Posts Tagged ‘II.Meşrutiyet’

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN HİSSE / 1

Çarşamba, Eylül 29th, 2010

   EINSTEIN

  Güzel bir kadın evlenmek için Einsten’a bir mektup yazar ve resmiyle birlikte gönderir. Mektupta şöyle yazmaktadır:

 “Sevgili Einstein, sizinle evlensek ve bir çocuğumuz olsa aklını sizden güzelliğini de benden alsa sizce de bu muhteşem olmaz mı?” Einstein’ın buna verdiği cevap:

 “Hanımefendi teklifiniz için teşekkür ederim ama ya aklı size güzelliği de bana benzerse?” 

  Einstein, Tevrattaki tanrı düşüncesini reddeder fakat nazilerin, yaptıkları karşısında siyonizmin en büyük savunucularından biri haline gelir. Politik görüşlerinden dolayı “Einstein’a karşı 100 yazar” adlı bir kitap yayınlandığı zaman, “eğer haksız olsaydım, bir tanesi bile yeterdi” der.

 Nazi tehlikesi karşısında Einstein, barışseverlik düşüncesini terketti ve en sonunda Alman bilimadamlarının atom bombası yapmasından korkarak ABD’nin de kendi bombasını geliştirmesini önerdi.

 

 Siyonizme verdiği açık destek nedeniyle 1952 yılında kendisine İsrail’in cumhurbaşkanlığı önerildi. Ancak politika için çok toy olduğunu söyleyip, “denklemler benim için çok daha önemlidir, çünkü politika bugün içindir, oysa ki bir denklem sonsuzluk içindir” der.

  EİNSTEİN’IN ANNESİ PAULİNE

Einstein daha ilkokuldayken, öğretmeni annesine iletmesi için bir mektup verir. Einstein mektubu verir ve henüz okumayı öğrenemediğinden kendisine de okumasını ister.

Annesi gözyaşları içinde mektubu okur:

“Oğlunuz çok zeki olduğundan ve okulumuzdaki öğretmenlerin de yetersiz olması nedeniyle kaydının ya başka bir okula alınması ya da özel eğitim aldırılması çok daha uygun olacaktır…”

Annesi Pauline, Einsten’e dönerek; “sen dünyayı değiştirebilecek kadar zeki ve çok farklısın” der.

Yıllar geçer annesi ölür, kendisi de 20. yüzyılın en büyük fizikçisi olur. Bir gün annesinden kalan eşyaları karıştırırken, bir kitabın arasında kendisine okuduğu o mektubu bulur. Mektupta yazılanlar hiç de annesinin okuduğu gibi değildir hatta “aptal ve anlama problemleri olduğu için, kaydının okuldan alınması” tavsiye edilmektedir.

Gerçeği öğrenen Einstein, gözyaşlarına hakim olamaz ancak asıl üzüntüsü, öğretmeninin yazdıkları değil annesinin kendisinden vazgeçmemesi ve kendisine duyduğu büyük sevgidir.

  İLM-İ SİYASA

   Uzunca yıllar bir şeyhin rahle-i tedrisatından geçen bir derviş:

“Efendim eğer izniniz olursa, artık halka karışıp insanları irşad etmek (Allah yoluna çağırmak) istiyorum” der. Bunun üzerine şeyh:

 “Münasiptir ancak ilm-i siyasayı da öğrenip öyle git” der.

 Derviş, “efendim bunca yıldır öğrendiklerimin yeterli olacağını düşünüyorum, siz de uygun görürseniz…”

 Şeyh, dervişin ısrarı karşısında “peki öyleyse Allah yardımcın olsun” der.

 Derviş cuma namazı için bir köye gelir ve hocanın verdiği vaazı dinlemeye başlar. Hoca, çok celalli bir şekilde cemaate yüklenmektedir. “Şöyle dinden çıkıyorsunuz böyle günaha giriyorsunuz, hepiniz cehenneme odun olacaksınız” diye esip gürlemektedir. Bunun üzerine bizim derviş söz ister:

 “Yapmayın hocaefendi insanları böyle konuşarak dinden edeceksiniz…” derdemez iyice celallenen hoca:

 “Allah rızası için şu münafığa haddini bildirecek yok mu?” diye gürlemesiyle, cemaatin üzerine çullanması bir olur.

 Derviş perişan bir halde, şeyhinin yanına gelir ve olanları anlatır. Şeyh, ilm-i siyasanın zamanı gelmiş diyerek dervişi bir süre daha eğitime alır ve sonrasında:

 “Şimdi artık piştin var git yoluna” der. Derviş, bir süre sonra yine aynı köye cuma namazına gelir. Hocaefendi yine bütün celalliğiyle esip gürlemektedir. Bizim derviş söz isteyip bu kez cemaate dönerek:

 “Ey cemaati müslimin! Böylesine güzel vaazeden hocaefendiden her kim bir kıl kopara, Allah için doğrudan cennetliktir…” derdemez cemaat hocaya çullanır.

  ŞAHİT MAHİT YAZARLAR

  Kendi yolunda giden bir yayaya, aracın biri şiddetli bir şekilde arkadan çarpar. Adamcağız dört takla atar ve yere düşer. Toparlanır toparlanmaz da kaçmaya başlar. Olayı gören birisi arkasında seslenir:

 “Yahu sen niye kaçıyorsun, suçlu çarpan…” demesi üzerine kazaya uğrayan adam:

“Ya neme lazım, şimdi şahit mahit yazarlar” der ve kaçmaya devam eder.

   FUZULİ İLE BAĞDATLI RUHİ

 Fuzuli ile Bağdatlı Ruhi, Bağdat’ın arka sokaklarında birlikte dolaşırken köşebaşında bir köpek görürler. Bunun üzerine Bağdadlı Ruhi:

 “Bu it, burda fuzuli” diyerek Fuzuli’ye alaycı bir gönderme yapar. Fuzuli de buna karşılık:

 “Vur kıçına çıksın ruhi” diye Ruhi’ye okkalı bir cevap verir.

   İKİ FARE

  Zafer sonuna kadar mücadele edenlerindir:

   İki fare aynı anda bir süt kovasının içine düşerler, farelerden biri nasıl olsa öleceğim diyerek mücadeleyi bırakır ve boğulur. Diğer fare mücadeleden vazgeçmez, çırpına çırpına önce sütü kaymağa dönüştürür, sonra da kaymağın üzerine çıkarak kurtulur.

  NAKŞİ İLE BEKTAŞİ ŞEYHLERİ

   İki şeyh bir araya geldiklerinde Bektaşi, Nakşibendiye sorar:

  “Üstad, sizin bu cübbelerinizin kolları niye bu kadar uzun?” O da “insanların ayıp ve kusurlarını örtmek için” der.

  Bektaşinin kollarını kısa görünce bu kez Nakşi olan sorar:

 “Peki ya sizin cübbenizin kolları niye kısa?”

 Bektaşi hiç düşünmeden:

 “Biz insanlar da ayıp, kusur görmeyiz de onun için” der.

   İNSAN DEDİĞİN KUŞ MİSALİ

  İki miskin derviş, yıllardır biri bir köşede diğeri öbür köşede uzlete çekilmişler. Daha mülayim olanı “muhterem gel şu köşeleri değişelim” demiş. Diğeri hemen “başka işin yok mu, otur oturduğun yerde” diye terslenmiş

 Aradan yıllar geçmiş yine mülayim olan, “üstad gel şu yerleri bir değişelim” demiş. Aksi olan yine “yahu senin hiç başka işin yok mu?” diyerek reddetmiş.

 Gel zaman git zaman yine yıllar geçmiş, mülayim olan son bir kez daha şansını denemek için sormuş, “ üstad gel şu köşeleri değişelim, tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler” demiş. Aksi olan “amma ısrar ettin, iyi hadi değişelim bari” demiş.

 Sallana sallana biri bir köşeye diğeri öbür köşeye geçmiş, aksi olan bundan bir ders çıkararak:

 “Gördün mü bak! İnsan dediğin kuş misali, nerdeydik nereye geldik” demiş.

   SİNOPLU DİYOJEN

 Diyojen, gündüz vakti Sinop’un sokaklarında el lambasıyla dolaşıyormuş. Görenler, ne yaptığını sorduğunda “adam arıyorum adam” diye cevap verirmiş.

***

 Diyojen’in dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş, bir fıçının içinde yaşayan bir kinik olduğu bilinir. Onun ününü duyan Büyük İskender, ziyarete gelir. Ancak, Diyojen’in pejmürde ve meczup görüntüsü onu hayal kırıklığına uğratır. Alaycı bir şekilde, “benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar.

Diyojen, “sen benim kölemin kölesisin, çünkü dünya benim kölemdir” der. Büyük İskender, bu beklenmedik bilgece cevap karşısında “dile benden ne dilersen” der.

 Diyojen, güneşinin önünde duran bu büyük komutana, “gölge etme başka ihsan/iyilik istemem” der.

****

 Yine birgün Büyük İskender, Diyojen’i birbiri üstüne yığılmış insan kemikleri içinden bir şey ararken görür ve “ne arıyorsun?” diye sorar. 

 Diyojen, “babanızın kemiklerini arıyorum ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu kestiremiyorum” der.

   MİCHELANGELO

  Ustaya sormuşlar, “nasıl böylesine güzel heykeller yapabiliyorsunuz?” diye. O da “o güzellikler zaten taşın içinde var, ben sadece fazlalıkları atıyorum” demiş.

 ***

  Michelangelo, ünlü “Musa Heykeli”ni yaptıktan sonra, karşına geçip saatlerce seyredermiş. Hatta bir gün dayanamayıp “konuş ya Musa!” diyerek elindeki çekici fırlattığı söylenir.

***

 Ustanın, bir kiliseyi resimlerken, “terlik giymiş” birkaç melek çizdiği söylenir. Bunu gören kardinal:

 “Kim bugüne kadar, terlik giymiş melek görmüş? diye sorar. Usta da “kim bugüne kadar çıplak ayaklı melek görmüş?” der.

 ***

 İNCİL VE TOPRAKLAR (DESMOND TUTU)

 Misyonerlerin Afrika’ya geldiklerinde, onların sadece incili, yerlilerin ise toprakları vardı. Bize “hadi dua edelim” dediler. Boynumuzu eğip, gözlerimizi kapadık. Gözlerimizi açtığımızda ise artık incil bizim, topraklar da onların olmuştu.

  İKİ FİNCAN KAHVE

 Bir felsefe profösörü, önüne büyükçe bir kavanoz alır ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur ve öğrencilere dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber ‘dolu’ olduğunu söyler.

 Bu sefer profösör, çakıl taşlarını tenis toplarının arasından kavanoza doldurur. Tekrar öğrencilere kavanozun dolu olup olmadığını sorar. Onlar da “evet, artık doldu” derler.

 Profösör bu defa bir torba kumu alır ve çakıl taşları arasından kavanoza döker. Öğrencilere yine dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber “evet” der.

 Bu kez profösör masadaki iki fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır. Tekrar öğrencilere sorar, “doldu mu?” diye. Öğrenciler güler!

 Profösör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek, “evet, bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım” der.

 “Şöyle ki; bu tenis topları hayatınızdaki en önemli şeylerdir; aileniz,   çocuklarınız, sağlığınız, dostlarınız ve sizin için en önemli şeylerdir. Diğer şeyleri kaybetseniz de bu önemli şeyler hep kalır ve hayatınızı doldurur. Çakıl taşları ise daha az önemli olanlardır; işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet, kavanoza önce kum doldurursanız çakıl taşlarına daha önemlisi tenis toplarına yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcarsanız önemli şeyler için zaman kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arzeden şeylere verin. Çocuklarınızla oynayın, sağlığınıza dikkat edin, eşinizle yemeğe çıkın…Öncelikleri sıralamayı iyi bilin gerisi hep kumdur”.

 Öğrencilerden birisi, “peki ya o iki fincan kahve nedir?”

 Profösör gülerek, “hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır” der.

  İKİ SUFİ

 İki sufi karşılaşır ve biri diğerine sorar, “ne yapıyorsunuz?” diye. O da “bulunca yiyoruz bulamayınca da sabrediyoruz” demiş. Suali soran “Horasan’ın itleri de öyle yapıyor” demiş. Diğeri, “peki siz ne yapıyorsunuz” diye sormuş, o da “biz bulunca dağıtıyoruz, bulamayınca şükrediyoruz” demiş.

  İSTANBUL’DA BİR FRANSIZ

 1950’lerde İstanbul’a gelen bir Fransız, insanların bir aşağı bir yukarı birşeyler taşıdığını görür. Yanındaki Türk arkadaşına sorar:

 “Azizim, siz İstanbul’u ne zaman aldınız?” o da “1453’te” der. Fransız, “hayret! o kadar zaman olmuş ama hâlâ yerleşememişsiz” der.

  SOKRATES

 Sokrates arkadaşıyla pazarda dolaşırken, biri arkasından gelip, kıçına bir tekme atar. Sokrates oralı olmaz ama yanındaki arkadaşı, onun hiç tepki vermemesine şaşırarak sorar; “ya üstadım, biri size tekme atıyor ama siz oralı bile değilsiniz”. Bunun üzerine Sokrates; “eşşek çifte attı diye ne yapıyım, mahkemeye mi vereyim?” der.

 Evlilik hakkında sorduklarında da; “her halükarda evlenin, karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz” der.

 “Atinalılar, beni suçlayanların sizi nasıl etkilediğini bilmiyorum ama öyle ikna edici konuşuyorlardı ki, ben bile kim olduğumu unutacaktım. Buna karşın tek bir doğru söz etmediklerini söylemem gerekir.

 Yargıçlara yalvararak beraat etmeye çalışmak bana adil gelmiyor. Yargıç, adaleti lütuf gibi dağıtmak için değil, yasalara göre hüküm vermek için o mevkiye getirilir. Hatta hoşuna gidenlere lütufkar davranacağına değil, yasalara göre karar vereceğine yemin eder.

 Ölümden sakınmak o kadar zor değildir. Zor olan, kötülükten sakınmaktır…İnsanları öldürerek, sizi doğru yaşamamakla suçlayacak birilerinin ortaya çıkmasını engelleyeceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Başkalarının sizi eleştirmesini engellemek yerine, mümkün olduğunca daha iyi olmaya çalışmalısınız.

 Ben, tanrı tarafından bu devlete gönderilmiş bir at sineğiyim. Ve bu devlet, koca cüssesiyle hareket etmesi ve canlanması gereken bir attır. Ben de tanrının bu devlete musallat ettiği, bir at sineği gibi bütün gün boyunca her yerde sizi uyandırıyorum, hareketlendiriyorum, azarlıyorum, ikna ediyorum. Ve eğer tanrı sizi düşünerek, bir at sineği daha göndermezse, hayatınızın geri kalan kısmını uyuyarak geçireceksiniz.

 Ayrılma vakti geldi çattı. Ben ölmeye sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyosunuz. Hangisinin doğru olduğunu sadece tanrı bilir.”

 Tutuklu bulunduğu süre içinde kendisini ziyarete gelenler, onu teselli edecekleri yerde onun herkesi teselli edip gönderdiği söylenir. Birgün karısı Sokrates’e, “seni haksız yere öldürecekler” der, o da karısına; “ haklı yere öldürseler daha mı iyi” der. 

İdamından önce araya kutsal ay girer, infazı da bu ayın sonuna ertelenir. Bu ay içinde kaçması için adeta ortam yaratılır. Onu kaçırmaya gelen öğrencilerine:

 “Kaçarsam savunduklarımı inkar etmiş olurum. Suçlu olduğumu kabullenmiş olurum. Yasalara uymak lazım. Hem gittiğim yerdeki yasalar burdan (Atina’dan) daha mı iyi olacak?” diyerek kaçmayı reddeder. Kutsal ayın sonunda da baldıran zehrini içerek ölüm cezası gerçekleşir. Kendisi tek satır yazmamış olan bu büyük bilge, öldüğünde 70 yaşındadır ve tüm öğretilerini öğrencisi Platon’dan öğreniyoruz.

  GALİLE (1564 – 1642)

 Galile, yaptığı deneylerle dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü ispat eder. Ancak kilise tersini kabul etmektedir. Sonunda engizisyon mahkemesine verilir ve sözlerinden vazgeçmezse ölüme mahkum edilecektir.

 Galile de dünyanın dönmediğini söylese bile dönmeye devam edeceğini bildiğinden sözlerinden vazgeçer. Böylece ölüm cezasından kurtulur ama yaptığı deneyler nedeniyle ömür boyu ev hapsine mahkum olur. Ancak İtalyan Giordano Bruno onun kadar şanşlı değildir. Evrenin sonsuz ve dünya dışında pekçok gezegen olduğunu söylediği ve engizisyon mahkemesinde de bu söylediklerinden vazgeçmediği için, 1600’de Roma meydanında diri diri yakılarak cezalandırılır.

  Engizisyon Galile’yi ömür boyu ev hapsine ve Copernicusculuğu da halk önünde reddetmeye mahkum etmesine karşılık o ölünceye kadar katolikliğe bağlı kaldı. O zamanki Papa da eski bir arkadaşıydı.

 1642’de ölümünden dört yıl önce ev hapsindeyken, ikinci büyük kitabının el yazmaları Hollanda’da bir yayıncıya kaçırıldı. İşte “İki Yeni Bilim” diye bilinen bu eseri Copernicus’a olan desteğinin de ötesinde, modern fiziğin doğuşu olacaktı.

  NEWTON

 

 Leibniz ve Newton, her ikisi de birbirinden habersiz olarak modern fiziğin büyük ölçüde temeli olan, “calculus” denen matematik dalını geliştirmişlerdi. Newton’un bunu Leibniz’den yıllar önce bulduğunu şimdi biliyorsak da bu çalışmasını Newton çok daha sonra bastırmıştı.

 Leibniz anlaşmazlığın çözümlenmesi için Kraliyet Derneğine başvurma gafletinde bulundu. Zira bu derneğin başkanı Newton’du. O da araştırma için tamamen tarafsız bir komite oluşturdu! Tesadüfe bakın ki bu komite tamamen arkadaşlarından oluşuyordu. Bununla da kalmayıp, Leibniz’i “eser hırsızlığıyla” suçladığı yazıyı kendisi yazıp yayınladı.

 Leibniz’in ölümünden sonra Newton’un “Leibniz’in kalbini kırmaktan büyük zevk aldım” dediği söylenir.

 HACI BEKTAŞİ VELİ

 Moğol istilası döneminde Hacı Bektaşi Veli, “elinize, dilinize, belinize sahip çıkın” diyerek herkese birlik beraberlik telkininde bulunmaktadır. Aslında onun bunlarla kastettiği:

 Elinize; yurdunuza, dilinize; Türkçenize, belinize derken de soyunuza sopunuza sahip çıkın anlamındadır.

 HAYATIN SIRRI

 Hayatın sırrını merak eden bir adam, çok uzak bir diyarda yaşayan bir bilgenin bu sırrı bildiğini duyar ve yola koyulur. Günlerce yol gittikten sonra bilge kişiyi bulur ve sorar, “bunca yolu hayatın sırrını sizden öğrenmek için geldim” der. Bilge kişi, “hoş gelmişsiniz ama boşuna zahmet etmişsiniz” der, “sır da hakikat de sizde, herkes hakikati kendi içinde bulacaktır. Büyük kainatta ne varsa küçük kainat olan insanda da o vardır” der.

 Hayatın sırrını arayan adam, hakikatin nerde olduğunu öğrenerek aslında bu kadar yolu boş yere gelmediğini anlar ve yaşadığı yere geri döner.

 KOYUNUN KÜÇÜĞÜ

  Köyün zenginlerinden birisi, oğluna kırk gün kırk gece düğün yapacağını ve düğüne gelen herkesi de memnun edeceğini söyler. Köyün ileri gelenlerinden yaşlı adamsa:

 “Her zaman, huzursuzluk çıkaran memnuniyetsiz birileri çıkar” der.

 Zengin adamsa, “ben memnun edeceğim” demiş ve düğün başlamış. Düğüne gelen herkese hergün birer koyun veriliyormuş. Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün derken ufak tefek çelimsiz bir adam, herkesin duyacağı bir şekilde:

 “Ne bu ya! Hergün koyunun küçüğü bana geliyor” diyerek memnuniyetsizlğini dile getirmiş.

 YAHYA KEMAL / SÜLEYMAN NAZİF / A.Ş. HİSAR

 İstanbul aşığı olan Yahya Kemal’e, bir gün Ankara’dayken en çok neyi sevdiğini sormuşlar. O da “İstanbul’a geri dönüşünü” demiş.

 Yine bir gün Yahya Kemal, Süleyman Nazif ve Abdülhak Şinasi Hisar , Ankara’da zamanın ünlü Karpiç pastanesinde oturmuş sohbet ediyorlarmış. Çay söylemişler. Abdülhak Şinasi’nin ciddi şekilde “mikrop takıntısı” olduğundan sık sık ellerini yıkar, çay istediklerinde de bardakları ayrıca kendisi yıkamak için sıcak su istermiş. Nüktedanlığıyla meşhur Süleyman Nazif, “üstad bardakları suyla yıkadın temizlendi, peki suyu neyle yıkayacaksın?” diye takıldığında A.Şinasi gülerek, “haklısın bunu hiç düşünmemiştim” der.

 Ünlü “Fahim Bey ve Biz” romanının yazarı A.Şinasi Hisar çok kibar bir beyefendi olarak herkese ‘siz’ diye hitap eder samimi bile olsa ‘sen’ diyemezmiş. Bu durum S.Nazif’in gözünden kaçmamış ve “üstad merak ediyorum acaba Fransa’daki Seine (Sen) nehrine de mi ‘siz’ diyorsunuz?”

 Süleyman Nazif bir gün kitaplarını basan Ahmet beyle münakaşa edip hiddetle dışarı çıkmış, merdivenlerde de bir arkadaşına rastlar ve nereye gittiğini sorar, o da “Ahmet beyin yanına çıkacağım” der. S.Nazif sinirli bir şekilde “Ahmet beyin yanına çıkılmaz, inilir!” der.

  ENVER PAŞANIN BABASI VE UÇKUR

 Birinci Cihan Harbinden sonra esir tutulan İttihat ve Terakki ileri gelenleri, kendi aralarında sohbet ederken, Enver Paşanın babası, “harama hiç uçkur çözmedim” der. Bunun üzerine Fuat Paşa da kendisine, “aman efendi hazretleri, keşke helale de çözmeseydiniz de şu Enver belasına, milletçe hiç bulaşmasaydık” der. 

   NECİP FAZIL

 Necip Fazıl bir konferansta konuşmaktadır. Dinleyicilerden biri ayağa kalkıp onu bir başkasıyla kıyaslayarak, “onun yanında siz sıfırsınız” der. N.Fazıl sakin bir şekilde, “olabilir ama siz de benim yanımda çift sıfırsınız” der.

 İstanbul üniversitesindeyken bir grup öğrenci Necip Fazıl’ı ziyarete gider. Kapıyı çalarlar, ses gelmez ama kapı yarı aralıktır. N.Fazıl içerde koltuğuna  oturmuş dışarıyı seyretmektedir. Onlar da içeri girip otururlar. N.Fazıl onların geldiğinden habersiz dakikalarca hareketsiz bir şekilde dışarıyı seyretmektedir ve neden sonra odadaki gençleri fark edip “evet niye geldiniz” diye sorar. Onlar da “sizi görmeye geldik efendim” derler. Necip Fazıl yavaşça ayağa kalkıp kendi etrafında bir tur atar ve “işte gördünüz” der. Onlarda üstadın keyfinin yerinde olmadığını anlayıp çıkarlar.

  NAZIM HİKMET

Çok az kişinin bildiği Galina Grigoryevna Kolesnikova, Nazım Hikmet’in sevgilisiydi. Nazım’ı en çok seven Galina’ydı. Nazım Hikmet hayatı boyunca 5 kadınla sevgili oldu. 4 sevdiği kadına şiirler yazmıştı fakat Galina için kalemini hiçbir zaman oynatmadı. 1953-1960 yılları arasında sevgili olsalar da Nazım Hikmet hiçbir zaman Galina’yı sevemedi. Duygularını dosttan öteye taşıyamadı. Ayrıca Nazım Hikmet Galina’ya “Galya” kısaltmasını kullanırdı.

Nazım Hikmet geçirdiği bir kalp krizi sonrası kaldırıldığı hastanede Galina ile tanıştı. Galina tanışmalarını şöyle anlatmaktadır; “Koridorda birden karşıma güzel, çok yakışıklı zarif bir insan çıktı. Ona doğru yürüdüm ve “Siz Nazım Hikmet misiniz?” diye sordum. O da “evet sevgili dostum” diyerek elini omzuma koydu. “Lanet olsun, hastalandım” dedi.

Hastanede 3 aylık tedavisinden sonra Galina’nın evinde birlikte yaşamaya başladılar. Galina sadece doktoru ve sevgilisi olmadı, aynı zamanda mektuplarını yazdı, şiirlerini daktilo etti, onun tercümanı ve kameramanı oldu. Nazım’ın evinde arkadaşlarıyla, ünlü şairlerle, köpeğiyle oynarken, daktilosunun başındayken, hasta yatağındayken, yurt dışı gezilerindeyken kısaca her anını Galina kamera ile kayda almıştı.

Kamera’nın son görüntüleri bir sahil kenarında çekilmişti. Oraya 1958 yazında Nazım’ın ısrarıyla gitmişlerdi. Nazım gönlünü yeni kaptırdığı Vera’ya yakın olmak istiyordu. Vera’nın eşiyle beraber tatil yaptığı sahil kasabasına Galina’yla beraber gitmişti. Hep birlikte tatil yaptılar. Galina Nazım’ı Vera’ya fal bakarken, çakıl taşları atarken ve yan yana yürürken kayda almıştı. Daha sonra Nazım Hikmet kamerayı eline alıp, Galina ve Vera’yı yan yana çekmişti. Galina Nazım’daki değişiklikleri fark etmiş ve o zamanı şöyle anlatmaktaydı; “Şiir yazamaz olmuştu. Oyun yazıyordu, yazı yazıyordu ama benimle beraberken şiiri bırakmıştı. Ama Vera’ya aşık olunca, hemen şiir yazmaya başladı. Ben onu çok iyi anlıyordum. Onu çok sevmeme rağmen, sevdiği kadınla beraber olması gerektiğini anlıyordum. Öyle aşıktı, öyle güzel yazıyordu ki, bir kez bile kıskanmadım onu. Tekrar yazmaya başlamıştı. Önemli olan da buydu. ”

Galina Nazım’ı o kadar çok seviyordu ki, terk edildikten sonra “Bu trajediye çok zor dayandım. Sancılıydı. Kısaydı ama zordu. Her şey olabilirdi. Nazım’ın kalbi kötüydü. O haliyle Vera’yla kaçmıştı. Kaçtıkları yerdeki tanıdığım doktoru aradım. Nazım’a göz kulak olmasını istedim. Nazım’a arabasıyla, şoförünü gönderdim. Bol bol portakal yolladım. Bir de aldığım kazağı gönderdim” diyerek, terk edilmesine rağmen Nazım’ı ne kadar çok sevdiğini belli ediyordu.

Nazım Galina’ya yazdığı ayrılık mektubu ise şöyleydi;

“Canım, kızım, anam, yoldaşım, bacım Memet’im, Münevver’im, Galyam! bunu yapıyorsam başka bir şey yapamadığım içindir ve eğer ben senin yüreğinde ve kafanda her şeyden önce senin yoldaşın, arkadaşın, seninle ortak dertleri paylaşan ağabeyinsem, sen, kadınlık gururunu çiğneyen bu acı karşısında ayakta durabilir ve büyük dostluğumuzu çiğnemezsin. (…)

Senden son bir ricam var, beni affet! Yüzyüze konuşup konuşmamaya karar veremedim. (…) Senden bir erkek olarak ayrılıyorum ama bir dost olarak sen istesen de istemesen de yanındayım. (…) Hiç kimseye kızma. Kimse aklımı çelmedi. bir kez daha tekrarlıyorum, yapabileceğim başka bir şey yoktu. İki aylığına Ortaasya’ya gideceğim. İki ay sonra öfken yatışmış olur da beni görmek istersen gelirim. (…) Dedikodular olacak, bu duruma sevinecek insanlar çıkacaktır. Sana soru soran herkese, “nazım benim yakın dostumdur ve öyle kalacak” de. Biricik anam, bacım, memo’m, güllü hanım, adil giray, ölene kadar senin baban, yoldaşın, ağbeyin, dostun, en yakının olarak kalacağım. Mübarek ellerinden öperim.

Senin, Nazım Hikmet”

Galina hiç evlenmedi. Hayatı boyunca Nazım’ı sevdi. Türkiye ile tek bağlantısı olan Dursun Özden, Galina’nın 17 Şubat 2014’te “Beni Nazım çağırdı. Ben gidiyorum…” diyerek Votkinsk’de yaşama veda ettiğini bildirdi.

****

 Nazım, doktora sorar, “aşık olursam ne kadar yaşarım?” Doktor da “en fazla iki bilemedin üç yıl, sakin bir yaşam sürmen halinde de on yıl yaşarsın” der. Nitekim Vera’ya aşık olur ve üç yıl sonra da kalbine yenik düşer.

****

  Yahya Kemal, Heybeliada’daki Bahriye okulundan öğrencisi olan N.Hikmet’e “Türkçe ve şiir” öğretmek amacıyla, Nişantaşı’ndaki evlerine gidip gelmektedir. Yahya Kemal, Nazım’ın kuzeni Oktay Rifat ve arkadaşları Necip Fazıl’a da şiir dersleri vermektedir. Bu gidip gelmeler sonucunda, Nazım’ın annesi ressam Celile hanımla, Yahya Kemal arasında büyük bir aşk filizlenir. Bu aşktan N.Hikmet’in de haberi olur ve çok rahatsızdır. Yahya Kemal birgün evlerine geldiğinde, paltosunun cebine şöyle bir not yazıp koyar:

 “Hocam olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz…”

 Belki Nazım’ın tepkisindendir bilinmez, bu aşk evlilikle sonuçlanmaz. Hatta rivayet odur ki, Nazım’ın Yahya Kemal’i Galataray Lisesi önünde, elinde silahla kovaladığı söylenir.   Yıllar sonra Yahya Kemal, yaşlanmış ve gözlerini kaybetmiş Celile hanımı, Galata Köprüsü üzerinde, hapiste olan Nazım için açlık grevi yaparken görür fakat yanına gitmez ve Nazım’ın özgürlüğü için de imza vermez.

 Yahya Kemal o ünlü şiiri, “Sessiz Gemi”yi ise sevgilisi Celile hanım için yazmıştır.

   AĞRI DAĞI VE AY YILDIZ

 Batılı bir diplomat, Ermeni meslektaşına sorar, “Ağrı dağı sizin olmadığı halde neden bayrağınızda kullanıyorsunuz?”

 O da “ayla yıldız da Türklerin değil ama onlarda kendi bayraklarında kullanıyor” der.

   YAŞLI ADAM VE PADİŞAH

  Osmanlının sürekli savaşa girmesi nedeniyle son oğlunu da şehit veren baba:

  “Padişaha söyleyin son çocuk da gitti, ben de yaşlandım, artık bana güvenerek sağa sola savaş açmasın” der.

  HARİCİYE NAZIRI VE KRALİÇE

  Osmanlı sürekli gerilemekte, sahip olduğu toprakları bir bir kaybetmektedir. İngiltere’de kraliçe ile görüşen hariciye nazırı sorar:

 “Birliğinizi siz nasıl sağlıyorsunuz” diye, o da:

 “Biz, hiçbir yere sizin gibi merkezden atama yapmıyoruz. Her yere kendi halkının taktirini kazanmış, ehliyet ve liyakat sahibi olanları atıyoruz. Böylece isyanların da önüne geçmiş oluyoruz” der.

  MEHMET AKİF, PALTO ve SAİD-İ NURSİ

 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden hemen sonra Mustafa Kemal’in çağrısıyla Ankara’ya geçer ve 1920 Mayıs’ında da Burdur milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi’ne girer. Meclisin görevlendirmesiyle, Kastamonu başta olmak üzere Anadolu’nun birçok yerinde camilerde vaaz ederek, halkı bağımsızlık için direnişe davet etmiştir. Vaazları, “Sebilürreşad” ve “Hakimiyeti Milliye” gibi yayın organlarında basılıp elden ele dolaştırılmıştır.

 Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde yazdığı “İstiklal Marşı”, 12 Mart 1921’de TBMM’de büyük bir coşkuyla okunarak, milli marş olarak kabul edilmiştir. “O benim değil, milletimindir” diyerek “Safahat”a almadığı İstiklal Marşı için kendisine verilen 500 Lirayı da Darül Mesa’i adlı bir hayır kurumuna bağışlamıştır. Oysa ki, Dr. Şefik Kolaylı‘nın anlatımına göre, Akif tam da o günlerde paltosunu üşüyen birine verdiği için, ince bir pardösü giymektedir.

 Mehmet Akif, Atatürk’ün yanında milli harekete katılarak Ankara’da Taceddin Dergahı‘nda mütevazı bir evde paltosuz yaşarken, Said-i Nursi İstanbul’daki refahını, rahatını bırakmayarak Dar-ül Hikmet-il İslamiyye’deki “maaşlı” görevine devam etmiş, Çamlıca’da Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’nde oturarak hayatını sürdürmüştür.

 M.Akif, yeni Türk devletinde devrimler başladığı zaman, Mısır’a gitmiş ve 11 yıl kalmıştır. Hastalanıp (siroz olmuştur) Türkiye’ye döndüğünde, “Mısır’da 11 yıl kaldım fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin” der.

   MEHMET AKİF’İN OĞLU

 Çetin Altan’ın anlatımıyla bir gün gazeteye, Mehmet Akif’in oğlu olduğunu ve şu anda maddi olarak çok sıkıntıda olduğunu söyleyen biri gelir. Bunun üzerine bir miktar para verirler ve biraz sohbetten sonra da çıkıp gider. Bu olaydan bir müddet sonra gazetenin birinde bir haber çıkar:

“Milli marşımızın yazarı merhum Mehmet Akif’in oğlu Beşiktaş’ta bir çöplüğün kenarında ölü bulundu”.

   NEBBAŞ VE OĞLU

 Falanca yerin insanları, yakınlarına ait mezarların soyulup talan edilmesinin önüne, ne yaptılarsa geçememişler.

 Nihayet günün birinde, bizim nebbaş (mezar soyguncusu) ölmüş. Soygunlar tekrar etmeyince, millet de beddualar ederek rahat bir nefes almış.

 Gün gelmiş bizim nebbaşın oğlu büyümüş ve babasına lanet okuyanlara rahmet okutacağını söylemiş. Annesi de “bir nebbaşın ardından rahmet okunduğu nerde görülmüş ey oğul” demiş. Oğlu da “günü gelince görürsün” diyerek, başlamış babası gibi mezarları soymaya ancak soymakla kalmıyor bir de münasip yerlerine bir kazık çakıyormuş.

 Bunun üzerine yöre halkı, “eski nebbaştan Allah razı olsun, o hiç değilse böyle münasebetsizlik yapmıyordu” diyerek başlamış rahmet okumaya.

   TANRININ ADALET EVİ (OSCAR WILDE)

 Hayattayken her türlü günahı işlemiş olan birisi, tanrının huzuruna çıkar. Tanrı, “madem ki tüm günahları işledin, seni cehenneme gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cehenneme gönderemezsin, ben zaten bütün ömrümü orada geçirdim” der. Tanrının adalet evinde büyük bir sessizlik sonrası, “peki o zaman seni cennete gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cennete de gönderemezsin, çünkü onu hiçbir zaman gözümün önüne getiremedim” der.

   SENECA’NIN ÖLÜMÜ

  Seneca, Germanicus’un kızıyla zina yaptığı iftirasıyla, imparator Clodius tarafından Korsika’ya sürgüne gönderilir. İmparatorun bağışlaması için dalkavukça ve yalvaran pek çok mektup yazar. Nihayet beş yıl sonra (M.S.47)  imparotoriçe Agripine tarafından affedilerek, Roma’ya çağrılır ve oğlu Neron’un eğitimi için görevlendirilir.

 Neron imparator olduğunda, kendisi de başbakan olur. Neron’un önce babasını öldürmesinin önüne geçemediği daha sonra da annesi Agripine’i öldürmesinin haklılığını, senatoya karşı savunan bir söylevi nedeniyle, bir zamanlar kendisini koruyan Agripine’i öldürtmekle suçlanarak, halkın da kin ve nefretini üzerine çeker.

 Bu arada bir filozof olarak kendisi de çok zengin olan Seneca, Büyük Britanya’nın bir bölgesinde kraliçe olan Boadicca’ya yüksek faizle yüklü miktarda borç verir. Kraliçe borcunu ödeyemeyince Roma’ya başkaldırır. Sonuçta yenilir ve kendi canına kıyar.

 Bu olay neticesinde Neron, hocası Senaca’nın kendi damarlarını keserek canına  kıymasına hükmeder. Vasiyetini yazmasına bile izin verilmez. Seneca’nın tüm çabalarına karşın, karısı da aynı şekilde kendini öldürmeye kalkar. Kendisi yaşlı ve zayıf olduğundan, kanının yavaş akması nedeniyle zehir de içer ancak yine ölmeyince, kendi isteğiyle sıcak banyoya götürülür ve orada sıcak buharla boğularak ölür. Karısı, Neron’un emriyle tedavi edilerek kurtarılır fakat çok sürmez iki yıl sonra ölür. Seneca öldüğünde 64 yaşındadır.

  BU AKŞAM GÜN BATARKEN GEL

 Ahmet Rasim, bazen bir yerlere takılıp eve ya çok geç gelir ya da bir kaç gün gelmediği olurmuş. Eşi de munis bir hanımefendidir. Olumsuz hiç birşey söylemediği gibi aynı ilgiyle karşılarmış.

 A.Rasim, akşam olunca tekrar sıkılır ve “ben çıkıyorum hanım” dermiş. Her zamankinden farklı olarak, bu kez eşi alçak sesle, “bu akşam geç kalma erken gel” der. Bu sözler içine işler ve meyhaneye gidene kadar da mırıldanıp durur. Meyhanede bestekar Tatyos Efendi ile karşılaşır, durumu anlatırken de “bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma erken gel” şarkısının güftesini yazar. Tatyos efendi de hemen orada besteler.

  MAZHAR OSMAN VE DELİLİK

 Birgün Mazhar Osman’a, “hocam sizin için ‘deli’ diyorlar, ne diyorsunuz?” diye sormuşlar. O da, “onların benim için ne dediği hiç önemli değil, yeter ki, aynı şeyi onlar için ben söylemeyeyim” demiş.

 DENİZ YILDIZI VE GENÇ ADAM

  Okyanusun çekilmesiyle, sahile vuran deniz yıldızlarını teker teker denize atan genç adama, yaşlı adam sorar; “sahil tamamen deniz yıldızı dolu, hepsini kurtaramayacağına göre neyi değiştireceksin ki?”

 Genç adam, bir deniz yıldızı daha alıp denize atarak; “bak, onun için değişti” der.

***

..

 

                                                

SOSYOLOJİ TARİHİ-6

Salı, Ekim 20th, 2009

 

  FERDİNAND TÖNNİES ( 1855 – 1936 ):

 

 Çokça papaz yetiştirmiş bir Alman ailenin çocuğudur. En önemli eseri; ‘Cemaat ve Cemiyet’tir.

 Tönnies, bu eserinde sosyolojinin bir taslağını çizerek, toplumsal ilişkilerin başlıca biçimlerinin olgulara dayanan bir çözümlemesini de yaparak sosyolojinin genel karekteristiğini belirlemiştir. Ona göre toplumun veya toplumsal kişilerin iki temel biçimi vardır; cemaat ve cemiyet.

 Cemaat; kendisine özgü iradesi olan, dayanışması da baba akrabalığı gibi doğal kuvvetlerle sağlanan, bireylerin topluluğudur. Bir yerde cemaatler, doğanın bir ürünüdür. Bu toplulukların meydana gelmesinde, kişisel iradelerin hiçbir etkisi yoktur.

 Bireyler, doğal dayanışmanın karşılıklı uyum içinde etkileri bulunan bir toplumsal yapının üyelerinden başka bir şey değildirler. Bireylerin istemlerinde aynılık vardır. Çünkü bireysel irade, toplumsal irade tarafından silinmiştir. Bu türlü topluluklarda mülkiyet; mal birliğine, hukuk da aile hukukuna dayanır.

 

 Cemiyet ise belirli bir amaç ya da amaçları gerçekleştirmek için bireysel irade ile karşılıklı etkide bulunan bireylerin meydana getirdiği topluluğa denir. Tönnies, bu tip toplulukları doğanın bir ürünü olarak değil, daha çok yapma bir mekanizma olarak tanımlamaktadır.

 Tönnies’e göre cemaat; örf ve adetlerin, akrabalığın, resmi olmayan samimi ilişkilerin hakim olduğu, ilkel, kırsal, tarıma dayalı karmaşıklaşmamış toplu veya sosyal grupları yansıtan bir terim anlamına gelmektedir.

 Özetle cemaatte birincil sosyal ililşkiler denilen, samimi, yüzyüze, duygusal yönü kuvvetli, kişisel ve resmi olmayan ilişkilerdir.

 Cemiyet ise ikincil sosyal ilişkilerin hakim olduğu yani resmi, sözleşmeli ve uzmanlaşmış sosyal ilişkilerin hakim olduğu topluluk veya gruptur. Bu toplum türü kent özellikle metropoliten bölgeleri yansıtan bir terim olarak kullanılmıştır.

 Cemiyet, rekabetin, kişisel faydacılığın, bireyciliğin arttığı, aile bağlarının zayıfladığı, teknoloji ve uzmanlaşmanın yaygınlaştığı bir topluluk olarak belirmektedir.

 

 Cemaat tipi toplumlardaki sosyal ilişkiler:

 

 1-Genellikle yüzyüze temas ve ilişkiler hakimdir.

 2-Bireyler arasında samimi, duygusal yönü kuvvetli bir işbirliği vardır.

 3-Bireyler kişilikleriyle bir bütün olarak kabul edilirler ve genellikle bir bireyin yeri başkasına devredilemez.

 4-Üyelerin birbirleriyle olan ilişkileri sosyal hayatın birçok yönünü içermektedir.

 5-‘Ben’ değil ‘biz’ duygusu hakimdir.

 6-Birey kendini grubuyla özdeşleşmiş olarak görür. Grubun temel amacı, bireyin temel amacıdır.

 7-Bireyler arasında yıkıcı rekabete, ihtirasa yer verilmez. Rekabet ve ihtiras, sosyal bir nitelik kazanmış grubun yararına yöneltilmiştir.

 

Cemaat ve cemiyet tipi toplumların karşılaştırması:

 

 1-Cemaatte ortak irade, cemiyette ise bireysel irade vardır.

 2-Cemaatte üyelerin bağımsız kişiliği yoktur, cemiyette ise vardır.

 3-Cemaatte grubun menfaati önde gelir, cemiyette ise bireylerinki önde gelir.

 4-Cemaatte karizmatik inanç önemli, cemiyette ise doktrin önemlidir.

 5-Cemaatte din, cemiyette ise toplumsal kanaatler önde gelir.

 6-Cemaatte töreler, adetler yaygın cemiyette ise geçici zevkler, modalar vs.

 7-Cemaatte doğal dayanışma, cemiyette ise sözleşmeli, ticaret ve değişim vardır.

 8-Cemaatte doğal dayanışma, cemiyette ise bireysel mülkiyet yaygındır.

 

 Son olarak tarih bakımından cemaatler, cemiyetlerden daha önce meydana gelmişlerdir. İlkel toplumlar, kabileler bu tip toplumların somut birer örnekleridir.

 Zamanla cemaatler çözülmeye başlayınca cemiyetler doğmaya başlamıştır. Ve cemiyetler, cemaatlerin zararına olarak gelişmiştir. Kısacası insan gitgide cemaatlerden sıyrılmıştır. İnsan giderek bir zümrenin üyesi olmaktan çıkmış çeşitli zümrelerin üyesi olmuştur. Bu sosyal evrimin yeniden tersine dönmesi mümkün değildir.

 

   GEORG SİMMEL ( 1858 – 1918 ) :

 

 Berlin’de Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının erken ölümü üzerine, Katolik olan bakıcısı tarafından bir Katolik gibi yetiştirildi. I. Dünya Savaşının en önemli sosyologlarındandır. Tönnies’le birlikteler ve ondan etkilenmiştir.

 Simmel’in sorduğu en önemli soru; “sosyoloji, nasıl hareket etmeli?”

 Ona göre, sosyolojinin bir bilim olabilmesi için, diğer sosyal bilimlerin uğraşmadıkları bir alanı, kendine konu edinmesi gerekir. Yani kendine özgü, bir bakış tarzına sahip olması gerekmektedir. Böyle özel bir alan bulunmadığında, sosyolojinin bağımsız bir bilim olması mümkün değildir.

 O halde, sosyolojinin alanı ya da bakış açısı ne olmalıdır? İçerik bakımından sosyal olaylar, ekonomi, din, hukuk, ahlak, tarih gibi alanlar, bu alanları karşılayan çeşitli bilimler tarafından incelenmektedir. Bu yüzden, toplumsal hayatın içeriğinde, sosyolojinin konusu olacak herhangi özel bir alan yoktur.

 Diğer bilimlerin konusu olmayan, bir tek alan ve ve görüş tarzı varsa, o da toplumsallaşma biçimleri ve ve insan ilişkileri alanıdır.

 İşte sosyolojinin, bağımsız bir bilim olmasını ancak bu alan sağlayacaktır. İnsan ilişkilerinde, biçim ve içerik, birbirinden büsbütün ayrı şeylerdir. Bunun için bunlardan her biri, birçok inceleme konusu olabilir.

 Egemenlik, uyrukluk, çekişme, rekabet, işbölümü, partiler gibi insanların karşılıklı ilişki biçimlerinden her biri, kendi zümresinde örneğin bir eşkıya çetesinde, bir aile kurumunda, bir okulda bulunabilir.

 Sosyolojinin ödevi; çeşitli zümrelerde görülen toplumsal ilişkilerin tasvirini, sınıflamasını, çözümleme ve açıklamasını yapmaktır. Yani toplumsal farklılaşmanın, toplumsal zümrenin sürekliliği, tamlığı, mertebeler zinciri, kumanda, sıklık, seyreklik gibi toplumsal biçimlerin çözümlemesini, sınıflamasını yapmaktır.

 

  G. GURVİTCH ( 1894 – 1965 ) :

 

 Gurvitch’e göre, günümüz sosyolojisi toplumsal gerçekliği derinlemesine ele alan ve insanı ön planda tutan bir bilim olma yolundadır.

 19. yüzyıl sosyolojisini tek boyutlu diye nitelendirirsek, 20. yüzyılın sosyolojisini de çok boyutlu olarak nitelendirmek gerekir.

 Gurvitch’e göre toplumsal gerçeklik birçok alt ve üst yapılardan, derinliğine birçok katlardan meydana gelmiştir. Bu alt ve üst yapılarda meydana gelen çeşitli katlar birbirine girmiştir. Bu katlar sürekli birbirini karşılıklı etkilemektedirler. Bu katlar arasındaki ilişki diyalektiktir.

 Bu katların hepsi tamamen pragmatik, pratik bir temele dayanır. Gurvitch, toplumsal gerçekliği 10 kata ayırmıştır. Ona göre toplumsal gerçekliğin objektif gözlemle en çok elverişli oluşundan başlayarak en az elverişliye doğru derece derece araştırmak isteyen bir sosyolog şu sırayı izlemelidir:

 1-Bir ekolojik ve morfolojik düzey, yerel çalışmalara ağırlık verir.

 2-Toplumsal örgütler.

 3-Toplumsal örnekler.

 4-Örgütlenmiş üst yapıların üstünde kalan az çok düzenli kolektif gidişler.

 5-Toplumsal rollerin örgüsü.

 6-Kollektif duruş ve vaziyet alıcılar.

 7-Toplumsal semboller.

 8-Yaratıcı kolektif gidişler.

 9-Kollektif fikir ve değerler.

10-Zihinsel haller ve kolektif psişik eylemler.

 

 Gurvitch, 35 yıldan fazla bir süre geliştirdiği bu görüşleri hukuk sosyolojisine uygulamıştır. Ona göre, toplumsal gerçekliğin her bir tipi farklı toplumsal gerçeklikler yaratmaktadır.

 

Toplumsal tipler    à Doğurdukları hukuk tipleri

1-Sosyal bağdaşmalar  : Hukuk türleri

2-Kısmi zümreler         : Hukuk kadroları

3-Topyekün toplumlar : Hukuk sistemleri

 

 Gurvitch’e göre mikrososyolojinin görevi; toplumsal gerçekliği araştırırken, bu gerçeklikle hukuk türleri arasında bir ilişki kurmak ve bu fonksiyonel ilişkiyi incelemektir.

 Ona göre, toplumsal gerçekliğin araştırılması sırasında, hukukla ilişki kurulması belki tuhaf gelebilir. Ancak, hukuk daima birlik ve değişmezlik ilkesine dayanır ve toplumsal çatışmaları geçici de olsa belirli bir kurala bağlamaya çalışır. Bunun için de hukukçular ve sosyologlar çoğu zaman, hukuk kurallarının işleyişini bir merkezde toplamak eğilimindedirler. Bu merkezde, çoğu kez devletle somutlaşmış olan toplumlardır. Böylece hukuğun kaderi devlet biçimine bağlıdır.

 

  PRENS SABAHATTİN ( 1877 – 1948 ) :

 

 Son dönem Osmanlı siyaset ve fikir adamlarından olup, Abdülmecit zamanında saraya damat olarak girmiştir. Saray geleneklerine uygun özel bir eğitim görmüştür.  Babası Mahmut Celalettin, Abdülhamit’e karşı olduğundan oğlu Sabahattin’i de alarak Fransa’ya kaçmıştır. Sabahattin, Paris’te sosyoloji eğitimi görmüştür.

 P. Sabahattin bir yerde sürgün hayatı yaşarken bir yerde de aristokrat bir yaşam sürmüştür.

 O dönemler Paris, Abdülhamit’in istibdat yönetimine karşı özgürlükçü Jön Türklerin kaçıp geldiği yerdir. Prens, Paris’te istibdat yönetimie karşı yazdığı yazılarla tanınmıştır.

 Bilindiği gibi Osmanlı çöküş dönemine girmiş, zamanın fikir adamları da bu buhranlı dönemden kurtulmak için formüller aramaya başlamıştır.

 Bu amaçla P.Sabahattin de Paris’te bir cemiyet kurmuştur.

 İki önemli görüşü vardır:

 1-Teşebbüs-i şahsi; ekonomik ve sosyal yönden kişisel girişimcilik.

 2-Adem-i merkeziyet; idari yönden merkez dışıcılık.

 Prens bir yerde Osmanlıya adem-i merkeziyet fikriyle federal bir sistem önermektedir. Esasen Osmanlı, eyalet sistemine göre yönetilmektedir. Buna göre her eyalet kendi içinde bağımsız olurken kendi dışındaki kararlarda da imparatorluğun kararlarına tabi olacak.

 II. Meşrutiyetin getirdiği afla 1908’de İstanbul’a gelir ve bir hürriyet kahramanı olarak karşılanır. Bir süre sonra fikir merkezlerinden olan Selanik’e gider ve orada 1909 yılında ‘Osmanlı Ahrar fırkası’nı kurar. Bu fırkanın yayın organı durumunda olan ‘Osmanlı Gazetesi’ni de çıkarmaya başlar. Bu sırada iktidarda bulunan İttihat ve Terakkinin merkeziyetçi yönetimine karşı fikirlerini ‘birinci, ikinci ve üçüncü izah’ olarak broşür olarak yayınlar.

 Prens, İttihat ve Terakki iktidarına karşı komploda parmağı olduğu düşüncesiyle tutuklanmış ancak kaçması için her türlü fırsat verilmiştir. Komployu kardeşinin düzenlediği söylentisi de vardır. Neticede tekrar Paris’e gitmiş ve Osmanlı asilzadelerinin yurda dönüşünün yasaklanmasıyla da bir daha Türkiye’ye gelememiştir.

 Sosyal hayat ve ekonomide özel girişimciliği, iç politikada da merkez dışıcılığı savunan Prens, Gökalp’in temsil ettiği, İttihat Terakki partisinin sosyoloji anlayışına karşı tavır almıştır.

 Prens, Z.Gökalp’in Türkçülüğüne karşı, Osmanlıcılığı savunmuştur. Sabahattin, Osmanlının kötü durumundan kurtulabilmesi için bir yerde yabancı güçleri çağırır durumdadır.

 Balkan savaşı yıllarında planlayıp 1918 yılında yayınlanan, “Türkiye nasıl kurtulabilir?” adlı eserinde önceki görüşlerini genişleterek sistemleştirmiştir. Türk toplumunun içinde bulunduğu siyasi ve sosyal buhranı önce teşhis edip sonra tedavi reçetesi sunmaya çalışmıştır.

 Ona göre sosyal yapımız yön değiştirmedikçe, yönetim şekli ister meşrutiyet ister istibdat, ne olursa olsun Türk toplumunun bünyesinde, hiçbir ilerleme yapmaya olanak yoktur.

 Prens, Türkiye’nin kurtuluş çarelerinden biri olarak eğitim sisteminin, ferdi teşebbüs kabiliyeti gelişmiş fertler yetiştirmesini öngörür.

 Ona göre en büyük inkılap, eğitim aracılığı ile her Türkün ruhunda özel teşebbüs duygusunu geliştirmektir.

 Zamanın Batılı politik görüşleriyle yakınlık kuran Prens, adem-i merkeziyet teorisinden hareket ederek Anglo-Saksonların modeli bir sistemin uygulandığı kalkınmış bir Türkiye düşünmüştür. Ancak Osmanlı ile Anglo- Saksonların şartları birbirine uymamaktadır.

 Prens, Türkiye’deki liberalizmin öncüleri arasındadır.

 

 

 ZİYA GÖKALP ( 1876 – 1924 ) :

 

 Mehmet Ziya Gökalp, 23 mart 1876’da yerel bir gazetede çalışan, memur Çermikli Tevfik Beyin oğlu olarak, Diyarbakır- Çermik’te dünyaya gelmiştir. Kimi yazarlar, baba tarafından Zaza ya da Kürt kökenli olduğunu iddia etmiştir. Ziya Gökalp ise babasının Türk olduğunu söylemiştir.

 Eserleri ve görüşleriyle, Türkçülüğü ve Türk milliyetçiliğini önemli ölçüde etkileyen toplumbilimci, yazar, şair ve siyaset adamıdır. Meclis-i Mebusan’da ve T.B.M.M’de milletvekilliği yapmıştır. “Türk milliyetçiliğinin babası” olarak da anılır.

 

‘Dilde Türkçülüğün İlkeleri’ adı altında Gökalp, Türk dilinin sadeleştirilmesini özetle şu şekilde açıklamıştır:

 

1-Milli dili oluşturmak için Osmanlıca yazı dilini bir tarafa bırakmak ve halk edebiyatına temel vazifesi gören Türkçeyi kabul etmek ve İstanbul şivesini eseas almak. Bu konuşma dilini yazı dili haline getirmek.

2-Halk dilinde Türkçe karşılığı bulunan Arapça ve Farsça kelimeleri atmak. Tamamen karşılığı bulunmayan az çok bir nüans ifade eden kelimeleri Arapça ve Farsçca da olsalar atmamak.

3-Aslı yabancı olduğu halde halk dilinde değiştirilerek kullanılan kelimelerin aslını değil, halkın ağzındaki şeklini almak.

4-Yerini yeni kelimelere terk etmiş ve fosilleşmiş olan eski Türkçe kelimeleri diriltmeye çalışmamak.

5-Yeni terimler bulmak gerektiğinde bunu önce halk dilinde aramak yoksa Türkçe köklerden yapım ekleriyle yeni kelimeler türetmek. Bazı devirlerin ve mesleklerin özel terimleri ile alet isimleri ait oldukları yabancı dilden alınabilir.

6-Türkçeden istisnalar hariç, bütün Arapça ve Farsça tamlama şekillerini ve kurallarını atmak.

7-Türk halkının bildiği ve severek kullandığı her kelime Türkçedir. Dilde sadeliğin ölçüsü, halkın ağzındaki yaşayan Türkçedir.

8-Terimler hariç eski ve başka Türk lehçelerinden, İstanbul Türkçesinin ses, şekil ve kelime kurallarına uymayan kelimeleri almamak.

9-Kelimeler belirttikleri manaların, tarifleri değil, işaretleridir. Mesela, ‘ağaç’ sözcüğü, ağacın kendisi değil, onun işaretidir. Bu bakımdan, kelimelerin esas manaları, onların türediği kökleri bilmekle anlaşılmaz, kullanılışını bilmekle anlaşılır.

10-Bu saslar dahilinde dilimizin büyük bir sözlüğü ve eksiksiz bir dilbilgisi hazırlanmalıdır.

 

 Gökalp, sistematik Batı düşüncesinin Türkiye’deki ilk örneklerinden birisini vermiştir. Bu örneği verirken de özellikle, Durkheim sosyolojisinden yararlanmıştır. Kendi fikir sistemini kurarken onun metodolojisini takip etmiştir. Bilhassa teoriye değil, pratiğe önem vermesi bunun en tipik örneğidir. Öyle ki, bunu fikir sistematiği dediği görüşlerin yayılnası konusunda da göstermiştir. Kendisi iyi bir şair olarak nitelendirilemeyeceği halde, görüşlerini yayabilmek için öğretici mahiyette şiirler yazmıştır.

 

 Gökalp’in en önemli görüşlerinden biri:

“Türk milletinden, İslam ümmetinden ve Batı medeniyetinden olmak” üzere türk milli hayatının ve varlığının iki büyük gerçeği ile bir büyük mecburiyetine dayanan milli felsefesi, bir çeşit milli sosyoloji niteliğinde görülebilir.

 Siyasetin içinde oluş onu, doğrudan doğruya uygulama yapmaya, pratik programlar hazırlamaya daha çok önem vermiştir. Aynı zamanda herkesin hakkının savunulduğu sosyal adaleti sağlamak gerekirken yine Durkheim’dan esinlenerek, vazifenin haktan önce geldiğini savunmuştur.

 

 AUGUSTE COMTE :

 

Comte, sosyal olayları, bilimsel yöntemle inceleyerek pozitif bir bilim kurmak amacıyla bilimsel diüşünceyi, bilim öncesi düşüncelerden kesin olarak ayırmıştır. Ona göre, insan düşüncesi ve bilimler 3 ana evreden geçerek evrimleşmektedir:

 1-Teolojik çağ; mutlak olanın araştırıldığı bu dönemde tüm olayların nedenleri çok sayıda ve kaprisli doğaüstü güçlerle açıklanır.

 2-Metafizik çağ; doğaüstü güçlerin yerini, olguların ilk nedeni olan soyut varlıklar alır.

 3-Pozitivist çağ da ise akıl yürütme, deney-gözlem, sınıflama yoluyla olaylar arasında değişmez ilişkiler ve yasalar araştırılır.

 Dünyaya salt akılcı bir gözle bakmayı amaçlayan pozitivizm, düzenlilikleri gözlemleyerek yasalara ulaşmayı amaçlar.

 Toplumbilimin, pozitif bir bilim olabilmesi için, toplumsal olayların bütün bilimler için ortak olan bir yöntemle incelenmesi gerekir.

 Pozitif evreye ulaşan toplumbilimin amacı; toplumun yeniden düzenlenmesine yardımcı olmaktır.

 Comte’a göre çağdaş toplumlar bir kargaşa içindedir. Bireylerin bencil çıkarlar peşinde koşması, güçlünün zayıfı ezmesi biçiminde beliren bütün bu toplumsal bunalımın arkasında zihinsel kargaşalık yatar.

 Pozitivist bir anlayışla, sağlam toplumsal kuralların temelleri atılmadıkça toplum bu kargaşalıktan kurtulamayacaktır.

 Kısaca Comte toplumbilime, toplumu yeniden düzenlemeye yarayacak temel düşünceleri yaratma görevi yüklemiştir.

 Comte’un pozitif felsefe kitaplarının başında güttüğü ilk ve özel amaç toplumsal olayları fizikte olduğu gibi bilimsel yöntemlerle inceleyen ‘toplumsal fizik’ ve ‘toplumbilim’ adlı yeni bir bilim kurmaktır.

 İkinci amaç, bilimleri derecelendirerek, sistemleştirmektir. Böylece bilimler sisteminde, toplumbilimin yerini ve öteki bilimlerle ilişkisini belirleme olanağı olacaktır.

 

Toplumbilimle sona eren bu bilimler sıralamasında Comte’un başvurduğu ölçütler şunlardır:

 1-Bilimlerin, bağımsız olarak gerçekleşme önceliklerine göredir.

 2-Basitten karmaşığa, genelden özele doğrudur.

 3-Önce gelenlerin sonra gelenleri hazırladığı mantıksal bir düzen vardır.

 4-Bir de aşamalı bir gelişme doğrultusu izlemiştir.

 

 Comte’a göre bilimlerin hiyerarşisi:

 

 Matemetik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve en son olarak da sosyoloji gelmektedir. Sosyolojinin diğer bilimlerle kullandığı ortak bir yöntemi olduğu gibi kendine has bir yöntemi de vardır; ‘tarihsel yöntem’.

 Comte toplumu, ‘düzen’ ve ‘ilerleme’ gibi iki görünümlü bir olgu olarak anlar. Ona göre sosyoloji; toplumsal statik ve toplumsal dinamik olarak ikiye ayrılır.

 

 Toplumsal statik; toplumsal olayların örgütsel bütünlüğünü, toplumsal dinamik ise ilerleme ve gelişmeye ilişkin yasaları araştırır. Toplumun bu iki yönü birbirinden ayrılmayacağına göre toplumbilim, toplumsal dinamik ve tarihselboyuttan soyutlanamaz. Başka bir değişle toplumbilim, toplumsal örgütlenme ve gelişmenin incelenmesidir.

 Comte’a göre tarihsel yöntem; tarihsel verilere dayanarak insanlığın gelişme yasalarını araştırmaktır.

 

 Comte, tarihsel gelişmeyi 3 evre yasasına göre açıklamaya çakışır:

 1-Teolojik düşünce; askeri ve monarşik bir örgütlenmeye yol açmıştır. Bu toplumda insanlar, bir krallar kralı ve güçlü bir savaşçı olan tanrının en üstte yer aldığı bir hiyerarşik yapı ve askeri bir durum içinde örgütlenmiştir.

 2-Metafizik düşünce; soyut haklar öğretisinin egemen olduğu bir siyasal yapı oluşturmaktadır. Kutsal hakların, doğal haklara üstün olduğu bu aşamada, toplumsal örgütlenme katı ve biçimsel bir özellik kazanmıştır.

 3-Pozitivist düşünce ise endüstri çağı gibi pratik sonuçlar yaratmış doğanın araştırılması ve doğa güçlerinin kullanılmasını sağlamıştır. Pozitivizm bu aşamanın temel özelliğidir. Görüldüğü gibi pozitivizmin başlıca amacı, toplumsal olayların, pozitif bilim yöntemiyle araştırılmasını amaçlayan bir toplumbilim kurmaya çalışmasıdır.

 Comte’un dinamik özelliği, toplumun ayrılmaz bir parçası tarihsel gelişmeyi de düşünsel gelişmenin bir ürünü saymıştır.

 Toplum, dinamik biçimlenme içinde örgütlenmiş bir kurumlar birliği olarak kurulur. Comte’da, tek tek kurumları aşan bir toplumsal anlayışın, ilk belirtilerini bulmak mümkündür. Egemen düşünceye göre belirlenen bir toplumsal yapıyı, toplumu oluşturan temel olguların belirleyeceğini saptamıştır.

 

 EMİLE DURKHEİM :

 

 Sosyolojinin kurucularından sayılır. Comte’un doğrultusunda toplumu inceleyen bir pozitivisttir.

 Toplumsal olayların incelenmesinde, fizik bilimlerin yöntemini uygulamak amacındadır.

 Yöntembilime toplumsal olguyu ele alarak girer. Ona göre, bir toplumsal olgu, nesnel ve zorlayıcı bir niteliğe sahip olan düşünce, duygu ve eylemlerdir.

 Toplumsal olgu kaynağını bireysel bilinçten ayrı olan ortak bilinçten alır. Toplumsal olgu ortak bilinçle ortaya çıkarsa da simgelerle dışlaşır. Olayların bu dışlaşmış yanı; yasalar, atasözleri, kitaplar gibi simgesel görünüşlü sistemlerdir.

 Toplumsal olguların gözleme elverişli yönü bu dışlaşmış, kalıplaşmış yanı, din, ahlak, hukuk, ekonomi gibi çeşitli biçimlerde simgeleşen toplumsal olgu, bireylerin dışında olduğu gibi ortaklaşa yaratılıp geliştirildiği için ister istemez kendisini zorla kabul ettirme gücüne sahiptir.

 Olgulara ortak bilinç tarafından kazandırılan ve bireylere dıştan gelen zorlayıcılık nesnel bir özellik taşır.

 Kısaca, tolumsal olgunun incelenmesinde uyulması gereken kuralların ilki; toplumsal olguları bir nesne gibi ele almaktır. Yani olgular bunları tasarlayan bireysel bilinçten ayrı bir nesne gibi dıştan incelenmelidir. Bu ilkeyi gerçekleştirebilmek için şu 3 kuralı izlemek gerekir:

 

 1-Değer yargılarından arınmış olmak gerekir.

 2-Toplumbilimcinin ilk işi, incelediği nesneleri tanımlamak olmalıdır.

 3-Toplumbilimci, toplumsal olguları bireysel görünüşlerinden soyutlanmış yönleriyle incelemelidir. Olgular, bireysel yorumlarından sıyrıldıkları ölçüde nesnellik kazanırlar.

 Durkheim’a göre, olguları bireysel görünüşleriyle incelemeyi amaçlayan ‘monografi’ tekniğine başvurmak içinden çıkılmaz bir malzeme yığını içine gömülmektir.

 Durkheim, genel biçimlenme gösteren olguları, normal olarak niteleyerek patolojik olgulardan ayırmış ve bu olguların açıklanabilmesi için toplumsal tiplerin oluşturulmasını öngörmüştür. Toplumsal olayların açıklanmasıyla ilgili kuralların en önemlisi, bir toplumsal olayın nedeni başka bir bir toplşumsal olayda aranmalıdır.

 Bu kurala göre, bir toplumsal olgu ancak başka bir toplumsal olgunun sonucu olabilir. Başka değişle, sosyal olguların açıklanması, bunlar arasında bir neden- sonuç ilişkisinin kurulmasıyla olabilir.

 Durkheim toplumbilimde, öteki bilimlerde olduğu gibi nedensellik ilkesiyle “aynı neden her zaman aynı sonucu doğurur” kuralına ulaşmıştır.

 Ancak nedensellik ilişkisini arama yolunda, doğa bilimleri ile toplumsal olaylar arasında bir ayrım göstermiştir.

 Toplumbilimde, nedensellik ilişkisine doğrudan deneyleme yoluyla değil, dolaylı deneyleme veya karşılaştırma yöntemiyle ulaşılır.

 Durkheim, J.S.Mill’in ‘birlikte değişmeler’ kuramına özel bir önem vermiştir. Ancak ona göre, iki olgunun gösterdiği birlikte değişmelerin, nedensel bir ilişki olarak yorumlanabilmesi için salt bağıntının gözlemlenmesi yeterli değildir. Nedensel ilişkilerin kurulabilmesi için, birlikte değişmelerin istatiksel olduğu kadar, mantıksal olarak da bir bağıntının varlığını dile getirmesi gerekir.

 Durkheim, toplumbilim için öngördüğü yöntemin özelliklerini şöyle özetlemiştir:

 “Bu yöntembilimin herhangi bir felsefe ve toplumsal öğretiden bağımsız, nesnel ve salt toplumbilime özgüdür”.

 Durkheim, geliştirdiği toplumbilim yöntemini; ‘işbölümü’,’ intihar’ ve ‘din’ gibi olaylara uygulayarak bunların nedensel açıklamalarını yapmaya çalışmıştır.

 Örneğin, bir toplumsal olgu olan ‘işbölümünün’ tarihsel gelişme ve evrimini bir başka toplumsal olguya, nüfusun yoğunlaşarak uzmanlaşmasına bağlamıştır.

 Başlangıçta, cinsiyete dayalı olarak ortaya çıkan ilkel işbölümü, giderek çok çeşitlenmiş ve günümüzdeki mesleki uzmanlaşmaya dönüşmüştür. Böylelikle toplum, türdeş bireylere dayalı mekanik dayanışmadan, aralarında derin çeşitlemeler gösteren, bireylerin işlevsel olarak bütünleştiği organik bir dayanışmaya doğru evrimleşmiştir.

 Toplumsal işbölümü, Durkheim’a göre toplumun tüm kurumlarının biçimlenmesinde belirleyici bir işleve sahiptir. İşbölümünün gelişmediği veya henüz farklılaşmamış mekanik bir toplumda, soyaçekim ve gelenekler egemendir. Hukuk, ahlak ve toplumsal denetim güçlü ve yaygındır. Soyaçekime dayanan siyasal otorite, belli bir grubun tekelindedir. Ortaklaşa mülkiyetin geçerli olduğu bu toplumda, ortak bağlılığı simgeleyen din, henüz bireyselleşmemiş bir sistem olan totemizmdir.

 Buna karşılık ileri bir işbölümü gereği farklılaşmış ve bireyci bir yapıya sahip olan organik toplumda, bireysel çekişme temeli üzerinde uzmanlaşma egemendir. Bireysel özgürlük ve uzmanlaşmaya dayalı bir hukuk gelişmiştir. Siyasal yönetim, hükümetle yurttaşlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kurallar sistemine bağlanmıştır. Bireysel mülkiyetin geliştiği bu toplumda, tek tanrılı dinler ve giderek uluslar arası değerler belirmiştir.

 Görüldüğü gibi Durkheim, işbölümünü bir yandan nüfus sıklığı olgusunun bağımlı bir değişkeni sayarken aynı zamanda başta dayanışma biçimi olmak üzere, toplumun tüm özelliklerini belirleyen bir bağımsız değişken olarak ele almıştır.

 Durkheim, ‘intihar’ konusunda da yöntemine uygun olarak patolojik saydığı bu olayın nedenini bir başka toplumsal olayda aramıştır. Ona göre bu olay, kalıtım, iklim koşulları, taklit gibi etkenlerin değil, grup bağlılığındaki zayıflamanın sonucudur.

 İntihar, özgeci hangi türden olursa olsun grup dayanışmasındaki çözülmeyle birlikte beliren ve grup bağlılığı azaldıkça artan bir olaydır. Bu nedenle intihar bireyin, aile, din veya topluma olan bağlılığıyla ters orantılıdır.

 Görüldüğü gibi bu konuda da toplumsal olgular arasında nedensellik ilişkisi arayan Durkheim intiharı, toplumsal dayanışma olgusunun bir işlevi saymıştır.

 Durkheim’ın ‘din’ olgusunu ele alış biçimi de aynıdır. Dini, bir yandan toplumun ürünü sayarken aynı zamanda çeşitli kurumlar bir yana, insan düşüncesini yöneten mantıksal kurallar ve temel kavramların bile kaynağını bu olguda aramıştır.

 Durkheim, kutsal nesnelere ilişkin bir inanç ve pratikler sistemi olarak tanımladığı dinin bütün kaynaklarını toplumda bulur. Ona göre din, gerçekte ortak bilincin simgesel bir yansımasıdır. İnsanlar arasında toplumsal dayanışmayı geliştirmeye yarayan din, toplumunun ortak ideallerini dile getirmeyi amaçlar. En ilkel toplum olan klan içinde belirmiş olan totemizm, insan düşüncesinin zaman ve mekanı gibi temel kavramlarıyla mantıksal ilkelerinin kökenidir. Kısacası düşüncenin temel taşları din aracılığıyla toplumdan kaynaklanmıştır.

 Din yaklaşımı, toplumsal yapıyı bir yanda tek tek ögeleri aşan, onları biçimlendiren bir birlik olarak anlarken bir yandan da kendisini oluşturan ögeler arasındaki karşılıklı etkileşimin ürünü sayan bu tutum, gerçekte iki karşıt yaklaşımın bir bileşimidir.