Archive for the ‘PRENS SABAHATTİN’ Category

SOSYOLOJİ TARİHİ-6

Salı, Ekim 20th, 2009

 

  FERDİNAND TÖNNİES ( 1855 – 1936 ):

 

 Çokça papaz yetiştirmiş bir Alman ailenin çocuğudur. En önemli eseri; ‘Cemaat ve Cemiyet’tir.

 Tönnies, bu eserinde sosyolojinin bir taslağını çizerek, toplumsal ilişkilerin başlıca biçimlerinin olgulara dayanan bir çözümlemesini de yaparak sosyolojinin genel karekteristiğini belirlemiştir. Ona göre toplumun veya toplumsal kişilerin iki temel biçimi vardır; cemaat ve cemiyet.

 Cemaat; kendisine özgü iradesi olan, dayanışması da baba akrabalığı gibi doğal kuvvetlerle sağlanan, bireylerin topluluğudur. Bir yerde cemaatler, doğanın bir ürünüdür. Bu toplulukların meydana gelmesinde, kişisel iradelerin hiçbir etkisi yoktur.

 Bireyler, doğal dayanışmanın karşılıklı uyum içinde etkileri bulunan bir toplumsal yapının üyelerinden başka bir şey değildirler. Bireylerin istemlerinde aynılık vardır. Çünkü bireysel irade, toplumsal irade tarafından silinmiştir. Bu türlü topluluklarda mülkiyet; mal birliğine, hukuk da aile hukukuna dayanır.

 

 Cemiyet ise belirli bir amaç ya da amaçları gerçekleştirmek için bireysel irade ile karşılıklı etkide bulunan bireylerin meydana getirdiği topluluğa denir. Tönnies, bu tip toplulukları doğanın bir ürünü olarak değil, daha çok yapma bir mekanizma olarak tanımlamaktadır.

 Tönnies’e göre cemaat; örf ve adetlerin, akrabalığın, resmi olmayan samimi ilişkilerin hakim olduğu, ilkel, kırsal, tarıma dayalı karmaşıklaşmamış toplu veya sosyal grupları yansıtan bir terim anlamına gelmektedir.

 Özetle cemaatte birincil sosyal ililşkiler denilen, samimi, yüzyüze, duygusal yönü kuvvetli, kişisel ve resmi olmayan ilişkilerdir.

 Cemiyet ise ikincil sosyal ilişkilerin hakim olduğu yani resmi, sözleşmeli ve uzmanlaşmış sosyal ilişkilerin hakim olduğu topluluk veya gruptur. Bu toplum türü kent özellikle metropoliten bölgeleri yansıtan bir terim olarak kullanılmıştır.

 Cemiyet, rekabetin, kişisel faydacılığın, bireyciliğin arttığı, aile bağlarının zayıfladığı, teknoloji ve uzmanlaşmanın yaygınlaştığı bir topluluk olarak belirmektedir.

 

 Cemaat tipi toplumlardaki sosyal ilişkiler:

 

 1-Genellikle yüzyüze temas ve ilişkiler hakimdir.

 2-Bireyler arasında samimi, duygusal yönü kuvvetli bir işbirliği vardır.

 3-Bireyler kişilikleriyle bir bütün olarak kabul edilirler ve genellikle bir bireyin yeri başkasına devredilemez.

 4-Üyelerin birbirleriyle olan ilişkileri sosyal hayatın birçok yönünü içermektedir.

 5-‘Ben’ değil ‘biz’ duygusu hakimdir.

 6-Birey kendini grubuyla özdeşleşmiş olarak görür. Grubun temel amacı, bireyin temel amacıdır.

 7-Bireyler arasında yıkıcı rekabete, ihtirasa yer verilmez. Rekabet ve ihtiras, sosyal bir nitelik kazanmış grubun yararına yöneltilmiştir.

 

Cemaat ve cemiyet tipi toplumların karşılaştırması:

 

 1-Cemaatte ortak irade, cemiyette ise bireysel irade vardır.

 2-Cemaatte üyelerin bağımsız kişiliği yoktur, cemiyette ise vardır.

 3-Cemaatte grubun menfaati önde gelir, cemiyette ise bireylerinki önde gelir.

 4-Cemaatte karizmatik inanç önemli, cemiyette ise doktrin önemlidir.

 5-Cemaatte din, cemiyette ise toplumsal kanaatler önde gelir.

 6-Cemaatte töreler, adetler yaygın cemiyette ise geçici zevkler, modalar vs.

 7-Cemaatte doğal dayanışma, cemiyette ise sözleşmeli, ticaret ve değişim vardır.

 8-Cemaatte doğal dayanışma, cemiyette ise bireysel mülkiyet yaygındır.

 

 Son olarak tarih bakımından cemaatler, cemiyetlerden daha önce meydana gelmişlerdir. İlkel toplumlar, kabileler bu tip toplumların somut birer örnekleridir.

 Zamanla cemaatler çözülmeye başlayınca cemiyetler doğmaya başlamıştır. Ve cemiyetler, cemaatlerin zararına olarak gelişmiştir. Kısacası insan gitgide cemaatlerden sıyrılmıştır. İnsan giderek bir zümrenin üyesi olmaktan çıkmış çeşitli zümrelerin üyesi olmuştur. Bu sosyal evrimin yeniden tersine dönmesi mümkün değildir.

 

   GEORG SİMMEL ( 1858 – 1918 ) :

 

 Berlin’de Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının erken ölümü üzerine, Katolik olan bakıcısı tarafından bir Katolik gibi yetiştirildi. I. Dünya Savaşının en önemli sosyologlarındandır. Tönnies’le birlikteler ve ondan etkilenmiştir.

 Simmel’in sorduğu en önemli soru; “sosyoloji, nasıl hareket etmeli?”

 Ona göre, sosyolojinin bir bilim olabilmesi için, diğer sosyal bilimlerin uğraşmadıkları bir alanı, kendine konu edinmesi gerekir. Yani kendine özgü, bir bakış tarzına sahip olması gerekmektedir. Böyle özel bir alan bulunmadığında, sosyolojinin bağımsız bir bilim olması mümkün değildir.

 O halde, sosyolojinin alanı ya da bakış açısı ne olmalıdır? İçerik bakımından sosyal olaylar, ekonomi, din, hukuk, ahlak, tarih gibi alanlar, bu alanları karşılayan çeşitli bilimler tarafından incelenmektedir. Bu yüzden, toplumsal hayatın içeriğinde, sosyolojinin konusu olacak herhangi özel bir alan yoktur.

 Diğer bilimlerin konusu olmayan, bir tek alan ve ve görüş tarzı varsa, o da toplumsallaşma biçimleri ve ve insan ilişkileri alanıdır.

 İşte sosyolojinin, bağımsız bir bilim olmasını ancak bu alan sağlayacaktır. İnsan ilişkilerinde, biçim ve içerik, birbirinden büsbütün ayrı şeylerdir. Bunun için bunlardan her biri, birçok inceleme konusu olabilir.

 Egemenlik, uyrukluk, çekişme, rekabet, işbölümü, partiler gibi insanların karşılıklı ilişki biçimlerinden her biri, kendi zümresinde örneğin bir eşkıya çetesinde, bir aile kurumunda, bir okulda bulunabilir.

 Sosyolojinin ödevi; çeşitli zümrelerde görülen toplumsal ilişkilerin tasvirini, sınıflamasını, çözümleme ve açıklamasını yapmaktır. Yani toplumsal farklılaşmanın, toplumsal zümrenin sürekliliği, tamlığı, mertebeler zinciri, kumanda, sıklık, seyreklik gibi toplumsal biçimlerin çözümlemesini, sınıflamasını yapmaktır.

 

  G. GURVİTCH ( 1894 – 1965 ) :

 

 Gurvitch’e göre, günümüz sosyolojisi toplumsal gerçekliği derinlemesine ele alan ve insanı ön planda tutan bir bilim olma yolundadır.

 19. yüzyıl sosyolojisini tek boyutlu diye nitelendirirsek, 20. yüzyılın sosyolojisini de çok boyutlu olarak nitelendirmek gerekir.

 Gurvitch’e göre toplumsal gerçeklik birçok alt ve üst yapılardan, derinliğine birçok katlardan meydana gelmiştir. Bu alt ve üst yapılarda meydana gelen çeşitli katlar birbirine girmiştir. Bu katlar sürekli birbirini karşılıklı etkilemektedirler. Bu katlar arasındaki ilişki diyalektiktir.

 Bu katların hepsi tamamen pragmatik, pratik bir temele dayanır. Gurvitch, toplumsal gerçekliği 10 kata ayırmıştır. Ona göre toplumsal gerçekliğin objektif gözlemle en çok elverişli oluşundan başlayarak en az elverişliye doğru derece derece araştırmak isteyen bir sosyolog şu sırayı izlemelidir:

 1-Bir ekolojik ve morfolojik düzey, yerel çalışmalara ağırlık verir.

 2-Toplumsal örgütler.

 3-Toplumsal örnekler.

 4-Örgütlenmiş üst yapıların üstünde kalan az çok düzenli kolektif gidişler.

 5-Toplumsal rollerin örgüsü.

 6-Kollektif duruş ve vaziyet alıcılar.

 7-Toplumsal semboller.

 8-Yaratıcı kolektif gidişler.

 9-Kollektif fikir ve değerler.

10-Zihinsel haller ve kolektif psişik eylemler.

 

 Gurvitch, 35 yıldan fazla bir süre geliştirdiği bu görüşleri hukuk sosyolojisine uygulamıştır. Ona göre, toplumsal gerçekliğin her bir tipi farklı toplumsal gerçeklikler yaratmaktadır.

 

Toplumsal tipler    à Doğurdukları hukuk tipleri

1-Sosyal bağdaşmalar  : Hukuk türleri

2-Kısmi zümreler         : Hukuk kadroları

3-Topyekün toplumlar : Hukuk sistemleri

 

 Gurvitch’e göre mikrososyolojinin görevi; toplumsal gerçekliği araştırırken, bu gerçeklikle hukuk türleri arasında bir ilişki kurmak ve bu fonksiyonel ilişkiyi incelemektir.

 Ona göre, toplumsal gerçekliğin araştırılması sırasında, hukukla ilişki kurulması belki tuhaf gelebilir. Ancak, hukuk daima birlik ve değişmezlik ilkesine dayanır ve toplumsal çatışmaları geçici de olsa belirli bir kurala bağlamaya çalışır. Bunun için de hukukçular ve sosyologlar çoğu zaman, hukuk kurallarının işleyişini bir merkezde toplamak eğilimindedirler. Bu merkezde, çoğu kez devletle somutlaşmış olan toplumlardır. Böylece hukuğun kaderi devlet biçimine bağlıdır.

 

  PRENS SABAHATTİN ( 1877 – 1948 ) :

 

 Son dönem Osmanlı siyaset ve fikir adamlarından olup, Abdülmecit zamanında saraya damat olarak girmiştir. Saray geleneklerine uygun özel bir eğitim görmüştür.  Babası Mahmut Celalettin, Abdülhamit’e karşı olduğundan oğlu Sabahattin’i de alarak Fransa’ya kaçmıştır. Sabahattin, Paris’te sosyoloji eğitimi görmüştür.

 P. Sabahattin bir yerde sürgün hayatı yaşarken bir yerde de aristokrat bir yaşam sürmüştür.

 O dönemler Paris, Abdülhamit’in istibdat yönetimine karşı özgürlükçü Jön Türklerin kaçıp geldiği yerdir. Prens, Paris’te istibdat yönetimie karşı yazdığı yazılarla tanınmıştır.

 Bilindiği gibi Osmanlı çöküş dönemine girmiş, zamanın fikir adamları da bu buhranlı dönemden kurtulmak için formüller aramaya başlamıştır.

 Bu amaçla P.Sabahattin de Paris’te bir cemiyet kurmuştur.

 İki önemli görüşü vardır:

 1-Teşebbüs-i şahsi; ekonomik ve sosyal yönden kişisel girişimcilik.

 2-Adem-i merkeziyet; idari yönden merkez dışıcılık.

 Prens bir yerde Osmanlıya adem-i merkeziyet fikriyle federal bir sistem önermektedir. Esasen Osmanlı, eyalet sistemine göre yönetilmektedir. Buna göre her eyalet kendi içinde bağımsız olurken kendi dışındaki kararlarda da imparatorluğun kararlarına tabi olacak.

 II. Meşrutiyetin getirdiği afla 1908’de İstanbul’a gelir ve bir hürriyet kahramanı olarak karşılanır. Bir süre sonra fikir merkezlerinden olan Selanik’e gider ve orada 1909 yılında ‘Osmanlı Ahrar fırkası’nı kurar. Bu fırkanın yayın organı durumunda olan ‘Osmanlı Gazetesi’ni de çıkarmaya başlar. Bu sırada iktidarda bulunan İttihat ve Terakkinin merkeziyetçi yönetimine karşı fikirlerini ‘birinci, ikinci ve üçüncü izah’ olarak broşür olarak yayınlar.

 Prens, İttihat ve Terakki iktidarına karşı komploda parmağı olduğu düşüncesiyle tutuklanmış ancak kaçması için her türlü fırsat verilmiştir. Komployu kardeşinin düzenlediği söylentisi de vardır. Neticede tekrar Paris’e gitmiş ve Osmanlı asilzadelerinin yurda dönüşünün yasaklanmasıyla da bir daha Türkiye’ye gelememiştir.

 Sosyal hayat ve ekonomide özel girişimciliği, iç politikada da merkez dışıcılığı savunan Prens, Gökalp’in temsil ettiği, İttihat Terakki partisinin sosyoloji anlayışına karşı tavır almıştır.

 Prens, Z.Gökalp’in Türkçülüğüne karşı, Osmanlıcılığı savunmuştur. Sabahattin, Osmanlının kötü durumundan kurtulabilmesi için bir yerde yabancı güçleri çağırır durumdadır.

 Balkan savaşı yıllarında planlayıp 1918 yılında yayınlanan, “Türkiye nasıl kurtulabilir?” adlı eserinde önceki görüşlerini genişleterek sistemleştirmiştir. Türk toplumunun içinde bulunduğu siyasi ve sosyal buhranı önce teşhis edip sonra tedavi reçetesi sunmaya çalışmıştır.

 Ona göre sosyal yapımız yön değiştirmedikçe, yönetim şekli ister meşrutiyet ister istibdat, ne olursa olsun Türk toplumunun bünyesinde, hiçbir ilerleme yapmaya olanak yoktur.

 Prens, Türkiye’nin kurtuluş çarelerinden biri olarak eğitim sisteminin, ferdi teşebbüs kabiliyeti gelişmiş fertler yetiştirmesini öngörür.

 Ona göre en büyük inkılap, eğitim aracılığı ile her Türkün ruhunda özel teşebbüs duygusunu geliştirmektir.

 Zamanın Batılı politik görüşleriyle yakınlık kuran Prens, adem-i merkeziyet teorisinden hareket ederek Anglo-Saksonların modeli bir sistemin uygulandığı kalkınmış bir Türkiye düşünmüştür. Ancak Osmanlı ile Anglo- Saksonların şartları birbirine uymamaktadır.

 Prens, Türkiye’deki liberalizmin öncüleri arasındadır.

 

 

 ZİYA GÖKALP ( 1876 – 1924 ) :

 

 Mehmet Ziya Gökalp, 23 mart 1876’da yerel bir gazetede çalışan, memur Çermikli Tevfik Beyin oğlu olarak, Diyarbakır- Çermik’te dünyaya gelmiştir. Kimi yazarlar, baba tarafından Zaza ya da Kürt kökenli olduğunu iddia etmiştir. Ziya Gökalp ise babasının Türk olduğunu söylemiştir.

 Eserleri ve görüşleriyle, Türkçülüğü ve Türk milliyetçiliğini önemli ölçüde etkileyen toplumbilimci, yazar, şair ve siyaset adamıdır. Meclis-i Mebusan’da ve T.B.M.M’de milletvekilliği yapmıştır. “Türk milliyetçiliğinin babası” olarak da anılır.

 

‘Dilde Türkçülüğün İlkeleri’ adı altında Gökalp, Türk dilinin sadeleştirilmesini özetle şu şekilde açıklamıştır:

 

1-Milli dili oluşturmak için Osmanlıca yazı dilini bir tarafa bırakmak ve halk edebiyatına temel vazifesi gören Türkçeyi kabul etmek ve İstanbul şivesini eseas almak. Bu konuşma dilini yazı dili haline getirmek.

2-Halk dilinde Türkçe karşılığı bulunan Arapça ve Farsça kelimeleri atmak. Tamamen karşılığı bulunmayan az çok bir nüans ifade eden kelimeleri Arapça ve Farsçca da olsalar atmamak.

3-Aslı yabancı olduğu halde halk dilinde değiştirilerek kullanılan kelimelerin aslını değil, halkın ağzındaki şeklini almak.

4-Yerini yeni kelimelere terk etmiş ve fosilleşmiş olan eski Türkçe kelimeleri diriltmeye çalışmamak.

5-Yeni terimler bulmak gerektiğinde bunu önce halk dilinde aramak yoksa Türkçe köklerden yapım ekleriyle yeni kelimeler türetmek. Bazı devirlerin ve mesleklerin özel terimleri ile alet isimleri ait oldukları yabancı dilden alınabilir.

6-Türkçeden istisnalar hariç, bütün Arapça ve Farsça tamlama şekillerini ve kurallarını atmak.

7-Türk halkının bildiği ve severek kullandığı her kelime Türkçedir. Dilde sadeliğin ölçüsü, halkın ağzındaki yaşayan Türkçedir.

8-Terimler hariç eski ve başka Türk lehçelerinden, İstanbul Türkçesinin ses, şekil ve kelime kurallarına uymayan kelimeleri almamak.

9-Kelimeler belirttikleri manaların, tarifleri değil, işaretleridir. Mesela, ‘ağaç’ sözcüğü, ağacın kendisi değil, onun işaretidir. Bu bakımdan, kelimelerin esas manaları, onların türediği kökleri bilmekle anlaşılmaz, kullanılışını bilmekle anlaşılır.

10-Bu saslar dahilinde dilimizin büyük bir sözlüğü ve eksiksiz bir dilbilgisi hazırlanmalıdır.

 

 Gökalp, sistematik Batı düşüncesinin Türkiye’deki ilk örneklerinden birisini vermiştir. Bu örneği verirken de özellikle, Durkheim sosyolojisinden yararlanmıştır. Kendi fikir sistemini kurarken onun metodolojisini takip etmiştir. Bilhassa teoriye değil, pratiğe önem vermesi bunun en tipik örneğidir. Öyle ki, bunu fikir sistematiği dediği görüşlerin yayılnası konusunda da göstermiştir. Kendisi iyi bir şair olarak nitelendirilemeyeceği halde, görüşlerini yayabilmek için öğretici mahiyette şiirler yazmıştır.

 

 Gökalp’in en önemli görüşlerinden biri:

“Türk milletinden, İslam ümmetinden ve Batı medeniyetinden olmak” üzere türk milli hayatının ve varlığının iki büyük gerçeği ile bir büyük mecburiyetine dayanan milli felsefesi, bir çeşit milli sosyoloji niteliğinde görülebilir.

 Siyasetin içinde oluş onu, doğrudan doğruya uygulama yapmaya, pratik programlar hazırlamaya daha çok önem vermiştir. Aynı zamanda herkesin hakkının savunulduğu sosyal adaleti sağlamak gerekirken yine Durkheim’dan esinlenerek, vazifenin haktan önce geldiğini savunmuştur.

 

 AUGUSTE COMTE :

 

Comte, sosyal olayları, bilimsel yöntemle inceleyerek pozitif bir bilim kurmak amacıyla bilimsel diüşünceyi, bilim öncesi düşüncelerden kesin olarak ayırmıştır. Ona göre, insan düşüncesi ve bilimler 3 ana evreden geçerek evrimleşmektedir:

 1-Teolojik çağ; mutlak olanın araştırıldığı bu dönemde tüm olayların nedenleri çok sayıda ve kaprisli doğaüstü güçlerle açıklanır.

 2-Metafizik çağ; doğaüstü güçlerin yerini, olguların ilk nedeni olan soyut varlıklar alır.

 3-Pozitivist çağ da ise akıl yürütme, deney-gözlem, sınıflama yoluyla olaylar arasında değişmez ilişkiler ve yasalar araştırılır.

 Dünyaya salt akılcı bir gözle bakmayı amaçlayan pozitivizm, düzenlilikleri gözlemleyerek yasalara ulaşmayı amaçlar.

 Toplumbilimin, pozitif bir bilim olabilmesi için, toplumsal olayların bütün bilimler için ortak olan bir yöntemle incelenmesi gerekir.

 Pozitif evreye ulaşan toplumbilimin amacı; toplumun yeniden düzenlenmesine yardımcı olmaktır.

 Comte’a göre çağdaş toplumlar bir kargaşa içindedir. Bireylerin bencil çıkarlar peşinde koşması, güçlünün zayıfı ezmesi biçiminde beliren bütün bu toplumsal bunalımın arkasında zihinsel kargaşalık yatar.

 Pozitivist bir anlayışla, sağlam toplumsal kuralların temelleri atılmadıkça toplum bu kargaşalıktan kurtulamayacaktır.

 Kısaca Comte toplumbilime, toplumu yeniden düzenlemeye yarayacak temel düşünceleri yaratma görevi yüklemiştir.

 Comte’un pozitif felsefe kitaplarının başında güttüğü ilk ve özel amaç toplumsal olayları fizikte olduğu gibi bilimsel yöntemlerle inceleyen ‘toplumsal fizik’ ve ‘toplumbilim’ adlı yeni bir bilim kurmaktır.

 İkinci amaç, bilimleri derecelendirerek, sistemleştirmektir. Böylece bilimler sisteminde, toplumbilimin yerini ve öteki bilimlerle ilişkisini belirleme olanağı olacaktır.

 

Toplumbilimle sona eren bu bilimler sıralamasında Comte’un başvurduğu ölçütler şunlardır:

 1-Bilimlerin, bağımsız olarak gerçekleşme önceliklerine göredir.

 2-Basitten karmaşığa, genelden özele doğrudur.

 3-Önce gelenlerin sonra gelenleri hazırladığı mantıksal bir düzen vardır.

 4-Bir de aşamalı bir gelişme doğrultusu izlemiştir.

 

 Comte’a göre bilimlerin hiyerarşisi:

 

 Matemetik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve en son olarak da sosyoloji gelmektedir. Sosyolojinin diğer bilimlerle kullandığı ortak bir yöntemi olduğu gibi kendine has bir yöntemi de vardır; ‘tarihsel yöntem’.

 Comte toplumu, ‘düzen’ ve ‘ilerleme’ gibi iki görünümlü bir olgu olarak anlar. Ona göre sosyoloji; toplumsal statik ve toplumsal dinamik olarak ikiye ayrılır.

 

 Toplumsal statik; toplumsal olayların örgütsel bütünlüğünü, toplumsal dinamik ise ilerleme ve gelişmeye ilişkin yasaları araştırır. Toplumun bu iki yönü birbirinden ayrılmayacağına göre toplumbilim, toplumsal dinamik ve tarihselboyuttan soyutlanamaz. Başka bir değişle toplumbilim, toplumsal örgütlenme ve gelişmenin incelenmesidir.

 Comte’a göre tarihsel yöntem; tarihsel verilere dayanarak insanlığın gelişme yasalarını araştırmaktır.

 

 Comte, tarihsel gelişmeyi 3 evre yasasına göre açıklamaya çakışır:

 1-Teolojik düşünce; askeri ve monarşik bir örgütlenmeye yol açmıştır. Bu toplumda insanlar, bir krallar kralı ve güçlü bir savaşçı olan tanrının en üstte yer aldığı bir hiyerarşik yapı ve askeri bir durum içinde örgütlenmiştir.

 2-Metafizik düşünce; soyut haklar öğretisinin egemen olduğu bir siyasal yapı oluşturmaktadır. Kutsal hakların, doğal haklara üstün olduğu bu aşamada, toplumsal örgütlenme katı ve biçimsel bir özellik kazanmıştır.

 3-Pozitivist düşünce ise endüstri çağı gibi pratik sonuçlar yaratmış doğanın araştırılması ve doğa güçlerinin kullanılmasını sağlamıştır. Pozitivizm bu aşamanın temel özelliğidir. Görüldüğü gibi pozitivizmin başlıca amacı, toplumsal olayların, pozitif bilim yöntemiyle araştırılmasını amaçlayan bir toplumbilim kurmaya çalışmasıdır.

 Comte’un dinamik özelliği, toplumun ayrılmaz bir parçası tarihsel gelişmeyi de düşünsel gelişmenin bir ürünü saymıştır.

 Toplum, dinamik biçimlenme içinde örgütlenmiş bir kurumlar birliği olarak kurulur. Comte’da, tek tek kurumları aşan bir toplumsal anlayışın, ilk belirtilerini bulmak mümkündür. Egemen düşünceye göre belirlenen bir toplumsal yapıyı, toplumu oluşturan temel olguların belirleyeceğini saptamıştır.

 

 EMİLE DURKHEİM :

 

 Sosyolojinin kurucularından sayılır. Comte’un doğrultusunda toplumu inceleyen bir pozitivisttir.

 Toplumsal olayların incelenmesinde, fizik bilimlerin yöntemini uygulamak amacındadır.

 Yöntembilime toplumsal olguyu ele alarak girer. Ona göre, bir toplumsal olgu, nesnel ve zorlayıcı bir niteliğe sahip olan düşünce, duygu ve eylemlerdir.

 Toplumsal olgu kaynağını bireysel bilinçten ayrı olan ortak bilinçten alır. Toplumsal olgu ortak bilinçle ortaya çıkarsa da simgelerle dışlaşır. Olayların bu dışlaşmış yanı; yasalar, atasözleri, kitaplar gibi simgesel görünüşlü sistemlerdir.

 Toplumsal olguların gözleme elverişli yönü bu dışlaşmış, kalıplaşmış yanı, din, ahlak, hukuk, ekonomi gibi çeşitli biçimlerde simgeleşen toplumsal olgu, bireylerin dışında olduğu gibi ortaklaşa yaratılıp geliştirildiği için ister istemez kendisini zorla kabul ettirme gücüne sahiptir.

 Olgulara ortak bilinç tarafından kazandırılan ve bireylere dıştan gelen zorlayıcılık nesnel bir özellik taşır.

 Kısaca, tolumsal olgunun incelenmesinde uyulması gereken kuralların ilki; toplumsal olguları bir nesne gibi ele almaktır. Yani olgular bunları tasarlayan bireysel bilinçten ayrı bir nesne gibi dıştan incelenmelidir. Bu ilkeyi gerçekleştirebilmek için şu 3 kuralı izlemek gerekir:

 

 1-Değer yargılarından arınmış olmak gerekir.

 2-Toplumbilimcinin ilk işi, incelediği nesneleri tanımlamak olmalıdır.

 3-Toplumbilimci, toplumsal olguları bireysel görünüşlerinden soyutlanmış yönleriyle incelemelidir. Olgular, bireysel yorumlarından sıyrıldıkları ölçüde nesnellik kazanırlar.

 Durkheim’a göre, olguları bireysel görünüşleriyle incelemeyi amaçlayan ‘monografi’ tekniğine başvurmak içinden çıkılmaz bir malzeme yığını içine gömülmektir.

 Durkheim, genel biçimlenme gösteren olguları, normal olarak niteleyerek patolojik olgulardan ayırmış ve bu olguların açıklanabilmesi için toplumsal tiplerin oluşturulmasını öngörmüştür. Toplumsal olayların açıklanmasıyla ilgili kuralların en önemlisi, bir toplumsal olayın nedeni başka bir bir toplşumsal olayda aranmalıdır.

 Bu kurala göre, bir toplumsal olgu ancak başka bir toplumsal olgunun sonucu olabilir. Başka değişle, sosyal olguların açıklanması, bunlar arasında bir neden- sonuç ilişkisinin kurulmasıyla olabilir.

 Durkheim toplumbilimde, öteki bilimlerde olduğu gibi nedensellik ilkesiyle “aynı neden her zaman aynı sonucu doğurur” kuralına ulaşmıştır.

 Ancak nedensellik ilişkisini arama yolunda, doğa bilimleri ile toplumsal olaylar arasında bir ayrım göstermiştir.

 Toplumbilimde, nedensellik ilişkisine doğrudan deneyleme yoluyla değil, dolaylı deneyleme veya karşılaştırma yöntemiyle ulaşılır.

 Durkheim, J.S.Mill’in ‘birlikte değişmeler’ kuramına özel bir önem vermiştir. Ancak ona göre, iki olgunun gösterdiği birlikte değişmelerin, nedensel bir ilişki olarak yorumlanabilmesi için salt bağıntının gözlemlenmesi yeterli değildir. Nedensel ilişkilerin kurulabilmesi için, birlikte değişmelerin istatiksel olduğu kadar, mantıksal olarak da bir bağıntının varlığını dile getirmesi gerekir.

 Durkheim, toplumbilim için öngördüğü yöntemin özelliklerini şöyle özetlemiştir:

 “Bu yöntembilimin herhangi bir felsefe ve toplumsal öğretiden bağımsız, nesnel ve salt toplumbilime özgüdür”.

 Durkheim, geliştirdiği toplumbilim yöntemini; ‘işbölümü’,’ intihar’ ve ‘din’ gibi olaylara uygulayarak bunların nedensel açıklamalarını yapmaya çalışmıştır.

 Örneğin, bir toplumsal olgu olan ‘işbölümünün’ tarihsel gelişme ve evrimini bir başka toplumsal olguya, nüfusun yoğunlaşarak uzmanlaşmasına bağlamıştır.

 Başlangıçta, cinsiyete dayalı olarak ortaya çıkan ilkel işbölümü, giderek çok çeşitlenmiş ve günümüzdeki mesleki uzmanlaşmaya dönüşmüştür. Böylelikle toplum, türdeş bireylere dayalı mekanik dayanışmadan, aralarında derin çeşitlemeler gösteren, bireylerin işlevsel olarak bütünleştiği organik bir dayanışmaya doğru evrimleşmiştir.

 Toplumsal işbölümü, Durkheim’a göre toplumun tüm kurumlarının biçimlenmesinde belirleyici bir işleve sahiptir. İşbölümünün gelişmediği veya henüz farklılaşmamış mekanik bir toplumda, soyaçekim ve gelenekler egemendir. Hukuk, ahlak ve toplumsal denetim güçlü ve yaygındır. Soyaçekime dayanan siyasal otorite, belli bir grubun tekelindedir. Ortaklaşa mülkiyetin geçerli olduğu bu toplumda, ortak bağlılığı simgeleyen din, henüz bireyselleşmemiş bir sistem olan totemizmdir.

 Buna karşılık ileri bir işbölümü gereği farklılaşmış ve bireyci bir yapıya sahip olan organik toplumda, bireysel çekişme temeli üzerinde uzmanlaşma egemendir. Bireysel özgürlük ve uzmanlaşmaya dayalı bir hukuk gelişmiştir. Siyasal yönetim, hükümetle yurttaşlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kurallar sistemine bağlanmıştır. Bireysel mülkiyetin geliştiği bu toplumda, tek tanrılı dinler ve giderek uluslar arası değerler belirmiştir.

 Görüldüğü gibi Durkheim, işbölümünü bir yandan nüfus sıklığı olgusunun bağımlı bir değişkeni sayarken aynı zamanda başta dayanışma biçimi olmak üzere, toplumun tüm özelliklerini belirleyen bir bağımsız değişken olarak ele almıştır.

 Durkheim, ‘intihar’ konusunda da yöntemine uygun olarak patolojik saydığı bu olayın nedenini bir başka toplumsal olayda aramıştır. Ona göre bu olay, kalıtım, iklim koşulları, taklit gibi etkenlerin değil, grup bağlılığındaki zayıflamanın sonucudur.

 İntihar, özgeci hangi türden olursa olsun grup dayanışmasındaki çözülmeyle birlikte beliren ve grup bağlılığı azaldıkça artan bir olaydır. Bu nedenle intihar bireyin, aile, din veya topluma olan bağlılığıyla ters orantılıdır.

 Görüldüğü gibi bu konuda da toplumsal olgular arasında nedensellik ilişkisi arayan Durkheim intiharı, toplumsal dayanışma olgusunun bir işlevi saymıştır.

 Durkheim’ın ‘din’ olgusunu ele alış biçimi de aynıdır. Dini, bir yandan toplumun ürünü sayarken aynı zamanda çeşitli kurumlar bir yana, insan düşüncesini yöneten mantıksal kurallar ve temel kavramların bile kaynağını bu olguda aramıştır.

 Durkheim, kutsal nesnelere ilişkin bir inanç ve pratikler sistemi olarak tanımladığı dinin bütün kaynaklarını toplumda bulur. Ona göre din, gerçekte ortak bilincin simgesel bir yansımasıdır. İnsanlar arasında toplumsal dayanışmayı geliştirmeye yarayan din, toplumunun ortak ideallerini dile getirmeyi amaçlar. En ilkel toplum olan klan içinde belirmiş olan totemizm, insan düşüncesinin zaman ve mekanı gibi temel kavramlarıyla mantıksal ilkelerinin kökenidir. Kısacası düşüncenin temel taşları din aracılığıyla toplumdan kaynaklanmıştır.

 Din yaklaşımı, toplumsal yapıyı bir yanda tek tek ögeleri aşan, onları biçimlendiren bir birlik olarak anlarken bir yandan da kendisini oluşturan ögeler arasındaki karşılıklı etkileşimin ürünü sayan bu tutum, gerçekte iki karşıt yaklaşımın bir bileşimidir.