Posts Tagged ‘İSTANBUL’

NAPOLYON

Perşembe, Ağustos 14th, 2014

 – Acı çekmek, ölmekten daha çok cesaret ister.

-Yenile yenile yenmesini de öğreneceğiz.

– Siz istediğim parayı verin, ben her savaşı kazanayım.

– Her ordu, dolu mideyle yol alır.

– Savaşarak ölmek kahramanların, intahar etmekse korkakların imtiyazıdır.

Zafer; savaşta kovalayan, aşk da ise kaçan erkeğindir.

– Zafer geçici, belirsizlik ise ebedidir.

– Bana Türklerden kurulu bir ordu verin, size dünyayı esir alayım.

– “Türkler öldürülebilir” fakat mağlup edilemezler.

– Eğer dünya tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.

– Kadınlar savaş için, bize gerekli olandan daha fazlasını üretebilirler.

Bana iyi analar verin, size iyi vatandaşlar vereyim.

– Bir toplumun gelişmişliğini görmek için, o toplumdaki kadınlara bakınız.

Güzel kadın göze, iyi kadın kalbe hoş görünür. Birincisi pırlanta, ikincisi hazinedir.

– Budalalar geçmişten, akıllılar şimdiki zamandan, deliler de gelecekten bahseder.

Büyük felaketler, büyük insanların yetiştiği okuldur.

– Diplomat, iyi giyinmiş polis kuvvetidir.

– Dünyada taklit edilemeyen tek şey, cesarettir.

En büyük suç, umutsuzluktur.

– En iyi lider, en iyi umut taciridir.

– En kısa yol, bilinen yoldur.

Fırsat çıkmadıkça, kabiliyetler çok az işe yarar.

– Devlet, yalnız mahmuzlar ve çizmelerle yönetilir.

Güç ortaya çıkınca, kanunlar zayıflar.

Günah çıkarmanın en kestirme yolu, intahar etmektir. Zaten intahar da itirafın ta kendisidir.

– Hafızasız baş, bekçisiz kaleye benzer.

Herşeyi konuşabilen insanlar, herşeyin üstesinden gelebilir.

– Herkesi dinlerim ama kendi doğru bildiğimi yaparım.

İnsanı yaralayan tek şey, gerçektir.

İnsanı yücelten iki şey vardır; korku ve merak.

– İnsanın dostu yoktur, saadetin dostu vardır.

Üstün insan, kimsenin yolu üstünde değildir.

– Sizin asaletiniz, sizinle birlikte toprak olacak ancak benim asaletim, benimle birlikte başlıyor.

En tahammül edilemez zorbalık, küçük adamlarınkidir.

– Devlet adamının kalbi, beynidir.

– Bu kadar şey yaptım ama geriye kala kala, bir medeni kanun kaldı. Bu kadar zaferlerimi, bir Waterloo mahvetti ama geriye kala kala, elimde şeref duyduğum bir “Fransız Medeni Kanunu” kalmıştır.

– Sadece kaba güçle hiçbirşey kurulamaz. İki şey dünyayı egemenliğinde tutar; biri kılıç diğeriyse düşüncedir. Kılıç eninde sonunda düşünceye yenilir.

Şans, detaylara özel dikkat etmekten geçer.

Tarih, herkesin üzerinde anlaştığı yalanlar bütünüdür.

– Aşk kadın için, para sizin için, şeref benim için.

 

A. TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

Perşembe, Aralık 2nd, 2010

   A.TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

 – Sanatçıların, edebiyatçıların eserleri, işadamlarının, askerlerin ve devlet adamlarının yaptıklarından daha uzun ömürlü oluyor. Şairler ve düşünürler, tarihçilerden daha uzun süre hatırlanırken, peygamberler ve azizler hepsinden üstün ve uzun ömürlüdürler.

– Belli başlı tezlerimden biri, tarihsel çalışmada en küçük birimin ‘bütün toplumlar’ olduğu ve Greko-Romen dünyasının ‘şehir devletleri’ veya çağdaş Batının ‘ulus devletleri’ gibi gelişi güzel parçalara ayrılamayacağı idi. İkinci tezim de, ‘medeniyet’ dediğimiz bütün toplumların tarihlerinin bir anlamda paralel ve çağdaş olduğu idi.

Spengler’e göre medeniyetle doğar, gelişir, geriler ve belirli bir zaman çizelgesine uyarak yıkılırdı. Bu aşamaların hiçbirisi hakkında bir açıklama getirilmiyordu.

– Siyah ırkın, günümüze kadar sözü edilmeye değer bir katkısı olduğunu söyleyemiyoruz ancak, medeniyet deneyinin gündemde olduğu anın kısalığını düşünürsek, bunu inandırıcı bir yeteneksizlik kanıtı olarak göremeyiz. Sadece dürtü veya fırsat yoksunluğunun bir sonucu da olabilir.

– Eğer Jung’un eserlerini tanısaymışım bana gereken ipuçlarını vereceklermiş. Yaklaşımımın temellerini, okulda esaslı bir biçimde öğrendiğim Aeschylus’un Agamemnon’u ile Goethe’nin Faust’unda buldum.

– Bizim Batılı kafalarımıza göre, eğer bu ‘çevrimsel tarih görüşü’ ciddiye alınırsa, tarihi bir aptalın anlattığı saçmasapan bir hikaye haline getiriverir.

– Medeniyetler yükselip alçalırken ve bu alçalışta kendilerininkinden daha anlamlı amaçları olan başkalarına yol açarken aslında sürekli ilerliyor olabilirler ve medeniyetlerin gerilemesinin sebep olduğu acı ile elde edilen öğrenme, pekala bir plan içinde gelişen ilerlemenin en ala yolu da olabilir.

– …Büyümenin olduğu yerde, çürüme de olur…

Komünizmin ortaya çıkışından yüzyıllar önce atalarımız aynı umacıyı İslamda bulmuşlar. Günümüzde komünizmin yaptığını aynı nedenlerle 16.yüzyılda İslam, Batılı kalplere bir isteri ilham ederek yapmaktaydı. İslam da komünizm gibi Batılı inanışın belli bir doktrine dayanmayan bir uyarlaması olan ‘anti-batıcı’ bir hareketti. Ve komünizm gibi o da ruhun kılıcını, maddi donatımdan yoksun olarak kullanmaktaydı.

 Batılılar bugün komünizmden, Nazi Almanyası’ndan, Japonlardan korktuğundan daha çok korkuyor.

‘Bloksuzlar’ ile Batılılar 400 yıl önce ‘Türk olmak’ tehlikesinde kaldıkları gibi bugün de komünist olmak tehlikesi ile karşı karşıyalar. Komünistler de kapitalizm tehlikesinden emin değiller…

– Geçmişte kalan 5-6 bin yıl içinde ‘medeniyetin babaları’, bizim arıların balını çaldığımız gibi kölelerin emekleri sonucu ortaya çıkan meyvaları çaldılar.

– Genellikle olduğu gibi belki de kurtuluş, bir orta yol bulmaya bağlı. Politikada bu orta yol, ne dar görüşlü devletlerin sınırsız hükümranlığında ne de merkezi bir ‘dünya hükümeti’nin tekdüze istibdatında aranmalı, ekonomide ise ne sınırsız özel teşebbüse ne de katıksız sosyalizme yer vermeli.

– Kurtulmak için ne yapmamız gerekiyor? Politka alanında ‘dünya hükümeti’ni başaracak kurucu bir sistem hazırlayın. Ekonomi alanında, serbest yatırım ile sosyalizm arasında uzlaştırıcı çalışma düzenleri bulun. Ruh alanında laik üst yapıyı dinsel kurumlarla birleştirin.

– Eğer Birleşmiş Milletler etkili bir dünya hükümeti kurmayı başarabilirse, bu bizim siyasal sorunsalımız için en iyi çözüm olacaktır.

– Her medeniyet deneyinde insanlık, ilkel insanlığın seviyesini aşmaya ve daha yüksek bir ruh seviyesine ulaşmaya çalıştı.

– Bana göre medeniyetler kurulduktan sonra tehditlere karşılık vererek büyürler. Üstesinden gelemedikleri bir tehditle karşılaştıklarında yıkılır ve parçalanırlar.

Alışkanlık, hayal gücünün afyonudur.

Babür, dünyayı bir merkezden yayılarak birleştirme amacını güden Timur’un torunlarındandı. Babür’ün zamanında (1483-1530) Colomb, İspanya’dan Amerika’ya ulaşmış, Vasco da Gama, Portekiz’den Hindistan’a ulaşmıştı.

 Babür’ün amacı neydi? Fergane’nin doğusunda Hindistan ve Çin’e, batısında da kendi akrabaları olan Osmanlı topraklarına kadar uzanmaktı.

– Türkler de ulusların ana ailesiydi. Günümüzde Türk merkezli bir tarih, Osmanlı Türklerinin büyük batıcılarından Mustafa Kemal tarafından gerçekleştirilmişti.

– …Şimdi büyük bir devrimle karşı karşıyayız. Batılıların yaşayan diğer bütün medeniyetlerin üstüne çıktığı ve dünyayı tek bir toplum halinde birleştirdiği teknolojik devrim.

Bir tarafta Hristiyan çok tanrıcılığı, öbür tarafta Hint çok tanrıcılığı arasında İslam, tek tanrıcılığın ışığını yakarak dünyayı yeniden umutlandırdı.

– …II. Mahmut ve Sultan Selim’in altı nesil önce Osmanlı-Türk hayatında giriştiği totaliter devrimi gerçekleştiren komutan Mustafa Kemal Atatürk.

– İslamın insanlığa verdiği yaratıcı hediye, tek tanrıcılıktır ve bu hediyeyi iyi korumak zorundayız.

– Eğer bütün dünya Avrupalılaşıyorsa, Avrupa dünyadaki üstünlüğünü kaybetse ne farkeder?

Rusya’da batılılaşma işlemi diğer yerlerden çok daha uzun sürdü. Rusya’da Batı Avrupa etkisi, Japonya ve Çin’den iki yüzyıl, Müslümanlar ve Hintlilerden de yüzyıl fazla sürdü.

– İki dünya savaşı sırasında Naumann’ın ‘Merkezi Avrupa’ fikri diğer siyasetçiler tarafından yine Zollverein’e (1818 de Almanya’da oluşturulan gümrük birliği) dayanan bir ‘Panavrupa’ fikrine dönüştürüldü…II.Dünya savaşından sonra ‘Avrupa Birliği’ fikri tekrar ortaya çıktı ve Amerika’nın ‘Marshall Planı’ ile oldukça cesaret kazandı.

– Hristiyanlık batıda değil, bugün İslam medeniyetine ait sınırların içinde doğmuştur. Biz Batılı hristiyanlar bir zamanlar dinimizin geliştiği Filistin’i Müslümanlardan almaya çalıştık. Eğer haçlı seferleri başarılı olsaydı, Hristiyan alemi Asya’nın en önemli kısımlarına uzanmış olacaktı. Ne var ki, haçlı seferleri başarısızlıkla sonuçlandı.

– Büyük medeniyetlerin etkileşiminden büyük dinler doğmuştur. Suriye ve Babil medeniyetlerinin etkileşiminden doğmuş olan Yahudilik ve Zerdüştlük, Suriye ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden Hristiyanlık ve İslam, Hint ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden de Mahayana Budizmi ve Hinduizm bunlara örnektir.

– Ruslar, Batı tarafından fethedilip içinde zorla erimemek için, kendilerini sürekli Batı teknolojisine sahip olmaya zorlamışlardır.

– Batıda Rusya’nın saldırgan bir ülke olduğu kanaati vardır. Batılı gözle bakıldığında bu doğrudur da, 18. yüzyılda Polonya’yı hırsla parçalayan, 19. yüzyılda Polonya ve Finlandiya’ya zulmeden günümüz savaş sonrası dünyasının baş saldırganlarından biri olarak görüyoruz. Ruslara göre ise bu tam tersi, onlar da kendilerini Batının sürekli kurbanları olarak görüyorlar.

– 1453’ten itibaren Rusya, Müslümanların elinde olmayan tek Ortodoks ülkesiydi ve İstanbul’un Türkler tarafından alınışının intikamını yüzyıl sonra Tatarlardan Kazan’ı alarak gerçekleştirmiştir.

Bizanslı Yunanlılardan, Ruslar tarafından devralınan bu ortodoksluk ve kader duygusu, Doğu Ortodoks Hristiyanlığının dağılışından sonra kurulan komünist rejimin de özelliklerindendir. Şüphesiz Marksizm batılı bir inanış fakat Batı medeniyetini hesaplaşmaya çağıran bir Batılı inanış.

Roma imparatorluğu, Yunanlılar için hem yaşam koşulu hem de gururları için dayanılmaz bir hakaret kaynağı idi. Bu durum onlarda korkunç bir ikilem yaratıyordu. Bundan çıkış yolunu Roma imparatorluğunu, Yunanın bir ürünü saymakta buldular.

– …Bizans gururu korkunç iki saldırı ile karşılaştı. Batıdan gelen Frenkli hristiyanlarla, doğudan gelen Müslüman Türkler, sırasıyla Bizans’a saldırdı….iki yabancı iğrenç boyunduruktan birini seçmek zorunda kalmışlardı. Bu üzücü seçimle karşılaşan Yunanlı ortodoks hristiyanlar, Batılı hristiyan hizipçi kardeşlerinin boyunduruğunu şiddetle reddederek, gözleri açık Müslüman Türklerin boyunduruğunu seçtiler. Onlar İstanbul’da “kardinalin ya da papanın tacını görmektense, Muhammed’in sarığını görmeyi tercih ederiz” demişlerdir.

– Bu sefer islam, ortodoks alemini fethederek Arapların ve Romalıların gibi bir ‘dünya devleti’ kurarak, Osmanlılar tarafından temsil edilmiştir.

Mussolini bir keresinde, işçi sınıfının olduğu gibi işçi ulusların da olduğunu hatırlatmıştı ki, Batılı olmayan günümüz insanlarının dahil olduğu kategori de bu olsa gerek.

– …Irkçılık ve alkol bağımlılığı kabul edildiği taktirde islami ruh bu hastalıkları, yüce bir ahlak ve toplumsal değerle yokedecek kadar kuvvetlidir.

– Çağdaş İslam dünyasının en ilginç olaylarından birisi, Türkiye Cumhuriyetinin geleneksel islamla dayanışmayı reddetmesidir. Türkler, “kendi kurtuluşumuzu kendi ellerimizle sağlamak inancındayız. Bize göre bu kurtuluş ekonomik olarak kendi kendine yeterli, siyasal olarak bağımsız bir devletin Batılı modeli üzerine kurulmasına bağlı. Diğer Müslümanlar kendi kurtuluşlarını istedikleri yerde arayabilirler. Onlardan yardım beklemediğimiz gibi, onlar da bizden beklemesinler. Herkes başının çaresine baksın, her koyun kendi bacağından asılır” diyorlardı.

– …Gerçekte milliyetçilik, müslümanların içine düştükleri bir oyun. Müslümanların büyük çoğunluğu için milliyetçiliğin kaçınılmaz sonucu, Batı dünyasının proleter kalabalığı içinde erimek olacaktır.

Selahaddin Eyyubi ve Memlüklüler zamanında İslam, haçlı seferlerine ve Moğol istilasına karşı durdu. Eğer insanlığın bugünkü durumu bir ‘ırk savaşı’na yol açacaksa İslam tarihi görevini yapmak için bir kere daha çağrılmalıdır. Dileyelim ki, böyle bir savaş çıkmaz.

– Ruslar, Batının laik sosyal felsefesinin bir ürünü olan marksizmi alıp onu bir İncil gibi yorumladılar. Ruslar, batıya ait olan bu dini alıp onu kendilerine malettiler, şimdi yeni bir anlamla sunuyorlar.

Gibbon’a göre, hayatın tek amacının tanrıya yakınlaşmak ve ruhun kurtulması olduğunu telkin eden, doğulu dinlerin ahlaksız bencilliğinin sonucu, dindarların halk hizmetinden çekilip, düşüncelerini kendi ruhsal gelişmelerine vermeleri oldu. Dindarlar dünya hayatını, daha iyi ve sonsuz bir hayat için, bir onay yeri olarak gördüklerinden küçümsemeye başladılar.

– Gibbon’a göre, Roma imparatorluğu batarken hristiyanlık yükselişe geçiyor, hristiyanlığın yükselişiyle de medeniyet gerilemeye başlamaktadır.

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN HİSSE / 1

Çarşamba, Eylül 29th, 2010

   EINSTEIN

  Güzel bir kadın evlenmek için Einsten’a bir mektup yazar ve resmiyle birlikte gönderir. Mektupta şöyle yazmaktadır:

 “Sevgili Einstein, sizinle evlensek ve bir çocuğumuz olsa aklını sizden güzelliğini de benden alsa sizce de bu muhteşem olmaz mı?” Einstein’ın buna verdiği cevap:

 “Hanımefendi teklifiniz için teşekkür ederim ama ya aklı size güzelliği de bana benzerse?” 

  Einstein, Tevrattaki tanrı düşüncesini reddeder fakat nazilerin, yaptıkları karşısında siyonizmin en büyük savunucularından biri haline gelir. Politik görüşlerinden dolayı “Einstein’a karşı 100 yazar” adlı bir kitap yayınlandığı zaman, “eğer haksız olsaydım, bir tanesi bile yeterdi” der.

 Nazi tehlikesi karşısında Einstein, barışseverlik düşüncesini terketti ve en sonunda Alman bilimadamlarının atom bombası yapmasından korkarak ABD’nin de kendi bombasını geliştirmesini önerdi.

 

 Siyonizme verdiği açık destek nedeniyle 1952 yılında kendisine İsrail’in cumhurbaşkanlığı önerildi. Ancak politika için çok toy olduğunu söyleyip, “denklemler benim için çok daha önemlidir, çünkü politika bugün içindir, oysa ki bir denklem sonsuzluk içindir” der.

  EİNSTEİN’IN ANNESİ PAULİNE

Einstein daha ilkokuldayken, öğretmeni annesine iletmesi için bir mektup verir. Einstein mektubu verir ve henüz okumayı öğrenemediğinden kendisine de okumasını ister.

Annesi gözyaşları içinde mektubu okur:

“Oğlunuz çok zeki olduğundan ve okulumuzdaki öğretmenlerin de yetersiz olması nedeniyle kaydının ya başka bir okula alınması ya da özel eğitim aldırılması çok daha uygun olacaktır…”

Annesi Pauline, Einsten’e dönerek; “sen dünyayı değiştirebilecek kadar zeki ve çok farklısın” der.

Yıllar geçer annesi ölür, kendisi de 20. yüzyılın en büyük fizikçisi olur. Bir gün annesinden kalan eşyaları karıştırırken, bir kitabın arasında kendisine okuduğu o mektubu bulur. Mektupta yazılanlar hiç de annesinin okuduğu gibi değildir hatta “aptal ve anlama problemleri olduğu için, kaydının okuldan alınması” tavsiye edilmektedir.

Gerçeği öğrenen Einstein, gözyaşlarına hakim olamaz ancak asıl üzüntüsü, öğretmeninin yazdıkları değil annesinin kendisinden vazgeçmemesi ve kendisine duyduğu büyük sevgidir.

  İLM-İ SİYASA

   Uzunca yıllar bir şeyhin rahle-i tedrisatından geçen bir derviş:

“Efendim eğer izniniz olursa, artık halka karışıp insanları irşad etmek (Allah yoluna çağırmak) istiyorum” der. Bunun üzerine şeyh:

 “Münasiptir ancak ilm-i siyasayı da öğrenip öyle git” der.

 Derviş, “efendim bunca yıldır öğrendiklerimin yeterli olacağını düşünüyorum, siz de uygun görürseniz…”

 Şeyh, dervişin ısrarı karşısında “peki öyleyse Allah yardımcın olsun” der.

 Derviş cuma namazı için bir köye gelir ve hocanın verdiği vaazı dinlemeye başlar. Hoca, çok celalli bir şekilde cemaate yüklenmektedir. “Şöyle dinden çıkıyorsunuz böyle günaha giriyorsunuz, hepiniz cehenneme odun olacaksınız” diye esip gürlemektedir. Bunun üzerine bizim derviş söz ister:

 “Yapmayın hocaefendi insanları böyle konuşarak dinden edeceksiniz…” derdemez iyice celallenen hoca:

 “Allah rızası için şu münafığa haddini bildirecek yok mu?” diye gürlemesiyle, cemaatin üzerine çullanması bir olur.

 Derviş perişan bir halde, şeyhinin yanına gelir ve olanları anlatır. Şeyh, ilm-i siyasanın zamanı gelmiş diyerek dervişi bir süre daha eğitime alır ve sonrasında:

 “Şimdi artık piştin var git yoluna” der. Derviş, bir süre sonra yine aynı köye cuma namazına gelir. Hocaefendi yine bütün celalliğiyle esip gürlemektedir. Bizim derviş söz isteyip bu kez cemaate dönerek:

 “Ey cemaati müslimin! Böylesine güzel vaazeden hocaefendiden her kim bir kıl kopara, Allah için doğrudan cennetliktir…” derdemez cemaat hocaya çullanır.

  ŞAHİT MAHİT YAZARLAR

  Kendi yolunda giden bir yayaya, aracın biri şiddetli bir şekilde arkadan çarpar. Adamcağız dört takla atar ve yere düşer. Toparlanır toparlanmaz da kaçmaya başlar. Olayı gören birisi arkasında seslenir:

 “Yahu sen niye kaçıyorsun, suçlu çarpan…” demesi üzerine kazaya uğrayan adam:

“Ya neme lazım, şimdi şahit mahit yazarlar” der ve kaçmaya devam eder.

   FUZULİ İLE BAĞDATLI RUHİ

 Fuzuli ile Bağdatlı Ruhi, Bağdat’ın arka sokaklarında birlikte dolaşırken köşebaşında bir köpek görürler. Bunun üzerine Bağdadlı Ruhi:

 “Bu it, burda fuzuli” diyerek Fuzuli’ye alaycı bir gönderme yapar. Fuzuli de buna karşılık:

 “Vur kıçına çıksın ruhi” diye Ruhi’ye okkalı bir cevap verir.

   İKİ FARE

  Zafer sonuna kadar mücadele edenlerindir:

   İki fare aynı anda bir süt kovasının içine düşerler, farelerden biri nasıl olsa öleceğim diyerek mücadeleyi bırakır ve boğulur. Diğer fare mücadeleden vazgeçmez, çırpına çırpına önce sütü kaymağa dönüştürür, sonra da kaymağın üzerine çıkarak kurtulur.

  NAKŞİ İLE BEKTAŞİ ŞEYHLERİ

   İki şeyh bir araya geldiklerinde Bektaşi, Nakşibendiye sorar:

  “Üstad, sizin bu cübbelerinizin kolları niye bu kadar uzun?” O da “insanların ayıp ve kusurlarını örtmek için” der.

  Bektaşinin kollarını kısa görünce bu kez Nakşi olan sorar:

 “Peki ya sizin cübbenizin kolları niye kısa?”

 Bektaşi hiç düşünmeden:

 “Biz insanlar da ayıp, kusur görmeyiz de onun için” der.

   İNSAN DEDİĞİN KUŞ MİSALİ

  İki miskin derviş, yıllardır biri bir köşede diğeri öbür köşede uzlete çekilmişler. Daha mülayim olanı “muhterem gel şu köşeleri değişelim” demiş. Diğeri hemen “başka işin yok mu, otur oturduğun yerde” diye terslenmiş

 Aradan yıllar geçmiş yine mülayim olan, “üstad gel şu yerleri bir değişelim” demiş. Aksi olan yine “yahu senin hiç başka işin yok mu?” diyerek reddetmiş.

 Gel zaman git zaman yine yıllar geçmiş, mülayim olan son bir kez daha şansını denemek için sormuş, “ üstad gel şu köşeleri değişelim, tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler” demiş. Aksi olan “amma ısrar ettin, iyi hadi değişelim bari” demiş.

 Sallana sallana biri bir köşeye diğeri öbür köşeye geçmiş, aksi olan bundan bir ders çıkararak:

 “Gördün mü bak! İnsan dediğin kuş misali, nerdeydik nereye geldik” demiş.

   SİNOPLU DİYOJEN

 Diyojen, gündüz vakti Sinop’un sokaklarında el lambasıyla dolaşıyormuş. Görenler, ne yaptığını sorduğunda “adam arıyorum adam” diye cevap verirmiş.

***

 Diyojen’in dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş, bir fıçının içinde yaşayan bir kinik olduğu bilinir. Onun ününü duyan Büyük İskender, ziyarete gelir. Ancak, Diyojen’in pejmürde ve meczup görüntüsü onu hayal kırıklığına uğratır. Alaycı bir şekilde, “benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar.

Diyojen, “sen benim kölemin kölesisin, çünkü dünya benim kölemdir” der. Büyük İskender, bu beklenmedik bilgece cevap karşısında “dile benden ne dilersen” der.

 Diyojen, güneşinin önünde duran bu büyük komutana, “gölge etme başka ihsan/iyilik istemem” der.

****

 Yine birgün Büyük İskender, Diyojen’i birbiri üstüne yığılmış insan kemikleri içinden bir şey ararken görür ve “ne arıyorsun?” diye sorar. 

 Diyojen, “babanızın kemiklerini arıyorum ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu kestiremiyorum” der.

   MİCHELANGELO

  Ustaya sormuşlar, “nasıl böylesine güzel heykeller yapabiliyorsunuz?” diye. O da “o güzellikler zaten taşın içinde var, ben sadece fazlalıkları atıyorum” demiş.

 ***

  Michelangelo, ünlü “Musa Heykeli”ni yaptıktan sonra, karşına geçip saatlerce seyredermiş. Hatta bir gün dayanamayıp “konuş ya Musa!” diyerek elindeki çekici fırlattığı söylenir.

***

 Ustanın, bir kiliseyi resimlerken, “terlik giymiş” birkaç melek çizdiği söylenir. Bunu gören kardinal:

 “Kim bugüne kadar, terlik giymiş melek görmüş? diye sorar. Usta da “kim bugüne kadar çıplak ayaklı melek görmüş?” der.

 ***

 İNCİL VE TOPRAKLAR (DESMOND TUTU)

 Misyonerlerin Afrika’ya geldiklerinde, onların sadece incili, yerlilerin ise toprakları vardı. Bize “hadi dua edelim” dediler. Boynumuzu eğip, gözlerimizi kapadık. Gözlerimizi açtığımızda ise artık incil bizim, topraklar da onların olmuştu.

  İKİ FİNCAN KAHVE

 Bir felsefe profösörü, önüne büyükçe bir kavanoz alır ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur ve öğrencilere dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber ‘dolu’ olduğunu söyler.

 Bu sefer profösör, çakıl taşlarını tenis toplarının arasından kavanoza doldurur. Tekrar öğrencilere kavanozun dolu olup olmadığını sorar. Onlar da “evet, artık doldu” derler.

 Profösör bu defa bir torba kumu alır ve çakıl taşları arasından kavanoza döker. Öğrencilere yine dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber “evet” der.

 Bu kez profösör masadaki iki fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır. Tekrar öğrencilere sorar, “doldu mu?” diye. Öğrenciler güler!

 Profösör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek, “evet, bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım” der.

 “Şöyle ki; bu tenis topları hayatınızdaki en önemli şeylerdir; aileniz,   çocuklarınız, sağlığınız, dostlarınız ve sizin için en önemli şeylerdir. Diğer şeyleri kaybetseniz de bu önemli şeyler hep kalır ve hayatınızı doldurur. Çakıl taşları ise daha az önemli olanlardır; işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet, kavanoza önce kum doldurursanız çakıl taşlarına daha önemlisi tenis toplarına yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcarsanız önemli şeyler için zaman kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arzeden şeylere verin. Çocuklarınızla oynayın, sağlığınıza dikkat edin, eşinizle yemeğe çıkın…Öncelikleri sıralamayı iyi bilin gerisi hep kumdur”.

 Öğrencilerden birisi, “peki ya o iki fincan kahve nedir?”

 Profösör gülerek, “hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır” der.

  İKİ SUFİ

 İki sufi karşılaşır ve biri diğerine sorar, “ne yapıyorsunuz?” diye. O da “bulunca yiyoruz bulamayınca da sabrediyoruz” demiş. Suali soran “Horasan’ın itleri de öyle yapıyor” demiş. Diğeri, “peki siz ne yapıyorsunuz” diye sormuş, o da “biz bulunca dağıtıyoruz, bulamayınca şükrediyoruz” demiş.

  İSTANBUL’DA BİR FRANSIZ

 1950’lerde İstanbul’a gelen bir Fransız, insanların bir aşağı bir yukarı birşeyler taşıdığını görür. Yanındaki Türk arkadaşına sorar:

 “Azizim, siz İstanbul’u ne zaman aldınız?” o da “1453’te” der. Fransız, “hayret! o kadar zaman olmuş ama hâlâ yerleşememişsiz” der.

  SOKRATES

 Sokrates arkadaşıyla pazarda dolaşırken, biri arkasından gelip, kıçına bir tekme atar. Sokrates oralı olmaz ama yanındaki arkadaşı, onun hiç tepki vermemesine şaşırarak sorar; “ya üstadım, biri size tekme atıyor ama siz oralı bile değilsiniz”. Bunun üzerine Sokrates; “eşşek çifte attı diye ne yapıyım, mahkemeye mi vereyim?” der.

 Evlilik hakkında sorduklarında da; “her halükarda evlenin, karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz” der.

 “Atinalılar, beni suçlayanların sizi nasıl etkilediğini bilmiyorum ama öyle ikna edici konuşuyorlardı ki, ben bile kim olduğumu unutacaktım. Buna karşın tek bir doğru söz etmediklerini söylemem gerekir.

 Yargıçlara yalvararak beraat etmeye çalışmak bana adil gelmiyor. Yargıç, adaleti lütuf gibi dağıtmak için değil, yasalara göre hüküm vermek için o mevkiye getirilir. Hatta hoşuna gidenlere lütufkar davranacağına değil, yasalara göre karar vereceğine yemin eder.

 Ölümden sakınmak o kadar zor değildir. Zor olan, kötülükten sakınmaktır…İnsanları öldürerek, sizi doğru yaşamamakla suçlayacak birilerinin ortaya çıkmasını engelleyeceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Başkalarının sizi eleştirmesini engellemek yerine, mümkün olduğunca daha iyi olmaya çalışmalısınız.

 Ben, tanrı tarafından bu devlete gönderilmiş bir at sineğiyim. Ve bu devlet, koca cüssesiyle hareket etmesi ve canlanması gereken bir attır. Ben de tanrının bu devlete musallat ettiği, bir at sineği gibi bütün gün boyunca her yerde sizi uyandırıyorum, hareketlendiriyorum, azarlıyorum, ikna ediyorum. Ve eğer tanrı sizi düşünerek, bir at sineği daha göndermezse, hayatınızın geri kalan kısmını uyuyarak geçireceksiniz.

 Ayrılma vakti geldi çattı. Ben ölmeye sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyosunuz. Hangisinin doğru olduğunu sadece tanrı bilir.”

 Tutuklu bulunduğu süre içinde kendisini ziyarete gelenler, onu teselli edecekleri yerde onun herkesi teselli edip gönderdiği söylenir. Birgün karısı Sokrates’e, “seni haksız yere öldürecekler” der, o da karısına; “ haklı yere öldürseler daha mı iyi” der. 

İdamından önce araya kutsal ay girer, infazı da bu ayın sonuna ertelenir. Bu ay içinde kaçması için adeta ortam yaratılır. Onu kaçırmaya gelen öğrencilerine:

 “Kaçarsam savunduklarımı inkar etmiş olurum. Suçlu olduğumu kabullenmiş olurum. Yasalara uymak lazım. Hem gittiğim yerdeki yasalar burdan (Atina’dan) daha mı iyi olacak?” diyerek kaçmayı reddeder. Kutsal ayın sonunda da baldıran zehrini içerek ölüm cezası gerçekleşir. Kendisi tek satır yazmamış olan bu büyük bilge, öldüğünde 70 yaşındadır ve tüm öğretilerini öğrencisi Platon’dan öğreniyoruz.

  GALİLE (1564 – 1642)

 Galile, yaptığı deneylerle dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü ispat eder. Ancak kilise tersini kabul etmektedir. Sonunda engizisyon mahkemesine verilir ve sözlerinden vazgeçmezse ölüme mahkum edilecektir.

 Galile de dünyanın dönmediğini söylese bile dönmeye devam edeceğini bildiğinden sözlerinden vazgeçer. Böylece ölüm cezasından kurtulur ama yaptığı deneyler nedeniyle ömür boyu ev hapsine mahkum olur. Ancak İtalyan Giordano Bruno onun kadar şanşlı değildir. Evrenin sonsuz ve dünya dışında pekçok gezegen olduğunu söylediği ve engizisyon mahkemesinde de bu söylediklerinden vazgeçmediği için, 1600’de Roma meydanında diri diri yakılarak cezalandırılır.

  Engizisyon Galile’yi ömür boyu ev hapsine ve Copernicusculuğu da halk önünde reddetmeye mahkum etmesine karşılık o ölünceye kadar katolikliğe bağlı kaldı. O zamanki Papa da eski bir arkadaşıydı.

 1642’de ölümünden dört yıl önce ev hapsindeyken, ikinci büyük kitabının el yazmaları Hollanda’da bir yayıncıya kaçırıldı. İşte “İki Yeni Bilim” diye bilinen bu eseri Copernicus’a olan desteğinin de ötesinde, modern fiziğin doğuşu olacaktı.

  NEWTON

 

 Leibniz ve Newton, her ikisi de birbirinden habersiz olarak modern fiziğin büyük ölçüde temeli olan, “calculus” denen matematik dalını geliştirmişlerdi. Newton’un bunu Leibniz’den yıllar önce bulduğunu şimdi biliyorsak da bu çalışmasını Newton çok daha sonra bastırmıştı.

 Leibniz anlaşmazlığın çözümlenmesi için Kraliyet Derneğine başvurma gafletinde bulundu. Zira bu derneğin başkanı Newton’du. O da araştırma için tamamen tarafsız bir komite oluşturdu! Tesadüfe bakın ki bu komite tamamen arkadaşlarından oluşuyordu. Bununla da kalmayıp, Leibniz’i “eser hırsızlığıyla” suçladığı yazıyı kendisi yazıp yayınladı.

 Leibniz’in ölümünden sonra Newton’un “Leibniz’in kalbini kırmaktan büyük zevk aldım” dediği söylenir.

 HACI BEKTAŞİ VELİ

 Moğol istilası döneminde Hacı Bektaşi Veli, “elinize, dilinize, belinize sahip çıkın” diyerek herkese birlik beraberlik telkininde bulunmaktadır. Aslında onun bunlarla kastettiği:

 Elinize; yurdunuza, dilinize; Türkçenize, belinize derken de soyunuza sopunuza sahip çıkın anlamındadır.

 HAYATIN SIRRI

 Hayatın sırrını merak eden bir adam, çok uzak bir diyarda yaşayan bir bilgenin bu sırrı bildiğini duyar ve yola koyulur. Günlerce yol gittikten sonra bilge kişiyi bulur ve sorar, “bunca yolu hayatın sırrını sizden öğrenmek için geldim” der. Bilge kişi, “hoş gelmişsiniz ama boşuna zahmet etmişsiniz” der, “sır da hakikat de sizde, herkes hakikati kendi içinde bulacaktır. Büyük kainatta ne varsa küçük kainat olan insanda da o vardır” der.

 Hayatın sırrını arayan adam, hakikatin nerde olduğunu öğrenerek aslında bu kadar yolu boş yere gelmediğini anlar ve yaşadığı yere geri döner.

 KOYUNUN KÜÇÜĞÜ

  Köyün zenginlerinden birisi, oğluna kırk gün kırk gece düğün yapacağını ve düğüne gelen herkesi de memnun edeceğini söyler. Köyün ileri gelenlerinden yaşlı adamsa:

 “Her zaman, huzursuzluk çıkaran memnuniyetsiz birileri çıkar” der.

 Zengin adamsa, “ben memnun edeceğim” demiş ve düğün başlamış. Düğüne gelen herkese hergün birer koyun veriliyormuş. Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün derken ufak tefek çelimsiz bir adam, herkesin duyacağı bir şekilde:

 “Ne bu ya! Hergün koyunun küçüğü bana geliyor” diyerek memnuniyetsizlğini dile getirmiş.

 YAHYA KEMAL / SÜLEYMAN NAZİF / A.Ş. HİSAR

 İstanbul aşığı olan Yahya Kemal’e, bir gün Ankara’dayken en çok neyi sevdiğini sormuşlar. O da “İstanbul’a geri dönüşünü” demiş.

 Yine bir gün Yahya Kemal, Süleyman Nazif ve Abdülhak Şinasi Hisar , Ankara’da zamanın ünlü Karpiç pastanesinde oturmuş sohbet ediyorlarmış. Çay söylemişler. Abdülhak Şinasi’nin ciddi şekilde “mikrop takıntısı” olduğundan sık sık ellerini yıkar, çay istediklerinde de bardakları ayrıca kendisi yıkamak için sıcak su istermiş. Nüktedanlığıyla meşhur Süleyman Nazif, “üstad bardakları suyla yıkadın temizlendi, peki suyu neyle yıkayacaksın?” diye takıldığında A.Şinasi gülerek, “haklısın bunu hiç düşünmemiştim” der.

 Ünlü “Fahim Bey ve Biz” romanının yazarı A.Şinasi Hisar çok kibar bir beyefendi olarak herkese ‘siz’ diye hitap eder samimi bile olsa ‘sen’ diyemezmiş. Bu durum S.Nazif’in gözünden kaçmamış ve “üstad merak ediyorum acaba Fransa’daki Seine (Sen) nehrine de mi ‘siz’ diyorsunuz?”

 Süleyman Nazif bir gün kitaplarını basan Ahmet beyle münakaşa edip hiddetle dışarı çıkmış, merdivenlerde de bir arkadaşına rastlar ve nereye gittiğini sorar, o da “Ahmet beyin yanına çıkacağım” der. S.Nazif sinirli bir şekilde “Ahmet beyin yanına çıkılmaz, inilir!” der.

  ENVER PAŞANIN BABASI VE UÇKUR

 Birinci Cihan Harbinden sonra esir tutulan İttihat ve Terakki ileri gelenleri, kendi aralarında sohbet ederken, Enver Paşanın babası, “harama hiç uçkur çözmedim” der. Bunun üzerine Fuat Paşa da kendisine, “aman efendi hazretleri, keşke helale de çözmeseydiniz de şu Enver belasına, milletçe hiç bulaşmasaydık” der. 

   NECİP FAZIL

 Necip Fazıl bir konferansta konuşmaktadır. Dinleyicilerden biri ayağa kalkıp onu bir başkasıyla kıyaslayarak, “onun yanında siz sıfırsınız” der. N.Fazıl sakin bir şekilde, “olabilir ama siz de benim yanımda çift sıfırsınız” der.

 İstanbul üniversitesindeyken bir grup öğrenci Necip Fazıl’ı ziyarete gider. Kapıyı çalarlar, ses gelmez ama kapı yarı aralıktır. N.Fazıl içerde koltuğuna  oturmuş dışarıyı seyretmektedir. Onlar da içeri girip otururlar. N.Fazıl onların geldiğinden habersiz dakikalarca hareketsiz bir şekilde dışarıyı seyretmektedir ve neden sonra odadaki gençleri fark edip “evet niye geldiniz” diye sorar. Onlar da “sizi görmeye geldik efendim” derler. Necip Fazıl yavaşça ayağa kalkıp kendi etrafında bir tur atar ve “işte gördünüz” der. Onlarda üstadın keyfinin yerinde olmadığını anlayıp çıkarlar.

  NAZIM HİKMET

Çok az kişinin bildiği Galina Grigoryevna Kolesnikova, Nazım Hikmet’in sevgilisiydi. Nazım’ı en çok seven Galina’ydı. Nazım Hikmet hayatı boyunca 5 kadınla sevgili oldu. 4 sevdiği kadına şiirler yazmıştı fakat Galina için kalemini hiçbir zaman oynatmadı. 1953-1960 yılları arasında sevgili olsalar da Nazım Hikmet hiçbir zaman Galina’yı sevemedi. Duygularını dosttan öteye taşıyamadı. Ayrıca Nazım Hikmet Galina’ya “Galya” kısaltmasını kullanırdı.

Nazım Hikmet geçirdiği bir kalp krizi sonrası kaldırıldığı hastanede Galina ile tanıştı. Galina tanışmalarını şöyle anlatmaktadır; “Koridorda birden karşıma güzel, çok yakışıklı zarif bir insan çıktı. Ona doğru yürüdüm ve “Siz Nazım Hikmet misiniz?” diye sordum. O da “evet sevgili dostum” diyerek elini omzuma koydu. “Lanet olsun, hastalandım” dedi.

Hastanede 3 aylık tedavisinden sonra Galina’nın evinde birlikte yaşamaya başladılar. Galina sadece doktoru ve sevgilisi olmadı, aynı zamanda mektuplarını yazdı, şiirlerini daktilo etti, onun tercümanı ve kameramanı oldu. Nazım’ın evinde arkadaşlarıyla, ünlü şairlerle, köpeğiyle oynarken, daktilosunun başındayken, hasta yatağındayken, yurt dışı gezilerindeyken kısaca her anını Galina kamera ile kayda almıştı.

Kamera’nın son görüntüleri bir sahil kenarında çekilmişti. Oraya 1958 yazında Nazım’ın ısrarıyla gitmişlerdi. Nazım gönlünü yeni kaptırdığı Vera’ya yakın olmak istiyordu. Vera’nın eşiyle beraber tatil yaptığı sahil kasabasına Galina’yla beraber gitmişti. Hep birlikte tatil yaptılar. Galina Nazım’ı Vera’ya fal bakarken, çakıl taşları atarken ve yan yana yürürken kayda almıştı. Daha sonra Nazım Hikmet kamerayı eline alıp, Galina ve Vera’yı yan yana çekmişti. Galina Nazım’daki değişiklikleri fark etmiş ve o zamanı şöyle anlatmaktaydı; “Şiir yazamaz olmuştu. Oyun yazıyordu, yazı yazıyordu ama benimle beraberken şiiri bırakmıştı. Ama Vera’ya aşık olunca, hemen şiir yazmaya başladı. Ben onu çok iyi anlıyordum. Onu çok sevmeme rağmen, sevdiği kadınla beraber olması gerektiğini anlıyordum. Öyle aşıktı, öyle güzel yazıyordu ki, bir kez bile kıskanmadım onu. Tekrar yazmaya başlamıştı. Önemli olan da buydu. ”

Galina Nazım’ı o kadar çok seviyordu ki, terk edildikten sonra “Bu trajediye çok zor dayandım. Sancılıydı. Kısaydı ama zordu. Her şey olabilirdi. Nazım’ın kalbi kötüydü. O haliyle Vera’yla kaçmıştı. Kaçtıkları yerdeki tanıdığım doktoru aradım. Nazım’a göz kulak olmasını istedim. Nazım’a arabasıyla, şoförünü gönderdim. Bol bol portakal yolladım. Bir de aldığım kazağı gönderdim” diyerek, terk edilmesine rağmen Nazım’ı ne kadar çok sevdiğini belli ediyordu.

Nazım Galina’ya yazdığı ayrılık mektubu ise şöyleydi;

“Canım, kızım, anam, yoldaşım, bacım Memet’im, Münevver’im, Galyam! bunu yapıyorsam başka bir şey yapamadığım içindir ve eğer ben senin yüreğinde ve kafanda her şeyden önce senin yoldaşın, arkadaşın, seninle ortak dertleri paylaşan ağabeyinsem, sen, kadınlık gururunu çiğneyen bu acı karşısında ayakta durabilir ve büyük dostluğumuzu çiğnemezsin. (…)

Senden son bir ricam var, beni affet! Yüzyüze konuşup konuşmamaya karar veremedim. (…) Senden bir erkek olarak ayrılıyorum ama bir dost olarak sen istesen de istemesen de yanındayım. (…) Hiç kimseye kızma. Kimse aklımı çelmedi. bir kez daha tekrarlıyorum, yapabileceğim başka bir şey yoktu. İki aylığına Ortaasya’ya gideceğim. İki ay sonra öfken yatışmış olur da beni görmek istersen gelirim. (…) Dedikodular olacak, bu duruma sevinecek insanlar çıkacaktır. Sana soru soran herkese, “nazım benim yakın dostumdur ve öyle kalacak” de. Biricik anam, bacım, memo’m, güllü hanım, adil giray, ölene kadar senin baban, yoldaşın, ağbeyin, dostun, en yakının olarak kalacağım. Mübarek ellerinden öperim.

Senin, Nazım Hikmet”

Galina hiç evlenmedi. Hayatı boyunca Nazım’ı sevdi. Türkiye ile tek bağlantısı olan Dursun Özden, Galina’nın 17 Şubat 2014’te “Beni Nazım çağırdı. Ben gidiyorum…” diyerek Votkinsk’de yaşama veda ettiğini bildirdi.

****

 Nazım, doktora sorar, “aşık olursam ne kadar yaşarım?” Doktor da “en fazla iki bilemedin üç yıl, sakin bir yaşam sürmen halinde de on yıl yaşarsın” der. Nitekim Vera’ya aşık olur ve üç yıl sonra da kalbine yenik düşer.

****

  Yahya Kemal, Heybeliada’daki Bahriye okulundan öğrencisi olan N.Hikmet’e “Türkçe ve şiir” öğretmek amacıyla, Nişantaşı’ndaki evlerine gidip gelmektedir. Yahya Kemal, Nazım’ın kuzeni Oktay Rifat ve arkadaşları Necip Fazıl’a da şiir dersleri vermektedir. Bu gidip gelmeler sonucunda, Nazım’ın annesi ressam Celile hanımla, Yahya Kemal arasında büyük bir aşk filizlenir. Bu aşktan N.Hikmet’in de haberi olur ve çok rahatsızdır. Yahya Kemal birgün evlerine geldiğinde, paltosunun cebine şöyle bir not yazıp koyar:

 “Hocam olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz…”

 Belki Nazım’ın tepkisindendir bilinmez, bu aşk evlilikle sonuçlanmaz. Hatta rivayet odur ki, Nazım’ın Yahya Kemal’i Galataray Lisesi önünde, elinde silahla kovaladığı söylenir.   Yıllar sonra Yahya Kemal, yaşlanmış ve gözlerini kaybetmiş Celile hanımı, Galata Köprüsü üzerinde, hapiste olan Nazım için açlık grevi yaparken görür fakat yanına gitmez ve Nazım’ın özgürlüğü için de imza vermez.

 Yahya Kemal o ünlü şiiri, “Sessiz Gemi”yi ise sevgilisi Celile hanım için yazmıştır.

   AĞRI DAĞI VE AY YILDIZ

 Batılı bir diplomat, Ermeni meslektaşına sorar, “Ağrı dağı sizin olmadığı halde neden bayrağınızda kullanıyorsunuz?”

 O da “ayla yıldız da Türklerin değil ama onlarda kendi bayraklarında kullanıyor” der.

   YAŞLI ADAM VE PADİŞAH

  Osmanlının sürekli savaşa girmesi nedeniyle son oğlunu da şehit veren baba:

  “Padişaha söyleyin son çocuk da gitti, ben de yaşlandım, artık bana güvenerek sağa sola savaş açmasın” der.

  HARİCİYE NAZIRI VE KRALİÇE

  Osmanlı sürekli gerilemekte, sahip olduğu toprakları bir bir kaybetmektedir. İngiltere’de kraliçe ile görüşen hariciye nazırı sorar:

 “Birliğinizi siz nasıl sağlıyorsunuz” diye, o da:

 “Biz, hiçbir yere sizin gibi merkezden atama yapmıyoruz. Her yere kendi halkının taktirini kazanmış, ehliyet ve liyakat sahibi olanları atıyoruz. Böylece isyanların da önüne geçmiş oluyoruz” der.

  MEHMET AKİF, PALTO ve SAİD-İ NURSİ

 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden hemen sonra Mustafa Kemal’in çağrısıyla Ankara’ya geçer ve 1920 Mayıs’ında da Burdur milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi’ne girer. Meclisin görevlendirmesiyle, Kastamonu başta olmak üzere Anadolu’nun birçok yerinde camilerde vaaz ederek, halkı bağımsızlık için direnişe davet etmiştir. Vaazları, “Sebilürreşad” ve “Hakimiyeti Milliye” gibi yayın organlarında basılıp elden ele dolaştırılmıştır.

 Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde yazdığı “İstiklal Marşı”, 12 Mart 1921’de TBMM’de büyük bir coşkuyla okunarak, milli marş olarak kabul edilmiştir. “O benim değil, milletimindir” diyerek “Safahat”a almadığı İstiklal Marşı için kendisine verilen 500 Lirayı da Darül Mesa’i adlı bir hayır kurumuna bağışlamıştır. Oysa ki, Dr. Şefik Kolaylı‘nın anlatımına göre, Akif tam da o günlerde paltosunu üşüyen birine verdiği için, ince bir pardösü giymektedir.

 Mehmet Akif, Atatürk’ün yanında milli harekete katılarak Ankara’da Taceddin Dergahı‘nda mütevazı bir evde paltosuz yaşarken, Said-i Nursi İstanbul’daki refahını, rahatını bırakmayarak Dar-ül Hikmet-il İslamiyye’deki “maaşlı” görevine devam etmiş, Çamlıca’da Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’nde oturarak hayatını sürdürmüştür.

 M.Akif, yeni Türk devletinde devrimler başladığı zaman, Mısır’a gitmiş ve 11 yıl kalmıştır. Hastalanıp (siroz olmuştur) Türkiye’ye döndüğünde, “Mısır’da 11 yıl kaldım fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin” der.

   MEHMET AKİF’İN OĞLU

 Çetin Altan’ın anlatımıyla bir gün gazeteye, Mehmet Akif’in oğlu olduğunu ve şu anda maddi olarak çok sıkıntıda olduğunu söyleyen biri gelir. Bunun üzerine bir miktar para verirler ve biraz sohbetten sonra da çıkıp gider. Bu olaydan bir müddet sonra gazetenin birinde bir haber çıkar:

“Milli marşımızın yazarı merhum Mehmet Akif’in oğlu Beşiktaş’ta bir çöplüğün kenarında ölü bulundu”.

   NEBBAŞ VE OĞLU

 Falanca yerin insanları, yakınlarına ait mezarların soyulup talan edilmesinin önüne, ne yaptılarsa geçememişler.

 Nihayet günün birinde, bizim nebbaş (mezar soyguncusu) ölmüş. Soygunlar tekrar etmeyince, millet de beddualar ederek rahat bir nefes almış.

 Gün gelmiş bizim nebbaşın oğlu büyümüş ve babasına lanet okuyanlara rahmet okutacağını söylemiş. Annesi de “bir nebbaşın ardından rahmet okunduğu nerde görülmüş ey oğul” demiş. Oğlu da “günü gelince görürsün” diyerek, başlamış babası gibi mezarları soymaya ancak soymakla kalmıyor bir de münasip yerlerine bir kazık çakıyormuş.

 Bunun üzerine yöre halkı, “eski nebbaştan Allah razı olsun, o hiç değilse böyle münasebetsizlik yapmıyordu” diyerek başlamış rahmet okumaya.

   TANRININ ADALET EVİ (OSCAR WILDE)

 Hayattayken her türlü günahı işlemiş olan birisi, tanrının huzuruna çıkar. Tanrı, “madem ki tüm günahları işledin, seni cehenneme gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cehenneme gönderemezsin, ben zaten bütün ömrümü orada geçirdim” der. Tanrının adalet evinde büyük bir sessizlik sonrası, “peki o zaman seni cennete gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cennete de gönderemezsin, çünkü onu hiçbir zaman gözümün önüne getiremedim” der.

   SENECA’NIN ÖLÜMÜ

  Seneca, Germanicus’un kızıyla zina yaptığı iftirasıyla, imparator Clodius tarafından Korsika’ya sürgüne gönderilir. İmparatorun bağışlaması için dalkavukça ve yalvaran pek çok mektup yazar. Nihayet beş yıl sonra (M.S.47)  imparotoriçe Agripine tarafından affedilerek, Roma’ya çağrılır ve oğlu Neron’un eğitimi için görevlendirilir.

 Neron imparator olduğunda, kendisi de başbakan olur. Neron’un önce babasını öldürmesinin önüne geçemediği daha sonra da annesi Agripine’i öldürmesinin haklılığını, senatoya karşı savunan bir söylevi nedeniyle, bir zamanlar kendisini koruyan Agripine’i öldürtmekle suçlanarak, halkın da kin ve nefretini üzerine çeker.

 Bu arada bir filozof olarak kendisi de çok zengin olan Seneca, Büyük Britanya’nın bir bölgesinde kraliçe olan Boadicca’ya yüksek faizle yüklü miktarda borç verir. Kraliçe borcunu ödeyemeyince Roma’ya başkaldırır. Sonuçta yenilir ve kendi canına kıyar.

 Bu olay neticesinde Neron, hocası Senaca’nın kendi damarlarını keserek canına  kıymasına hükmeder. Vasiyetini yazmasına bile izin verilmez. Seneca’nın tüm çabalarına karşın, karısı da aynı şekilde kendini öldürmeye kalkar. Kendisi yaşlı ve zayıf olduğundan, kanının yavaş akması nedeniyle zehir de içer ancak yine ölmeyince, kendi isteğiyle sıcak banyoya götürülür ve orada sıcak buharla boğularak ölür. Karısı, Neron’un emriyle tedavi edilerek kurtarılır fakat çok sürmez iki yıl sonra ölür. Seneca öldüğünde 64 yaşındadır.

  BU AKŞAM GÜN BATARKEN GEL

 Ahmet Rasim, bazen bir yerlere takılıp eve ya çok geç gelir ya da bir kaç gün gelmediği olurmuş. Eşi de munis bir hanımefendidir. Olumsuz hiç birşey söylemediği gibi aynı ilgiyle karşılarmış.

 A.Rasim, akşam olunca tekrar sıkılır ve “ben çıkıyorum hanım” dermiş. Her zamankinden farklı olarak, bu kez eşi alçak sesle, “bu akşam geç kalma erken gel” der. Bu sözler içine işler ve meyhaneye gidene kadar da mırıldanıp durur. Meyhanede bestekar Tatyos Efendi ile karşılaşır, durumu anlatırken de “bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma erken gel” şarkısının güftesini yazar. Tatyos efendi de hemen orada besteler.

  MAZHAR OSMAN VE DELİLİK

 Birgün Mazhar Osman’a, “hocam sizin için ‘deli’ diyorlar, ne diyorsunuz?” diye sormuşlar. O da, “onların benim için ne dediği hiç önemli değil, yeter ki, aynı şeyi onlar için ben söylemeyeyim” demiş.

 DENİZ YILDIZI VE GENÇ ADAM

  Okyanusun çekilmesiyle, sahile vuran deniz yıldızlarını teker teker denize atan genç adama, yaşlı adam sorar; “sahil tamamen deniz yıldızı dolu, hepsini kurtaramayacağına göre neyi değiştireceksin ki?”

 Genç adam, bir deniz yıldızı daha alıp denize atarak; “bak, onun için değişti” der.

***

..

 

                                                

İBRAHİM ÇİFTÇİ

Cumartesi, Nisan 3rd, 2010

– Bazıları bilgiyi yük, beceriyi eziyet olarak görürler.

*

 – Dönmek; yanlışta ısrar etmemek, kendine bir şans tanımaktır.

*

– Herşeyin ilacı, itidaldir.

*

– Bu ülkede üç sınıf insan vardır; cinselciler, dinselciler ve Atatürkçüler. Biz üçüncü sınıfız.

*

– Harcamadığın para, senin değildir.

*

– Para herkesde durmaz, onu kullanabilecek olan da durur.

*

– Biz alışmışız, az parayla çok para kazanmaya!

*

– Aldığımız üç kuruş ama herkesin eli, benim cebimde!

*

– Para bok gibi, huzur yok.

*

– Para gayriciddi işlerde vardır, ciddi işlerle para kazanılmaz.

*

– Akbabalar, damarlarımdaki kanın kokusunu almış, pike üstüne pike yapıyorlar!

*

 – Derya senin olsa, içeceğin bir bardak su!

*

 – Bir bardak süt için, inek beslenir mi?

*

 – Denizden bir kova su almışsın nedir ki? Denizin suyu mu biter!

*

 – İstanbul’u versem bir gözünü verir misin? Dikkat et, iki İstanbul’a sahipsin!

*

– Bizim çilemiz, hem insancıklarla olacaksın hem de kızmayacaksın, kızmak bizi küçültür. İyiden, doğrudan, güzelden bihaber olan adamın nesine kızacaksın…

 *

– Kendini basit ve sıradan görürsen, tüy kadar hafiflersin. Olduğundan daha fazla görünmeye çalışırsan, o yükün altında ezilirsin.

*

– İnsanın değerli olduğu yerde kimseye bir şey olmadan önlem alınır. Bizde de bir kaç adam başı yenmeden, iş yapılmaz.

*

– Bilsem ki siz şu kapının arkasındasınız, ben yine özlerdim.

*

– Koskoca generale bir manga asker vermişler, “bunlara talim yaptır” diyorlar…

paşa napsın!

 *

– Dur bakalım yok, hadi bakalım.

 *

– Beklemek, kavuşmaktan iyidir.

 *

– Bir işi yaparken; kırmadan, yarmadan, kestirmeden, küstürmeden yapacağız.

 *

– Tamir et diye verirsin; kırar, yarar, bozar, sonra da koyup kenara geçip gider…

 *

– Her işimiz; “olmamış ya hadi neyse!”. Bir işinizde tam olsun, yok nerde!..

 *

– “Çam devirdiklerini” çok gördük ama devrimciliklerini hiç görmedik, açlık grevine girerler, kilo alıp çıkarlar!

 *

– İşten kaçıp, meydanda halay çekmenin adını; “devrimcilik” koymuşlar!

*

– Ellerinde sinekli şaraplar, esrar tekkesine çevirdikleri dumanaltı yerlerde, her daim “devrimden” konuşunca, sanırsın ki; yapmışlar da konuşuyorlar…

*

– İstemenin sonu yok! Herkes kendine göre devlet de ister, her yorulduğu yere han da! 

*

– Cümbüşün adını “ibadet”,

içkinin adını “bade”,

cinayetin adını “töre”

halayın adını da “devrim” koymuşlar.

 *

– Bir iş; konuşulabilir, tartışılabilir, uygulanabilir ve rantabıl olacak, değilse konuşmaya bile gerek yok. 

 * 

– Bazıları “büyük” doğar, bazıları yaptıkları işlerle “büyür”, bazılarının da “büyüklük” üzerinde kalır, benim üzerimde kaldı!

*

– Kimseye birşey söylemeye gelmiyor, kimseyi değiştiremiyorsun! Bu yüzden, ben hep kendimi değiştirdim.

*

– İnsan, önce taşı sevip okşuyor, hacetten sonra da en uzağa fırlatıyor.

İnsanlar da birbirini severken, önce “canım cicim” diye kucaklıyor, sonra da kucaklaya kucaklaya bokunu çıkarıyorlar. Daha düne kadar birbirlerinin kucağından inmeyenler, bugün birbirinin suratını, görmek bile istemiyor.

*

– Herşeye gelirim ama boynumdan çekilmeye asla!

*

– Herkesi dinle ama kararı kendin ver.

*

– İşimi yaparım ama kimse daha fazlasını, kendimi feda etmemi beklemesin!

– Bir işe aracı koyarken dikkat et, sana “kız” istiyorum diye gider, kendine alıp gelir!

*

– Acemi zampara işe en yakınından başlarmış!

– Zamparalığa çıkan, kendi şeyinin hesabını da iyi yapmalı!

*

Düşkünle, şaşkınla, pişkinle fazla uğraşmaya gelmez. İyilik mi yapacaksın, yap ama fazla durma!

*

– Ne kadar kaçarsan, o kadar üzerine gelirler. Sana ait sadece bir çekmece kalsa, yine de yer yokmuş gibi ellerine geçeni oraya atarlar!

*

 – Hadi çocuğum, hadi yavrum… kumda oyna gözüne çöp batmasın!

*

 Darpa, gaspa, fuhşa karışma ne yaparsan yap!

*

– Bir kere olsun cepheden gelmeyip, hep arkaya dolanıyorsa, çiz gitsin.

*

– Bazıları “alet” kullanmada bazıları da “adam” kullanmada daha beceriklidir. “Alet” kullanamıyorsan, “adam” kullanmayı iyi bileceksin!

*

– Bazıları kendini sürekli hatırlatmaya çalışırken, biz unutturmaya çalışıyoruz. Kendini bilmezlerin seni hatırlamasındansa, unutması daha iyidir.

*

 – Dengelemek istediğinde; önce dört basıp iki çekersin, fazla gelirse de iki basıp dört çekersin!

*

– İnsan uyanık olmaya görsün, zanneder herkes keriz!

*

– Eğer insan rahat değilse, onu en çok yoracak olan sosyal uyumdur. Ben hep iki yakamı bir araya getirmeye çalıştım.

*

 – Zayıf insanlar sırt sırta verir, güçlü insan buna ihtiyaç duymaz.

*

– Kara mizah, zayıfların güçlülere karşı kullandığı bir silahtır.

*

 – Bir meseleyi bütün açılardan değerlendirmiyorsan, söylediklerin sadece seni ilgilendirir.

*

  – Hayat üzüntüyle, pişmanlıklarla geçirilecek kadar uzun değildir.

*

  – Fazla acırsan, acınacak duruma düşersin. Düşkünle, şaşkınla fazla oyalanmaya gelmez.

*

– İyilik olsun diye verirsin, hak iddia etmeye başlarlar. Birde üstüne, “az verdin, hiç vermedin” diye, seni de suçlarlar.

*

 – Sen rakını iç, rahatına bak “memleket elden gidiyor!” diye ne kendini üz ne de bizi. Herşey çalkalana çalkalana mecrasını bulur. Arkası sağlamsa birşey olmaz, değilse de yıkılmaya müstehaktır. Devletlerin tarihinde yirmi yıl, otuz yıl nedir ki?

 *

– Ben oltamı atar rakımı içerim, gerisi balığın bileceği iş.

 *

– Şans kapısını açık bırak, ola ki gelir de “bulamadım” demesin.

 *

– Deha keşfedilmeyi beklemez, o kendi mecrasını bulur gider.

– İntikali zayıf olanın manevra kabiliyeti de zayıf olur.

 *

– İnsanın kafası rahat değilse, tatile bile gitse götürdüğü sıkıntıdır.

*

“Cek-cak, sak-suk, meli-malı” yok, bir işi üzerine aldıysan yapıp getireceksin.

 *

– Terbiyesi tam ama tahsili noksan olan, “tahsilli terbiyesizlerden” daha iyidir.

 *

– İnsan uğraştığı işe benzer. Malla, mülkle fazla uğraşmaya gelmez, sonra “mal” olur gidersin!

*

 – İnsan gençken, taş yese plastik çıkarır. Bir de yaşlanmaya görsün, şerbet bile içemez hale gelir…

*

– Adetleri bozmayın, büyüklerinizi üzmeyin!

*

– İnsan düşmeye görsün, duyan illet gelir, gelen de gitmez!

*

– İnsanlığa bir faydaları varsa, Allah bizden alsın onlara versin. Yoksa bizden uzak, Allah’a yakın olsunlar!

*

– İnanmak, insanın yükünü azaltır.

*

– İnsanın bir tek borcu vardır, o da Allah’a can borcu!

*

– Allah zalime uyuz versin, tırnak vermesin!

*

– Kafam rahat olsun diyorsan, ne verirlerse al ne istiyorlarsa ver!

*

– Ben size lazım değilsem, siz bana hiç değilsiniz!

– Karı karıda, iş işde bulunur!

*

– Kadın ağzını açtı mı, başlar iş çıkarmaya, masraf yazmaya. Ömrüm, karının ağzını kapamakla geçti!

*

– Huzur istiyorsan üç şeyle kavga etme; “Allah’la, devletle, karıyla!”

*

– İnsan hayatta üç şeyden gülermiş; ya “karıdan” ya “paradan” ya da “çocuktan”. Üçünden de güldüysen senden iyisi yok…

*

– İleri gidenlerden değil, ileri gelenlerden olun.

*

– İstanbul’un sokaklarında yürümek bile bir eğitimdir.

*

“Açtım ağzımı yumdum gözümü” değil, “yumdum ağzımı açtım gözümü!”.

*

– Artık yumruğumu sıktığımda ne başkasına ne de masaya vuruyorum. Sıkıp cebime koyuyorum, mesele kalmıyor.

*

– İnsan sürekli problem çıkarmaya alışırsa, kimseyi bulamadığında da kendi gölgesiyle kavga etmeye başlar.

*

– Herkesi sıçtığı yere kadar kovalamaya kalkarsan, sürekli eksik, gedik ararsan, herşeye ceza vermeye kalkarsan, sonra konuşacak adam bulamazsın. Affetmek, büyüklüğün şanındandır.

*

– Gidecek adam arkasına bakmaz. Biz arkamızı toplamaktan, kollamaktan önümüze bakamaz olduk.

*

– Verdiği zararı karşılayabiliyorsak, biz onu hoşgörürüz. O zarar verecek, biz hoşgöreceğiz. Bizim hayatımız her daim sabır testinden geçmek. Sabır, olgunluğun temelidir.

*

– Ayıpları kusurları örtmek için Nakşilerin, cüppelerinin kolları uzundur. Biz Bektaşiler gibi kimsede kusur, ayıp görmediğimiz için cüppemizin kolları kısadır.

*

– Kendinde akıl yok, başkasına akıl vermeye kalkar!

*

– Zayıf insan için, mevcudu korumak en iyisidir.

*

– Şeyine istikamet veremeyen, iki koyunu güdmekten aciz olan bir de kalkmış şöyle yapacaz, böyle yapacağız diyor. Allahım sen aklıma mukayyed ol!

*

– Kendini idare etmekten acizdir, bir de mercimek kadar aklıyla aleme nizam vermeye kalkar.

*

– Azıcık palazlanan, “ben söyleyim sen yap” diyor. “Ben söyleyim sen yap”. Yok, illa o söyleyecek diğerleri yapacak!

*

– Biz devletde, gidenle değil gelenle ilgileniriz!

*

– Biz eski memuruz, bizde evrak kaybolmaz!

*

– İşinizi ilk gün yapın son güne bırakmayın. Yok! Yirmidokuz gün yatıp son gün iş yapmaya kalkarlar sonra da yetişmedi diye dert yanıp taktir beklerler…

*

– İşinizi doğru dürüst yapın, çoluk çocuğu kendinize nasihat eder hale getirmeyin!

*

– Devlet para veriyormuş gibi millet de çalışıyormuş gibi yapıyor. Böyle geçinip gidiyoruz.

*

– Hizmet için geldik derler, herkesi kendilerine hizmet eder hale getirirler.

*

– Bu adam önümüze geçer diye, “taktir” ederler ama “terfi” ettirmezler!

*

 – Bir makama terfi etmek istiyorsan; karşılaman, ağırlaman ve uğurlaman iyi olacak. Eğilip, bükülmeyi iyi bileceksin!..

*

– Saha işlerini biz yaparız, siz salon işlerine bakın…

*

Müdürlük, aylak adam işidir, ne kadar işten kaçan adam varsa, hepsi müdür.

“Ben söyleyim sen yap!”

*

– Kendini bilmezlerin, önünde durulmaz.

*

– On tane eşşeğin olacağına, adam gibi bir enişten olsun yeter!

*

– Esnek sistem, dinamik program; sistem ne kadar esnek olursa, kimse de sistem dışında kalmaz.

*

– İstatistik, yanlış rakamların doğru toplanmasıdır.

*

– Bir insanın ya “karıcılığı” ya “paracılığı” ya da “rakıcılığı” iyidir. Bunlar için güçlü bir bünye lazım, benim hep zayıftı.

– Kaza geliyorum, namus gidiyorum demez!

*

 – Ziyan olacağına ver bir fakir sebeblensin! Yok, ziyan ederler yine de vermezler!

*

– Delikli taş bile yerde durmaz, illa ki biri alır, bir çiviye takar.

 *

– Sen bu namussuz aşınacak diye beklerken, o yıkılır gider haberin olmaz!..

 *

Mevta kaldırmak, torba ağzı açmaya benzemez!

 *

– İnsan, bazı şeylerin oyuncak olmadığını, üzerine oturunca anlar!

*

– İnsanlar birbirine, dünyanın en ayıp şeyini yaptıktan sonra daha ne yapmazlar ki!..

*

 – Genç geriyorsa, yaşlı sevindir daha iyi!

*

– İşin bitince, içine edesin geliyor!

*

 – Erkek olmak zor zenaat! Ağır tahriğe maruz kalsan da asla taciz yok, edersen “namussuzsun”, etmezsen “sen de adam mısın?” derler…

*

 – Et ile ekmek, eti ete sürtmek, gerisi köpek tüfek!

*

– Kart kedi, taze sıçandan hoşlanır!

*

– Bizimkilerin sevmemesi, sevmesinden daha iyidir. Sevdiğinden ya “vurası” ya da “sığdırası” gelir! Bir de sevmese kimbilir ne yapar?

*

– Herşey mevsiminde güzel; “kuş öterken, diş keserken…!”

*

 – Bizde “yüzsüzlük” yok istemeye, sizde de “insanlık” yok vermeye, namerde muhtaçlığımız hep bundandır.

*

– Yüze gülücü arkadan gömücülere dikkat et!

*

– Elimde bir kova su, “yanıyorum” diyenin taşaklarına serpiyorum. Bir Allah’ın kulu “sen de yanıyor musun?” demez.

*

– Gelen bağrıma yaptı ama ben de hepsini gördüm!

*

– Memur esnek, emekli gevrek olur. Emekliye fazla yüklenmeye gelmez, “tak” diye atar!

*

– Kimse üstün değildir. Herkesin arkasında bir kilo “bok”, önünde de yarım kilo “sidik”!

*

 – Kanı kanla yıkamazlar, suyla yıkarlar…

 *

– Herşeye nasıl bakarsan, öyle görürsün.

 *

– İçkiyi, sigarayı sağlıklı adam içer. Heyhat! Sonra sağlığını da alır gider haberin olmaz.

 *

– Acılarınızla dost olmaya bakın. Acıyorsa hayattasın demektir. Acı sizi olgunlaştırır. Acıyı bilmeyen başkasının halinden anlamaz.

*

– Eğer katili kurtarmak istiyorsanız, maktülü şuçlarsınız; “rahmetli ne yaptı da adamcağız bunu yapmak zorunda kaldı?”

*

 Bize birşey olmaz deme, yerin altı onlarla dolu.

*

– Size hak olan, bize müstehaktır!

*

 – Kazanmak isteyen için, fakirin başucunda durmaktan zenginin ayakucunda olmak daha iyidir!

*

 – Hırsıza kilit dayanmaz.

 *

 – Korku, emniyeti geliştirir.

 *

– Size yarayan, bize bol gelir!

 *

– Ben hadımım diyorum, onlar “kaç çocuğun var ?” diyor!

 *

– Bizim söyleyecek sözümüz çok, sizin yapacaklarınız çok.

 *

– Biz artık bundan sonra ekmeğin içinden, gençlerin kıçından geçineceğiz.

*

– Bir şey olmaz deme, herkes geçer sen takılırsın!

 *

– Ne yerler ne içerler, ne miktarda yaparlar bilmem ama başları sıkışınca nerde olsan gelip bulurlar.

– Baktın ki, işin içinden çıkamıyorsun, “bu durumda İbrahim Çiftçi olsa ne yapardı?” diye kendine sor. Böylece, bir çözüm yolu bulmuş olursun.

 *

– Bizimkisi yaşamak değil, ölüm nöbeti!

– Aramaya başlamadan önce, doğru yerin neresi olduğunu düşün. Bir şeyi yanlış yerde ararsan, bulamadım diye şikayet etme.

          

İSMET ÖZEL / HAKAN ALBAYRAK / ŞEFİK DENİZ

Perşembe, Şubat 18th, 2010

  

İSMET ÖZEL:

 Dirgenler, bakraçlar, tornavidalar

Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar

bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya
taşımamı yasaklayan belgeyi imzaladım
burada bitti artık işim, ocağım yok
uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

      …

– Hiçbir şey söylemeyen sözlere ulaşmak için

          her şeyin söylenmesi gerekti…

– Konuşmayı öğrendiğim andan itibaren susmam söylendi bana.

 PROPOGANDA

 Köleler gördüm, karavaşlar
hayaları burulmuş bir adamın ayaklarını yıkamaktalardı
artık kelimeleri kalmamış fiyatları sormaktan
saçları taranılmaktan usanmışlar
sinemalarda saklanıyor kışın
yaz olunca denizin yalayışlarına
kaldırımlarda demokrat
otobüslerde dindar
geceyi
saatlerine bakarak anlıyorlar
ve sabah
gökyüzünün karnını gerdiği zaman
dağların kokusundan fabrikalar
acıkınca
Köleler!
gözleri camekânlarda.
Silâhlar gördüm
namlusu akla çevrilmiş sahra topları
mürekkebin utandığını gördüm basılı kâğıtlarda
tetiğe basan parmaklarda çare yok, gördüm mürekkebi:
Çare yok, radyoları kapatsam
çare yok, secde etsem anılarıma
bu bozulmuş yeminlerin bayrakları altında
olacak şey mi duymak portakal bahçelerini
mermiler araya girmeden anlayabilir miyiz artık
hangi kızlar hangi serin yerlerimize değdi:
Sanırdık saçlarımız kumrularla kaplanır
bir çocuk, İşte ırmak! diyerek haykırınca
o zaman belki çocuklar zabıtalardan daha çoktu
belki biz daha çok ağlardık bir aşk pıhtılanınca:
Gördüm
gözlerinde zindanlarla bana baktıklarını
düşündüm yaslanarak şehrin kasıklarına
düşündüm kafa kemiklerimi eritinceye kadar
nedir bu kölelerin olanca silâhları
silahların köleleri olmaktan başka.
Bıkmadım
koyu renkler kullanıyorum hayatımda
koyu mavi, acıyı anlatırken
sessizce öperken, koyu beyaz
ve saçlarım hakaretlerle okşanırken
koyu bir itiraf sarıyor beni.
susmak elbette zehirlidir
ve rahatlık getirir yazıklanmak da.
Ey tenimde uzak yolculukların lekeleri!
Ey çocuklarda uyuyan intizamsız güneşler!
gelin ve boğdurun bu köleleri.

 Cellâdıma Gülümserken

Çektirdiğim Resmin Arkasındaki Satırlar

Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında.
Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat
her şeyi gördüm içim rahat
gök yarıldı, çamura can verildi
linç edilmem için artık bütün deliller elde
kazandım nefretini fahişelerin
lanet ediyor bana bakireler de.
Sözlerim var köprüleri geçirmez
kimseyi ateşten korumaz kelimelerim
kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına
uçtum ama uçuşum
radarlarla izlendi
gayret ettim ve sövdüm
bu da geçti polis kayıtlarına.

Haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi Nepal`de kalmış
Slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde.

Acaba kim bilen doğrusunu? Hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?
Ola ki
şeytana satacak kadar bile bende ondan yok.
Telaş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum
çünkü bu, ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir
devlet sırrıyla birlikte insanın
sinematografik bir hayatı olabilir
o kibar çevrelerden gizli batakhanelere
yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri
ve sonunda estetik bir
idam belki!
Evet, evet ruhu olmak
bütün bunları sağlayamaz insana.
Doğruysa bu yargı
bu sonuç
bu çıkarsama
neden peki her şeyi bulandırıyor
ertelenen bir konferans
geç kalkan bir otobüs?
Milli şefin treni niçin beyaz?
Ruslar neden yürüyorlar Berlin`e?
Ne saçma! Ne budalaca!
Dört İncil`den Yuhanna`yı
tercih edişim niye?
Ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında
burada, bu istasyonda, bu siyah
paltolu casusun eşliğinde
en okunaklı çehremle bekliyorum
oyundan çıkmıyorum
korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye
önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çenekli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?

Gelin
bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!
Bana kötü
bana terkettiğiniz düşünceleri verin
o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız
ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar
onları verin, yakınmalarınızı
artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar
ben aştım onları dediğiniz ne varsa
bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar
boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz
içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı
verin bana
verin taammüden işlediğiniz suçları da.
Bedelinde biliyorum size çek
yazmam yakışık almaz
bunca kaybolmuş talan
parayla ölçülür mü ya?

Bakın ben, birçok tuhaf
marifetimin yanı sıra
ilginç ödeme yolları bulabilen biriyim
üstüme yoktur ödeme hususunda
sözün gelişi
üyesi olduğunuz dernek toplantısında
bir söyleve ne dersiniz?
Bir söylev: Büyük İnsanlık İdeali hakkında!
Yahut adınıza bir çekiliş düzenleyebilirim
kazanana vertigolar, nostaljiler
karasevdalar çıkar.
Yapılsın adil pazarlık
yapılsın yapılacaksa
işte koydum işlemeyi düşündüğüm suçları
sizin geçmiş hatalarınız karşısına.
Ne yapsam
döl saçan her rüzgarın
vebası bende kalacak
varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek
benim kılıcımı.

(1984)

——————-

HAKAN ALBAYRAK :

– Kalmak katlanmaktır, kabuslar ortasında gülümsemek ve iyiyim demek.

– Önemli olan hayatı uzatmak değil, derinleştirmektir.

    PETERSBURG’DA BİR GECE

                                           Ahmet Ağı’ya

 yağmurlu gece nötralize ediyor

 bunun altını kendimi yormadan çiziyorum

 şimdi diyorum ölsem mölsem de olur

 ama trajediyi çağrıştıracak

 hiçbir şey duymuyorum içimde

 nehir akıyor

 ben gelmiş gidiyorum

 geldiğimiz yerden döndüğümüz yere

 ve her şeyi anlamış biri olarak

 ülser olma huyumdan vazgeçiyorum

 nasılsa öylece kabul ediyorum olanı

 cennetten kovuldum

 buradayım

 ve ne kadar çırpınsam boş

 1991

      ————————–   

      ŞEFİK DENİZ :

     

                    DÖNER BELKİ İSA           

        

                 Ahmet Ağı’ya

 Bir geceydi bosforus öpüşüyordu martılarla

Belki dedik bir gül kokusu sıçrar üzerimize

Bekledik bir hisar gibi yıllarca

Belki dedik bu yağmur sahici değildir

Belki şarap saklar geceyi sevgilinin dudaklarından

 

Sen bir mermi kadar sabırsızdın o vakitler

Tuttum kolundan geceyi bak dedim Ahmet

Bunlar martılar bak kanatları ıslak

O vakitler

Başımızda binlerce yağmur serinliği

Bir damlayla açılırdık

Hesapsız soluklarına yaseminlerin

Itır dahi olsun solardı bizden

 

Bak dedim Ahmet

Gecenin bunca serin ıslığı

Çalkalanıyor kalbimin ağrıyan tarafından

Sakın dedim söyleme şarkımızı

Kızlar ölür yoksa

Bir ihtilal dayanır bosforusun yanaklarına

Bırak dedim minareler tutsun tan vaktini

Bak dedim bu martılar ıslak

Bak dedim boğaziçine

Bunca gemiyi aktarıyor koynundan

Haliç çocukluğumu çalıyor uykumdan

 

Yıkma dedim Ahmet Üsküdar’ı

Bırak istavrit kokularını orospuların öfkesine

Söyleme dedim şarkımızı İstanbul kırılır Ahmet

Kırılır göğün beklemekten tunçlaşmış ağrısı

Dinlemedin Ahmet yürüdün gittin

Sirkeci’yi sallamaya

Yürüdün gerilmiş silahlar gibi bosforusu inletmeye

Sakın dedim Ahmet gece vakti

Yoksa çocuklar yakar bu gemiyi

Yürüdün gittin böğründe binlerce dinamit kucakladın İstanbul’u

 

Ben duydum Ahmet odalardan kanıyordu İstanbul

Ben Beyoğlu’nu ölçtüm biçtim kokladım

Galata’ya çıktım martıların üstüne

Kasıklarını dinledim bosforusun

Şarap mıydı kan mıydı taa Sarıyer’den akıyordu

Kulaklarına eğildim fısıldadım

İstanbul muydu sevgili mi orospu muydu

 

Ben öptüm Ahmet

Dinlemedin bir namlu gibi doğrulttun kendini

Avuçlarına dağılmış barut kokusu

Bırak dedim Ahmet söyleme şarkımızı

Serilir yoksa saçlarına

Saçların zencefil kokuyor Ahmet

 

Bak dedim Ahmet

Bütün martıların kanatları ıslak burada

Bu yağmurlar tutmaz bizim şarkımızı

Söyleme dedim öpülmemiş kızlar kadar uzak

Dur dedim utandırma İstanbul’u

Bak dedim ne kadar uzak manastırların gölgesi

Bak dedim…

Belki İsa..

***

**

AN(A)KARA

Dünyası küçük

kaygıları büyük bir babanın oğluydu

annesi karyola demirlerine bağladığında

henüz bir yaşındaydı

üç yaşında donsuz

dört yaşında kısa don giymekten çok utandı

Babasıyla tek coşkusu beş yaşında oldu

Ve bir daha hiç oynamadı

*

Altısında okumayı

Yedisinde yalnızlığı

sekizinde tütün içmesini

dokuzunda zar atmasını öğrendi

*

on yaşında çırak

onbirinde ilk mektep mezun

onikisinde tek arkadaşı “B”ydi

onüçünde zekasını farketti

ondördünde dosyasına “sakıncalı” yazanlara çok kızdı.

*

onbeşinde babasından

onaltısında dünyadan koptuğunda

geri döneceğini hiç düşünmemişti

onsekiz bunalımmm

Ondokuz yaşanmadı…

Yirmisinde “V” ile tanıştı

Anlamak için uykusuz kalmayı öğrendi

*

Yer sarsıldı, yıldızlar uçuştu

kendini bulmaya devam etti

Yirmibir son mektep mezun

Yirmikisinde askere gitti, hasta bile olmadı

Yirmiüçte ortada kaldı

Yirmidörtte memuriyete teslim oldu

Yirmibeş büyük deprem

Önce metafizik bitti sonrası fırtına

*

zamanla duruldu

buz gibi bir yalnızlıkta

artık her şey olduğu gibiydi

sessizliğin içinde öfke duymayabilir

hatta babası için ağlayabilirdi

belki bir kız arkadaşı da olurdu

ama “ne yaşamaktan ne de ihtihar etmekten vazgeçmeyen” bu adam

hiç gerek yokken bir ikindi vakti

sustu ve oracıkta kalakaldı.

AHMET AĞI – 1990