Archive for the ‘YENİ PLATONCULUK’ Category

ORTAÇAĞ FELSEFESİ

Salı, Şubat 16th, 2010

 

              ORTAÇAĞ FELSEFESİ

          

                YENİ PLATONCULUK

 

 Adından anlaşılacağı gibi bu felsefe, Platon’u esas almıştır. Zira Platon o zamana kadar mistik yönü ağır basan en büyük filozoftu. Bu akım Platon’un yanı sıra, Aristoteles ve Stoa okulundan da etkilenmiştir. Kendisi de, İslam felsefesine büyük etki yapmıştır.

  Plotinos’un felsefesi, maddi olan her şeye karşı cephe alan bir felsefedir. Antik felsefenin değer verdiği hayat anlayışı bu düşünce içinde tamamen manevi ve deruni bir mahiyete bürünmüştür.

 

  PLOTİNOS (205-270) :

     

     Bu akım, antikçağ ile ortaçağ arasında bir köprüdür.

 

  BİR

  á â

 AKIL

  á â

 RUH

  áâ

DOĞA

Ruhun birinci parçası yukarda kalır. İkinci parçası sonsuza dek yürür. İlk yaşamdan çıkmış ikinci yaşamdır. İleriye yürüyen ruh, yukarda kalanla eşit değildir. Ruhun bu ilerleyişi, seyredalmadır ve sınırsızdır.

Akıl, ruh aracılığıyla yeryüzüne iniyor. Her bir ruh, hangi beden en çok kendisine benziyorsa gidip ona yerleşiyor. Böylece ruh da düşüş görüyoruz ama yine de başı yukarda kalıyor. Birinci ruhla alakasını kesmiyor. Fakat derecelerde farklılık oluyor. Her bedende eşit ruh yok. Ruh, akıldan aldığı paylarla faklı farklı bedenlere yerleşiyor. Ona göre ruh, ancak bedenden kurtulursa, ‘BİR’i (tanrıyı) görür.

  Plotinos, kendisinin bu olayı 4 defa gerçekleştirdiğini söyler.

  Akıl, tanrıya bakar, tanrıyı görür, o tanrının bağışlarının bir bütünüdür. Kendisi de tanrının bir bağışıdır.

  Ruh, tanrıyı ne ölçüde görüyorsa, biliyorsa; o ölçüde aklın bilgisi de kuvvetli oluyor. Demek ki; bütün nesneler, düşüncenin ve anlığın izleridir. Anlık/akıl, kendi içinde içsel bir edim. Doğrudan tanrı ile ilgilidir. Ruhsa, dışsaldır. Kendisine yükleyebileceğimiz tek şey edimde bulunmasıdır. Ruh ile akıl edimselliği bakımından birbirinden ayrılmaktadır.

   Doğa, seyredalarak sadece şeyleri meydana getiriyor. Tabi doğanın kendisi de bir seyredalmadır. Plotinos ruhu; ‘annesi’, yukarıdaki şemayı da ‘babası’ olarak nitelendiriyor.

 “Bu varlıklar, bir seyredalmadan doğarlar ve ben de onlardan doğarım. Ama onların ediminden değil, varlığından doğarım. Her şey ‘Bir’in seyredalışıdır”.

      

  Hayvan nedir? İnsan nedir? (Enneadlardan):

 

 “Haz, elem, tiksinti, güven, korku.. bunların hepsi birer duygudur. Acaba bunlar ruhta mı, yoksa bedeni kullanan ruhta mı ya da ikisinin bileşiminde bir şeyde mi?

 Önce ruhun, ruh olup olmadığı araştırılmalıdır. Acaba bu şey, ruhun varlığından başka bir şey midir? Başka bir şeyse ruh, bir bileşiktir. Ama ruhla, ruhun varlığı aynı şey ise, ruh bir formdur/ideadır. Kendinden başka bir şey meydana getirmesi, karışıma girmesi sözkonusu değildir. Onun içkin ve kendi içinde bir aksiyonu vardır. Akıl bu aksiyonu bize gösterir. Öyleyse ruhun ölümsüz olduğunu söyleyebiliriz. Ruhun ‘idea’ olduğunu söylemekle, ölümsüz olduğunu söylemiş oluruz. Ölümsüz olan bu varlıkta ‘pasif haller’ yoktur. O kendi dışındakilere bir şeyler verir. Fakat sadece kendisinden üstün olan şeylerden, bir şeyler alabilir. Böyle bir şey korkmaz. Çünkü; ‘korku’ pasif bir haldir. Bir öz hiç bir şeyle karışmaz. O, kendinde olmayanı niçin istesin? Kendi olmayanı istemek, varlığını kaybetmeyi istemektir. 

  Ruh bedene geçti diye bedenin pasif hallerinde de bulunmayacak demek değildir. Ruh, bir cevher olduğu için beden ayrı bir formdur. Pasif halleri, ruhtan çok bedene vermek gerekir.

 İstemenin, acı duymanın ruhla bir ilgisi yoktur. Böyle olan daha çok hayvandır.

 ‘Asıl insan’ akıllı ruhla birdir. Asıl insan dışındakiler, hayvandır. Asıl insan, bedenden ayrı ruhla birdir ve zihin erdemlerine sahiptir. Alışkanlıkla ilgili, zihni olmayan erdemler, bileşiğin erdemleridir. Bileşiğin duyduğu dostlukla, asıl insanın duyduğu dostluk farklıdır.

 Akıl her zaman kendini görür. Biz ancak ona dönersek onu görürüz. Anlık, akıl yürütmeye gerek görmez, parçalı da değildir. Yaşamı bir başkasına muhtaç da değildir. Fakat bizim yaşamımız parçalıdır ve yaşamak için başka şeylere de ihtiyaç duyarız. Anlıksa, başka şeylere hayat verir.

  Her şeyi doğuran Bir’dir/tanrıdır. Fakat kendisi doğurduklarının hiçbiri değildir. Ne delinir, ne dinlenir, ne bir yerdedir, ne bir zamandadır ne de bir nesnedir. Sadece O kendindedir. Bütün özellikler Ondadır. O ne düşünülerek ne de sözle bilinir. Çünkü; söz, anlattığı birliğin dışında çokluktur”. Biz Bir’i ancak Plotinus gibi seyredalmayla bilebiliriz. 

 

 Edemler, zihni erdemler ve medeni erdemlerdir. Asıl insan (akıllı ruha sahip insan); zihni erdemlere, asıl olmayansa; medeni erdemlere sahiptir.

  Medeni erdemler; yiğitlik,bilgelik, ölçülülük, adalet.. kaynağı yalnızca ruhta bulunan erdemlerdir.

  Ruh; kötülüklerden, kendinde erdemler bulunan tanrıya benzemek ve ona doğru kaçarak kurtulur.

  Medeni erdemlere sahip insan, kendinde olanın tanrılık varlığın hepsi olduğunu  sanır. Ruh kendini, tanrı diye satarak kandırır.

  Yetenek ruhtadır. Çünkü; tanrının buna ihtiyacı yoktur. Bilgelik ve tedbir iki türlüdür; bazen zekada bazen ruhtadır. Zekada bulunduğunda erdem olmuyor. Ancak ruhda bulunduğunda erdemdir. Kendiliğinden erdem dediği ise, erdem ideasıdır. Bilge dediği insan, asıl insandır. Medeni erdemlere sahip insan; olsa olsa ‘iyi insan’dır.

  Plotinos’a göre diyalektik, filozofun yürüdüğü yoldur. Hakikati bilmenin yolu; eğitim sistemidir. İdeaları bilmeyi sağlayan yolsa bilgelikle gelen bir yetidir. 

 

   PATRİSTİK DÖNEM:

 

    Hristiyanlığın dogma ve prensiplerini, filozofların hücumuna karşı savunma durumunda kalması sonucunda, hristiyanlık bazı filozofları yetiştirmişti. Düşünce tarihinde bu döneme ‘Patristik Felsefe’ denir. Bu felsefe, kilise babalarının felsefesidir. Bu dönem, 2. ve 6 .yy.lar arasında hristiyan doktrininin temellerini kurmaya çalışmış olan hristiyan filozoflarıdır.

                                                                 

  AUGUSTİNUS (354-430):

 

  ZAMAN GÖRÜŞÜ:

 

 “Zaman, salt bir varlık değil, insanın kafasının içindedir. Yeri ve göğü tanrı yaratmıştır. Zaman, sonsuz değildir. Sonsuz olsaydı, ebediyet olurdu.

  Öyleyse zaman nedir?

 Hiç kimse sormadığında biliyorum, sorduğunda ise

bilmiyorum. Yokolmak yoksa, geçmişi biliyorum. Yeni oluşacak bir şey yoksa geleceği de biliyorum, demektir.

 Zamanda şunu anlayabiliriz; oluşacak olmasından, geçmişe karışıp yok olması.

 Bir şeyin varolmasını yok olmasına bağlıyoruz. Varolan geçmişte yokolursa, zaman olmaz. Yok olmazsa da zaman değil, ebediyet olur. Çünkü; zaman, varolma eğiliminde değildir.

 ‘Uzundu’ sıfatını ancak şimdiki zamanda söyleyebiliriz. Çünkü; öbür taraflar yokluk. Ne, olacak şeyler ne de geçmiş şeyler var değildir. Zamanı 3’e bölmek yani geçmiş, şimdi, gelecek demek de doğru değildir. Olsa olsa; geçmiş şeylerin şimdisi (bunun ruhtaki yeri bellektir), şimdiki şeylerin şimdisi (görme, göz önünde olma), ve gelecek şeylerin şimdisi(bekleme).

  Bu 3’ü sadece ruhta vardır. Ruhun dışında görmemekteyiz”.

 

  YARADILIŞ’ adlı esrinden:

 

 “Sen yoktan bir şey yaratın. Başlangıcı sen yaptın. Yeri ve göğü sen yarattın. Ama yer ve gök senin kendinden yaratılmış bir şey değildir. Eşit olsa sana eş olurdu. Ama yaratanla yaratılmış eş olamaz. Ve yoktan yeri göğü yarattın. Çünkü; senin yüceliğin ve iyiliğin var.

  Yeri ve göğü iki türlü şey olarak yarattın; biri sana daha yakın olarak, diğeri hiçliğe daha yakın olarak yarattın.

 Fakat bir de göklerin göğü, senin içindi tanrım. İnsanoğluna verdiğin yer, bizim şu anda gördüğümüz ve duyumsadığımız gibi değildi. Çünkü; görünmezdi, fomsuzdu. Eskiden bir derinlik vardı, üzerinde hiçbir ışığın olmadığı bir karanlık vardı. Çünkü; suların şimdi görülen bu derinliği, kendi derinliklerinde bir ışığa sahipti. Suyun üstünde karanlık vardı. Suyun derinliklerinde doğası ışık vardı. Suyun içinde sürünen balıklar tarafından algılanabilen. Ama bu derinlik hiçti Çünkü; şimdiye kadar tamamen formsuzdu. Sen dünyayı hemen hemen hiçe yakın bir şeyden maddeden yarattın ki, insanlığın hayran kalacağı harikulade şeyler yapıyorsun. Çünkü; bu cisimsel gök olağanüstüdür ki, suyu ve suyu birbirinden ayırıyor.

  İkinci gün, ışığın yaratılmasından sonra dedin ki; olsun, o oldu. Suyu ve suyu ayıran gök oldu. Senin gök diye adlandırdığın gök ki, bu yer ve denizin göğüdür.

  Üçüncü gün, görünür bir şekil vererek gök görünür oldu. Bu günlerden önce yeni bir gök yarattın bizim göğümüzü.

   Senin başlangıçta yarattığın göklerin göğü, entelektüel(akıllı) bir yaratıktır. Her ne kadar senin ebediliğinle aynı olmayarak fakat senin ebediyetinden pay alır ve senin en mutlu seyredalmanda değişebilir olmaktan alıkoyar. Ve hiçbir düşme olmaksızın ilk yaratılandan bu yana sana yapışık olarak tüm zaman değişimlerinin ötesinde yer alır.

 Ve şimdi üçlü birlik bana bir bulanıklık içinde göründü. O görünen şey sendin tanrım. Çünkü; sen babasın ve üçlü birlikte, bizim bilgeliğimizin başlangıcısın ki, senin bilgeliğin senden doğmuş olan ebediyetinle aynı olan, senin oğlundur bu birlik. Ben şimdi babayı görüyorum ve anlıyorum ki, tüm bu şeyleri yapan odur. Ve başka bir güç altında oğlu görüyorum ki, tanrı onda tüm şeyleri yaratmıştır.

 Ve tanrının üçlü birlik olduğuna inanarak, senin ruhunun suyun üstünde hareket ettiğini görüyorum.

 Tanrım, baba, oğul ve kutsal ruhtur ki üçü bir birliktir. Senin ruhun suyun üzerinde geziniyor. Bana üçlü birlik göründü”.