Posts Tagged ‘İhtilal’

İSMET ÖZEL / HAKAN ALBAYRAK / ŞEFİK DENİZ

Perşembe, Şubat 18th, 2010

  

İSMET ÖZEL:

 Dirgenler, bakraçlar, tornavidalar

Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar

bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya
taşımamı yasaklayan belgeyi imzaladım
burada bitti artık işim, ocağım yok
uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

      …

– Hiçbir şey söylemeyen sözlere ulaşmak için

          her şeyin söylenmesi gerekti…

– Konuşmayı öğrendiğim andan itibaren susmam söylendi bana.

 PROPOGANDA

 Köleler gördüm, karavaşlar
hayaları burulmuş bir adamın ayaklarını yıkamaktalardı
artık kelimeleri kalmamış fiyatları sormaktan
saçları taranılmaktan usanmışlar
sinemalarda saklanıyor kışın
yaz olunca denizin yalayışlarına
kaldırımlarda demokrat
otobüslerde dindar
geceyi
saatlerine bakarak anlıyorlar
ve sabah
gökyüzünün karnını gerdiği zaman
dağların kokusundan fabrikalar
acıkınca
Köleler!
gözleri camekânlarda.
Silâhlar gördüm
namlusu akla çevrilmiş sahra topları
mürekkebin utandığını gördüm basılı kâğıtlarda
tetiğe basan parmaklarda çare yok, gördüm mürekkebi:
Çare yok, radyoları kapatsam
çare yok, secde etsem anılarıma
bu bozulmuş yeminlerin bayrakları altında
olacak şey mi duymak portakal bahçelerini
mermiler araya girmeden anlayabilir miyiz artık
hangi kızlar hangi serin yerlerimize değdi:
Sanırdık saçlarımız kumrularla kaplanır
bir çocuk, İşte ırmak! diyerek haykırınca
o zaman belki çocuklar zabıtalardan daha çoktu
belki biz daha çok ağlardık bir aşk pıhtılanınca:
Gördüm
gözlerinde zindanlarla bana baktıklarını
düşündüm yaslanarak şehrin kasıklarına
düşündüm kafa kemiklerimi eritinceye kadar
nedir bu kölelerin olanca silâhları
silahların köleleri olmaktan başka.
Bıkmadım
koyu renkler kullanıyorum hayatımda
koyu mavi, acıyı anlatırken
sessizce öperken, koyu beyaz
ve saçlarım hakaretlerle okşanırken
koyu bir itiraf sarıyor beni.
susmak elbette zehirlidir
ve rahatlık getirir yazıklanmak da.
Ey tenimde uzak yolculukların lekeleri!
Ey çocuklarda uyuyan intizamsız güneşler!
gelin ve boğdurun bu köleleri.

 Cellâdıma Gülümserken

Çektirdiğim Resmin Arkasındaki Satırlar

Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında.
Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat
her şeyi gördüm içim rahat
gök yarıldı, çamura can verildi
linç edilmem için artık bütün deliller elde
kazandım nefretini fahişelerin
lanet ediyor bana bakireler de.
Sözlerim var köprüleri geçirmez
kimseyi ateşten korumaz kelimelerim
kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına
uçtum ama uçuşum
radarlarla izlendi
gayret ettim ve sövdüm
bu da geçti polis kayıtlarına.

Haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi Nepal`de kalmış
Slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde.

Acaba kim bilen doğrusunu? Hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?
Ola ki
şeytana satacak kadar bile bende ondan yok.
Telaş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum
çünkü bu, ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir
devlet sırrıyla birlikte insanın
sinematografik bir hayatı olabilir
o kibar çevrelerden gizli batakhanelere
yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri
ve sonunda estetik bir
idam belki!
Evet, evet ruhu olmak
bütün bunları sağlayamaz insana.
Doğruysa bu yargı
bu sonuç
bu çıkarsama
neden peki her şeyi bulandırıyor
ertelenen bir konferans
geç kalkan bir otobüs?
Milli şefin treni niçin beyaz?
Ruslar neden yürüyorlar Berlin`e?
Ne saçma! Ne budalaca!
Dört İncil`den Yuhanna`yı
tercih edişim niye?
Ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında
burada, bu istasyonda, bu siyah
paltolu casusun eşliğinde
en okunaklı çehremle bekliyorum
oyundan çıkmıyorum
korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye
önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çenekli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?

Gelin
bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!
Bana kötü
bana terkettiğiniz düşünceleri verin
o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız
ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar
onları verin, yakınmalarınızı
artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar
ben aştım onları dediğiniz ne varsa
bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar
boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz
içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı
verin bana
verin taammüden işlediğiniz suçları da.
Bedelinde biliyorum size çek
yazmam yakışık almaz
bunca kaybolmuş talan
parayla ölçülür mü ya?

Bakın ben, birçok tuhaf
marifetimin yanı sıra
ilginç ödeme yolları bulabilen biriyim
üstüme yoktur ödeme hususunda
sözün gelişi
üyesi olduğunuz dernek toplantısında
bir söyleve ne dersiniz?
Bir söylev: Büyük İnsanlık İdeali hakkında!
Yahut adınıza bir çekiliş düzenleyebilirim
kazanana vertigolar, nostaljiler
karasevdalar çıkar.
Yapılsın adil pazarlık
yapılsın yapılacaksa
işte koydum işlemeyi düşündüğüm suçları
sizin geçmiş hatalarınız karşısına.
Ne yapsam
döl saçan her rüzgarın
vebası bende kalacak
varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek
benim kılıcımı.

(1984)

——————-

HAKAN ALBAYRAK :

– Kalmak katlanmaktır, kabuslar ortasında gülümsemek ve iyiyim demek.

– Önemli olan hayatı uzatmak değil, derinleştirmektir.

    PETERSBURG’DA BİR GECE

                                           Ahmet Ağı’ya

 yağmurlu gece nötralize ediyor

 bunun altını kendimi yormadan çiziyorum

 şimdi diyorum ölsem mölsem de olur

 ama trajediyi çağrıştıracak

 hiçbir şey duymuyorum içimde

 nehir akıyor

 ben gelmiş gidiyorum

 geldiğimiz yerden döndüğümüz yere

 ve her şeyi anlamış biri olarak

 ülser olma huyumdan vazgeçiyorum

 nasılsa öylece kabul ediyorum olanı

 cennetten kovuldum

 buradayım

 ve ne kadar çırpınsam boş

 1991

      ————————–   

      ŞEFİK DENİZ :

     

                    DÖNER BELKİ İSA           

        

                 Ahmet Ağı’ya

 Bir geceydi bosforus öpüşüyordu martılarla

Belki dedik bir gül kokusu sıçrar üzerimize

Bekledik bir hisar gibi yıllarca

Belki dedik bu yağmur sahici değildir

Belki şarap saklar geceyi sevgilinin dudaklarından

 

Sen bir mermi kadar sabırsızdın o vakitler

Tuttum kolundan geceyi bak dedim Ahmet

Bunlar martılar bak kanatları ıslak

O vakitler

Başımızda binlerce yağmur serinliği

Bir damlayla açılırdık

Hesapsız soluklarına yaseminlerin

Itır dahi olsun solardı bizden

 

Bak dedim Ahmet

Gecenin bunca serin ıslığı

Çalkalanıyor kalbimin ağrıyan tarafından

Sakın dedim söyleme şarkımızı

Kızlar ölür yoksa

Bir ihtilal dayanır bosforusun yanaklarına

Bırak dedim minareler tutsun tan vaktini

Bak dedim bu martılar ıslak

Bak dedim boğaziçine

Bunca gemiyi aktarıyor koynundan

Haliç çocukluğumu çalıyor uykumdan

 

Yıkma dedim Ahmet Üsküdar’ı

Bırak istavrit kokularını orospuların öfkesine

Söyleme dedim şarkımızı İstanbul kırılır Ahmet

Kırılır göğün beklemekten tunçlaşmış ağrısı

Dinlemedin Ahmet yürüdün gittin

Sirkeci’yi sallamaya

Yürüdün gerilmiş silahlar gibi bosforusu inletmeye

Sakın dedim Ahmet gece vakti

Yoksa çocuklar yakar bu gemiyi

Yürüdün gittin böğründe binlerce dinamit kucakladın İstanbul’u

 

Ben duydum Ahmet odalardan kanıyordu İstanbul

Ben Beyoğlu’nu ölçtüm biçtim kokladım

Galata’ya çıktım martıların üstüne

Kasıklarını dinledim bosforusun

Şarap mıydı kan mıydı taa Sarıyer’den akıyordu

Kulaklarına eğildim fısıldadım

İstanbul muydu sevgili mi orospu muydu

 

Ben öptüm Ahmet

Dinlemedin bir namlu gibi doğrulttun kendini

Avuçlarına dağılmış barut kokusu

Bırak dedim Ahmet söyleme şarkımızı

Serilir yoksa saçlarına

Saçların zencefil kokuyor Ahmet

 

Bak dedim Ahmet

Bütün martıların kanatları ıslak burada

Bu yağmurlar tutmaz bizim şarkımızı

Söyleme dedim öpülmemiş kızlar kadar uzak

Dur dedim utandırma İstanbul’u

Bak dedim ne kadar uzak manastırların gölgesi

Bak dedim…

Belki İsa..

***

**

AN(A)KARA

Dünyası küçük

kaygıları büyük bir babanın oğluydu

annesi karyola demirlerine bağladığında

henüz bir yaşındaydı

üç yaşında donsuz

dört yaşında kısa don giymekten çok utandı

Babasıyla tek coşkusu beş yaşında oldu

Ve bir daha hiç oynamadı

*

Altısında okumayı

Yedisinde yalnızlığı

sekizinde tütün içmesini

dokuzunda zar atmasını öğrendi

*

on yaşında çırak

onbirinde ilk mektep mezun

onikisinde tek arkadaşı “B”ydi

onüçünde zekasını farketti

ondördünde dosyasına “sakıncalı” yazanlara çok kızdı.

*

onbeşinde babasından

onaltısında dünyadan koptuğunda

geri döneceğini hiç düşünmemişti

onsekiz bunalımmm

Ondokuz yaşanmadı…

Yirmisinde “V” ile tanıştı

Anlamak için uykusuz kalmayı öğrendi

*

Yer sarsıldı, yıldızlar uçuştu

kendini bulmaya devam etti

Yirmibir son mektep mezun

Yirmikisinde askere gitti, hasta bile olmadı

Yirmiüçte ortada kaldı

Yirmidörtte memuriyete teslim oldu

Yirmibeş büyük deprem

Önce metafizik bitti sonrası fırtına

*

zamanla duruldu

buz gibi bir yalnızlıkta

artık her şey olduğu gibiydi

sessizliğin içinde öfke duymayabilir

hatta babası için ağlayabilirdi

belki bir kız arkadaşı da olurdu

ama “ne yaşamaktan ne de ihtihar etmekten vazgeçmeyen” bu adam

hiç gerek yokken bir ikindi vakti

sustu ve oracıkta kalakaldı.

AHMET AĞI – 1990

    

SOSYOLOJİ TARİHİ-4

Pazartesi, Ekim 12th, 2009

 

 HERBERT SPENCER (1820 – 1903) :

 

 Bir İngiliz olan Spencer, klasik eğitimini evinde almış, bireyci bir düşünürdür. Sanayi devriminden ve iktisadi gelişmelerden etkilenmiş ve ‘Economist’ dergisini yayınlamıştır.

 Topluma bakışta, Darwinci evrim teorisinden etkilenmiştir. Comte’nkine benzer sosyal statikler ve dinamikler ayrımı yapmıştır.

 

 Önde gelen çalışmaları:

 -İlk Prensipler

 -Sosyal Statikler

 -Sosyoloji İncelemeleri

 

 Spencer’in amaçları; tarihi ve sosyolojik olarak sosyal evrim sürecini ortaya koymaya çalıştı. Darwinizmden çok etkilendiğinden, biyolojik evrimi topluma uygulamıştır.

 

 Temel Kabulleri:

 

1-Evreni, evrimin ve ölümün değişmezliği içinde gördü. Ona göre sosyolojinin görevi; bu süreçleri topluma uygulayarak, onun incelenmesi olacaktır.

2-Evrimi, evrensel bir süreç olarak kabul etti. Yani evrimi, bütün zaman ve mekan için geçerli doğal bir kanun olarak benimsedi. Ona göre naturalistik (doğma, büyüme, ölme) evrim, evrenin prensibiydi.

3-Spencer toplumu, parçaların toplamından daha çok, toplam etkileşim içinde birbirini tamamlayan parçalardan ibaret bir ‘organizma’ olarak gördü.

 Toplum, fonksiyonel ve destekleyici ilişkiler içindeki biyolojik organizmalara benziyordu.

 Bu görüşleriyle Spencer, çağdaş ‘fonksiyonalizm’in öncüsü oldu.

4-Comte’n yaptığı gibi toplumu iki temel parçaya böldü:

   a)Sosyal statikler; toplumun kurumsal yapıları ve sosyal sistemleri.

   b)Sosyal dinamikler; yapının geçirdiği evrimi kapsıyordu.

5-Spencer için toplumun temel kurumları; aile ve merasimler, siyasi, dini, mesleki işbölümü ve sanayi ilşkilerinden ibarettir.

   Bu yapı; ilkel poligami, askeri, kabileci ve köleci sistemden, monogami, devlet, profesyonel meslekler ve iş sözleşmesi temelindeki topluma doğru gelişmiştir.

6-Toplumu iki temel sisteme bölmüştür:

  İç sistem; fonksiyonların varlığı ve dağılımı ile ilgilidir.

  Dış sistem; sosyal kontrol ve düzenleme işleyişlerini gösterir.

  Bu iki alt sistem, evrim sürecinde bir organik bütün olarak toplumu korumaya yarar. Her toplum kendini korumaya çalışır.

7-Sosyal dinamikler olarak Spencer, belirli süreçlerin altını çizer:

  a)Hareketin, mekanizmanın sürekliliği.

  b)Homojenlikten, heterojenliğe doğru gidiş.

  c)Evrim ile süper organik unsurların bir araya gelişi.

  d)Toplumdaki sürekli hareketin dengeye doğru gittiği.

 

   Spencer’in Metodolojisi:

 

 Comte’nkine benzer, deneysel gözlem, karşılaştırmalı metot, tarihsel tümdengelim ve tümevarımdır.

 Tümevarım yöntemi Comte’a nazaran daha beligindir. Bunun nedeni ampirizm İngiltere’de gelişmeye başlamış olmasıdır.

 Ona göre bu yöntemler, sosyal evrim sürecini izlemek için kullanılır.

 

   Spencer’in Tipolojisi:

 

 Onun tipolojisi, toplumu sosyal statikler ve soysal dinamikler olarak bölmesinden çıkar. Bunun yanı sıra askeri ve sanayi toplumu diye ayırdığı iki tip ve ideal tip karakteristiklerinin ayrıntılı modelini vermiştir.

 Askeri toplum; ödüllendirilmelerin keyfi dağılımı ve merkezi hükümet vardır. Bireye boyun eğdirici bir sistem sözkonusudur. Yüksek derecede katıdır. Bireylerin işine aşırı derecede karışan, katı bir düzenleyicidir.

 Sanayi toplumu ise ödüllerin dağılımını mukaveleler ile sağlar. Bireyler daha yüksek statüler veren ve onların işine en az düzetde karışan merkezileşmiş bir toplumdur.

 Bu toplum tipleri zorunlu olarak ilkel ve modern evrim safhalarını gösterir.

 

Toplum; sosyal statikler ve sosyal dinamikler olarak:

 

Sosyal Statikler:

 

 a)Kurumlar:

   1-Aile (monagaminin gelişimi)

   2-Merasimler

   3-Siyasi kurumlar (asker, devlet vs.)

   4-Dini kurumlar (çok tanrılı dinden, tek tanrılı dine geçiş)

   5-Mesleki kurumlar (İşbölümü ve mesleklerin gelişimi)

   6-Endüstriyel kurumlar (kölelikten, sözleşmeli işçiliğe geçiş)

 

 b)Sistemler:

   1-İç sistemler (besleyici, dağıtımcı)

   2-Dış sistemler (düzenleyici)

 

c)Tipler;

   1-Askeri toplum

   2-Sanayi toplumu

 

Sosyal Dinamikler:

  

   1-Hareketin devamlılığı.

   2-Homojenlikten heterojenliğe gidiş.

   3-Süper organik unsurların birikimi.

   4-Dengeye doğru yönelme.

 

 

 

          KARL MARX (1818 – 1888) :

 

 Marx, yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Tarih, felsefe ve hukuk eğitimi gördü. Gazetecilik yaptı.

 

 Başta gelen eserleri:

 

-Kapital (Sermaye)

-Politik İktisadın Kritiği

-Komünist Manifesto (1848)

 

 Marx, Alman idealizmi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz iktisat teorisinden etkilenmiştir. Zamanını ekonomik, siyasi ve sosyal problemlerle ilgilenerek geçirmiştir. Diğer toplum teorierine, ‘çatışmacı toplum teorisi’yle karşı çıktı.

 Zamanın etkili teorilerinden ‘komünizm’in kurucusu ve belirleyicisi olması, onun öneminin ve etkisinin devam etmesine neden olmuştur.

 

 Amaçları:

 

 Marx’ın temel amacı; toplumun tarihi gelişimi boyunca devam eden ‘alt yapı – üst yapı’ ilişkisini göstermeye çalışmaktı. Ona göre hayat şartları (toplumun ekonomik alt yapısı)  ile fikirleri (toplumun normatif üst yapısı) arasındaki ilişkide alt yapı kesin belirleyici olmuştur. Ve bu ilişki tarihi süreç içinde sanayileşme ve kapitalistleşmeyi doğurarak ‘doğal insan’dan ‘yabancılaşmış insan’a doğru bir gelişime yol açmıştır.

 Marx’ın bu teorik yaklaşımının arkasındaki ideolojik amaç; doğal ve sosyal çevre şartlarının yeniden sentezini yaparak doğal insandan, yabancılaşmış insana yönelen süreci tersine çevirmek ve yeni bir safhayı başlatmaktır.

 Bu pragmatik sonucu sağlayabilmek için, ‘diyalektik materyalizm’ içindeki tarih incelemelerini politik iktisat düşünceleriyle birleştirdi.

 

 Temek Kabulleri:

 

 1-Onun en temel sayıtlısı, materyalist görüşten kaynaklanır. Ona göre, “varlık, bilinci belirler”.

 Hayatın maddi temel şartları (alt yapı), sosyal ve normatif bilinci (üst yapıyı) belirler.

 2-Bu durumda madde, ideolojiyi tayin eder. Maddedeki değişmeler (maddi ve iktisadi çelişmeler) sosyal değişmeye sebep olur.

 3-Buna bağlı olarak, toplumun varlık sebebi, hayatın maddi şartlarından kaynaklanmaktadır.

 Tabiat mücadelesi içinde, insanların temel ihtiyaçlarını tatmin etmeye çalışması ile gelişen ekonomik alt yapı, toplum hayatının kurucusudur. Toplumun siyasi ve hukuki üst yapısını da bu alt yapı belirler.

 Toplum, maddi üretimin temel şekli yani ekonomik sistem tarafından belirlenen sosyal bilinç ve ilişkiler içinde evrimci bir denge ortaya koyar.

 4-Alt yapı ve üst yapı arasındaki diyalektik ilişki toplumun belirli safhalardan geçmesine yol açar.

 Nüfus artışı ve ekonomik ihtiyaçlar işbölümünün artmasına sebep olur. Bu gelişme özel mülkiyetin birikimine yol açar. Sanayileşmenin etkisiyle de kapitalist sistemde belirli bir sınıfın ekonomik egemenliği ve bunun sonucu siyasi egemenliği kurulur. Ancak bu durum, proleteryanın doğadan ve üretim araçlarından yabancılaşmasına yol açar. Bu yabancılaşma da sonunda ihtilalle sonuçlanır.

 Marx’a göre, toplumun komünizme yönelmesiyle doğal insan yeniden kurulacaktır.

 Marx’ın, alt yapının belirleyiciliğine bağladığı bu evrimci toplum modeli, Hegelci diyalektiğin, materyalizme uygulanması sonucunda ortaya çıkmıştır.

 

 Marx’ın Metodolojisi (Hegelci Diyalektik):

 

 Marx, olgular arasındaki ilişkiye diyalektik materyalizm açısından bakar. Hegel’in diyalektiğini alarak tersine çevirip kullanmıştır. Hegel’e göre olgulardaki değişme ve evrimin dinamiği birbirini izleyen üç safhada meydana gelir; tez, antitez ve sentez.

 Her şey kendi karşıtını barındırır ve aralarında çıkan çatışma yeni bir oluşu meydana getirir.

 Her oluşun kaynağı olan ilk başlatıcı yani bütün varolanların arkasında ve temelinde bulunan yerine göre ide, akıl veya geisttır. Adlarından da anlaşılacağı gibi Hegel’de bu ilke manevi niteliktedir. Bu ilkeden hareketle düşünce ve varlık, diyalektik bir hareket göstererek birbirinden türerler. Bu süreçte, zıtların çelişkisi dinamizmi sağlar ve bu süreç evrenseldir.

 Evren içinde daha doğrusu evren olarak gelişen idenin amacı; sonunda kendi kendini bulması, kendilik bilinç ve özgürlüğüne erişmesidir.

 Bu amacına doğru gelişmesinde ide, diyalektik üçlü adımına uygun olarak üç sahadan geçer. Ancak her basamağın içinde üçüzlü hareketler de vardır. Bunlar bir basamağı boydan boya geçip onu bir yukarı basamağa yükseltirler.

 İde, önce kendi kendinedir yani kendi içindedir. Gizli olan gücünü henüz gerçekleştirmemiştir. Ancak kendisini bilmesi ve tanıması için kendisine bir gerçeklik kazandırması gerekir. Artık tabiatta ide kendi başına değildir. Kendisinden başlka bir şey olmuştur. Özüne aykırı düşmüş, kendisine yabancılaşmıştır. Özüyle çelişik bir duruma girmiştir.

 Bu çelişkiler idenin gelişmesindeki üçüncü basamakta ortadan kalkar. Bu dar anlamıyla geistın kültür dünyasında ortadan kalkar. İde yeniden kendisini bulur. Hem bu sefer bilinci dolayısıyla özgürlüğe kavuşmuş olarak.

 

 Hegel, dört diyalektik kanundan sözeder:

1-Diyalektik gelişmede asla durağanlık yoktur.

2-Otodinamizm vardır. Diyalektik sarmal bir ilerleme gösterir. Her şey her şeyi etkiler. Ancak hiçbir şey bir önceki halinin aynısı değildir.

3-Çelişme vardır. Bir şey hem kendisini hem de zıddını barındırır. Her şey dönüşüp zıddı haline gelir. Hayatla – ölüm, kabulle – red arasında olduğu gibi bir çelişme vardır.

 Kabul; tez, inkar; antitez bu çelişmenin çatışmasıyla ortaya çıkan sentez ise reddin reddidir.

4-Hamlede ilerleyiş sözkonusudur (niceliğin niteliğe dönüşmesi):

   Değişme ağır ağır ilerlerken ani bir niteliğe dönüşle sonuçlanır. Varlığın gidişi bazen hamleler yapar. Toplumda bu reform ve devrimler şeklindedir.

 

 

  Marx, diyalektiğin başlatıcı faktörü olarak ide yerine maddeyi koymuştur. Ona göre:

  Tez; ilkel komünal toplum, ‘doğal insan’.

  Antitez; kapitalist üretim biçimi, yabancılaşmış insan.

  Sentez; komünizm, yeniden doğal insan.

 

 Marx, bu diyalektiği toplumlara uyguladığında bunun adı ‘tarihsel materyalizm’ olmuştur.

 

 Tarihsel materyalizme göre toplumlar beş aşamadan geçmektedir; ilkel komünal toplum, antik – köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve komünist toplum.

 Marx’a göre, ilkel komünal toplumda, henüz özel mülkiyet olmadığı için üst yapı kurumları yoktur. Özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla, üst yapı şekillenir, insan kendisine yabancılaşır ve bu durum 19. yüzyıla değin gelir.

 Kapitalist toplumda, üretim araçlarının mülkiyeti, küçük bir azınlığın elindedir. Büyük çoğunluk ise emeğini satarak geçinen işçi sınıfını oluşturmaktadır.

 Komünist safha da ise mülkiyet ortadan kalkacaktır. Dolayısıyla mülkiyeti elinde bulunduranlar ve bulundurmayanlar sınıfı da ortadan kalkacaktır.

 Komünist toplumla beraber, mülkiyeti oluşturan, devlet, din, aile gibi burjuvazi üst yapı kurumları yıkılmış olacaktır.

 Kişi gücü kadar çalışacak, ihtiyacı kadar alacak.

 

 Marx’ın Tipolojisi:

 

 Marx, Batı Avrupa toplumlarının tarihini inceleyerek, diyalektik materyalist bir yaklaşımla, toplumların evrim çizgisini belirledi. Ona göre, toplumlar zorunlu olarak dört aşamadan geçmiştir. Ve diyalektik gidiş gereği, zorunlu olarak beşinci aşamaya komünist toplumda ulaşacaktır.

 Marx’ın evrimci tipolojisi, ilkel komünal toplumla başlar:

 Avcılık, balıkçılık, toplayıcılık ve tarım türünde ekonomik faaliyeti olan bu toplumda, özel mülkiyet ve işbölümü yok denecek kadar azdır.

 Özel mülkiyet ve işbölümünün başlaması ile köleci toplum aşamasına geçilmiş olur.

 Feodal toplum da ise kent – çevre ekonomisi başlar. Asil sınıfın hakimiyeti sözkonusudur. Şehirleşme başlamış, kasaba burjuvazisi ortaya çıkmıştır. El emeğine dayalı ekonomi mevcuttur ve bu ekonominin gelişmesi için dünya ticareti ve sömürgeleşme vardır.

 Bu gelişmeler sonunda kapitalizme yol açar. Merkantilist dönemde sömürgelerden ve ticaretten elde edilen altın, gümüş gibi değerli madenler sermaye birikimini oluşturmuştur. Bu arada bilimde elde edilen gelişmeler, sanayinin kurulması için gerekli teknik gelişimi de sağlamıştır. Sermaye ile teknoloji birleşince sanayileşme başlamıştır.

 Üretim araçlarının mülkiyeti sermayedarlarda toplanmış, buna karşılık emeğinin karşılığını zor bela sürdürebilen işçi sınıfı ise nüfusun büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Toplumda paraya, faydacılığa dayanan bir ideoloji hakimdir. Toplum; sermayedarlar ve işçiler diye iki sınıfa ayrılmıştır.

 Marx’a göre kapitalizm de diğer safhalar gibi sabit kalmayacak, üretim biçimi ve işçi sınıfının kendine yabancılaşması, proleteryanın organize olarak kapitalist burjuvaziye karşı ihtilal yapmalarına yol açacaktır.

 Komünizmde üretim araçlarının mülkiyeti, ihtilalle ortadan kalktığı için yöneten ve yönetilen arasındaki çelişki de ortadan kalkacaktır. Dolayısıyla artık devlet kurumundan da sözedilemez. Bütün dünya işçilerinin kurduğu bu dünya toplumunda insan, başlangıçtaki gibi kendine yabancılaşmamış olacaktır.

 

 Marx, 19.yüzyıl şartları içinde diğer düşünürler gibi içinde yaşanılan bunalımlı çağdan kurtulmak için bu teoriyi geliştirmiştir.

 Marx, 19. Yüzyıl kapitalist sistemi için yaptığı tespitlerde haklıdır. Ve Batı Avrupa toplumlarının evrim çizgisini belirlemiştir.

 Ancak bu evrim şeması, bütün toplumlar için geçerli değildir. Zira geçmişten geleceğe evrim şeması vermek, bilimsel öndeyinin sınırlarını aşar kehanete girer.

 Zıtların çatışması, realitenin çeşitliliği içinde vardır. Ancak bu çatışmanın evrensel olduğu ve olgular arasında ilişki türleri bulunmadığını ileri sürmek mümkün değildir. Bilim olguların bilgisini edinmede önceden belirlenmiş tek bir ölçüye sahip değildir. Kaldı ki, tek bir ölçü realiteyi kavramamızı engelleyecektir.

 İkinci olarak çelişki ve zıtlık birbirine karıştırılmamalıdır. Zıtlar çelişki yaratabileceği gibi bazen uyum da yaratabilir.

 

 Toplumların evrimi konusundaki eleştiriler:

 

 19. yüzyıl paradigmasındaki tek faktör; mutlak determinizm ve bunun sonucu olarak en uzak geleceği tahmin sözkonusudur. Marx’ın, toplumların zorunlu değişim çizgisi izleyeceği konusundaki görüşü, sadece diyalektik materyalist işleyişin evrenselliğinin sonucu değil, aynı zamanda insan sayıltısındaki tekçi yaklaşımından da kaynaklanmaktadır.

 Marx’a göre insan doğuştan iyidir, masumdur. Onu kötü kılan çevre şartlarıdır. Bu yüzden son safha olan komünizmde de çevre şartları değişeceği için, insanlar da tekrar iyi olacak ve bütün kötülüklerin kaynağı kuruyacaktır.

 19. yüzyılın insan şahsiyetinin şekillenmesinde kalıtım mı, çevre mi tartışmasında Marx, çevreyi seçmiştir. Daha sonra bilim dalları geliştikçe bu tür bir sorun da ortadan kalkmıştır. Yani kalıtım ve çevre şartlarının etkileşimi sürecinde insan şahsiyeti ortaya çıkar. Tek başına belirleyicilikleri yoktur.

 Bu nedenle Marx’ın insan sayıltısı yanlışlanmıştır.

 Sosyal teorilerde tek faktöre dayalı açıklamalar ideolojilere kaynak sağlamıştır.

 Marx, komünist safhayı Batı toplumları için söylemiştir. Yani komünizm, sanayileşmiş toplumlarda, proleteryanın ihtilaliyle gerçekleşecektir. Fakat bu ihtilal, kapitalist ülkelerde gerçekleşmemiş Rusya’da gerçekleşmiş hemen de komünist safhaya geçilememiştir.

 Marxist teorinin geliştiricisi ve uygulayıcısı Lenin bu evrim şemasında araya ‘sosyalizm’ aşamasını eklemiştir.

 Son safha komünizme geldiğinde, Marx’ın insan sayıltısı, gerçeğe aykırı olduğu için, insanların kendiliğinden yeni bir dünyada yaşamaları konusunda eleştiriler ileriye sürülmüştür. İnsanların doğuştan getirdiği farklılıklar çevre şartlarında işlendiği için her zaman şu veya bu şekilde yöneten ve yönetilenler omuştur. Bütün bu genetik özellikler eşitlenmedikçe yöneten ve yönetilen ayrımının devam edeceği bir gerçektir.

 Antropoloji geliştikten sonra, ilkel toplumlar da bile bir yönetim hiyerarşisinin mevcut olduğu bilimsel bir gerçek olarak ortaya konmuştur.

 İnsanların uzun süre bir arada yaşamalarıyla etkileşim ağı, hiyerarşiyi zorunlu kılmıştır.

 Sadece bu temel bile sınıfsız toplumun gerçekleşemeyeceğini göstermektedir. Ancak bu durum iki değerli hakikat mantığı çerçevesinde ele alınırsa yanlış sonuç verir.

 Hiyerarşinin varlığını kabul etmek; insanlar, gruplar, sınıflar arasındaki adaletsiz farklılıkları ve mesafeleri meşru kılmayı gerektirmez.

 Bilimde esas olan, bütün toplumlar için geçerli olan gelişme çizgisi yerine, değişmenin çeşitliliğini kavrayan, bütüncü sosyal değişme yaklaşımı sözkonusudur.