Posts Tagged ‘Papa’

A. TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

Perşembe, Aralık 2nd, 2010

   A.TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

 – Sanatçıların, edebiyatçıların eserleri, işadamlarının, askerlerin ve devlet adamlarının yaptıklarından daha uzun ömürlü oluyor. Şairler ve düşünürler, tarihçilerden daha uzun süre hatırlanırken, peygamberler ve azizler hepsinden üstün ve uzun ömürlüdürler.

– Belli başlı tezlerimden biri, tarihsel çalışmada en küçük birimin ‘bütün toplumlar’ olduğu ve Greko-Romen dünyasının ‘şehir devletleri’ veya çağdaş Batının ‘ulus devletleri’ gibi gelişi güzel parçalara ayrılamayacağı idi. İkinci tezim de, ‘medeniyet’ dediğimiz bütün toplumların tarihlerinin bir anlamda paralel ve çağdaş olduğu idi.

Spengler’e göre medeniyetle doğar, gelişir, geriler ve belirli bir zaman çizelgesine uyarak yıkılırdı. Bu aşamaların hiçbirisi hakkında bir açıklama getirilmiyordu.

– Siyah ırkın, günümüze kadar sözü edilmeye değer bir katkısı olduğunu söyleyemiyoruz ancak, medeniyet deneyinin gündemde olduğu anın kısalığını düşünürsek, bunu inandırıcı bir yeteneksizlik kanıtı olarak göremeyiz. Sadece dürtü veya fırsat yoksunluğunun bir sonucu da olabilir.

– Eğer Jung’un eserlerini tanısaymışım bana gereken ipuçlarını vereceklermiş. Yaklaşımımın temellerini, okulda esaslı bir biçimde öğrendiğim Aeschylus’un Agamemnon’u ile Goethe’nin Faust’unda buldum.

– Bizim Batılı kafalarımıza göre, eğer bu ‘çevrimsel tarih görüşü’ ciddiye alınırsa, tarihi bir aptalın anlattığı saçmasapan bir hikaye haline getiriverir.

– Medeniyetler yükselip alçalırken ve bu alçalışta kendilerininkinden daha anlamlı amaçları olan başkalarına yol açarken aslında sürekli ilerliyor olabilirler ve medeniyetlerin gerilemesinin sebep olduğu acı ile elde edilen öğrenme, pekala bir plan içinde gelişen ilerlemenin en ala yolu da olabilir.

– …Büyümenin olduğu yerde, çürüme de olur…

Komünizmin ortaya çıkışından yüzyıllar önce atalarımız aynı umacıyı İslamda bulmuşlar. Günümüzde komünizmin yaptığını aynı nedenlerle 16.yüzyılda İslam, Batılı kalplere bir isteri ilham ederek yapmaktaydı. İslam da komünizm gibi Batılı inanışın belli bir doktrine dayanmayan bir uyarlaması olan ‘anti-batıcı’ bir hareketti. Ve komünizm gibi o da ruhun kılıcını, maddi donatımdan yoksun olarak kullanmaktaydı.

 Batılılar bugün komünizmden, Nazi Almanyası’ndan, Japonlardan korktuğundan daha çok korkuyor.

‘Bloksuzlar’ ile Batılılar 400 yıl önce ‘Türk olmak’ tehlikesinde kaldıkları gibi bugün de komünist olmak tehlikesi ile karşı karşıyalar. Komünistler de kapitalizm tehlikesinden emin değiller…

– Geçmişte kalan 5-6 bin yıl içinde ‘medeniyetin babaları’, bizim arıların balını çaldığımız gibi kölelerin emekleri sonucu ortaya çıkan meyvaları çaldılar.

– Genellikle olduğu gibi belki de kurtuluş, bir orta yol bulmaya bağlı. Politikada bu orta yol, ne dar görüşlü devletlerin sınırsız hükümranlığında ne de merkezi bir ‘dünya hükümeti’nin tekdüze istibdatında aranmalı, ekonomide ise ne sınırsız özel teşebbüse ne de katıksız sosyalizme yer vermeli.

– Kurtulmak için ne yapmamız gerekiyor? Politka alanında ‘dünya hükümeti’ni başaracak kurucu bir sistem hazırlayın. Ekonomi alanında, serbest yatırım ile sosyalizm arasında uzlaştırıcı çalışma düzenleri bulun. Ruh alanında laik üst yapıyı dinsel kurumlarla birleştirin.

– Eğer Birleşmiş Milletler etkili bir dünya hükümeti kurmayı başarabilirse, bu bizim siyasal sorunsalımız için en iyi çözüm olacaktır.

– Her medeniyet deneyinde insanlık, ilkel insanlığın seviyesini aşmaya ve daha yüksek bir ruh seviyesine ulaşmaya çalıştı.

– Bana göre medeniyetler kurulduktan sonra tehditlere karşılık vererek büyürler. Üstesinden gelemedikleri bir tehditle karşılaştıklarında yıkılır ve parçalanırlar.

Alışkanlık, hayal gücünün afyonudur.

Babür, dünyayı bir merkezden yayılarak birleştirme amacını güden Timur’un torunlarındandı. Babür’ün zamanında (1483-1530) Colomb, İspanya’dan Amerika’ya ulaşmış, Vasco da Gama, Portekiz’den Hindistan’a ulaşmıştı.

 Babür’ün amacı neydi? Fergane’nin doğusunda Hindistan ve Çin’e, batısında da kendi akrabaları olan Osmanlı topraklarına kadar uzanmaktı.

– Türkler de ulusların ana ailesiydi. Günümüzde Türk merkezli bir tarih, Osmanlı Türklerinin büyük batıcılarından Mustafa Kemal tarafından gerçekleştirilmişti.

– …Şimdi büyük bir devrimle karşı karşıyayız. Batılıların yaşayan diğer bütün medeniyetlerin üstüne çıktığı ve dünyayı tek bir toplum halinde birleştirdiği teknolojik devrim.

Bir tarafta Hristiyan çok tanrıcılığı, öbür tarafta Hint çok tanrıcılığı arasında İslam, tek tanrıcılığın ışığını yakarak dünyayı yeniden umutlandırdı.

– …II. Mahmut ve Sultan Selim’in altı nesil önce Osmanlı-Türk hayatında giriştiği totaliter devrimi gerçekleştiren komutan Mustafa Kemal Atatürk.

– İslamın insanlığa verdiği yaratıcı hediye, tek tanrıcılıktır ve bu hediyeyi iyi korumak zorundayız.

– Eğer bütün dünya Avrupalılaşıyorsa, Avrupa dünyadaki üstünlüğünü kaybetse ne farkeder?

Rusya’da batılılaşma işlemi diğer yerlerden çok daha uzun sürdü. Rusya’da Batı Avrupa etkisi, Japonya ve Çin’den iki yüzyıl, Müslümanlar ve Hintlilerden de yüzyıl fazla sürdü.

– İki dünya savaşı sırasında Naumann’ın ‘Merkezi Avrupa’ fikri diğer siyasetçiler tarafından yine Zollverein’e (1818 de Almanya’da oluşturulan gümrük birliği) dayanan bir ‘Panavrupa’ fikrine dönüştürüldü…II.Dünya savaşından sonra ‘Avrupa Birliği’ fikri tekrar ortaya çıktı ve Amerika’nın ‘Marshall Planı’ ile oldukça cesaret kazandı.

– Hristiyanlık batıda değil, bugün İslam medeniyetine ait sınırların içinde doğmuştur. Biz Batılı hristiyanlar bir zamanlar dinimizin geliştiği Filistin’i Müslümanlardan almaya çalıştık. Eğer haçlı seferleri başarılı olsaydı, Hristiyan alemi Asya’nın en önemli kısımlarına uzanmış olacaktı. Ne var ki, haçlı seferleri başarısızlıkla sonuçlandı.

– Büyük medeniyetlerin etkileşiminden büyük dinler doğmuştur. Suriye ve Babil medeniyetlerinin etkileşiminden doğmuş olan Yahudilik ve Zerdüştlük, Suriye ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden Hristiyanlık ve İslam, Hint ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden de Mahayana Budizmi ve Hinduizm bunlara örnektir.

– Ruslar, Batı tarafından fethedilip içinde zorla erimemek için, kendilerini sürekli Batı teknolojisine sahip olmaya zorlamışlardır.

– Batıda Rusya’nın saldırgan bir ülke olduğu kanaati vardır. Batılı gözle bakıldığında bu doğrudur da, 18. yüzyılda Polonya’yı hırsla parçalayan, 19. yüzyılda Polonya ve Finlandiya’ya zulmeden günümüz savaş sonrası dünyasının baş saldırganlarından biri olarak görüyoruz. Ruslara göre ise bu tam tersi, onlar da kendilerini Batının sürekli kurbanları olarak görüyorlar.

– 1453’ten itibaren Rusya, Müslümanların elinde olmayan tek Ortodoks ülkesiydi ve İstanbul’un Türkler tarafından alınışının intikamını yüzyıl sonra Tatarlardan Kazan’ı alarak gerçekleştirmiştir.

Bizanslı Yunanlılardan, Ruslar tarafından devralınan bu ortodoksluk ve kader duygusu, Doğu Ortodoks Hristiyanlığının dağılışından sonra kurulan komünist rejimin de özelliklerindendir. Şüphesiz Marksizm batılı bir inanış fakat Batı medeniyetini hesaplaşmaya çağıran bir Batılı inanış.

Roma imparatorluğu, Yunanlılar için hem yaşam koşulu hem de gururları için dayanılmaz bir hakaret kaynağı idi. Bu durum onlarda korkunç bir ikilem yaratıyordu. Bundan çıkış yolunu Roma imparatorluğunu, Yunanın bir ürünü saymakta buldular.

– …Bizans gururu korkunç iki saldırı ile karşılaştı. Batıdan gelen Frenkli hristiyanlarla, doğudan gelen Müslüman Türkler, sırasıyla Bizans’a saldırdı….iki yabancı iğrenç boyunduruktan birini seçmek zorunda kalmışlardı. Bu üzücü seçimle karşılaşan Yunanlı ortodoks hristiyanlar, Batılı hristiyan hizipçi kardeşlerinin boyunduruğunu şiddetle reddederek, gözleri açık Müslüman Türklerin boyunduruğunu seçtiler. Onlar İstanbul’da “kardinalin ya da papanın tacını görmektense, Muhammed’in sarığını görmeyi tercih ederiz” demişlerdir.

– Bu sefer islam, ortodoks alemini fethederek Arapların ve Romalıların gibi bir ‘dünya devleti’ kurarak, Osmanlılar tarafından temsil edilmiştir.

Mussolini bir keresinde, işçi sınıfının olduğu gibi işçi ulusların da olduğunu hatırlatmıştı ki, Batılı olmayan günümüz insanlarının dahil olduğu kategori de bu olsa gerek.

– …Irkçılık ve alkol bağımlılığı kabul edildiği taktirde islami ruh bu hastalıkları, yüce bir ahlak ve toplumsal değerle yokedecek kadar kuvvetlidir.

– Çağdaş İslam dünyasının en ilginç olaylarından birisi, Türkiye Cumhuriyetinin geleneksel islamla dayanışmayı reddetmesidir. Türkler, “kendi kurtuluşumuzu kendi ellerimizle sağlamak inancındayız. Bize göre bu kurtuluş ekonomik olarak kendi kendine yeterli, siyasal olarak bağımsız bir devletin Batılı modeli üzerine kurulmasına bağlı. Diğer Müslümanlar kendi kurtuluşlarını istedikleri yerde arayabilirler. Onlardan yardım beklemediğimiz gibi, onlar da bizden beklemesinler. Herkes başının çaresine baksın, her koyun kendi bacağından asılır” diyorlardı.

– …Gerçekte milliyetçilik, müslümanların içine düştükleri bir oyun. Müslümanların büyük çoğunluğu için milliyetçiliğin kaçınılmaz sonucu, Batı dünyasının proleter kalabalığı içinde erimek olacaktır.

Selahaddin Eyyubi ve Memlüklüler zamanında İslam, haçlı seferlerine ve Moğol istilasına karşı durdu. Eğer insanlığın bugünkü durumu bir ‘ırk savaşı’na yol açacaksa İslam tarihi görevini yapmak için bir kere daha çağrılmalıdır. Dileyelim ki, böyle bir savaş çıkmaz.

– Ruslar, Batının laik sosyal felsefesinin bir ürünü olan marksizmi alıp onu bir İncil gibi yorumladılar. Ruslar, batıya ait olan bu dini alıp onu kendilerine malettiler, şimdi yeni bir anlamla sunuyorlar.

Gibbon’a göre, hayatın tek amacının tanrıya yakınlaşmak ve ruhun kurtulması olduğunu telkin eden, doğulu dinlerin ahlaksız bencilliğinin sonucu, dindarların halk hizmetinden çekilip, düşüncelerini kendi ruhsal gelişmelerine vermeleri oldu. Dindarlar dünya hayatını, daha iyi ve sonsuz bir hayat için, bir onay yeri olarak gördüklerinden küçümsemeye başladılar.

– Gibbon’a göre, Roma imparatorluğu batarken hristiyanlık yükselişe geçiyor, hristiyanlığın yükselişiyle de medeniyet gerilemeye başlamaktadır.

STEPHEN W. HAWKING “ZAMANIN KISA TARİHİ”

Cumartesi, Kasım 6th, 2010

 

 STEPHEN W. HAWKING, “ZAMANIN KISA TARİHİ”

 Bugün bilimciler, evreni iki temel kısmi kuramla betimliyorlar; genel görelilik kuramı ve tanecik mekaniği.

 Genel görelilik kuramı, kütlesel çekim kuvvetini ve evrenin büyük ölçekteki yapısını anlatır. Tanecik mekaniği ise bir santimetrenin bin milyarda biri kadar küçük ölçekteki olaylarla uğraşır.

 Ne yazık ki, bu iki kuramın birbirleriyle çeliştikleri bilinmektedir. Yani her ikisi de doğru olamaz. Günümüz fiziğinin zor görevlerinden biri ve bu kitabın ana konusu, her iki kuramı da içine alacak bir yeni kuram, “çekimin tanecik kuramı” arayışıdır.

 

 Görebildiğimiz en uzak nesneden gelen ışık yola çıkalı neredeyse sekiz milyar yıl geçti. Yani evrene baktığımızda onun geçmişteki durumunu görmekteyiz.

 

 Roger Penrose ve ben gösterdik ki, Einstein’ın genel görelilik kuramı, evrenin bir başlangıcının olmasını gerektirir ve de olası sonunun.

 

 Bir uçtan bir uca yaklaşık yaklaşık yüzbin ışık yılı uzunluğunda ve yavaş yavaş dönen bir yıldız kümesinin içinde yaşamaktayız. Sarmal kollarındaki yıldızlar, kümenin merkezi etrafında birkaç yüz milyon yılda ancak bir kez dönerler.

 

 Bugünkü tanıtlar evrenin büyük bir olasılıkla sonsuza dek genişleyeceğine işaret ediyorsa da şundan da eminiz ki, evren günün birinde çökecekse bile olsa en azından on milyar yıldır genişlemekte olduğundan, bu, on milyar seneden önce olmayacaktır.

 

 Marki Laplace’ın önerdiğine göre, öyle bir bilimsel yasalar takımı olmalıydı ki, yalnızca bir an için evrenin tümünün durumunu bilirsek, evrende olup bitecek herşeyi hesaplayabilirdik.

 Laplace bununla kalmayıp, insan davranışları da içinde olmak üzere herşeye hükmeden benzeri yasaların varolduğunu ileri sürdü.

 

 Bilimsel belirlenirlik öğretisine, tanrının dünya işlerine karışma özgürlüğüne saldırıda bulunduğu için pek çok kişi şiddetle karşı çıktı.

 

 Belirsizlik ilkesi, Laplace’ın bir bilim kuramı düşünün, “tamamıyla belirlenebilir bir evren modeli”nin ölüm çanını çaldı; eğer evrenin şu andaki durumu bile kesin bir biçimde ölçülemiyorsa, gelecekteki olayları doğru hesaplamak hiç mümkün olamazdı!

 

 Tanecik kuramına katkısından dolayı Einstein’a nobel ödülü verildi. Buna karşın Einstein, evrene şansın hükmettiğini asla kabul etmedi. Duyguları şu ünlü değişiyle özetlenebilir; “tanrı barbut atmaz“.

 

 1981’de Vatikan’da Cizvitlerin düzenlediği evrenbilimi konferansında Papa bize, evrenin büyük patlamadan sonraki evrimi üzerinde çalışmamızın yerinde olacağını ancak büyük patlamanın kendisini soruşturmamamızı, çünkü onun ‘yaradılış anı’ yani Tanrının işi olduğunu söyledi. O zaman biraz önce konferans konuşmamın konusundan haberdar olmayışına çok sevindim. Çünkü konuşmam, uzay – zamanın sonlu ama sınırsız olabileceği yani başlangıcının, yaradılış anının olmadığı konusundaydı.

 

 Bilim tarihi tümüyle olayların keyfi bir tarzda oluşmayıp, tanrısal olsun olmasın belli bir kurulu düzeni yansıttığının yavaş yavaş farkına varılışıdır.

 

 Güçlü insancı ilke, yine tüm bu engin yapının bizim hatırımız için varolduğunu ileri sürecektir. İşte buna inanmak çok zor.

 

 Evrenin toplam enerjisi tam tamına sıfırdır. Evrendeki madde, artı enerjiden oluşmuştur. Ancak madde, kendi kendisini kütlesinden dolayı çekmektedir.

 

 Çekimin tanecik kuramı yeni bir ufuk açmıştır. Uzay – zamanın yeni bir sınırı olmayabilir ve böylelikle sınırdaki davranışı bilmeye de gerek yoktur. Bilim yasalarının işlemediği tekillikler ve uzay – zamanın, sınır koşullarını saptamak için tanrıya ya da bazı yeni yasalara başvurmanın gerekeceği bir kenarı olmayacaktır. Denilebilir ki, “evrenin sınır koşulu, sınırının olmamasıdır”. Evren tamamıyla kendine yetecek ve kendi dışındaki hiçbir şeyden etkilenmeyecektir. Ne yaratılacak ne de yokedilecektir. Yalnızca olacaktır.

 Zaman ve uzayın birlikte, sonlu büyüklükte fakat bir sınırı ya da kenarı olmayan bir yüzey oluşturabilecekleri önerisini ilk kez, daha önce sözünü ettiğim Vatikan’daki konferansta ileri sürdüm.

 Zaman ve uzayın sınırsız ve sonlu olduğu düşüncesinin yalnızca bir öneri olduğunu vurgulamak isterim. Bu, bir başka ilkeden çıkarsanamaz.

 

 Maddenin yoğunluğunun, bir yerden ötekine biraz değişik olduğundan, genişleyen bu evrende kütlesel çekim daha yoğun bölgelerin genişlemesini yavaşlatıp büzülmelerini başlatacaktır. Bu galaksilerin, yıldızların ve sonunda bizim gibi önemsiz yaratıkların bile oluşumuna yol açacaktır.

 

 Evrenin bir başlangıcı oldukça, bir yaratıcısı olduğunu varsayabiliriz. Ama evren tümüyle kendine yeterli, sınırsız ve kenarsız ise ne başı ne de sonu olacaktır, yalnızca olacaktır! O halde bir yaradana ne gerek var?

 

 Düzensizlik zamanla artar. Çünkü zamanı, düzensizliğin arttığı yönde ölçeriz.

 

 Akıllı varlıklar, evrenin ancak genişleyen  evresinde ortaya çıkabilmişlerdir…İnsan soyunun evreni kavramadaki aşamaları, düzensizliğin sürekli arttığı evrende küçük bir düzen köşesi kurmuştur.

 

 …Eninde sonunda, bu kısmi kuramların tümünü yaklaşıklıklar olarak içeren ve gerçekten uygunluğunun, bir takım keyfi sayılara değerler konularak sağlanması gerekmeyen, tutarlı, tam bir birleşik kuramın bulunması umulmakta. İşte böyle bir kuramın aranışına “fiziğin birleştirilmesi” diyoruz.

 

 …Evren hakkında kuramlar tanıtlanamayacağı için, gerçekten doğru kuramı bulduğumuzdan hiçbir zaman emin olamayacağız. Ama kuram matematik açıdan tutarlı ve gözlemlere uyan kestirimler veriyorsa aradığımız kuram olduğuna, akla uygun ölçülerde inanabiliriz.

 

  Laplace’ın ‘belirlenirliği’ iki açıdan eksikti; yasaların nasıl seçilmesi gerektiğini söylemiyordu ve evrenin ilk durumunu belirlemiyordu. Bunlar tanrıya bırakılmıştı. Evrenin nasıl başladığını ve hangi yasalara uyduğunu tanrı seçerdi ama evren bir kez başladı mı artık onun gelişmesine karışmazdı. Aslında tanrının sınırı, ondokuzuncu yüzyıl biliminin anlamadığı alanlarla çizilmişti.

 Şimdi biliyoruz ki, Laplace’ın belirlenirlik umutları gerçekleşemez, en azından onun aklından geçtiği şekliyle. Tanecik mekaniğinin belirsizlik ilkesi, bir parçacığın konumu ve hızı gibi nicelik çiftlerinin aynı anda her iki ögesinin de kesin doğrulukla saptanamayacağını söylemektedir.

 

 …”Biz ve evren niçin varız?” sorusunu yanıtlayabilirsek, insan aklının en yüce zaferi olacak. Çünkü o zaman, tanrının aklından neler geçtiğini bileceğiz.

SOSYOLOJİ TARİHİ-2

Pazar, Ekim 4th, 2009

 

  ‘Doğal Hukuk’ ve Ortaçağda Hayat:

 

 Bir yandan devlet ve din kendini güçlendirirken diğer yandan feodalizm de gücüne güç katmaktadır.

 Kölelik sistemiyle büyük aileler güçlenirken, 10.yy’da serf sistemiyle derebeyler güçlerini insanlar üzerinde hissettirmektedirler.

 İnsanlar arasındaki, emredenler ve emir alanlar durumu ilk zamanlarda kölelik kurumunu sürdürürken orta çağda ‘serf-senyör’ ilişkilerinde bu egemenlik bir kat daha kuvvet kazanmıştır. Özellikle 10. yy’da hakimiyet gaddarca ve zalimceydi. Bu asırda bir taraftan Roman – Germen imparatorluğu diğer taraftan papa kendi hakimiyetlerini sürdürmektedir.

 Aile meseleleri, ekonomik ilişkiler, siyasi problemler hemen hemen bütün sosyal durumlar devletin içinde çözüme kavuşturuluyordu.

 Esasen 1215 yılında zamanın “insan hakları beyannamesi” diyebileceğimiz ‘Magna Carta’ imzalanmıştır.

 Ancak 15, 16 ve 17. yüzyıllarda Rönesans ve reformun getirdiği yenilikler o çağın sosyal düşüncesini tamamen çökertmiştir. Rönesans, Roma-Germen imparatorluğunun temellerini sarsmış, reform da kilisenin egemenliğini bir hayli zayıflatmıştır.

 Rönesans, reform ve hümanizm hareketleri insanların düşüncelerini değiştirmeye başlamıştır. Böylece yeni bir sosyal düşünce sistemi oluşmaya başlar. Sonuçta Avrupa’daki büyük imparatorluklar parçalanıp, birbirine eşit küçük prenslikler haline gelir.

 Katolikler ile Protestanlar arasındaki 30 yıl savaşları Avrupa’yı acı ve felaketlere sürükler. Bu buhran döneminde düşünürler, bütün çatışmaları ortadan kaldıracak, bütün insanların üzerinde anlaşabilecekleri temel bir düşünce aramaya yöneldiler. Bu sorun tabii/doğal hukuk nazariyesinde cevabını buluyordu. Böylece sosyal düşüncenin gelişimi yeni bir çağa girmiştir. Bu dönem aynı zamanda hazırlık dönemini oluşturmaktadır.

 Tabii hukukda insanları yöneten bir takım hukuk kuralları, ahlak kaideleri, ekonomik kaideler, örfler, gelenekler vardır. Bütün bunlar insanlar arası ilişkileri düzenlemeye yöneliktir. Fakat ister yazılı olsun isterse yazısız tüm kaideler zamandan zamana, toplumdan topluma değişmektedir. Acaba bu değişen kuralların altında, değişmeyen kurallar bulmak mümkün müdür?

 Öyle kaideler, prensipler bulunmalıdır ki, bütün bu değişen, çeşitlilik arzeden kurallar için bir ölçüm görevi görsün.

 İşte bu ölçüm görevini görecek olan kurallara, değişmez prensiplere ‘tabii hukuk’ denmiştir.

 Hugo Grotius (1583-1642), T. Hobbes (1588-1679), J.J. Rousseau (1712-1778), Jean Bodin (1532-1596), Samuel Pafendorff (1632-1694), J.Locke (1632-1704).

Bunlar ‘tabii / doğal hukuk’ kavramı üzerine düşünen ilk isimlerdir. Bu düşünürlerin görüşlerinden sonra sosyoloji, yeni bir hazırlık dönemine girmiştir.

 Bütün bu düşünürler zamandan zamana değişen, toplumdan topluma değişiklik gösteren ve insanlar arası ililşkileri düzenleyen, yazılı yazısız kuralların bir başka değişle pozitif konuların temelinde değişmeyen, herkesin üzerinde anlaşabileceği bir temel prensip aramışlardır. Yani doğal hukukun ne olduğu sorusuna cevap aramışlardır.

 Söylenenleri özetleyecek olursak, doğal hukuk:

 a) İnsanın iç aleminden mevcuttur, b) daimidir, c) değişmezdir, d) her insanda aynıdır, e) kökü insanın oluşumundadır, f) akıl aracılığı ile bilinçli hale getirilebilir.

 Demek ki, doğal hukuku her insan iç dünyasında ve kendi aklı ile bulabilir. O zaman değişmez ölçüler bulunmuş olacaktır.

 Örneğin hakkaniyet duygusu, insanın kendi tabiatında yatmaktadır Bu tabii hukukun özüdür. ‘Ahlaki duygu’ da insanın iç aleminde yatmaktadır. Bu da ‘tabii ahlakı’ temsil edebilir.

 17. ve 18. yüzyıllarda tabii hukuk düşüncesi, Avrupa’da en parlak dönemini yaşamıştır. Tabii hukuk ve ahlakın her zaman geçerli olacağı kabul edilmiştir.

 İnsanlar eşit doğmuşlardır. Bu insanın tabiatında bulunan hak ve hukuk anlayışıdır. Buna göre insanlar arasında tatbik edilen, çeşitli idari, sosyal ve siyasi düzenler de tabii hukuk prensiplerine göre düzenlenmelidir.

 17. ve 18. yy’da bu sorun gündeme gelmiştir. Devlete nasıl bir şekil verelim ki, insanı insan yapan vasıf, bozulmasın, zedelenmesin. İnsanı insan yapan bu vasıf tabii hukuktur. İnsanın iç aleminde bulunan hukuk ve hukuğun da kaynağıdır.

 İnsanı insan yapan bu vasıf bulunduktan sonra artık devlete ve insanlar arası ilişkilere bir şekil vermek mümkün olacaktır. Bu arayışta ‘toplumsal sözleşme’ görüşünü ortaya çıkarmıştır. Bu konuda Rousseau’nun, ‘Toplum Sözleşmesi’ adlı eseri en ünlülerindendir.

 Rousseau’nun toplum sözleşmesinin esası, insanların doğuştan hür yaratılmış olduğu ve bu tabiatları sayesinde içinde bulunmuş oldukları düzene şekil verebilirler, tarzında açıklanabilir. Ona göre siyasi düzen, insanların anlaşmasının bir eseridir. O halde yine anlaşarak bunu değiştirebilirler yani yeni baştan şekil verebilirler. Ona göre insanı insan yapan, birlikte yaşama duygusudur. Çünkü insan, tabiatı itibariyle iyidir, sosyalleşme duygusuna sahiptir.

 Hobbes, bu konuda Rosseau’dan daha farklı düşünmektedir. Ona göre insan tabiatı icabı hiç de sosyal değildir. İnsan yapısı itibariyle birlikte yaşamaya da hiç uygun değildir. İnsan yaratılışından kötüdür.

 Ona göre “homo, homini lupus” yani “insan, insanın kurdudur”. İnsan daima menfaati peşinde koşan bir varlıktır. Bu nedenle insanlar arasında, her zaman savaş durumu mevcuttur. İnsanı bu tehlikeli savaşçı tabiatından uzaklaştırmak için ona sınırsız özgürlük vermemek gerekir. İnsanı insan yapan vasfı kötü olduğuna göre, onun elinden sınırsız özgürlükleri alarak, kayıtsız şartsız bu özgürlüklerden fedakarlık edeceği bir idari sistemi geliştirmek lazımdır.

 Locke’da, mülkiyet idaresini tavsiye etmiştir. Ona göre devlet ve onun başındaki hükümdar, sınırsız güce sahip olmalıdır. Bireylerin isyanına karşılık, despotik bir idare olmalıdır.

 Sosyal düşüncenin gelişmesiyle bizi ilgilendiren yön, artık devlet düzeni için tabii hukuk görüşüyle birlikte insanın kendisi ölçü olarak alınmaya başlamıştır. Ölçü bir yerde gökyüzünden yere inmiş ve sonra insanın kendisine kadar gelmiştir.

 Özet olarak, ilk zamanlar devlette model; ideler aleminden alınmış, sonra bu model ilahi içerikle doldurulmuş daha sonra da gerçek hayatta aranmış ve insanın tabiatı yani kendisi ölçü olarak alınmıştır.

 Bu kadar uzun bir süre içerisinde üzerinde anlaşılacak bir ölçünün bulunamamış olmasının nedeni; ‘insan’ kavramı felsefi bir kavram olduğundan, bütün bu düşünürler toplum felsefesi yapmışlardır. Olanı olduğu gibi değil de olması gerekeni hep konu edinmişlerdir. Bu yüzden bütün bu çalışmaları sosyolojinin hazırlık safhası olarak görüyoruz.

 

 SOSYOLOJİNİN DOĞUŞU:

 

 Sosyolojinin doğuşu; bir yandan endüstri hareketlerine ve endüstrinin yarattığı sosyal, ekonomik ve siyasi olaylara diğer yandan, sosyal ve felsefi fikirlerin birikimi sonucu meydana gelen sosyal düşünce ve oluşumuna bağlıdır.

  Felsefi düşünüşteki oluşum sonucunda, ihtisas dallarına ait birikimler felsefeden ayrılmışlardır. Felsefeden ayrılan bilimlerin hepsinin binlerce senelik tarihi vardır. Sosyoloji, felsefeden çıkan en son bilimler arasındadır.

 Sosyolojinin felsefeden nasıl ayrıldığını ve diğer bilimler arasındaki yerini incelemek için, endüstri ihtilali üzerinde de durmak gerekir.

 14. yy İngiltere’sinde hayvancılığın yanı sıra yüncülük faaliyeti de bir hayli ilerlemişti. 15. yy’da ise yünler ihraç edilmeye başlanmıştır. Böylece yüncülük büyük bir endüstri haline gelmiştir. Ailenin çoğu çiftçilikle beraber yüncülük de yapmaktadır. Ancak onun ticareti ile uğraşan hiçbir aile yoktur. Mahsül az olduğu ve çiftçiler zor durumda kaldıklarında borç para almak durumunda kalıyorlar. Buna karşılık da yünlerini, dokumalarını daha ucuza tüccara satmak zorunda kalıyorlardı.

 Yün ve dokumaların fazla olduğu dönemlerde, köylüler mallarını kendileri satmıyor, toptan olarak tüccarlara veriyorlardı. Böylece, aracıların ortaya çıkmasıyla, kapitalist / sermayedar bir sınıf doğmuştur.

 Zaman zaman toptancı büyük tüccarların, üreticilerin elindeki yün ve dokumaların tamamını alabilmek için çok büyük sermayeye ihtiyaç oldu. Bu durum, sermayenin ‘üretim sermayesi’ haline gelmesini sağlamıştır. Britanya adasının güney batısında başka bir gelişme olmuş; kumaş tüccarları, tüccarlığı bırakıp, yün üreticiliğine başlamıştır.

 

 DOKUMA ENDÜSTRİSİNE MAKİNENİN GİRİŞİ:

 

 Makinenin endüstri hayatında kullanılması, her ne kadar tam anlamıyla endüstri ihtilali değilse de endüstrideki gelişmeyi hazırlayan en önemli faktördür.

 Makineyi, dışarıdan aldığı bir hareket ettirici kuvvetle, teknik bir işlemi başarıya ulaştıran bir alet olarak tanımlayabiliriz.

 Bu tanımın özelliği, ilkçağdan beri her aletin, makine kavramı içerisine alınmamış olmasıdır. Aynı zamanda, makine endüstrisinin kendisi de insan ve toplum bakımından, dünya görüşü, davranış ve yaşayış tarzları bakımından farklılıklar doğurmuştur. Makinenin endüstri hayatına girişi, ilk defa tekstil endüstrisinde olmuş ve ipek dokumacılığına büyük etki yapmıştır.

 1769 yılında James Watt tarafından icat edilen; ‘buhar makinesi’, İngiltere’nin dokuma işine yepyeni bir boyut kazandırmıştır. 1780 yılında Richard Arkright tarafından icat edilen; ‘pamuk eğirme makinesi’ bugün bile kullanılmaktadır. Böylece giderek dokumanın tamamını makineler yapmaya başlamıştır.

 Buhar makinesiyle birlikte ulaşım, nakliye faaliyetleri büyük önem kazanmıştır.  Lokomotifin icadıyla da ticaret işi, çok büyük hamle yapmıştır.

 Düzgün imal edilen kumaşlar Avrupa’ya ihraç ediliyor ve orada büyük değer kazanıyordu.

 İcatlar ve fabrikalar sosyal hayatı değiştirmeye başlamıştır. Fabrikalar etrafında meydana gelen büyük kalabalıklar, büyük endüstri merkezlerini meydana getirmiştir. Giderek endüstri merkezleri de sanayi merkezlerine dönüşmüştür.

 

 MAKİNENİN SOSYAL HAYATA ETKİSİ:

 

 1773 de Mancesther’in nüfusu 30.000 civarında iken 1920 yılında bir milyona yükselmiştir. Liverpool’da başlayan ticaret, civarda fabrikaların kurulmasına yardım etmiş ve daha sonra o bölgeyi tam anlamıyla bir endüstri merkezi haline getirmiştir.

 İcatlar birbirini izlemiş ve ‘büyük endüstri devrimi’ olmuştur. Nerede endüstri faaliyeti başlamışsa, orada ‘şehirleşme’ hareketi görülmüştür. Bu kaçınılmaz gerçek, sosyolojik bir kuraldır.

 Endüstri merkezleri, köylüleri ve çiftçileri kendisine çekmiş, küçük küçük aileler halinde sanayi merkezlerine doğru bir iç göç başlamıştır. Böylece ailenin yapısı da değişmiş, eskinin ‘büyük aile’si yerini, endüstri toplumlarının ‘küçük aile’ tipine bırakmıştır.

 Yüzyüze ilişkiler, kader birliği, ve insanlar arasındaki ‘biz’ duygusu zayıflamış ‘ben’ duygusu insanlara hakim olmuştur. Rekabet, bireycilik artmıştır. Büyük sosyal gruplar meydana gelmiş, büyük şehirlerde büyük pazarlar, iş merkezleri ve çok uzak yerlerle haberleşmeler, telefon, telgraf, telsiz ve nihayet basın hayatının büyük insan toplulukları üzerindeki dinamik etkileri, dünyanın çehresini değiştirmiştir. İnsanların günlük hayatları ve davranışları da değişmeye başlamıştır. İnsanlar, üzerlerinden cemaat desteğinin kalkmasıyla, yalnız kalmaya ve işlerini tek başına yapmaya başladılar. Bununla beraber huzursuzluklar da giderek artmaya başlamıştır.

 

  Endüstri Devriminin Sonuçları:

 

1- Teknik imkanlar fabrika sistemini doğurmuştur.

2- İlmi buluşlar teknik icatlara yol açmıştır.

3- Endüstri ihtilali, büyük ölçüde sermaye birikimi sonunda meydana gelmiştir.

4- Ticaretin ve kredinin gelişmesi endüstri ihtilalini hazırlığına yardımcı olmuştur. Daha sonraları sermayedarlar, ticaret alanından sanayi alanına kayarak endüstrileşmenin önemli bir hazırlayıcısı olmuşlardır.

5- Endüstri ihtilali bir süreç içinde gelişmiştir. Bütün bunlar iki, ikibuçuk asır içinde olmuştur.

6- Endüstrileşme süreci halkın kendi kendine yeten tarım alanlarından, pazarların, üretimin hakim olduğu şehir merkezlerine akınlarla devam etmiştir.

Endüstrileşme, şehirleşmeyi de beraberinde getirmiştir.

7- 18.yy da şehirleşme kendine has birçok sosyal problemler ortaya çıkarmıştır. Bu problemlerle dolu ortamda bireye bir şahsiyet kazandırılmaya çalışılmıştır.

8- Üretim ve nakliyenin birlikte oluşturdukları ekonomik kalıp, endüstri gelişiminin temelinde bulunan önemli sistemlerden biri olmuştur. Üretim ve nakliye sonunda elde edilen gelir, yine üretim için harcanarak sermaye artışı sağlanmaktadır.

9- Bütün bunların sonunda, ortaçağın mesleki zümreleri yerini, endüstri çağının modern toplumunun, sosyal sınıfları ve bu sınıfların içinde yer aldığı sosyal tabakalara bıraktı.

10- Devletten çok toplum önem kazandı. Toplum meselelerini artık devlet güçleriyle, siyasi ve idari kanunlarla anlama olanağı kalmamıştır.

 Toplum olaylarını da tıpkı tabiat olayları gibi anlamak ve incelemek gerekiyordu. Nasıl bir fizik tabiat varsa, onun gibi bir de sosyal tabiatın varlığı kabul edildi. İşte bu yeni tabiatı anlamak için, yeni bir bilime gereksinim duyuldu. Bu bilim; sosyolojiydi.

 

 SOSYOLOJİNİN FELSEFİ TEMELİ:

 

 Fransa’daki pozitivistler 1717-1783 yılları arasında yayınlamış oldukları, ‘Büyük Ansiklopedi’ adlı felsefi yayında pozitivist fikirlerini yaymaktaydılar. Saint Simon dahil olmak üzere sosyolojinin adını anmamakla beraber sosyal meseleler üzerine fikirler ileri sürmekteydiler. Bunlar ‘sosyal filozifi’ yapmaktaydılar. O zamanlar, ‘sosyal fizik’ ve ‘sosyal ahlak’ gibi kavramlarla sosyolojiye bir yaklaşım içerisindeydiler.

 İlk kez ‘sosyoloji’ terimini Fransız pozitivistlerinden Auguste Comte kullanmıştır.

 Pozitivistlere göre olaylar önemlidir. İçinde yaşadığımız görünen, somut olaylar esas alınmalıdır. Olayların, maddenin özünü aramakla vakit kaybedilmemelidir. Yapılacak şey, olaylar arasında değişmez ilkeleri bulmaya çalışmalıdır. Onlara göre fizikte olduğu gibi “varolan yok olamaz, yok olan da varolamaz”. Sosyal olaylar dahil bütün olaylar arasında sıkı bir ‘determinizm’ vardır.

 

 POZİTİVİZMİN ÖZELLİKLERİ :

 

 1- Görünen somut olaylar, gerçekten göründükleri şekilde ve aralarındaki düzenliliklerle beraber gözlem ve deney yoluyla tespit edilmelidir. İşin içine metodoloji de girmiştir.

2- Maddenin ve olayların gizli kuvvetlerini keşfetmeye gerek yoktur. Esasen onu bulamayız.

 Comte göre bilgi üç aşamadan (3 Hal Kanunu) geçmiştir:

 a) Teolojik devir, b) metafizik devir, c) pozitivist devir.

3- Bütün pozitif bilimlerde önceden görmek ve bilmek esastır. Bunun içinde olaylar arasında, değişmez prensipleri tespit etmek gerekmektedir.

4- Sonuçtan emin olunmalı ve pozitif bilimler sayesinde bilgiden bilgiye geçişler sağlanmalıdır. Bu aynı zamanda, bilgisel ilerlemeyi de mümkün kılacaktır.

 

 Pozitivistlere göre astronomi, fizik, kimya, biyoloji bir sıra içinde kurulmuşlar ve en son olarak da sosyoloji kurulmuştur. Her bilim, kendinden önceki bilime muhtaçtır. Bu şekilde birbiri üzerine kurulan bilimler, organik esastan doğmuştur.

 Böylece pozitivizm; din, büyü, hurafe gibi konulara savaş açmıştır.