine işler ve meyhaneye gidene kadar da mırıldanıp durur. Meyhanede bestekar Tatyos Efendi ile karşılaşır, durumu anlatırken de “bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma erken gel” şarkısının güftesini yazar. Tatyos efendi de hemen orada besteler.

  MAZHAR OSMAN VE DELİLİK

 Birgün Mazhar Osman’a, “hocam sizin için ‘deli’ diyorlar, ne diyorsunuz?” diye sormuşlar. O da, “onların benim için ne dediği hiç önemli değil, yeter ki, aynı şeyi onlar için ben söylemeyeyim” demiş.

 DENİZ YILDIZI VE GENÇ ADAM

  Okyanusun çekilmesiyle, sahile vuran deniz yıldızlarını teker teker denize atan genç adama, yaşlı adam sorar; “sahil tamamen deniz yıldızı dolu, hepsini kurtaramayacağına göre neyi değiştireceksin ki?”

 Genç adam, bir deniz yıldızı daha alıp denize atarak; “bak, onun için değişti” der.

***

..

 

                                                

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

EINSTEIN

Pazartesi, Mayıs 31st, 2010

    EINSTEIN:

 

– Ben, Spinoza’nın tanrısına inanıyorum.

– Olumsuz insanlardan uzak durun zira her çözüm için bir problemleri vardır.

– İki şey sonsuzdur birincisi evren, ikincisi aptallık. Birincisinden şüphem var ancak ikincisinden eminim.

             – Önyargıları yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur. 

– Ben atomu insanlığa hizmet için buldum, onlar bomba yapıp birbirlerini yokettiler.

– Üçüncü dünya savaşının hangi silahlarca olacağını bilmiyorum ama dördüncüsünün taş ve sopalarla olacağını biliyorum.

– Gerçek, bitmek bilmeyen bir illüzyondur.

– Eğer arılar yeryüzünden yokolursa, insanın sadece dört yıl ömrü kalır. Arılar olmazsa döllenme, bitki, hayvan, insan olmaz.

– Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık, bütün dünyanın sırrını öğrenmiş olurduk.

– Gerçeği aramak, ele geçirmekten daha değerlidir.

– Büyük güçlere sahip devletler olduğu sürece, savaş kaçınılmazdır.

– Bir hatayı iki defa tekrar etmeyen, kesinlikle mükemmel insandır.

– En değerli insan, alçakgönüllü olandır.

 -Algılayan insana karşı, bağımsız bir dış dünyanın varlığı bütün bilimlerin temelidir.

– Kütle, yoğunlaşmış enerjiden başka bir şey değildir.

– Devimli bir cismin kütlesi, devimiyle birlikte arttığına ve devinim bir enerji biçimi olduğuna göre, devimli bir cismin kütle artışı o cismin artan enerjisinden gelir. Açıkcası enerjinin kütlesi vardır:

“E = mc²”

– Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman arasındaki fark; sadece bir göz yanılmasından ibarettir.

– Özdek; varolan her şeyin temelidir. O, devim, zaman ve uzaydan ayrılamaz. O, kendiliğinden devingen ve gelişkendir.

– Bize akıl almaz gelen, gerçekte var. Doğanın sırlarının ardında anlaşılmaz, soyut ve açıklanamaz birşey duruyor. Anlayabileceğimiz herşeyin ötesindeki bu güce, saygı göstermek benim dinimdir.

– Tanrı, barbut atmaz. Evrende hiçbirşey tesadüfi, şans eseri değildir.

Ey fizik! Sen olmasaydın, tanrıya inanmayacaktım.

– Geleceğin dini, kozmik bir din olacaktır. Bu din, teoloji ve dogmalardan uzak olup, kişisel tanrıya üstün gelecektir.

– Bilimsiz din kör, dinsiz bilimse topaldır.

– Benim özel yeteneğim yok, sadece tutkulu bir meraklıyım.

– Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğim için başarıyorum.

– Güzel bir kızı öperken düzgün araba kullanan birisi, öpücüğe hakettiği dikkati vermiyor demektir.

– Hayalgücü herşeydir, bilgiden daha değerlidir. Hayalgücünüz, geleceğinizi belirler.

– Doğru olan her formül, içinde mutlaka estetik değer barındırır. 

– Hiç hata yapmayan insan, yeni birşey denememiş demektir.

– Başarılı olmak istiyorsanız, hatalarınızı üçe katlayın.

– Ben geleceği hiç düşünmem, ne de olsa gelecektir.

– Başarılı olmaya değil, değerli olmaya çalışın. Değerli olursanız, başarı kendiliğinden gelecektir.

– Hayatınızı değiştirmek istiyorsanız, önce kendinizi değiştirmelisiniz.

– Hergün aynı şeyleri yaparak, hayatının değişeceğini bekleyen kişi hastadır.

– İnsan aklın sınırlarını zorlamadıkça, birşeye erişemez.

– Kendi hayatına ve başkalarınınkine anlamsız gözüyle bakan insan, mutsuz olmakla kalmaz kolay kolay yaşamasını bile beceremez.

– Barışı baskılarla sağlayamazsınız ancak karşılıklı anlaşarak koruyabilirsiniz.

– Sadece “insan” olduğunuzu hatırlayın, geriye kalan herşeyi unutsanız da olur.

– Hayatı yaşamanın iki şekli vardır; ilki, hiçbir şey mucize değilmiş gibi diğeri ise her şey mucizeymiş gibi yaşamaktır.

– Dünyada bir tek çocuk bile mutsuzsa, büyük icatlar ve ilerlemeler yoktur.

– Evrenin en anlaşılmaz özelliği, anlaşılabilir olmasıdır.

– Sorunları, yarattığınız aynı düzlemdeki akılla çözemezsiniz.

ANONİM / 1

Çarşamba, Mart 31st, 2010

ÖZLÜ SÖZLER – ANONİM

 

– Yüreğiyle düşünen olmalısın, hayatı anlamlandırmak zor değil, zor olan; “sevmek ve üretmek”.

*

Çok uzun yaşarsan, sevdiklerinin seni birer birer terkettiğini görürsün!

*

 – Çocukların kalplerindeki “tanrı”, onların anneleridir.

*

– Çocuklarla filozoflar, birbirine benzer. Her ikisi de başkalarının ne dediğine bakmadan, direkt “nedir?” diye sorar.

*

Mutluluk isteyenlerin değil, hakedenlerindir.

*

Hayal etmek, bilgiden daha önemlidir. Bugün gerçek olanların hepsi, geçmişte en az bir kere hayal edilmişti.

*

Edebiyat, hayat eleştirisidir.

*

– “İnsan beyni” bizim anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, onu anlayamayacak kadar da “aptal” olmamız gerekirdi.

*

– Küçük beyinler “kişileri”, orta beyinler “olayları”, büyük beyinler de “fikirleri” tartışır.

*

– Kimi adamların “fikirleri” vardır, kimi fikirlerin de “adamları” vardır.

Mazeret terazisinin, tartamayacağı günah yoktur.

– Kendi yarattığı problemlerden dolayı mağdurmuş gibi davranan insanlardan uzak dur.

*

– “İktidar” “gelin” gibidir, kendine ortak istemez.

*

– Deveye sormuşlar, “inişi mi yoksa yokuşu mu seversin?” diye, o da “düzün suyu mu çıktı” demiş.

*

– Deveye sormuşlar, “boynun niye eğri?” diye, o da “nerem doğru ki?” demiş.

*

– Kurda sormuşlar, “boynun niye kalın?” diye, o da “kendi işimi kendim görürüm de ondan!” demiş.

*

– Gezen kurt, yatan kurttan daha iyidir.

– Kurt kocayınca, itin maskarası olurmuş!

– Ağacı kurt, insanı dert yer.

*

– Kartala, ok değmiş o da kendi teleğinden.

*

– At izi, it izine karışmış.

– Ata et, ite ot verilmez.

– Atın ölümü, arpadan olsun.

– Boş torbaya, kısrak gelmez.

– Dere geçerken, at değiştirilmez.

– Hızlı giden atın boku, seyrek düşer.

– Yumuşak atın, çiftesi pek olur.

*

– İte bak, yattığı yere bak!

– İt ite, it de kuyruğuna buyuruyor.

– Isıracak köpek, dişini göstermez.

*

– İti an, çomağı hazırla!

– İyi adam, lafının üzerine gelirmiş!

*

– Nerde birlik, orda dirlik.

– Nerde çokluk, orda bokluk.

*

– İki çıplak, bir hamama yakışırmış.

– İki gönül bir olunca, samanlık seyran olurmuş.

*

– El elin eşşeğini, türkü çağırarak arar!

 – Eşşeğin sevmediği ot, burnunun dibinde bitermiş!

– Eşşeği seven, ossruğuna katlanır!

 – Eşek ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır.

– Mektep cehaleti alır, merkeplik baki kalır.

– Eşşeğin hatırı yoksa, sahibinin de mi yok?

*

– Bir boklu dana, bütün sürüyü boklamaya yeter.

– El danasından, öküz olmaz.

– Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa!

*

– Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış!

*

– Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır.

*

– Yılanın başını, küçükken ezeceksin.

– Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın.

*

– Ya bu deveyi güdecen ya da bu diyardan gidecen,

– Deliye laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur.

– Elalem deliye hasret, biz akıllıya!

*

– Kasap “et” derdinde, koyun “can” derdinde!

– Her koyun, kendi bacağından asılır!

*

Cin olmadan, adam çarpmaya kalkar,

hakım” diyeceği yerde de “bokum” der çıkar.

*

– İşini bilmeyen çavuşlar, sıçar bokunu avuçlar.

*

Naz ile yetişenin, “mihneti” olmaz.

Mihnetin olmadığı yerde, “aşk” olmaz.

*

– Az verme “hırsız” edersin, çok söyleme “arsız edersin.

*

– Balık, baştan kokar.

– İmam “salarsa“, cemaat orta yere yapar.

*

– Kimi insanları tanıdıkça, büyüdüğünü görürsün,

kiminin de tanıdıkça, küçüldüğünü!

*

-Erkeği toklukta, kadını yoklukta, evladını yaşlılıkta, kardeşini mirasta, arkadaşını yolculukta, dostunu zor durumda tanırsın.

*

– Yüz verdik deliye, sıçtı geldi halıya!

– Birine kırk gün deli dersen, deli olurmuş!

*

– Acele giden, ecele gider.

– Acele işe, şeytan karışır.

*

– Kötü örnek, emsal olmaz.

– Teşbihte hata, olmaz.

*

– Sağır duymaz, uydurur.

– Kelin ilacı olsa, önce kendi kafasına sürermiş!

– Kel başa, şimşir tarak.

– “Kel” ölünce “sırma saçlı”, “kör” ölünce “badem gözlü” olur.

– Körle yatan, şaşı kalkar.

– Körler sağırlar, birbirini ağırlar.

 *

– İnsanoğlu çiğ süt emmiş kimse bilmez fendini, her kime iyilik yaptıysan ondan sakın kendini.

*

– Söylesem tesir etmiyor, sussam gönlüm razı gelmiyor…

– Doğruyu söylesem sizden, yalan söylesem Allah’tan korkuyorum, suskunluğum bundandır.

– Kem söz, sahibine aittir.

*

– Akacak kan, damarda durmaz.

– Bükemediğin bileği, öp.

*

– Her dağın, kendine göre “kar”ı vardır.

*

– Dayanma gücü, galip gelme gücüdür.

*

– Bir hayali olmayanın, “ideali” de olmaz.

*

– Benim ağzım sıkıdır, sadece “camiyle kahve”nin ortasında konuşurum!

*

– Ben herkese inanırım, sadece içindeki şeytana güvenmem!

*

– Şerim şerim, üstüne işerim!

*

– Öğrenci hazır olduğunda, hocası ortaya çıkar.

*

– Taşlanacaksam, ilk taşı “günahsız” biri atsın!

*

– Zulme karşı sessiz kalmak, zulümdür.

*

– Ne verirsen elinle, o da gelir seninle.

– Dünya hayatı; “darılma” değil, “dayanma” yeridir.

– Zaman; “hesaplaşma” değil, “helalleşme” zamanıdır.

*

– Dünya malı dünyada kalır, kefenin cebi yok.

*

– Ahlâksızlığın en kötüsü, “ahlâk” haline gelmesidir.

*

– İktidar olma hırsı, maneviyatı öldürür.

*

– Cinayeti işletemiyorlarsa, “şahit” yapıyorlar.

*

– Ne yaparsan yap, haddini bilerek yap ve sen haketmiş olma.

*

Şeytan, ayrıntıda gizlidir.

– Şeytan da kariyerine melek olarak başlamıştı ama şimdi sadece bir iblis.

En yalnız insan, kendisiyle geçinemeyendir.

*

Bilgelik, emekleyerek gelişir.

*

– Afaki meselelerde “sahil” yoktur.

*

– En tehlikeli yalan, içinde bir parça doğru olandır.

-Yalancının mumu, yatsıya kadar yanar.

– Bozacının şahidi, şıracı.

– Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz.

– Bilgi kutsal, “yorum” hürdür.

– Güneş, balçıkla sıvanmaz.

*

– Hatırda kalmaz, satırda kalır.

*

– Eden kurtulur, diyen tutulur.

*

– Etme bulursun, inleme ölürsün!

*

– Ne ekersen, onu biçersin.

*

– Hamama giren, terler.

*

– Bir adamı en çok, ya düğünde ya cenazede tanırsın!

* 

– Hayatta en çok neyi istersen, o şey olur.

*

– Olmayacak duaya, “amin” denmez.

*

– Herkes, istediği kadarını alır.

*

– Ehem, mühime tercih edilir.

*

– Herşeyi çözdüğünü sandığın an, yanılırsın.

*

– Sen önünü kış tut, bahar gelirse bahtına.

*

– Olağan olan kazalardır, facialar değil.

*

– Her arayan belki bulamayacak ama bulacak olan, mutlaka arayan olacaktır.

*

– Arayan belasını da bulur, mevlasını da!

*

– Yaşam öyle bir öğretmendir ki; önce sınav yapar sonra ders verir.

*

– İnsanları olaylar değil, olaylara getirdiği yorumlar incitir.

*

İnsan, en gelişmiş ilkel yaratıktır.

*

– Zor oyunu bozar.

İş bilenin, kılıç kuşananın.

*

– En iyi savunma, taarruzdur.

*

– İnsan, kaybedeceği şeylere, fazla bağlanmamalı.

– Yenildiğinde değil, vazgeçtiğinde kaybedersin.

*

– Acı bir son yaşamak, “sonsuz bir acı son” yaşamaktan iyidir.

*

– Uzak olan kardeşten, yakın olan “dost” daha iyidir.

*

– Bir insanın ölümünden daha kötü olan, “iki insanın” ölmesidir.

*

– Fazla merhametten, maraz doğar.

– Merhamet; acımak değil, anlamaktır.

– Dinlemek, sevmektir.

*

–  İnancın, vicdanın kadardır.

*

– İnsanları, vicdanları ile cüzdanları arasına sıkıştırmak zulümdür.

*

– Herkes Hz.Ömer‘in adaletini istiyor ama kimse onun gibi yaşamak istemiyor.

*

– Barışmasını bilmeyen, kavga etmesin.

*

– Gülü seven, dikenine katlanır.

*

Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz.

*

Ahlâk; daha çok orta sınıfın uyduğu, çok zengin ve çok yoksulların ise bazen uydukları kurallardır.

*

– Azgelişmiş, yoksul ve yoksun bırakılmış toplumların da kendine özgü bir faşizmi vardır.

*

– Herkes, yargı bağımsız” olsun diyor ama kimse “tarafsız” olmasını istemiyor.

*

– Eğer bir “cezaevi” varsa, içinde kim olduğunun bir önemi yoktur.

*

Masumiyet yargılanamaz.

*

Doktor hata yaparsa bir kişi, hukukçu hata yaparsa herkes zarar görür.

*

– Terzinin hatasını ütü, ahçının hatasını maydonoz, doktorun hatasını ise toprak örter.

*

– Korkaklar hergün, cesurlar bir kere ölür.

*

Korkularımız, arzularımızdır.

*

– Korkunun ecele faydası yok.

*

Korkak insan; konuşması gereken yerde susan, susması gereken yerde de konuşandır.

*

İhtiyaç, korkakları cesaretlendirir.

*

– Dilde bir ejderha gizlidir, kan dökmeden öldürür.

*

– Zihnimin kapıları açıldıkça, yalnızlığım artıyor.

*

– Söyleme sırrını dostuna, o da gider söyler dostuna.

*

– Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!

*

– Nasıl yaşarsan, öyle de ölürsün!

*

– Hayat, kurallarını tanrının koyduğu bir oyundur!

*

– Tanrı akıllıları kendine dost, aptalları ise kul olarak yaratmıştır!

*

Olaylar insanların dışında gelişir, insanlar sadece olaylar karşısında verdiği tepkilerden sorumludur.

*

Tanrı düşüncesi, ilkel toplumlarda bilgeliği temsil eder.

*

– Şeyh uçmaz, mürid uçurur.

*

– “Ama”dan önceki herşey ya önemsizdir ya da yalandır.

*

– Bir memleketin sonunu hazırlayan, kabiliyetsiz muktedirler ile kifayetsiz muhterislerdir.

*

Diktatörlerden en büyük zararı; onu sevenler, ona ençok destek verenler görür.

*

– Aptallar söylediklerine, akıllılar söylemediklerine pişman olur.

*

Akılsız dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun daha iyi!

*

– Davacının akılsızı, mübaşire anlatır derdini.

*

– Zekâsını farkeden için en büyük zaaf, şımarmasıdır.

*

– Biz kuşbakışı diyoruz, o kuş gözüyle görmeye çalışıyor!

*

İyimserler her felaketi bir “fırsat”, kötümserlerse her fırsatı bir “felaket” olarak görürler.

*

– Ne kadar geriye bakabilirseniz, o kadar ileriyi görebilirsiniz.

*

Ekonomi, iktisatçılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.

*

– Onlar paralarını, ben anılarımı biriktirdim.

*

Az para dövüştürür, çok para seviştirir.

*

Tecrübe, yediğin kazıkların toplamıdır!

*

– Aklına satmayı koyanlar, alıncaya kadar ya ürünü değiştiriyor ya bizi.

*

Sabır acıdır, meyvası tatlıdır.

*

Beklemek, kavuşmaktan iyidir.

*

Vuslat ertelendikçe, şehvet artar.

*

Umut ertelendikçe, yerini işkenceye bırakır.

*

Nostaljinin fazlası, gelecekten kopmadır.

*

Karakter olduğun, itibar sandığın şeydir.

*

Dahilik ile delilik komşudur.

*

– Elinde çekiç olan, her şeyi çivi zannediyor.

*

– Gecenin en karanlık olduğu an, sabaha en yakın olduğu zamandır.

*

GABRİEL MARCEL

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

                  

 

1929’da Katolik inancını seçmiş ve ona bağlanmış, tanrı tanıyan bir varoluşçudur.

Diğer varoluşçular gibi edindiği problem; insanın yabancılaşmasının, törpülenmesinin, kitleler içinde kaybolmasının önüne nasıl geçebilir?

Marcel’e göre paramparça bir dünyada yaşamaktayız. Dünya, insanların toplumsal yaşamda gittikçe daha fazla işlevleri olan bir dünya haline gelmekte. İnsan sosyal yaşamda bir vida haline gelmiş. İnsanlar, istatiksel sayılar haline getiriliyor. Böyle bir dünyada sahip olmak, varolmaktan daha önemli hale getiriliyor. Herkes belirli işlevlere, mala-mülke sahip.

Marcel, sahip olmayı ikiye ayırıyor:

1-Mal, mülk sahibi olmak.

2-belli bir niteliğe (acıya, neşeye) sahip olmak.

Sahip olmanın, yabancılaşmanın asıl kaynağı; gerçekte bizim sahip olduklarımız aslında bize sahip.

Sürekli sahip olma yolunda olanlar, sahip oldukları şeyler tarafından hapis ruhlu insanlar oluyorlar. Bu insanlar diğer insanların farkında olmayan insanlardır. Böylece bu insanlar varlık kaybına uğramaktadırlar. Marcel buna, ‘ontolojik azalma’ diyor. Bu insanlar aslında yokturlar. Bunlar sürekli senin için ne yapacaklarını konuşurlar. Tehlikede olduğunda ise senin tanımadıklarını söylerler. Aslında yaşadığımız dünya, bir ihanet dünyasıdır.

İnsanlar varlığı yitirdiler ve ontolojik azalmanın acını çekiyorlar. Varlığı isteme, varlığı arzu etme hisleri var. Marcel buna da, ‘ontolojik gereksinme’ diyor.

Özlerini yitirmiş insanlar varlığı istiyorlar, sorun burada. Ontolojik gereksinme olmama durumundan kaynaklanıyor. Ve bu ‘olma’ durumuna işaret ediyor. İnsanlar arası bir ilişkinin bir özelliğine işaret ediyor.

Benimle aynı uzantıda olan insanlar orada olmayabilir ama başka bir kıtadaki insan ise olabilir.

Sadakat; ihanetin, umut; karamsarlığın, yanında olma; olmamanın yerini almalı. Bu aynı zamanda hristiyan Marcel’in, umut görüşünü oluşturuyor.

Buraya kadar Marcel, çağın durumunu ortaya koyuyor. Peki bu durum, umuta nasıl dönüşecek?

Marcel felsefeye, ‘ontolojik sır’ kavramını kazandırıyor. Ve bu kavramı ikiye ayırıyor; ‘sorun’, ve ‘sır’.

Sorun; önümde duran ve bana yabancı olan bir şey.

Sır; benim içimde olan ve bu nedenle de bütünlüğü ile benim karşıma konulamayan şey. Ben nasılsam, içimdeki sırra örülmüş biçimdeyim. Önemli olan, sorunu aşmak ve sırra doğru yol alabilmek.

Sır; insanın içindeki varoluşu. Bunun sözcüklerle ifadesi imkansız.

Gerçek sır; hiçin olmaması, varlığın olması. İşte bu meta problem.

Marcel bu problemi, ‘cogito’ gibi açıklıyor. İçimde sır olarak bulunan varlığa baktığımda, şüpheye maruz kalacak hiçbir şey görmeyeceğim. Marcel işte burada, ‘cogito ergo sum’ yerine ‘credo ergo sum’ yani ‘inanıyorum öyleyse varım’ önermesini koymak gerekir diyor. ‘Ben düşünüyorum’ yerine ‘biz düşünüyoruz’. ‘Ben varım’ insanlığı yalnızlığa sürüklemektedir.’İnanıyorum’, ‘biz düşünüyoruz’ ise insanları yalnızlıktan kurtarmaktadır.

Amaç; kolektifliğe karşı topluluk içinde özgür insanları kurtarmak.

Marcel’de varolmak, kendi kendine ve dünyayla, diğer insanlarla iletişimde bulunmaktır. İnanç; tanrıya, başka insanlara duyulan inanç, sadakat. Bu inanç, insana umut getirir. Bu umut da insanı ,kelepçelerden ve zaman-mekandan kurtarır. Böylece Marcel’in felsefesi ‘umut felsefesi’ne dönüşür.

Aslında varoluş tek başına değil, başka varoluşlarla birlikte olmakla olur. Bu da sevgi ile olur. Sevgi temelinde bir arada olmak.

Yaşadığımız dünyada birlikte olmak, birbirine sahip olmak taşlaşmış bir şekilde ortaya çıkıyor. Marcel buna ‘el koyucu sevgi’ diyor. Bu sevgi, kendine bağımlı kılmak için, bu sevgide ‘karşılıklılık’ gelişmez. Nesnel bir ‘o’ olur. Bu ‘o’ değiştirilebilir, karşılaştırılabilir.

Sevilenin değeri, sahip olanın çıkarına bağlıdır. Sahip olan onu kullanır. Çünkü merkezde, sen yok ben var.

Bu el koyucu sevgi; karşılıklı fedakarlığı ortadan kaldıran bir sevgidir. Sen yok, nesnel bir o var. Bu yabancılaşmış bir sevgidir.

Yabancılaşmamış sevgi, ‘adayıcı sevgi’dir. Koşulsuzluk, bu sevginin en önemli özelliği. Sen’e kendini koşulsuz olarak adamak. Sevginin ölümle son bulmasında, ölen sen değil; birisi, hiçbir zaman o haline gelmez.

Gerçekten seven, ‘sen ölmeyeceksin, koşulsuz olarak birbirini sevenler ölmez’ der.

Sonlu insanların mutlak sevgileri tanrıda geliyor. Bir insanı gerçekten sevmek onu tanrı içinde sevmektir. Böylece sevgi, inanç ve umut işte bunlar insanın varoluşudur.

İyilik; gelecekte olacak her şeyin iyi olacağı beklentisidir.

Umut; karanlıkta kalmamaktır. Sen için umut etmektir. Böyle bir umutla seven, inanıyor demektir. Sadece sevgide ve umutta koşulsuz inanç sözkonusu. Umut ve sevgi, yabancılaşmamış bir varoluşun nitelikleri.

Karşılıksız, koşulsuz, çıkarsız bir sevgi, bu temelini tanrıda buluyor. Çıkarcı sevgide böyle bir şey sözkonusu değil.

Adayıcı sevgide, ne sen ne de ben var sadece ‘ilişki’ var. Merkezde de sadece tanrı var. Burdaki tanrı, Jaspers’teki gibi şifrelerle okunan tanrı değil, hristiyanlığın tanrısı.

Jaspers’teki inancın felsefi olmasına karşılık, Marcel’in inancı dinseldir.

Ayrıca Marcel’de sınır bilinci yok.

KARL JASPERS – 2

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

4-TANRI DÜŞÜNCESİ :

 

Dünya tecrübelerinin sınırı(dünya yönelimi) = İmmanent   | 

Varoluş, özgürlük, tanrı = Trancendent               

 

     

 

  KUŞATICI VARLIK:           

 

          Tanrı                            

               |                                   

        Özgürlük                        

       |                |                   

  Dünya       İnsan (varoluş)

 

DÜŞÜNME:

A)Bilimsel düşünme; araştırıcı düşünme.

    Dünyanın mantıksal bir akılcılıkla çözülmeye çalışılması.

B)Aydınlatıcı, varoluşsal düşünce.

Sınır, Jaspers’te çok önemli. Bilimin sınırları; 1-geçici, 2-ilkesel sınırlılık.

Geçici sınırlılık; bilim adamının çözülemeyen bir problemi çözmesi.

İlkesel sınırlılık; bilimin, dünya bütününün ne olduğunu açıklayamaması.

 

‘Ben kimim, neyim…’ diye kendi varoluşu hakkında soru soran kimse, günün birinde tanrı hakkında da soracaktır. Sormuyorsa, felsefe yapmıyor demektir.

‘Gerçek felsefe ancak kendi kendini aydınlatan felsefedir’. Özgürlüğü sayesinde bilginin ve düşünmenin sınırına varan kimse sonunda tanrı düşüncesine ulaşacaktır.

‘Felsefe vermez ancak uyarabilir’.

‘Dünya kendinden yola çıkılarak kavranamaz’.

‘Varoluş felsefesi, özünde bir metafiziktir’.

‘Tanrı, bilginin konusu değildir. Tanrı, zorunlu olarak açıklanabilen bir varlık durumuna getirilemez. Çünkü tanrı, hiçbir duygusal algının nesnesi değildir. O görünmezdir, Ona ancak inanılır. Oysa şimdiye kadar herkes tanrıyı dünya içinde düşünerek bilgi nesnesi yapmaya çalışmışlardır’.

‘Varoluş, bilgi nesnesi yapılamaz ancak aydınlatılabilir’.

‘Dünyayı bilerek tanrıya inanmıyorum. Çünkü tanrı, bir duyu algısı değildir. O zaman özgürlükle buna inanıyorum’.

‘İnsanın özgür oluşuna biz existens diyoruz. Varoluşun olduğu her yerde tanrı da var’.

‘Varoluşunu aydınlatmış olan insan, ancak tanrıyla ilişki kurabilir. Bunu yapanda çok az insandır. Çünkü bu, zor bir iştir. İnsanın bunu gerçekleştirmesi mucize gibi bir şeydir’.

‘Dünya, insanın varoluşunu harekete geçirmek için bir göstergedir’.

‘İnsanı insan yapan; özgürlüktür’.

‘Özgürlük bilinci; dünya içindeki içkinlikte kaybolmamanın bilincidir. Bu bilinci aydınlatmak felsefenin görevidir. En keskin şekilde tanrının farkına varmak, özgürlük bilincine varmakla olur. Varoluşunu aydınlatmasıyla özgürlük bilincine varan insan, tanrını farkına varır. Aksi halde varoluşunu aydınlatmazsa, immanent olanın (dünyanın) içinde nesneden nesneye gidip-gelir. Bu nedenle özgürlük, en önemli bir şifre olmakta, bu şifreleri okuyanlar tek tek varoluşlarını aydınlatanlardır. Varlık kaygısı duyan herkes, şifreyi okuyabilir.

Şifre; kişinin tek tek olaylar karşısında tanrının farkına varması.

Bu çağrıda bulunan felsefenin ortaya koyduğu; felsefi bir inançtır. Jaspers, kutsal kitapları dünya bilgisi olduğu için kabul etmiyor.

 

5-KOŞULSUZ İSTEME:

 

İnsan kendi içinde başka bir temelin/tanrının olduğunu gördüğünde isteme, koşulsuz istemeye dönüşüyor.

İnsan, kendi varlığının bilincine vardığında özgür oluyor ve bu sayede de tanrının farkına varıyıor.

Otoriteden dolayı öyle yapmak, yarar-çıkardan dolayı öyle yapmak, koşullu istemedir.

‘Başarısızlık’, Jaspers’de en önemli şifre. Başarısızlık, sınır durumlarındadır. Bir şey arıyor, bulamıyorum ama neyi bulamadığımın farkına varıyor olabilirim.

Jaspers’e göre hayat; en önemli şey değildir. Hayattan daha önemli olan; insanın hakikat olarak inandığı şey üzere ölmektir. Eğer kişi, inancı için ölümü bile göze alıyorsa, onun için o inanç hayattan bile daha önemlidir. Bu inanç kişinin her karar vermesinde sözkonusudur. İşte koşulsuz isteme; sadece inançtan dolayı olan istemedir.

Örneğin; bir kişinin bir şeyi rahatlıkla çalabileceği halde etik sorumluluktan yani kimsenin hakkını yememek için bunu yapmaması.

Koşulsuz isteme, bilgi içeriği olarak yok, sadece inanç olarak var ve inanan için sözkonusu.

İnsan hep bir durum içindedir. Sınır durumları ise değiştirilemeyen durumlardır. Acı, ölüm, suç gibi. Örneğin birinin, bir yakını kaybetmesi halinde o kimsenin aniden sonluluğunun farkına varması gibi.

Sınıra gelmek demek; sınırın ötesi hakkında soru sormak demektir. Sınırın arka tarafında olanla yetinmemek demektir. Sınır durumları, insanın bir takım şeylerin farkına varması demektir. Sınır durumunda olmak demek; tarihselliktir.

Koşulsuzluk; sınır durumlarında karar vermede.

Tarihsellik, zaman içinde zamana karşı. Koşulsuz karar, zaman içinde belli anlarda sözkonusu. İnsanın bir an içinde, kendindeki koşulsuzluk nedeniyle kendisi için karar vermesi.

Bir an var ki; o an zamanın akışıyla koşullandırılmıyor, işte tarihsellik bu an.

 

6-İNSAN NEDİR?

 

      Scheler; dünya/insan/Ens a se   #  Jaspers; dünya yönelimi/varoluş aydınlanması/özgürlük/tanrı

 

Bu iki düşünür aynı şeyi söylüyorlarmış gibi geliyor ama öyle değil.

Scheler, bir tür olarak insanın yerini belirlemeye çalışırken, Jaspers; ‘biz insanın ne olduğunu bilemeyiz’ diyor. Ona göre insan, özü bilimsel araştırmalarla tüketilemeyen bir varlık. İşte bu sınır da bilimlerin , insanın ne olduğunu bilemeyeceklerinin  sınırıdır. İnsan sadece, dünya yönelimi içinde söylenilenler değildir. İnsan, bunlardan daha fazladır. O tüketilemez, insan hakkında söylenilen hiç bir şey mutlak değildir.

Şimdiye kadar ‘insan’ sorusuna verilen cevaplar, bilimlerin araştırmaları hep dünya yönelimi içinde kalmıştır.

Jaspers insanı, tek olarak, bir existens olarak ele alıyor. Ona göre tanrının yönetiminde olmak; varoluşunu aydınlatmış ve bu nedenle de özgür olan insanın, kendi içinde tanrının farkına varmasıdır.

Karar; kişinin tüm varoluşunu etkileyen bir durum.

Tanrının tek olanı yönlendirmesi, tek olanın kararlarında ortaya çıkar. Kişinin, tüm kararlarını etkileyen bir karar vermesi halinde bu karar, bir şifre haline gelir ve bu karar kişinin tüm kararlarını etkiler. Papazınki böyle bir tecrübe değil. Ona göre, kişinin dini vecibelerini yerine getirmesi gerekmiyor çünkü inanç, felsefidir. Bilimlerin, sınır durumlarının bilincine varılması ile varoluşumuzu aydınlatabiliriz.

 

7-DÜNYA:

 

Dünyanın kendisi, bilgi konusu olamaz. Çünkü; dünyanın kendisi kapalı bir birlik değildir. Ortaya koyulan bilgiler dünyanın kendisi değil, dünya içindeki bir nesnenin başka bir nesneyle açıklanmasıdır.

‘İnsanın ebedi olan yanı, tarihsel olan yanında yatar’.

‘İnsan, tanrının farkına varmasıyla; zaman içinde zamansız bir varlık’.

‘Dünyanın bir yönünü, bir parçasını, dünyanın bütünü olarak görmek, o bilgiyi mutlaklaştırmaktır. Bir dünya tasarımı yoktur. Sadece bilimleri, bilgilerini sistemleştirmesi sözkonusu’.

Jaspers’te, Sokrates gibi bilinçli bir bilmeme sözkonusu.

‘Varlık bize kendini, kendinde göstermiyor, görünüş olarak gösteriyor. (Kant’ın dediği gibi) Varlık bir yanılmadan ibarettir. Herkes onu bir yönüyle yorumluyor kimi onu geist olarak kimi de madde olarak…Dünya bilme yetisinin bir nesnesi olamaz çünkü, bir idedir’.

‘Kalıcı olan; varoluş ve tanrı’.

‘Dünya; varoluş ile tanrı arasında yitici bir karaktere sahiptir. Bu dünyanın ortadan kalkması demek değildir’.

‘Dünya sadece varlığın immanent bir biçimidir. Biz sadece dünya içindeki nesneleri bilebiliriz’.

Jaspers, bilimlerin bulgularına karşı değil ancak yapılanların, bulguların mutlak olmadığının bilinmesini istiyor.

‘Dünyanın karşısında existens vardır’.

Jaspers, tanrı var mıdır, yok mudur diye sormuyor. İnsan-dünya-tanrı üçlüsünde, bu batı geleneğinin etkisinde son figürlerdendir. Ona göre insan aynı zamanda aşkın bir varlıktır. Kendi kendine yetmeyen, kendinden daha büyük birini arayan bir varlık. Tanrı, varoluşunu aydınlatan insanın, özgürlüğünün temelinde farkına vardığıdır. İnsanın dünya içindeki nesnelerden kalkarak tanrıyı bilmesi sözkonusu değil. Ona ancak inanılır. İnsan sadece görünüşü bilebilir. Kendinde şeyi bilemez, diyerek burada Kantçılığını ortaya koyar.

 

8-İNANÇ VE AYDINLANMA :

 

‘Bu dünyanın ötesinde bir şey olmadığına dair bilime duyulan güven safça bir inançtır’.

‘Akıl, bilimsel dünya yöneliminin sınırına ulaşan, doğru aydınlanmaya ulaştıran yetidir. İnsan kendisine söylenileni, kendi kritiğinden geçirmiyorsa ya yanlış aydınlanmaya ya da aydınlanmaya hiç ulaşamaz’.

 

Jaspers’in  Söylediklerine Genel Bir Bakış :

 

Onun çıkış noktası; bir varlık aranmasıdır. Bu varlık, yaşamakta olan insanın kendi kendisine sorduğu sorular. Her insan günün birinde ‘ben neyim?, ne için yaşıyorum?, yaşamımın anlamı nedir?’ gibi sorular sorar.

Bu sorular; bir belirsizlik, ürkme/korkma ve emniyetini yitirdiği anda sorduğu sorulardır. İnsan bu soruları hep bir durum içinde sorar. İnsan bu sorularla, içinde bulunduğu durumu aydınlatmaya çalışır.

Durum; varlığım için tehlike ve fayda sağlayan, somut gerçeklik.

İnsanın içinde bulunduğu durum çeşitli bilimler tarafından irdeleniyor. Bu insanın soruları sorduktan sonra yaptığı ilk şeydir.

O halde dünya yönelimi denilen şey; objektif gerçeklik ve subjektif  varolmayı bilimlerin araştırma konusu yapmaktır. Dünya yönelimi, araştırma, inceleme yapar. Sonunda elde ettiklerini bilimsel bilgi olarak ortaya koyar. Güya bu bilgiler; mutlak, kesin ve genel-geçerdir. Bu bilgiler gerçeğin bilgileridir, bu yüzden Jaspers bunlara, ‘gerçeğin bilimleri’ der.

Bilimsel dünya yönelimi içinde insan ancak bir yere kadar gidebilir. Çünkü bu yönelimin sınırları vardır:

1-Geçici sınırlılık; bunlar aşılması mümkün olan sınırlar.

2-İlkesel sınırlılık; bunlar da aşılması mümkün olmayan sınırlardır.

Bilimle ilgili olarak:

a)Bilimin her şeyi açıklayacağına olan inanç.

b)Bilim hep genel-geçer, zorunlu bilgiler ortaya koyuyor ama buna rağmen bilimsel bilgiler mutlak değil.

c)Bilimler, dünyada bilinebilir olanlara yönelmekte, onlar arasında birliği göstermeye çalışırlar. Fakat dünyanın birliği bir ideden başka bir şey değildir.

Sınır bilimleri; sosyoloji ve psikoloji.

Bilimsel dünya yönelimini sınırlarına ulaşıldığında bir yetersizlik durumu belirir. İnsan, kendi varoluşunu bilimlerin bilgi konusu haline getiremediğini anlayınca, başka bir temele yönelir; o da felsefedir.

Tek insanın sınırda farkına vardığı varoluştur. Peki nedir bu Varoluş?

Varoluş nesne haline gelmiş bir özellik değil. Varoluş, nesnelerin bilinmesinin koşulu da değil. Varoluş; benlik ve kişilik de değil.

Varoluş; bilgi ile tüketilemeyen insanın imkanı.

Varoluş; tüm nesnelliği içeren, tüm dünya olmaya karşı duran, olabilen ve olması gereken varlık. Olabilen varlık; imkan olduğu için ya kendini gerçekleştirecek ya da imkan olarak kalacak.

Olması gereken; insanın varoluşunu gerçekleştirmesi gerekiyor.

Kitle içinde kaybolma tehlikesinden kurtulmak isteniyorsa mutlaka bu imkanı kavramalı.

Varolma, varoluş bunlar ayrı şeyler değil, tek insanda sözkonusu.

Varolma, bilimler tarafından nesne haline getirilen yan. Varoluş ise tam tersi. Varoluş ancak özgürlük olarak vardır.

Bilimin sınırlarını aydınlatan, bilimin kendisi değil, felsefedir. İşte felsefi dünya yönelimi burada başlar. Bu sınırda kendini gösteren varoluştur. Yapılacak olan bu varoluşun aydınlatılmasıdır.

Varoluş aydınlanması nedir?

İnsanın tüm nesnel dünya olmaya karşı kendi içinde bir imkan. Felsefe yapmak demek, varoluş aydınlanması demektir. Bütün felsefe bu varoluş etrafında dönüyor. Varoluşun nesnel dünyada yeri yok. O halde aydınlatıcı düşünmenin, nesnel dünyayı aşması gerekir.

Bu nasıl olacak? Nesnel düşünmenin (nesneler yönelen bilincin düşünmesi) bütün nesnel kavramları kullanılacak ama o kavramlarla farklı şeyler belirtilecek. Bu kavramlar, varoluşu açıklamaya çalışacak. Bu kavramların amacı, çağrıda bulunmaktır.

Her zaman sigma (işaret,  gösterge), tek olana çağrıda bulunacak. Aydınlatıcı düşünme, dolaylı bildirimle çağrıda bulunacak.

Varoluş aydınlanması bir çağrıdır, en geniş anlamda felsefe yapmaktır. Okuyucunun da kendi imkanını beraberinde getirmesi gerek ki, çağrı amacına ulaşsın. Bu çağrı, kendini kapatmış bir kişiye ulaşamaz.

Sınır tecrübesi, mümkün varoluşa bir çağrı. Bu insanı sınır durumlarına götürür. Sınır durumlarının değişmesi sözkonusu değil, değişen durumlardır. İnsan aslında bu sınır durumları içinde yaşıyor ama farkında değil. Sınır durumlarının farkına varmak, varoluşun yaşanması ile olur. Bu sınır durumlarının bilgi ile aşılması mümkün değil.

Sınır durumlarının tecrübesini edinmek ve varolma aynı şeydir.

Tarihsellik,  bir anda insanı uyandıran bir şey. Belli bir an var ki, o oluşa karşı.

İletişimden,  iletişime gidebilmek için insanın yalnızlık duygusunu geliştirmesi gerekir. Nesnelliğin sınırında öyle bir iletişim var ki, bu iletişim ‘varoluşsal iletişim’. Bu iletişim kendisini bulmak isteyen iki kişinin iletişimidir.

‘Ben yalnızca kendim için değil, senin içinde varım’. İki varlığın varoluşlarını  birbirine açması bu iletişimle mümkün. Sevgiyle mücadele ya ikisi birden ya da hiçbiri. Bu mücadele dayanışmadan başka bir şey değil. Bu iletişimin ne taklit edilmesi istenir ne de mümkündür.

Varoluş aydınlanmasının asıl signumu; özgürlük. Bilgiyi, keyfiyeti-bu keyfiyete yasa ile insanın kendi kendine sınır koyup, sınırlandırması- ve ideyi gerektirir.

Bütün bu ögeler bilindikten ve tanındıktan sonra özgürlüğün yolu açılır.

Özgürlük, seçme olarak ‘ben’in seçmesi. ‘Ben öyle istiyorum’. Burada ‘ben’ varoluş. İnsan, kendi kendisiyle ilişkiye giriyor. Tüm nesnellik içinde insanın; varolmak istemesi, kendisi olmak ve kendisi hakkında karar vermek istemesi.

Varolmak demek, karar vermek demek. Kendisiyle ilişkiye girmiş insanın verdiği karar. İşte bu karar, onun özgürlüğü. Benin kendi kendini seçmesi, yaratması ve kendisi için karar vermesi.

‘Ben seçtiğim kararımı, verebildiğim için varım’. İşte bunu yapmak felsefe yapmaktır. Felsefe yapmak, karar vermeye götüren yol.

Özgürlük içinde en keskin şekilde varolan; tanrı. Özgürlük en önemli şifre. Dinin dogmalarıyla değil, şifrelerle farkına varılan bir tanrı.

Bu felsefenin amacı; varoluşu nesneleştirmek değil, onu aydınlatmak.

Bütün kuşatıcı varlığın temeli; varoluş. Varolma ile transendenz arasında ilişki kuran, farkında olan.

Akıl, varlık bilincinin oluşmasında en önemli yeti. Varlık biçimleri arasında ilişkiyi sağlayan da yine akıl.

Akıl, varlığın immanent ve trancendent yanının bilincine varan. İmmanentten-trancendente geçişi sağlayan. Akıl, bütün bunları sorgulayan, soru sorduran.

Bundan böyle varoluş ve akıl ekseninde olan bir felsefe.

Akıl, bütün bu mutlaklaştırmanın sakatlığını gösterir, iletişim kurar. Birbirinin içine girmiş olan varlık kürelerini uyandırıp, aydınlatandır akıl. Bu aklın aradığı en temelde, hakikattir.

Jaspers, ‘Hakikat nedir?’ sorusuna yanıt aramak için kuşatıcı varlık görüşünü ortaya koyuyor.

Hakiki olmanın biçimleri kapsayıcı/kuşatıcı olandan çıkıyor. Hakikat, kuşatıcı varlığın tamamı. Bunu bize gösteren akıl.

Dünyanın ve trancendentin hakikati ise; sır.

Dünya tek tek nesnelerle ortaya çıkıyor. Bunun hakikati sorulabilir ama trancendentin tamamı gizli.

Varoluşun hakikati ise özgürlükte.

Varoluşun gerçekleşmesinde,  gerçeklik ve hakikat üst üste gelir. Hakikat, iletişimle başlar. İletişim olduğu zaman varoluşun gerçekleşmesi sözkonusu.

Aklın hakikati araması demek, varoluşun her şey hakkında soru sorması demek. Her an varoluşun irkilmesini sağlayabilmek.

Bu felsefe, tamamen iletişim ve özgürlüktür. Bir akıl ve özgürlük felsefesi; varoluş felsefesi.(Apelatif felsefe = çağrı felsefesi)

Akıl ancak, varoluş olduğu zaman var. Jaspers’e göre insanlığın kurtuluşu; akıl sayesinde varoluşu aydınlatmaktır.

KARL JASPERS – 1

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

    KARL JASPERS (1883-1969)

 

 20.yüzyılın en çok eser veren filozofudur. ‘Felsefe Nedir?’ adlı eseri ölümünden 6 yıl sonra 1975’te asistanı tarafından derlenerek oluşturuluyor. Bu derleme Jaspers’in 1950 de bizzat yaptığı 12 radyo konuşmasından oluşmaktadır.

 

1- FELSEFE NEDİR ? (12 radyo konuşmasının ilki):

 

Bilime inanan kişi, bilimin herkes için genel geçer, zorunlu önermeleri ortaya koyacağına inanan kişidir. Felsefe bilimden yaralanır ancak onun bambaşka bir kaynağı vardır.

Felsefe, insanın olduğu her yerde, insanın uyandığı her yerde vardır. Felsefe yapmak için illa bilime ihtiyaç yoktur. Bilimsiz felsefe, insanların belirli anlarda uyanarak yaptığı felsefedir.

İnsan olmak; 1-kendisinin insan olduğunun farkına varmak

                    2-varlığın farkına varmakla mümkündür.

Jaspers’e göre bizim çocuk felsefesi yapmamıza imkan yok. Çünkü saflığımız eğitimle örtülmüştür. Çocuk ve deliler ise örtülmemiştir. Bu nedenle çocuklar ve deliler doğruyu söyler.

Felsefe, bilimin sınırlarında başlar. Kişinin düşünerek kendi kendisiyle ilişkiye girmesiyle, uyanması ve ‘ben kimim?’ diye sormasıyla başlar. İçimizde bilimlerin ulaşamadığı bir yan vardır; ebedi olan.

İletişimi sağlayan; akıl. İnsanın sürekli uyanık olmasını, sürekli soru sormasını sağlayan. İnsanın kendisine ulaşmasını sağlayan, insanın bütün içindeki ilişkisini, yerini gösteren ise felsefedir.

İnsan, insan olarak kaldığı sürece de felsefe sürecek. İşte bu ebedi felsefedir.

Felsefe, insanın uyandığı her yerde, her bilimden öncedir. Felsefe yapmak, insan ihtiyaçlarını gideren bir uyanma gibidir, felsefe yapmak herkese açıktır.

 

2- FELSEFENİN KAYNAKLARI:

 

Bizi felsefe yapmaya götüren kökenler:

a)Hayret, b)kuşku, c)güçsüzlük; kendi yetersizliğini ve güçsüzlüğünü bilmektir.

Hayret; bir varlık karşısında duyulan taaccüb.

Hayret-bilgi/ kuşku-kesinlik/ güçsüzlük- kendi bilincinde olma.

Her insan günün birinde, yapmakta olduğunun anlamını kendisine sorar. İşte tek kişide felsefe yapma edimi, bu sorunun sorulmasıyla başlar.

Jaspers’e göre felsefe yapmak insanın kendi varoluşunun içinde. Felsefenin tüm amacı; insanın bu varoluşu gerçekleştirmesine yardımcı olmak.

 Jaspers’e göre, yukardaki 3 köken olmadan da felsefe yapılabilir.

Bilim, ‘sınır durumları’nı obje edinemez. Bunları ancak felsefe obje edinebilir. İnsan hep bir durum içindedir. Bu durumun dışına çıkması sözkonusu değil. İnsanın bulunduğu durum hakkında soru sorması, kendine dönmesi ve ve onda felsefenin başlaması demektir.

Bana ne toplumsal yaşam ne de doğa kanunları güven veriyor. Ben bunlar karşısında güvensizlik duyuyorum. Bu köken benim içimde.

‘Başarısızlık’; benim dünya karşısında, dünya ile, aile ile, genellikle toplumla yetinmemem. Dünyaya olan güvensizlik, bana mutlak başarısızlığı gösteriyor. Ben bundan kaçamazsam ne yapabilirim?

Dünyada başarısız olmak, bu felsefenin yolunu açıyor. Beni varlığa götüren bu başarısızlık.

Sınır durumları ya hiçliği ya da en halis olanı gösterir. Bu en halis olan, benim içimdeki köken.

Çağdaş felsefe yapmak için, bu 3 kökeni tüketmek yetmez. İletişim, varoluştan varoluşa gider; birbirini seven, kendi varoluşunu arayan iki insanın karşılıklı durumunda.

Gerçek felsefe, insanlar arasındaki ilişkide var.

Felsefenin kökeni; hayrettedir, kuşkudadır ve sınır durumlarının bilincinde olmadadır. Fakat bunların hepsini içine alan, halis-özlü iletişim isteğidir. Felsefenin ereğine ancak iletişimde ulaşılabilir ki; burada bütün amaçların, varlığın farkına varma, sevginin aydınlatılması, sükunetin mükemmel hale gelmesi, bunlar ancak iletişimle olur.

 

3-KUŞATICI VARLIK:

 

Özne kendisi de dahil her şeyi nesne edinebilir. Bu nedenle her an özne-nesne yanılması içindeyiz. Biz daima dünyanın içindeyiz. Bu nedenle dünyanın kendisini obje edinemeyiz. Dünyanın kendisi olsa olsa benim dünya içindeki nesnelere yönelmemi sağlayan bir idedir. Dünyanın kendisini obje edinebilmemiz için evrenin dışına çıkmamız gerekir ki; bu da imkansızdır.

‘Biz dünyada çok kere, nesnelere bakarak, başka nesnelerle ilgili sonuçlar çıkarırız. Dünya bir bütün olarak nesne değildir.’.

Biz kuşatıcı varlığın, bütününün ne olduğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Biz sadece kuşatıcı varlığın, tek tek biçimlerini biliyoruz. Yani biz, kuşatıcı varlığın kuşattığı tek tek nesneleri obje edinebiliriz ve bilebiliriz.

‘Bütünlük içinde varlık, ne nesne ne de özne olabilir. O ancak bu kopuş içinde görünüş alanına çıkabilen bir kuşatıcı varlık olabilir’.

 

   KUŞATICI VARLIK:

              

                                         AKIL

İmmanent: Biz olarak k.varlık I Kendisi olarak

(İÇKİN)              Varolma     I    k.varlık             

                           Bilinç         I        

                           Tin            I    Dünya

                                            I

—————————————————————————-

TRANCENDENT: Varoluş   I Transzendens

                                            I

                                     VAROLUŞ

 

Jaspers, kuşatıcı varlığı; birbiri içine girmiş olarak dönen kürelere benzetiyor. Kuşatıcı varlık içkin olduğu kadar aşkındır da.

Varoluş, bilimlerin konu edinemediği tek alan.

İçkin olanla, aşkın olan arasında nasıl bir ilişki var?

Dünya ile tanrı arasında tek ilişki, insanın varoluşsal özgürlüğünde gerçekleşir.

Varoluş denen şey, bütün bu içkin-aşkın biçimlerinin farkına varan, varoluştur.

Soru soran, kopukluğu gideren kuşatıcı varlığın iç içe girmiş küreler olduğunu bize gösteren bir yeti daha var o da; akıl.

İnsan daha ilkçağdan beri varlığı, kendi karşısında somut bir varlık olarak görüyor ve ele alıyor. Oysa Jaspers, su, hava, ateş, toprak, apeiron vs. bütün bu ögelerin hepsinin, bütünün yani kuşatıcı varlığın sadece bir yanı olduğunu söylüyor.

Varlık, bize kendini madde olarak gösteriyor. Yani görünüşü madde ancak varlığın kendisi; içkin-aşkın/kuşatıcı varlık. Bu kuşatıcı varlığın farkına varanlarda; varoluş ve akıl.

‘Aslında biz şimdiye kadar varlık derken, kuşatıcı varlığın sadece bir yanını ortaya koyuyorduk. Bu nedenle yapılan felsefeler de, özgür olmayan, kuşatıcı varlığın sadece bir biçimiyle sınırlı olan felsefelerdir. Biz kuşatıcı varlığın bilincine varırsak, felsefe yapmanın özgürlüğüne de sahip oluruz’.

Bu düşünce, hiççiliği aşan bir felsefe. Jaspers’in  bu kuşatıcı varlık felsefesine göre, nesnel bilginin mutlak olmadığını, sadece aldatıcı tek tek nesnelere ait bilgi olduğu anlaşıldığında, nesnel bilginin bütün temeli sarsılır. Bu sarsılma sonucu; bir boşluk, bir hiçlik içinde kalınır. Bu hiçlikten/boşluktan ancak kuşatıcı varlık düşüncesi sayesinde kurtulunur. Kurtulamazsak bile en azından, bir düşünce tarzına sahip olmuş oluruz.

‘Bilimsel düşünce, bilimsel bilgi; boşlukta sallanan aldatıcı nesnel bilgiler sonucunda bir anda hiççilik içinde kalınır ama bu hiççilik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Özetle Jaspers, şunu söylüyor:

Kuşatıcı varlık içinde bizim obje edindiğimiz tek tek nesneler varlığın kendisi değil, sadece onun birer görünen biçimidirler. Bilimlerin konu edinip bilgisini ortaya koydukları bu biçimlerdir. Bu nesnel bilgiler, varlığın kendisine ait mutlak bilgiler olmayıp, varlığın bir görünüşünü, biçimini ifade eden aldatıcı bilgilerdir Bilim, bu kendi yaptığından habersiz.

Kuşatıcı varlık düşüncesini kavramakla, bilimin ortaya koyduğu tüm nesnel bilgilerin, sağlam sanılan tüm dayanakları sarsılır ve yıkılır.  Bu yıkılış sonucunda; nesnel bilginin aldatıcı ve sahte olduğu anlaşılınca her şey sağlam olan temelini yitirince bir boşlukta kalınır. Bizi hiçlikle karşı karşıya getiren de bu boşluk duygusudur.

 ‘Bizim felsefe düşüncemiz çok kez gerçek varlığa giden bir kurtuluş anlamı taşıyan bu hiççilikten geçer’.

‘Hiçlik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Boşluk duygusunun bizi karşı karşıya bıraktığı hiçlik de bize; gerçek varlığa giden kurtuluş yolunu açıyor.

Özne-nesne kopuşunun bilincine varma, bizim düşünen varlığımızın ve kuşatıcı varlığın temel olayı olarak, felsefe yapmanın özgürlüğünü getirir.

Jaspers’in bununla söylemek istediği şudur:

Normal olan, hiçbir surette bilgiye indirgenemez. Çünkü bilgi, öznel olana aittir. Öznel olan ile nesnel olan arasında örtüşmez bir kopukluk vardır. Bu nedenle öznenin, nesnel olan hakkında ortaya koyduğu bilgi, nesnel olanın kendisi değil, onun sadece öznedeki bir biçiminin, bir görünüşünün algısının bir ifadesidir. Oysa ortaya konulan bilgiler, varlığın kendisiymiş gibi ortaya koyuluyor. İşte bu bir tuzaktır, bir aldatmacadır. (Özne, dingansichi bilemez ya da bilgiye indirgenemez.)