Posts Tagged ‘Jung’

A. TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

Perşembe, Aralık 2nd, 2010

   A.TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

 – Sanatçıların, edebiyatçıların eserleri, işadamlarının, askerlerin ve devlet adamlarının yaptıklarından daha uzun ömürlü oluyor. Şairler ve düşünürler, tarihçilerden daha uzun süre hatırlanırken, peygamberler ve azizler hepsinden üstün ve uzun ömürlüdürler.

– Belli başlı tezlerimden biri, tarihsel çalışmada en küçük birimin ‘bütün toplumlar’ olduğu ve Greko-Romen dünyasının ‘şehir devletleri’ veya çağdaş Batının ‘ulus devletleri’ gibi gelişi güzel parçalara ayrılamayacağı idi. İkinci tezim de, ‘medeniyet’ dediğimiz bütün toplumların tarihlerinin bir anlamda paralel ve çağdaş olduğu idi.

Spengler’e göre medeniyetle doğar, gelişir, geriler ve belirli bir zaman çizelgesine uyarak yıkılırdı. Bu aşamaların hiçbirisi hakkında bir açıklama getirilmiyordu.

– Siyah ırkın, günümüze kadar sözü edilmeye değer bir katkısı olduğunu söyleyemiyoruz ancak, medeniyet deneyinin gündemde olduğu anın kısalığını düşünürsek, bunu inandırıcı bir yeteneksizlik kanıtı olarak göremeyiz. Sadece dürtü veya fırsat yoksunluğunun bir sonucu da olabilir.

– Eğer Jung’un eserlerini tanısaymışım bana gereken ipuçlarını vereceklermiş. Yaklaşımımın temellerini, okulda esaslı bir biçimde öğrendiğim Aeschylus’un Agamemnon’u ile Goethe’nin Faust’unda buldum.

– Bizim Batılı kafalarımıza göre, eğer bu ‘çevrimsel tarih görüşü’ ciddiye alınırsa, tarihi bir aptalın anlattığı saçmasapan bir hikaye haline getiriverir.

– Medeniyetler yükselip alçalırken ve bu alçalışta kendilerininkinden daha anlamlı amaçları olan başkalarına yol açarken aslında sürekli ilerliyor olabilirler ve medeniyetlerin gerilemesinin sebep olduğu acı ile elde edilen öğrenme, pekala bir plan içinde gelişen ilerlemenin en ala yolu da olabilir.

– …Büyümenin olduğu yerde, çürüme de olur…

Komünizmin ortaya çıkışından yüzyıllar önce atalarımız aynı umacıyı İslamda bulmuşlar. Günümüzde komünizmin yaptığını aynı nedenlerle 16.yüzyılda İslam, Batılı kalplere bir isteri ilham ederek yapmaktaydı. İslam da komünizm gibi Batılı inanışın belli bir doktrine dayanmayan bir uyarlaması olan ‘anti-batıcı’ bir hareketti. Ve komünizm gibi o da ruhun kılıcını, maddi donatımdan yoksun olarak kullanmaktaydı.

 Batılılar bugün komünizmden, Nazi Almanyası’ndan, Japonlardan korktuğundan daha çok korkuyor.

‘Bloksuzlar’ ile Batılılar 400 yıl önce ‘Türk olmak’ tehlikesinde kaldıkları gibi bugün de komünist olmak tehlikesi ile karşı karşıyalar. Komünistler de kapitalizm tehlikesinden emin değiller…

– Geçmişte kalan 5-6 bin yıl içinde ‘medeniyetin babaları’, bizim arıların balını çaldığımız gibi kölelerin emekleri sonucu ortaya çıkan meyvaları çaldılar.

– Genellikle olduğu gibi belki de kurtuluş, bir orta yol bulmaya bağlı. Politikada bu orta yol, ne dar görüşlü devletlerin sınırsız hükümranlığında ne de merkezi bir ‘dünya hükümeti’nin tekdüze istibdatında aranmalı, ekonomide ise ne sınırsız özel teşebbüse ne de katıksız sosyalizme yer vermeli.

– Kurtulmak için ne yapmamız gerekiyor? Politka alanında ‘dünya hükümeti’ni başaracak kurucu bir sistem hazırlayın. Ekonomi alanında, serbest yatırım ile sosyalizm arasında uzlaştırıcı çalışma düzenleri bulun. Ruh alanında laik üst yapıyı dinsel kurumlarla birleştirin.

– Eğer Birleşmiş Milletler etkili bir dünya hükümeti kurmayı başarabilirse, bu bizim siyasal sorunsalımız için en iyi çözüm olacaktır.

– Her medeniyet deneyinde insanlık, ilkel insanlığın seviyesini aşmaya ve daha yüksek bir ruh seviyesine ulaşmaya çalıştı.

– Bana göre medeniyetler kurulduktan sonra tehditlere karşılık vererek büyürler. Üstesinden gelemedikleri bir tehditle karşılaştıklarında yıkılır ve parçalanırlar.

Alışkanlık, hayal gücünün afyonudur.

Babür, dünyayı bir merkezden yayılarak birleştirme amacını güden Timur’un torunlarındandı. Babür’ün zamanında (1483-1530) Colomb, İspanya’dan Amerika’ya ulaşmış, Vasco da Gama, Portekiz’den Hindistan’a ulaşmıştı.

 Babür’ün amacı neydi? Fergane’nin doğusunda Hindistan ve Çin’e, batısında da kendi akrabaları olan Osmanlı topraklarına kadar uzanmaktı.

– Türkler de ulusların ana ailesiydi. Günümüzde Türk merkezli bir tarih, Osmanlı Türklerinin büyük batıcılarından Mustafa Kemal tarafından gerçekleştirilmişti.

– …Şimdi büyük bir devrimle karşı karşıyayız. Batılıların yaşayan diğer bütün medeniyetlerin üstüne çıktığı ve dünyayı tek bir toplum halinde birleştirdiği teknolojik devrim.

Bir tarafta Hristiyan çok tanrıcılığı, öbür tarafta Hint çok tanrıcılığı arasında İslam, tek tanrıcılığın ışığını yakarak dünyayı yeniden umutlandırdı.

– …II. Mahmut ve Sultan Selim’in altı nesil önce Osmanlı-Türk hayatında giriştiği totaliter devrimi gerçekleştiren komutan Mustafa Kemal Atatürk.

– İslamın insanlığa verdiği yaratıcı hediye, tek tanrıcılıktır ve bu hediyeyi iyi korumak zorundayız.

– Eğer bütün dünya Avrupalılaşıyorsa, Avrupa dünyadaki üstünlüğünü kaybetse ne farkeder?

Rusya’da batılılaşma işlemi diğer yerlerden çok daha uzun sürdü. Rusya’da Batı Avrupa etkisi, Japonya ve Çin’den iki yüzyıl, Müslümanlar ve Hintlilerden de yüzyıl fazla sürdü.

– İki dünya savaşı sırasında Naumann’ın ‘Merkezi Avrupa’ fikri diğer siyasetçiler tarafından yine Zollverein’e (1818 de Almanya’da oluşturulan gümrük birliği) dayanan bir ‘Panavrupa’ fikrine dönüştürüldü…II.Dünya savaşından sonra ‘Avrupa Birliği’ fikri tekrar ortaya çıktı ve Amerika’nın ‘Marshall Planı’ ile oldukça cesaret kazandı.

– Hristiyanlık batıda değil, bugün İslam medeniyetine ait sınırların içinde doğmuştur. Biz Batılı hristiyanlar bir zamanlar dinimizin geliştiği Filistin’i Müslümanlardan almaya çalıştık. Eğer haçlı seferleri başarılı olsaydı, Hristiyan alemi Asya’nın en önemli kısımlarına uzanmış olacaktı. Ne var ki, haçlı seferleri başarısızlıkla sonuçlandı.

– Büyük medeniyetlerin etkileşiminden büyük dinler doğmuştur. Suriye ve Babil medeniyetlerinin etkileşiminden doğmuş olan Yahudilik ve Zerdüştlük, Suriye ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden Hristiyanlık ve İslam, Hint ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden de Mahayana Budizmi ve Hinduizm bunlara örnektir.

– Ruslar, Batı tarafından fethedilip içinde zorla erimemek için, kendilerini sürekli Batı teknolojisine sahip olmaya zorlamışlardır.

– Batıda Rusya’nın saldırgan bir ülke olduğu kanaati vardır. Batılı gözle bakıldığında bu doğrudur da, 18. yüzyılda Polonya’yı hırsla parçalayan, 19. yüzyılda Polonya ve Finlandiya’ya zulmeden günümüz savaş sonrası dünyasının baş saldırganlarından biri olarak görüyoruz. Ruslara göre ise bu tam tersi, onlar da kendilerini Batının sürekli kurbanları olarak görüyorlar.

– 1453’ten itibaren Rusya, Müslümanların elinde olmayan tek Ortodoks ülkesiydi ve İstanbul’un Türkler tarafından alınışının intikamını yüzyıl sonra Tatarlardan Kazan’ı alarak gerçekleştirmiştir.

Bizanslı Yunanlılardan, Ruslar tarafından devralınan bu ortodoksluk ve kader duygusu, Doğu Ortodoks Hristiyanlığının dağılışından sonra kurulan komünist rejimin de özelliklerindendir. Şüphesiz Marksizm batılı bir inanış fakat Batı medeniyetini hesaplaşmaya çağıran bir Batılı inanış.

Roma imparatorluğu, Yunanlılar için hem yaşam koşulu hem de gururları için dayanılmaz bir hakaret kaynağı idi. Bu durum onlarda korkunç bir ikilem yaratıyordu. Bundan çıkış yolunu Roma imparatorluğunu, Yunanın bir ürünü saymakta buldular.

– …Bizans gururu korkunç iki saldırı ile karşılaştı. Batıdan gelen Frenkli hristiyanlarla, doğudan gelen Müslüman Türkler, sırasıyla Bizans’a saldırdı….iki yabancı iğrenç boyunduruktan birini seçmek zorunda kalmışlardı. Bu üzücü seçimle karşılaşan Yunanlı ortodoks hristiyanlar, Batılı hristiyan hizipçi kardeşlerinin boyunduruğunu şiddetle reddederek, gözleri açık Müslüman Türklerin boyunduruğunu seçtiler. Onlar İstanbul’da “kardinalin ya da papanın tacını görmektense, Muhammed’in sarığını görmeyi tercih ederiz” demişlerdir.

– Bu sefer islam, ortodoks alemini fethederek Arapların ve Romalıların gibi bir ‘dünya devleti’ kurarak, Osmanlılar tarafından temsil edilmiştir.

Mussolini bir keresinde, işçi sınıfının olduğu gibi işçi ulusların da olduğunu hatırlatmıştı ki, Batılı olmayan günümüz insanlarının dahil olduğu kategori de bu olsa gerek.

– …Irkçılık ve alkol bağımlılığı kabul edildiği taktirde islami ruh bu hastalıkları, yüce bir ahlak ve toplumsal değerle yokedecek kadar kuvvetlidir.

– Çağdaş İslam dünyasının en ilginç olaylarından birisi, Türkiye Cumhuriyetinin geleneksel islamla dayanışmayı reddetmesidir. Türkler, “kendi kurtuluşumuzu kendi ellerimizle sağlamak inancındayız. Bize göre bu kurtuluş ekonomik olarak kendi kendine yeterli, siyasal olarak bağımsız bir devletin Batılı modeli üzerine kurulmasına bağlı. Diğer Müslümanlar kendi kurtuluşlarını istedikleri yerde arayabilirler. Onlardan yardım beklemediğimiz gibi, onlar da bizden beklemesinler. Herkes başının çaresine baksın, her koyun kendi bacağından asılır” diyorlardı.

– …Gerçekte milliyetçilik, müslümanların içine düştükleri bir oyun. Müslümanların büyük çoğunluğu için milliyetçiliğin kaçınılmaz sonucu, Batı dünyasının proleter kalabalığı içinde erimek olacaktır.

Selahaddin Eyyubi ve Memlüklüler zamanında İslam, haçlı seferlerine ve Moğol istilasına karşı durdu. Eğer insanlığın bugünkü durumu bir ‘ırk savaşı’na yol açacaksa İslam tarihi görevini yapmak için bir kere daha çağrılmalıdır. Dileyelim ki, böyle bir savaş çıkmaz.

– Ruslar, Batının laik sosyal felsefesinin bir ürünü olan marksizmi alıp onu bir İncil gibi yorumladılar. Ruslar, batıya ait olan bu dini alıp onu kendilerine malettiler, şimdi yeni bir anlamla sunuyorlar.

Gibbon’a göre, hayatın tek amacının tanrıya yakınlaşmak ve ruhun kurtulması olduğunu telkin eden, doğulu dinlerin ahlaksız bencilliğinin sonucu, dindarların halk hizmetinden çekilip, düşüncelerini kendi ruhsal gelişmelerine vermeleri oldu. Dindarlar dünya hayatını, daha iyi ve sonsuz bir hayat için, bir onay yeri olarak gördüklerinden küçümsemeye başladılar.

– Gibbon’a göre, Roma imparatorluğu batarken hristiyanlık yükselişe geçiyor, hristiyanlığın yükselişiyle de medeniyet gerilemeye başlamaktadır.

GELİŞİM PSİKOLOJİSİ

Salı, Aralık 1st, 2009

 

 Gelişim psikolojisi; insanın döllenmeden ölüme kadar süren sürecini inceleyen, bir bilgi dalıdır.

 Yaşamın en hızlı değişikliklerinin olduğu dönem; 0-2 yaş arası daha sonra 2-6 yaş arası ve son olarak da gençlik dönemidir.

 25 yaşından sonra hücresel değişiklikler başlamaktadır. Bu değişiklikler önce yavaş yavaş daha sonra giderek hızlanmaktadır. 25 yaşına kadar gelişimde bir ilerleme; ‘progness’, 25 yaşından sonra ise bir gerileme; ‘regness’vardır.

 

 Çocuğun dil gelişimiyle ilgili kuramlar:

 

 Taklit kuramı:

 Bu kurama göre çocuklar, işittikleri sözleri taklit ederek öğrenirler. Buna tepkiler; çocuk daha önce işitmediği sözleri, nasıl öğrenip kullanıyor? Gramer, nasıl taklit edilir? Neler taklit ediliyor?

 Bu kurama eleştirel yaklaşanlar; “dil öğrenimi sadece taklitle kalsaydı sınırlı ve ileriye gidemezdi. Oysa çocuk, dili çok kompleks bir şekilde öğrenmektedir”, demektedirler.

 Taklit kuramı, çevresel koşullara (aile, arkadaş grubu, okul vs.) ağırlık veren bir öğrenme kuramıdır. Bu öğrenme kuramı, pekiştirmeyi de içine alıyor. Ayrıca ‘bağsal öğrenme’ye de ağırlık veren bu kuram; ‘klasik koşullanma’, ‘ayırt etme’, ‘genelleme’ gibi temel kavramlarla öğrenmeyi açıklamaya çalışır.

 Skinner’a göre çocuğun çıkardığı sesler, sözler edimlerdir. Bu edimlerin pekiştirilmesiyle öğrenilmeleri artar. Ona göre pekiştirme, önce kelimelerle sonra cümlelerle olmaktadır.

 Taklit kuramına çok sert karşı çıkan Chomsky’e göre çocuk, seslerden heceleri, hecelerden kelimeleri, kelimelerden kalıpları, kalıplardan cümleleri oluşturmaktadır. Bütün bunlar için de bir takım kurallar kullanır. Çocuk bu kurallarla, sonsuz sayıda cümle kurabilir. Chomsky, bu kurallara; ‘dönüşüm kuralları’ demektedir. Çocuk bu sayede düşündüklerini yazıya, söze geçirebilmektedir.

 Ona göre dönüşüm kuralları; derin yapıyı (semantik / anlamsal) yüzeysel yapıya (sentaks / kelimelerin diziliş sırası / gramer) dönüştürmek içindir. Bunun öğrenilmesi dilin kazanılmasında en temel şeydir. Çocuk okula başlamadan dönüşüm kurallarını öğrenir.

 Chomsky’ye göre, derin yapı pekiştirilemez ve asla taklit edilemez. Dilin kazanılması, sinir sisteminde doğuştan varolan yeteniğin olgunlaşması ile olur

 Chomsky, ’üretme’ sözcüğünü örnek veriyor. Çocuk daha önce duymadığı, dağarcığında olmayan bu kelimeyi, pekiştirilmeden yaratıcı bir şekilde dağarcığında kendisi üretiyor. Ona göre insan beyninde, bir türetme yapısı vardır. İnsanlar yeni şeyleri türetme kapasitesine sahiptirler, diyor.

 Böylece Chomsky, Skinner’ın kuramını yıkmıştır.

 

 Chomsky’nin görüşlerine katılan Lenneber’ e göre de dilin kazanılması, doğuştan bir yetenekle olmaktadır.

 Piaget’ye göreyse, çocukta düşünce ile dil birbirine paralel olarak gelişmektedir. Hatta düşünce biraz daha öncedir.  Dilin anlamını önemli kılan düşüncedir. Bir, iki yaşındaki çocukların kullandığı kelimelerin üçte ikisi isimlerle, pek azıysa hareketlerle ilgilidir.

 Ona göre işlem öncesi dönemde, çocuklar genellikle iletişim amacı taşımayan şekilde, yüksek sesle konuşurlar. Başkalarını duymazlar. Bu tür konuşmaya ‘egosantrik konuşma’ denir. Bu konuşma çocuğun kendisi üzerine yoğunlaşmasıdır.

 Piaget’ye göre, 4-7 yaş arası çocuklarda üç tür egosantrik konuşma vardır:

 1-Tekrar, 2-Monolog, 3-Kollektif monolog

 

 Kollektif monolog; birkaç çocuk bir arada ama yine de birbirlerini duymayıp, yüksek sesle konuşurlar.

 Kısaca Piaget’ye göre, dil gelişimi ile bilişsel gelişim birlikte olmaktadır. Annelerin dil gelişimine yardımcı olmaları, dil gelişimini hızlanmaktadır. Ancak ilk gelişimde etkili olmaktadır daha sonraki bilişsel gelişimde çocuğun kendisi bunu başarmaktadır.

 

Erikson’a göre kritik dönem:

Ona göre, insan gelişimlerinin en kritik dönemleri; 0-2 yaş ve ergenlik dönemidir. Yaşamın ilk yıllarında hayata uyum ya öğrenilir ya da güvensizlik duygusu ortaya çıkar. Bu güven duygusu, ilk iki yaşta gelişmezse çocuk ilerde hep güvensizlik duyar.

 Gençlik Şizofreniyası’; kişinin gençlik döneminde kişiliğini bulamamasıdır.

 Freud’a göre, çocuğun ilk beş yaşındaki durumu ilerde ne olacağını gösterir. Erikson ise buna ‘hayır’ der.

 

 Eğiklik etkisi:

 

İlk kez 1933 yılında Hoffmann, işlem öncesi döneme ait çocuklarda, çatı üzerine bacanın 90 dereceye yakın bir açıyla çizildiğini tespit etmiştir. (Paiaget de Hoffmann’ın bu çalışmalarını desteklemiştir.) Bu durum, bu yaşlardaki çocuklarda dikey olana eğik çizmenin gelişmediğini göstermektedir. Bu yetenek, 7 yaşlarında kazanılmaya başlanıp, 9 yaşlarında iyice pekişmektedir.

 Bazı hayvan türlerinde de eğik çizgilerin, dikey çizgilere oranla daha zor algılandığı tespit edilmiştir. İşte bu duruma ‘eğiklik etkisi’ denilmektedir.

 Bu dönem çocukları kareyi, kare içine kolayca çizdikleri halde üçgen ya da daire içine kareyi öyle kolayca çizememişlerdir.

 Bir görüşe göre bunun nedeni; çocuk hep her şeyi dikey gördüğünden, sinirlenip eğik olanı da dik çizmektedir.

 Çocuk, üçgeni üçgenin içine çizerken dış üçgenden yararlanıyor. Ancak üçgenin içine kare çizerken yararlanabileceği bir şey yok. Bu nedenle zorlanıyor.

 Piaget’ye göre ise çocuk belli bir nokta üzerine odaklandığından, kağıdın düz kenarlarını görememekte, bu nedenle de bacayı eğik çizmektedir.

 Piaget’nin bu cevabı yeterli değil. Çünkü; çocuğa anlamsız materyal verildiğinde de aynı hataları yapıyor.

 Daire 3, kare 4, üçgen 5 yaşında kazanılmaktadır.

 

 Ergenlikte fiziksel gelişim:

 

 Kızlarda ergenliğe giriş yaşı genellikle 7 yaş, erkekler de ise 9 buçuk yaştır. Bu dönemin en geç başlama yaşı kızlarda 13buçuk, ekekler de ise 14 yaştır.

 Bu dönem, dinamikliği yönünden diğer dönemlerden ayrılır. Kas ve iskelet yapısı gelişir, boy uzar, cinsel bölgelerin gelişimi hızlanır, kıllanmalar başlar, ses tonunda değişmeler görülür.

 Erkeklerde testis ve spektüslerin gelişmesiyle erkeklik hormonu gelişir. Buna bağlı olarak da cinsel bölgelerin gelişimi hızlanır.

 Kızlar da ise göğüsler büyümektedir. Cinsel gelişimi, çeşitli yerlerin kıllanması izler.

 Erkeklerin bazılarında göğüs kafesi ve göğüsler genişlemektedir. Bu olaya ‘jinokomastik’ denilmektedir.

 Kız ve erkeklerin aynı yaşta olmalarına rağmen biyolojik yaşları farklı olduğundan farklı gelişim gösterirler.

 Kızlarda boy uzaması; 10 buçuk-14 cm, erkeklerde; 12-14 cm arasıdır. (Bir yıl içindeki boy uzaması)

 Kızlarda ses değişimi; 18 yaşında başlar ve erkeklere oranla pek belli değildir. Bu ses değişimi 1-2 yıl sürebilmektedir.

 

 İskelet yapısı:

1-Uzun kemikler; kollar ve bacaklar.

2-Yuvarlak ve şekilsiz kemikler; el ve ayak bilekleri ile omurgada yer alan kemikler.

3-Düz kemikler; pelviste ve kafatasında yer alan kemikler.

 

 Uzun kemikler, ergenlikte en hızlı gelişen kemiklerdir. Bu kemiklern şekillerinin aynı kalmasına karşılık boyları ve kalınlıkları gelişiyor.

 Bu dönemde, vücut kompozisyonu bütün iskelet yapısı birbirinden haberli olarak uyumlu bir şekilde gelişiyor.

 Erkeklerde iskelet gelişimi daha hızlı ve büyük, kızlarda ise daha yavaş olmaktadır. Kızlar bu döneme daha önce girip daha hızlı basamaklardan geçerek, çok çabuk bitirmektedirler.

 Kızlar sürat ve aktivite gerektiren performanslarda, 14 yaşında zirveye ulaşırlar. Kızlar, ince motor faaliyetleri bu yaşlarda gerçekleştirmelerine rağmen erkeklerde bu daha geç olmaktadır.

 Bu dönemde bir de yağ miktarı, cinsel gelişime göre değişmektedir. Yağ birikimi kızlarda daha fazla olmaktadır.

 Bir diğer önemli husus da ergenliğin gelişimini sağlayan; ‘endokrin’ salgı bezlerinin gelişimidir. Gelişmeyi sağlayan iki hormon daha var; ‘büyüme’ ve ‘somatomedin’ hormonudur. Bu hormonlar kızlarda ve erkeklerde farklı şekillerde salgılanıyor. Bir de ‘austragen’ hormonu var ki, bu sadece cinsiyet gelişimini değil, büyüme ve olgunlaşmayı da etkiliyor.

 Daha önceleri ergenlik çağına girme daha gençken, bugün daha erken olmaktadır. Örneğin; kızlarda adet görme daha önceleri 15-17 yaşken, bugün 12-14 yaş civarıdır. Bunun sebebi ise iyi beslenme gibi etkenlerdir.

 

 Ergenlerde zihinsel gelişim:

 Ergenler, akıl yürütmeyi yavaş yavaş başarmaktadırlar. Akıl yürütmenin ve problem çözmenin en hızlı dönem; 11-15 yaştır. Bu dönemde soyut problemlerle uğraşılıyor bazen başarılıyor da.

 Piaget’de 11 yaş civarında başlayan formel işlemsel dönem, kişinin artık bilişsel gelişime ulaştığını göstermektedir. Ona göre bu dönemin en önemli özelliği; sınıfsal, mantıksal düşünmenin gelişmesidir. Ayrıca olası ilişkiler de gelişir. Ergen bu ilişkileri görüp işine yarayanı seçebilmektedir. Piaget buna, ‘basit bilimsel yöntem’ olarak bakmaktadır. Yine bu dönemde birleştirici – bütünleştirici düşünme esnekliğiyle birlikte, ‘hacim korunumu ilkesi’ kazanılmaktadır.

 

 Adölasan dönem:

 Bu dönem ergenlikten gençliğe geçiş dönemidir. Bu dönemde, kızlarda ‘austragen’ erkekler de ise ‘androgen’ hormonları salgılanır.

 İklim, genetik koşullar, beslenme gibi durumlar buluğ dönemini etkilemektedir. Erken buluğa girmenin bir zararı yok ancak çoğunlukla bu durumdaki kişilerde güvensizlik duygusu gelişmektedir. Arkadaşları tarafından alay konusu olmaktadırlar. Genellikle bu durumdaki birey, birkaç alanda başarılı olarak bundan kurtulabilmektedir.

 Bu dönemde çocukların gençliğe geçişleri bir sorundur:

 *Gerek fiziksel gerekse hormonal gelişim öylesine hızlıdır ki, birey bu duruma uyum sağlamakta güçlük çeker.

 *Bu dönem akademik olarak da önemlidir. Birey yavaş yavaş mesleğe uygun düşünmeye başlamaktadır.

 *Seks dürtüleri ortaya çıkar ancak bu dürtüler, toplumsal tabularca frenlenir.

 *Yine ilk kez bu dönemde ‘ben kimim?’ sorusuna cevap aranmaktadır. Birey kimliğini kendi başına bulamıyorsa gruplarda arar.

 

 Yaşlılık ve yaşlılıktaki biyolojik ve psikolojik gelişim:

 

 Yaşlılık; yaşanılan yılların sayısal toplamıdır. Belli bir yaş sınırının üzerinde olanlardır.

 Birren’e göre yaşlanma; bireyin psikolojik, biyolojik ve sosyal yönlerinden yaş almasıyla ortaya çıkan düzenli değişikliklerdir. Ancak bu değişiklikler azalma, zayıflama yönünde olan değişikliklerdir.

 Çeşitli gelişmelerle insan ömrünün artması, yaşlı insan sayısını da artırmıştır. Bu da yaşlılık biliminin, ‘gerentoloji’nin kurulmasına yol açmıştır.

 

 Yaşlanmalar:

 1-Biyolojik yaşlanma.

 2-Psikolojik yaşlanma.

 3-Sosyolojik yaşlanma.

 

 Biyolojik yaşlanma:

 İnsan organizmasının yapısında ve fonksiyonlarında zamanla ortaya çıkan değişikliklerdir. Bu dönemde en önemli fiziksel değişiklikler; saçların beyazlaşması, derinin buruşması, omurga, dirsek ve belde disklerin gelişmesinin durması sonucu vücudun bükülmesidir.

 Duyusal bozukluklar ortaya çıkmaktadır. Özellikle 40 yaşından sonra görme duyusu, işitme ve tat duyuları zayıflar.

 Fiziksel değişmelerin yanında bir de fizyolojik değişmeler vardır. Örneğin; oksijen alımı % 60 azalır. Bunun sonucu kişi çabuk yorulur, iş görme gücü azalır.

 Kalbe gelen kanın ancak % 65’i pompolanmaktadır. Kaslarla ilgili sinir hücrelerinde bozulma o kadar fazla değildir. Refleksler yavaşlasa da bunları üreten sinir hücrelerindeki bozulma o kadar değildir.

 

 Biyolojik yaşlanma teorileri:

 1-Bireyin hücrelerinin azalması ve bu ölen hücrelerin yerine yenisinin üretilmemesinden dolayı yaşlılık ortaya çıkmaktadır.

 2-DNA ve RNA’daki değişmelerin metobolizmadaki değişimlere yol açması, hücre kaybı ve %10’da kromozom kaybı olması nedeniyle yaşlılık ortaya çıkmaktadır.

 Yaşlanma olgusunu açıklayan en tutarlı görüşler; ‘bilişsel (zihinsel) açıklamacı’ görüşlerdir. Bunlar, yetişkinlikteki zihinsel yeteneklerle, yaşlılıktaki zihinsel yeteneklerin bütün bütüne değil de kısmi değişiklikler olduğunu söylüyor.

 Bilişselcilere göre, sözel yetenek değişiklikleri 60-65 yaşları arası düşmektedir.

 

 Schoei, zihni; ‘kristalize zekâ’ ve ‘görsel depolama’ diye ikiye ayırmaktadır. Görsel depolamada yaşla ilgili önemli bir değişiklik olmamasına rağmen görsel faaliyetlerde önemli ölçülerde azalma görülmüştür.

 Cattel da zekâyı; ‘kristalize’ ve ‘akıcı zekâ’ diye ikiye ayırmıştır. Akıcı zekâ; nörofizyolojik durumla ilgili öğrenme ve yenilikleri kabul etme, çabuk anlama, çabuk kavrama süreçleri ile çok yakından ilgilidir.

 Kristalize zekâysa, statik bir yapıdır.

 Akıcı zekâ doruğa, ergenlikte ulaşıyor. Bundan sonra gerilediği görülmektedir. Kristalize zekâysa ölümden biraz önceye kadar hep sabit kalıyor. Akıcı zekâ olmadan, kristalize zekâ olmaz.

 

 Psikolojik yaşlanma:

 Psikolojik gelişmeler, bellek gelişiminin yaş ilerledikçe geriye doğru gittiği görüşünü yıkmıştır.

 Ayrıca gençlerle yaşlılar arasındaki fark; yaşlılar ölüme daha yakın olduklarından psikolojik değişimleri farklı farklı olmaktadır.

 Yeni öğrenilenlerin hatırlanmasında güçlük çekilmektedir. Eski öğrenilenlerin unutulmaması ise yaşlılar uzun süre yaşadıklarından ve bu nedenle de iyi öğrenmiş olduklarından kolay kolay unutmuyorlar.

 Algılamada, akıl yürütmede, problem çözmede ve buna bağlı olarak bilişsel gelişmelerde azalmalar görülmektedir.

 

 Sosyal yaşlanma:

 Vurguladığı dönem, emeklilik dönemidir. Ekonomik, sosyal, kültürel düzeyine göre yaşlılık rolleri değişmektedir. Sosyal yaşlanmayı belirleyen bunlardır

 

 Sosyal değişme kuramları:

 

 1-Disengagenent kuramı; sosyal-psikolojik yaş ilerledikçe birey kendini geriye çekmeye başlar. Fiziksel dünyadan, kendi iç dünyasına çekilir. Sosyal açıdan da kişiler arası ilişki düzeyini kaybediyor. Birey daha az kişilerle etkileşime giriyor. Bir yerde toplum onu buna zorlamaktadır.

 2-Aktivite kuramı; biyolojik yapıda ve sağlıktaki değişmelerin dışında yaşlı insan, orta yaşlılarla psikolojik ve sosyolojik olarak aynı düzeydedir. Yaşlılarda geri çekilme olayı, yaşlının istemesi yanında toplumun da onu zorlamasına bağlıdır.

 Yaşlılıkta her türlü aktivite yavaşlar. Bunun da işine ve kişilik yapısına bağlı olduğunu savunuyorlar.

 Bunlara göre başarılı bir yaşlılık; kişinin kendisine yetecek düzeyde fiziksel, sosyal ve zihinsel aktivitesini korumuş olmasına bağlıdır.

 3-Rol çıkışı kuramı; bireyin emekli olması, dul olması, iş gibi önemli sosyal durumlarından kişiyi ayırmıştır.

 4-Sosyal gelişme kuramı; insanlar güven duygusu, sevgi, sosyal tabu, hayranlık gibi vb. türden sosyal olaylarla ödüllendirilmektedir. Bu ödülleri elde etmek de çaba, sıkıntı ve yorgunluk getirmektedir.

 Ödüller için harcanan toplam çabadan (sıkıntı, yorgunluk) çıkarılan kâr kişinin yaşlılık durumunu belirliyor.

 

    

 BİREYSEL AYRILIKLAR:

 

 Bireyler arası farklı davranışları çözümlemek için belirli yaklaşımlar geliştirilmiştir. Bunlar:

 1-İnsanların her bakımdan eşit oldukları varsayımına dayanan yaklaşım; bu yaklaşıma göre, insanlar nerede doğmuş ve yaşamış olursa olsun eşittirler. Yani aynı potansiyele sahiptirler. Her insan aynı yaşam koşulları, sosyal, zihinsel gelişme bakımından aynı şartlar sağlanırsa, bütün insanlar aynı düzeye gelirler. Herkes sonsuz gelişme potansiyeline sahiptir.

 Bu görüşe göre insanlar arasındaki farklılıklar, aynı yaşam olanaklarının sağlanmamasından kaynaklanmaktadır.

 Eşit eğitim, beslenme, sağlık vs. olanakları sağlanırsa herkesin de eşit olacağını savunmaktadırlar.

2.Yaklaşım, yukardaki yaklaşımın tam tersidir:

  İnsanlar eşit doğmazlar, doğuştan insanlar birbirinden farklıdır. Kalıtsal olarak getirdiğimiz özelliklerle birbirimizden farklıyızdır. Yıllar sonra bu farklılıklar daha da belirginleşecektir.

 Bireyler sonsuz potansiyellerle değil, biyolojik yapılarının elverdiği ölçüde bir potansiyelle doğarlar. Herkes kendine göre büyüme, öğrenme, gelişme gösterir. Ne kadar aynı olanaklar sağlanırsa sağlansın, bireyler aynı düzeye gelemezler.

Örneğin; geri zekâlı çocuklara ne kadar çok üstün çevre olanakları sağlarsak sağlayalım normal çocukların seviyesine ulaşamazlar.

 Peki bireyler arası farklılıklar nasıl incelenecek?

 Bu konuda birçok kuram ortaya atılmıştır. Örneğin; tip kuramcılarının ortaya attığı; ‘tipoloji kuramları’.

 Bir diğer kuram; ‘trait kuramı’ kuramı. Bu kurama göre, bireylerin davranışlarında, tutumlarında göze çarpan, devamlılık gösteren, tutarlılıklar gösteren özellikler ele alınmıştır. Ancak tüm bireyler arasında, karşılaştırma yapabilmek için daha çok birbirine benzeyen traitlerin (benzeş davranışsal özellikler) saptanmasına çalışılmıştır. Yani bu görüşe göre, bireyler aynı traitler, benzer davranışlar bakımından karşılaştırılabilirler. Örneğin; zekâ testleri saptanmış traitlerden oluşmaktadır. Bu testten alınan sayısal değer, bireyin kim olduğunu, diğerleriyle karşılaştırmayı sağlayan bir ölçüt sağlıyor.

 Trait yaklaşımı, bireyler arasında niceliksel bir karşılaştırma olanağı sağlıyor. Bu sayede bu yaklaşımla daha katkılı teknikler geliştirilmiştir. Bu tekniklerden en fazla kullanılanı; ‘faktör analizi’dir.

 Ancak bu yaklaşımda önemli bir problem var:

 Tüm insanların karşılaştırılabilecekleri traitlerin ne olduğunun saptanması oldukça zor.

 Tipoloji kuramları ise bireyleri belirli özellikler bakımından tiplere ayırmışlardır:

 Örneğin tipolojinin babası Spranger, 6 tip saptamıştır:

 1-Estetik tip, 2-Sosyal tip, 3-Politik tip,

 4-Dinsel tip, 5-Ekonomik tip, 6-Teorik tip.

 Kredchmer de iki tip saptmıştır; aynı fiziksel özellikleri olanları topladığı ‘fiziksel tip’ ve aynı mizaca sahipleri topladığı; ‘mizaç tip’. Aslında ikisi bir tiptir. Kredchmer, bu iki tipin karşılaştırılabileceğini söylemiştir.

 Jung da insanları, ‘içe dönük tip’ (çekingen, az sosyal, utangaç) ve ‘dışa dönük tip’ (atılgan ve daha sosyal) diye ikiye ayırmıştır. Ve insanların hangi tipden olduğunu anlamak için testler geliştirmiştir ancak sonuçta her iki tipten de olmayan bireyler ortaya çıkmıştır.