Posts Tagged ‘yabancılaşma’

KARL MARX

Pazar, Haziran 28th, 2009

 

                      KARL MARX (1818-1888):

 

 Almanya’nın Krien kentinde doğmuştur. Başta zamanın felsefesi olan, Hegel idealizmine karşı çıkar. Ona göre, tüm gerçekliğin ‘mutlak geist’ tarafından kavranması mistisizmden başka bir şey değildir. Marx’a göre her düşüncenin çıkış noktası; somut gerçeklik olmalıdır. Felsefede, mutlak olandan hareket edilemez.

 Hegel’in felsefesi öte ile ilgili, bu öte yok edilmelidir. Ve somut olanın hakikatini kurmak tarihin bir görevidir. Hegel’de gerçeklik kuramsaldır, Marx da ise, gerçek gerçekliktir.

 Marx’a göre felsefe, insanın varoluşunun felsefesidir. İnsan için insanın kökeni; yine insanın kendisidir. Felsefenin çıkış noktası; somut gerçeklik olan birey. Bu nedenle Marx, kendi felsefesine ‘hümanizma’ der. Ona göre her türlü düşünme; insan varoluşunun somut gerçekliğinden yola çıkmalıdır.

 Marx’a göre insanın asıl kökeni; -Alman idealistlerinin sandığı gibi- sadece bilen bir varlık olması değil, yapan/eden, eyleyen yanıdır. İnsanı insan yapan; eyleyen/praxis yanıdır.

 “İnsan, düşünmesinin aşkın yanını idealizmde yeteri kadar kanıtlamıştır. Şimdi düşünmesinin aşkın olmayan yanını göstermelidir”.

 İnsan eyleminin en önemli yanı; diğer insanlarla bir toplulukta gerçekleştirmesidir. İnsan kendini taşıyan bir toplum içinde yaşar. İnsan doğa/ çevre olmadan yaşayamaz. Birey toplumsal bir varlıktır. Toplum ve devlet ise insanın doğasıdır. İnsanın bilincini belirleyen bilinç değil, toplumsal bilinçtir. Yani bilinç toplum tarafından belirlenir. Marx’ın bu insan görüşü, tüm felsefesi için çıkış noktasıdır.

 

 O halde, insanın içinden geçtiği toplumsal varlık nedir?

 Toplumu oluşturan ortak bir bilinç değil; çalışmadır, emektir. Çünkü insan çalışan bir varlık. Toplumu oluşturan da insanın emeği, çalışması. Emek sadece insana özgüdür ve sadece insanı özgür kılar.

 Üretim ve mülkiyet ilişkileri insanın temelini oluştururlar. Marx bunlara alt yapı der. Alt yapı değiştikçe bilinçler de değişir, der. Devlet, yasalar, ideler, ahlak, din moral, sanat…hepsi alt yapının değişmesine bağlı olarak değişirler.

 Tarih; toplum içinde çatışan güçlerin yani sınıfların çatışmasıyla oluşur. Yoksa geistın kavram diyalektiği değildir.

  “Alt yapı, üst yapıyı belirler”.

(M.Weber ise üst yapıyı belirleyen alt yapı değil, Protestan ahlakıdır diyerek karşı çıkar)

 Marx’a göre bilinci belirleyen; maddedir. Onda yeni olan, sadece düşüncede kalmayıp büyük bir kararlılıkla gerçekliğin değiştirilmesine gider. Yani düşüncesini eylem haline getirmiştir, yeni olan bu. Reddettiği düşüncenin karşısına yeni bir düşünce ortaya koyan ve bu düşüncesini uygulayan ilk düşünür.

 “Filozoflar dünyayı değişik şekillerde yorumladılar oysa önemli olan onu değiştirmektir”.

 Marx’a göre madde tarafından belirlenen bilgi, tekrar maddeye dönüp onu değiştirebilir.

 

 Marx’a göre yabancılaşma :

O, insanın yabacılaşmasını, çalışan insanın ortaya koyduğu ürününe yabancılaşmasında görür. Çalışan insan bir ürün ortaya koymakta, bu ürünün de bir karşılığı olmalı; para kazanmalı. Marx görüyor ki, çalışanın emeğiyle ürettiği ürünün karşılığı başka birisine ait; işverene. Emekçinin ortaya koyduğu ürünün tadını çıkaran emekçi değil, kapitali elinde bulunduran işveren.

 Böylece çalışanın emeği ve ürünü, artık o insanın çalışma arzusunun bir iradesi olmaktan çıkıp, o insanın yaşaması için bir zorunluluk haline geliyor.

 Böyle köle gibi yaşayan insan insanlığını yitirmiş ve sadece işverene değil, diğer insanlara da yabancı hale gelir. Bütün insan ilişkileri; paraya, eşyaya dayandığından tamamen iyiliğini kaybetmiştir. Bu şekilde yaşayan proleterya kendisi eşya haline gelir. Pazarda gücü alınır ve satılır. İnsandır alınıp satılan ve ne kadar ucuz o kadar kar demektir. Proleterya kendini yitirmiş, insan olmaktan çıkmıştır. Bugünkü çağdaş insan bu şekildedir.

 

 Zorunlu gelecek:

 İnsanı insan olmaktan çıkaran bu durum günün birinde tamamen değişecektir. Marx, bunu zorunlu bir gidişin zorunlu bir sonucu olarak görür. Proleterya yabancılaştığının farkına bir gün varacaktır. İnsanlıktan çıktığını bir gün görecek ve insanlıktan çıkmayı ortadan kaldıracak.

 Giderek sermayenin artmasına rağmen rekabet gereği, sermaye her geçen gün daha az sayıda sermayedarın/kapitalistin elinde toplanmaktadır. Bu durum, kapitalizmin kendi mezarını kendisinin kazmasıdır.

 Sermayenin artması oranında semayedarların da sayısı giderek azalmakta. Bu azalma oranın da da sefalet ve işsizlerin nüfusu giderek artmakta. Ve öyle bir an gelecek ki; bu düzen tam tersine dönecektir. Proleterya bir devrimle, kapitalizmin kendisini sömürerek oluşturduğu sermayesini elinden alacak ve kendi iktidarını başa geçirecektir.

 Marx’a göre bu diyalektiğin zorunlu gidişi bunu gösterecektir. İnsanı köle yapan, kendisine yabancılaştıran her şey ortadan kaldırılacaktır. Bu Marx’ın başını çektiği komünist anlayışın da amacıdır.

 Bu komünist anlayış, özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, sınıfsız bir toplum kurup insanı insan yapacaktır. Mülkiyet, kapitalistten tekrar topluma dönecek.

 Böylece toplumun, tarih öncesi dönemi biter ve hümanist dönemi başlar.

 

    MARX’IN MATERYALİZMİ

 

 Hegel her şeye geisttan bakarak dünyayı baş aşağı çevirmiştir. Marx’a göre dünyayı yeniden ayakları üzerine bastırmak gerekiyordu. Bu nedenle Marx, geist terine materie olarak maddeyi koyar.

 Marx’a göre materyalizm öncelikle, pratikte olmalıdır; Feurbach, materyalizmin içindeki bu aktifliği görmüyordu. Ona göre Yeni Hegelciler, dünyayı şöyle ya da böyle yorumladılar ama insanın-dünyanın özünde praxis olduğunu anlayamadılar.

 

Marx’ın Hegel’den aldıkları:

-Sürekli bir oluş.

-Sürekli yeni olana gidiş.

-Zıtlıkların ortadan kalkması.

Marx’daki diyalektik:

Hegel’deki geist ortadan kaldırıldığında geriye kalan. Onu Hegel’deki bir çok adımdan sadece birisi ilgilendiriyor. Tezin kendinden antitezi ortaya çıkarması ve ikisinin yeniden sentezde birleşmesi. Siyasal amaca ulaşıldığında, felsefi süreçte sona erecek.

 Felsefe, Marx’ın politik amacı için sadece bir araçtır. Aslında felsefe, felsefe olmak için değil devrimi yapmak içindir.

 Bizi çevreleyen dünyanın temelinin geist, idea.. değil madde olduğu felsefede çığır açan bir devirdir.

 Marx’daki madde, ölü bir hüle değil, sürekli düşünce ve eylemini, tarih görüşünü etkileyen, değiştirendir.

 Tarihsel materyalizm; madde ile insanın tarih içinde birbirlerine uyum sağladıkları bir süreç.

 Marx’ın materyalizmi ontolojik değildir.

 

 Marx’ın ateist materyalizmi:

 Burada Feurbach’ın etkisi büyük. İnsan kendinden başka hiç kimseye inanmadığı taktirde bakışlarını kendine çevirebilir.

 Marx; dini reddeder. Ona göre din, insanın sefalet bilincini yok eder. Bakışlarını kendisine çevirmesine engel olur. Bu bakımdan din, toplumun afyonudur. İnsanları hep ahretle teselli ederek, her şeye boyun eğmeye, katlanmaya yöneltir. Din, insanın yarattığı bir şeydir. Din, proleteryanın kendi bilincine ulaşmasını engellemekten başka bir şey yapmamaktadır. Proleterya din tarafından uyutulmamalı.

 Aslında Marx’ın açtığı savaş her türlü metafiziğe karşı sadece dinlere değil. Bunun içine Hegel dahil bütün felsefe sistemleri giriyor.

 

 Artı değer kuramı:

 Kapitalist, proleter işgücüyle ortaya koyduğu ürünün pazardaki değerinin çok altında bir ücret veriyor. Kârı bütünüyle işçi kendi emeğiyle yaratmasına karşılık, onu cebine indiren, sermayesine katan işveren olmakta. İşveren, işçinin hakkını gaspetmektedir. Onu sömürmektedir.

 

 FEURBACH – MARX KARŞILAŞTIRMASI:

 

Her ikisinde de çıkış noktası; insan.

Feurbach, “insan için ilk nesne, insanın kendisidir”.

Marx, “insan için insanın kökeni, insanın kendisidir”.

Her ikisi de duyular ötesini reddederek, insanın somut gerçekliğinden yola çıkıyorlar.

 Feurbach’da somut gerçeklik; şimdi ve burada olan gerçeklik, Marx’da ise insan gerçekliğidir.

 Marx’ı, Feurbach’tan ayıran en önemli özellik; Marx, insanı  eylemde bulunan bir varlık olarak görüyor. İnsan; çalışan, emek ortaya koyan bir varlıktır.

 Oysa Feurbach; “geleceğin felsefesi, duyular ötesini reddederek insandan yola çıkan ateist felsefedir” deyip bırakıyor.

 Yine Marx, Feurbach’tan ayrı olarak yabancılaşma kavramını ortaya atıyor ve açıklıyor.

 Feurbach’ın materyalizminin pasif olmasına karşılık, Marx’ın ki, aktiftir. Marx, maddenin özündeki hareketliliği görüyor. Onda madde ölü değil; sürekli düşünme ve eylemi etkileyen, değiştirendir.

 Marx’a göre Feurbach, idealizmin sınırlarını henüz aşmamıştır.

 

 Diyalektik:

 Hegel’de diyalektik hem bilincin hem de nesnenin birlikteki hareketliliğiydi. Hegel buna, kavramın diyalektiği diyordu. Geistın kendini bölüp ortaya koyması ve yeniden insan geistı ile kendilik bilincine dönmesi idi. Bu da tamamen metafizik bir süreçtir.

 Marx’ın diyalektik anlayışına göre ise tüm dünya tarihi, bir tek üç adımdan oluşur:

 Tez olan kapitalizmin, antitez olarak proleteryayı ortaya çıkarması ve sentezde, sınıfsız toplumun ortaya çıkması. Diyalektik sadece toplumsal gelişme açısından ele alınıyor. Feurbach da ise diyalektik yok.

GABRİEL MARCEL

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

                  

 

1929’da Katolik inancını seçmiş ve ona bağlanmış, tanrı tanıyan bir varoluşçudur.

Diğer varoluşçular gibi edindiği problem; insanın yabancılaşmasının, törpülenmesinin, kitleler içinde kaybolmasının önüne nasıl geçebilir?

Marcel’e göre paramparça bir dünyada yaşamaktayız. Dünya, insanların toplumsal yaşamda gittikçe daha fazla işlevleri olan bir dünya haline gelmekte. İnsan sosyal yaşamda bir vida haline gelmiş. İnsanlar, istatiksel sayılar haline getiriliyor. Böyle bir dünyada sahip olmak, varolmaktan daha önemli hale getiriliyor. Herkes belirli işlevlere, mala-mülke sahip.

Marcel, sahip olmayı ikiye ayırıyor:

1-Mal, mülk sahibi olmak.

2-belli bir niteliğe (acıya, neşeye) sahip olmak.

Sahip olmanın, yabancılaşmanın asıl kaynağı; gerçekte bizim sahip olduklarımız aslında bize sahip.

Sürekli sahip olma yolunda olanlar, sahip oldukları şeyler tarafından hapis ruhlu insanlar oluyorlar. Bu insanlar diğer insanların farkında olmayan insanlardır. Böylece bu insanlar varlık kaybına uğramaktadırlar. Marcel buna, ‘ontolojik azalma’ diyor. Bu insanlar aslında yokturlar. Bunlar sürekli senin için ne yapacaklarını konuşurlar. Tehlikede olduğunda ise senin tanımadıklarını söylerler. Aslında yaşadığımız dünya, bir ihanet dünyasıdır.

İnsanlar varlığı yitirdiler ve ontolojik azalmanın acını çekiyorlar. Varlığı isteme, varlığı arzu etme hisleri var. Marcel buna da, ‘ontolojik gereksinme’ diyor.

Özlerini yitirmiş insanlar varlığı istiyorlar, sorun burada. Ontolojik gereksinme olmama durumundan kaynaklanıyor. Ve bu ‘olma’ durumuna işaret ediyor. İnsanlar arası bir ilişkinin bir özelliğine işaret ediyor.

Benimle aynı uzantıda olan insanlar orada olmayabilir ama başka bir kıtadaki insan ise olabilir.

Sadakat; ihanetin, umut; karamsarlığın, yanında olma; olmamanın yerini almalı. Bu aynı zamanda hristiyan Marcel’in, umut görüşünü oluşturuyor.

Buraya kadar Marcel, çağın durumunu ortaya koyuyor. Peki bu durum, umuta nasıl dönüşecek?

Marcel felsefeye, ‘ontolojik sır’ kavramını kazandırıyor. Ve bu kavramı ikiye ayırıyor; ‘sorun’, ve ‘sır’.

Sorun; önümde duran ve bana yabancı olan bir şey.

Sır; benim içimde olan ve bu nedenle de bütünlüğü ile benim karşıma konulamayan şey. Ben nasılsam, içimdeki sırra örülmüş biçimdeyim. Önemli olan, sorunu aşmak ve sırra doğru yol alabilmek.

Sır; insanın içindeki varoluşu. Bunun sözcüklerle ifadesi imkansız.

Gerçek sır; hiçin olmaması, varlığın olması. İşte bu meta problem.

Marcel bu problemi, ‘cogito’ gibi açıklıyor. İçimde sır olarak bulunan varlığa baktığımda, şüpheye maruz kalacak hiçbir şey görmeyeceğim. Marcel işte burada, ‘cogito ergo sum’ yerine ‘credo ergo sum’ yani ‘inanıyorum öyleyse varım’ önermesini koymak gerekir diyor. ‘Ben düşünüyorum’ yerine ‘biz düşünüyoruz’. ‘Ben varım’ insanlığı yalnızlığa sürüklemektedir.’İnanıyorum’, ‘biz düşünüyoruz’ ise insanları yalnızlıktan kurtarmaktadır.

Amaç; kolektifliğe karşı topluluk içinde özgür insanları kurtarmak.

Marcel’de varolmak, kendi kendine ve dünyayla, diğer insanlarla iletişimde bulunmaktır. İnanç; tanrıya, başka insanlara duyulan inanç, sadakat. Bu inanç, insana umut getirir. Bu umut da insanı ,kelepçelerden ve zaman-mekandan kurtarır. Böylece Marcel’in felsefesi ‘umut felsefesi’ne dönüşür.

Aslında varoluş tek başına değil, başka varoluşlarla birlikte olmakla olur. Bu da sevgi ile olur. Sevgi temelinde bir arada olmak.

Yaşadığımız dünyada birlikte olmak, birbirine sahip olmak taşlaşmış bir şekilde ortaya çıkıyor. Marcel buna ‘el koyucu sevgi’ diyor. Bu sevgi, kendine bağımlı kılmak için, bu sevgide ‘karşılıklılık’ gelişmez. Nesnel bir ‘o’ olur. Bu ‘o’ değiştirilebilir, karşılaştırılabilir.

Sevilenin değeri, sahip olanın çıkarına bağlıdır. Sahip olan onu kullanır. Çünkü merkezde, sen yok ben var.

Bu el koyucu sevgi; karşılıklı fedakarlığı ortadan kaldıran bir sevgidir. Sen yok, nesnel bir o var. Bu yabancılaşmış bir sevgidir.

Yabancılaşmamış sevgi, ‘adayıcı sevgi’dir. Koşulsuzluk, bu sevginin en önemli özelliği. Sen’e kendini koşulsuz olarak adamak. Sevginin ölümle son bulmasında, ölen sen değil; birisi, hiçbir zaman o haline gelmez.

Gerçekten seven, ‘sen ölmeyeceksin, koşulsuz olarak birbirini sevenler ölmez’ der.

Sonlu insanların mutlak sevgileri tanrıda geliyor. Bir insanı gerçekten sevmek onu tanrı içinde sevmektir. Böylece sevgi, inanç ve umut işte bunlar insanın varoluşudur.

İyilik; gelecekte olacak her şeyin iyi olacağı beklentisidir.

Umut; karanlıkta kalmamaktır. Sen için umut etmektir. Böyle bir umutla seven, inanıyor demektir. Sadece sevgide ve umutta koşulsuz inanç sözkonusu. Umut ve sevgi, yabancılaşmamış bir varoluşun nitelikleri.

Karşılıksız, koşulsuz, çıkarsız bir sevgi, bu temelini tanrıda buluyor. Çıkarcı sevgide böyle bir şey sözkonusu değil.

Adayıcı sevgide, ne sen ne de ben var sadece ‘ilişki’ var. Merkezde de sadece tanrı var. Burdaki tanrı, Jaspers’teki gibi şifrelerle okunan tanrı değil, hristiyanlığın tanrısı.

Jaspers’teki inancın felsefi olmasına karşılık, Marcel’in inancı dinseldir.

Ayrıca Marcel’de sınır bilinci yok.