Posts Tagged ‘Rasyonalizm’

SANAT FELSEFESİ -1

Perşembe, Temmuz 23rd, 2009

       

     Varlığa baktığımızda ilk varolanlar olarak, maddeyi / inorganiği görüyoruz.

     İkinci olarak, manevi varolanlar; sanat ve estetik diyebiliriz. Manevi varolanlar, sanat yapıtlarıdır.

      Ruhsal varolanlar; düşünme, bilme, anımsama, imgeleme…

      İdeal varolanlar; sayısal ilişkiler, değerler, düşünceler…

      Ruhsal ve ideal varolanlar ayrı şeylerdir. Eğer bunları ayrı ayrı incelersek, karşımıza etik, metafizik ve din çıkar. Eğer manevi ise, sanat felsefesi çıkar.

 

 Sanat ontoloji; sanat yapıtlarının varlığını inceleyen bir felsefesidir. Sanat yapmanın bağımsız, özgür bir yoludur. Sanat ontolojisi, varlık şekillerini, varlık tarzlarını inceler. Bu durumda sanat insanı konu alır.

 Sanatın öznesi de, nesnesi de insandır. Sanatın amacı, bu özne ile nesneyi aydınlatmaktır. Bu nokta felsefe ile sanatın çakıştığı noktadır. Her ikisinin de amacı; insanı bilgili kılmak, aydınlatmaktır.

 Sanat felsefesi, insanlardan etkilenir. Ve insanları etkiler.

 

   Sanat felsefesinin iki tür açıklaması vardır:

1-Ontolojik açıklama; manevi varolanları incelemek, varoluş tarzlarını açıklamak.

2-Sanat felsefesi; insanların bilgileri ile kendisini oluşturur ve geliştirdiği bilgileri tekrar insanlara aktarır.

 

Sanatın kalıcı olması; insanoğlunun sanattan ne beklediğine bağlıdır. Sanatı insanın beklentileri belirler.

Sanat, insan-doğa düzenlemesi içinde ve felsefenin aydınlatıcı bilgisi içinde ortaya çıkar. Santçıyı her zaman doğanın içinde değerlendirmek gerekir. Aksi halde sanat, mistikleşir, metafiziğe dönüşür.

 

Sanatsal bilgi – bilimsel bilgi:

Sanatta devamlılık yoktur. Her sanat eseri yenidir. Sanatın bilgisi, düzenli, zincirleme bir bilgi olmadığından bu yönüyle bilimsel bilgiden ayrılır.

Bilimsel bilgi geneldir, sanatsal bilgi ise özeldir.

 

Sanatın özelliği:

1-Sanatçı ilhamı nerden alırsa alsın mutlaka kendine özgün olmasıdır.

2-Sanat, alıcı tarafından alındığı zaman vardır. Sanat eserinin dinlenmesi, izlenmesi, okunması gerekir. Aksi halde ne sanattan ne de sanatçıdan sözedilebilir.

Sanatçı sadece doğuran biridir. Önemli olan ortaya koyduğu eseridir yoksa kendisi değil.

Sanat eserinden yola çıkan sanat felsefesi, bir sanat yapıtının bize ne verdiğini anlama tarzı olarak tanımlanabilir.

 

Sanat yapıtına bakma yolları:

 

1-Ontolojik sanat felsefesi; sanat eseri olup olmadığına karar verir.

2-‘İzm’li sanat felsefesi; sanat eserinin bir izme göre incelenmesi. Eserin hangi stile göre yapılıp yapılmadığına bakar.

3-Devlet felsefesine göre; devletin yönetim şekliyle, sanat politikası doğru orantılıdır. Bu sanatçıyı da alıcıyı da yönlendirir. Ayrıca her çağ sanatçısını etkilemektedir. Bir çağın en güzel eseri sayılan, bizim çağımızda o kadar güzel görülmeyebilir. Alıcının ısrarı sanatı ortaya çıkarır. Ortaya çıkardığı sanat eseri de onun kültürüne, sanat bilgisine bağlıdır.

4-Değer biçen sanat felsefesi; örneğin, “sanat, sanat içindir”, hiçbir şeye bağlı kalmadan sanat eserini ortaya koyma ifade ediliyor.

Örneğin ortaçağda sanat, belli felsefelere göre davranmaktan yoksun kaldığı için, salt duygusal sanat doğmuştur. Rönesans ise kendi felsefesini kendisi yaratmıştır; hümanizm. İnsanın mutluluğuna engel olan sorular bu dönemde işlenmiştir. Rönesans insanı esas alınca, yaşamı olduğu gibi aksettirmek istemişler ve bir felsefe doğmuştur: “Sanat, yaşamın aynasıdır”; klasizm.

 17.yy’lın ikinci yarısında sanat ise, kültür ve bilginin eklenmesiyle sanat, yaşamın aynası olması olmaktan çıkar. Çünkü gördüklerimizi de, sanata katmaktayız. Böylece sanata bir yükselme olur. Ve saray sanatı denilen aristokratlara özgü bir sanat doğar; “sanat, sanat içindir”.

 18.yy’lın sonu 19.yy’lın başın da ise, sanatın hem bilimsel hem de ürünsel olarak en üst düzeye çıktığı bir devir sayılabilir.

 Sanayileşme felsefede; rasyonalizmi ortaya çıkarır. Ancak sanatta sadece aklın değil deneyin de rolü vardır.

 Sanayileşmenin getirdiği materyalizm, sanatta, felsefede; empresyonizmi doğurmuştur.

 Endüstriyel ve teknolojik gelişmeler, insanın bir anda inançlarından vazgeçmesine neden olur. Ve insan giderek endüstrinin kölesi haline gelir.

 İnsanlar yeni değerler peşinde koşar ve hippiler gibi yeni gruplar ortaya çıkar. Ve bu durum yani eskiyi yıkmak yeniyi kurmak felsefesi, sanatta da kendini gösterir.

 Mimari de ‘sürrealizm’ olarak ortaya çıkar; dünyadaki mevcut durumu ortadan kaldırmak isteyen bir ekoldür.

 İşte türlü gelişmeler, izmlerin doğuşu, 20. yy’da eleştiri ve yorum yapma işini ‘sanat felsefesi’ne yükler. Bu eleştirinin ilk tipik örnekleri Emile Zola’da görülür.

 

 Sanat- felsefe:

 

 Sanat felsefesi; tek bir sanat eserinin, diğer eserler arasındaki yerini inceler.

 Sanat sa; felsefenin soyut kavramlarını somutlaştıran tek araçtır.

Sanat eserini sanat eseri yapan merkez değerdir ki bu da; felsefi değerdir. Bu felsefi değer, toplumdan topluma değişiklik arzeder.

 

Sanat yapıtını değerlendirme:

 

1-Psikolojik değerlendirme; sanatçı ile alıcı arasındaki ilişki, etkileşim.

2-Estetik değerlendirme; güzel nasıl ortaya konmuştur? Onu değerlendirip irdeler.

 

 Merkez değer:

1-Sanatçının o değerleri iyi tanıması lazım.

2-O sanat yapıtının o değerleri iyi yansıtması lazım.

 Sanatçı bu değerleri yaşamıyorsa, yaptığı eser; fantezi olur.

 

Sanatı inceleyen çağdaş felsefeler;

1-Marxist felsefe

2-Varoluşçu felsefe.

 

Marxist felsefede; ekonomik ve politik içeriği ortaya koymak önemli. Sanat devlet politikasının bir aracıdır. Bu felsefede estetik dönem sona ermiştir.

 

Varoluşçu felsefe de ise Sartre, sanatıyla bu felsefeyi kurmuştur. Felsefeden sanatı değil, sanattan felsefeyi eserleriyle ortaya çıkarmıştır. Bunlara göre insan varlığını ve varoluşunu sınırlayan belli yaptırımlar sözkonusu. En çok da içsel baskıları çözmek için eserler vermişlerdir.

 

 Eski ontoloji – Yeni ontoloji:

 

 Eski ontolojinin temeli 17. YY’la dayanır. Ontolojiyi bağımsız bir felsefe dalı yapanlar; Galenus ve Wohll. Wohll ontolojisi; metafiziktir.

 Platon da “hakiki varlık ancak idealar olarak vardır” derken, metafizik ontoloji yapar.

 Aristoteles ontolojisin de ise; varlık ile varolan ayrımı vardır. Varlık, ululaştırılır (metafizik yapar). Varolan ise; ‘şu an olandır’ der.

 Modern ontoloji, Aristoteles’in bu ‘varolan vardır’ esprisine dayanır. Yeni ontoloji, salt somut olandan hareket eder.

 Yeni ontolojide varolanın varlığını değerlendirmek, yukarıdan aşağı değil, (yani tanrıdan başlayarak değil) aşağıdan yukarı yani sözkonusu olanın geçmişinden başlayarak varoluşunun saptanması mevzu edilir.

 Modern ontoloji, reel dünyanın bütünlüğünü araştırır ki, bu bütünlük eleştirel bir yaklaşımla incelendiğinde bir tabakalaşma görülür.

  

   Bu tabakalar:

 

1-Her üst tabaka bir alt tabakaya dayanır:

   Üst tabaka alt tabakanın özelliklerini de taşır.

2-Bir üst tabakanın varolabilmesi için bir alt tabakanın olması gerekir.

   Alt tabakanın varlığı, üst tabakaya bağlı değildir.

3-Her tabakanın kendine özgü prensip ve nitelikleri (novum) vardır.

4-Her tabaka kendi novumu içinde bağımsızdır.

   Bu 4 esas yasa reel dünyanın birliğidir.

   Her varolan bir obje değildir ama her obje bir varolandır. Bilgi objeden önce, varolan da objeden önce gelir.

   Bilgi; objeleşmiş varolanın bilgisidir.

   Modern ontoloji Aristoteles ve Descartes’in görüşlerine dayanır.

 

   Modern ontolojiye göre 4 varlık tabakası vardır:

 

 1-İnorganik tabaka (tüm cansızlar)

 2-Organik tabaka (tüm canlılar)

 3-Ruhi varlık (bilinç, bireysel tin)

 4-Tinsel varlık (Hegel ve Hartmann tarafından tabakalaştırılmış kültürü ifade eder)

    Organik tabaka, inorganik tabakaya bağımlıdır ama kendi novumuyla da ondan bağımsızdır.

   

    Varlık tabakalarını ilgilendiren 8 ilke:

 

 1-Tekrarlama kanunları; her bir tabakada tekrarlama vardır.

 2-Değişme kanunu; reformasyon ve tekamül etme kanunudur.

 3-Novum kanunu; her tabakanın kendine özgü özellikleri vardır.

 4-Aralık veya mesafe kanunu; her bir tabaka arasında belli bir boş alan vardır. Bu boş alan, deformasyon alanıdır. Bu boşluk tereddüt tabakasıdır.

 5-Güçlülük kanunu; her tabaka güçlüdür ancak üst tabaka daha güçlüdür.

 6-Bağımsızlık kanunu; üst  tabaka alt tabakaya bağımlıdır.Ancak kendi novumuyla da bağımsızdır.

 7-Madde kanunu; somut olabilme.

 8-Hürlük kanunu; hürlük aşağıya göredir. Yani bağımsızlık arttıkça hürlük artar.

   

 Tinsel Varlık:

 

  Sanat eserlerinin tümü, tinsel varlık ürünüdür. Tinsel varlık reel bir alandır. Ve bu alan kendi içinde 3 tin alanından oluşur:

  1-Bireysel tin (reel)

  2-Objektif tin (reel)

  3-Objektifleştirilmiş tin (irreel); objektif değilken o hale getirilmiş, bu tin Hartmann tarafından bulunmuştur. Bu tin, idealdir.

 

  Bireysel tin; kişinin genel kültürden alabilirliği.

  Objektif tin; tinsel alanda objektifleştirilmiş tinin dışındaki bütün kültür.

  Objektifleştirilmiş tin; reel olmayan ideal olan bir alandır. Düşünebildiğimiz bütün sanat eserleri objektifleştirilmiş tindir.

   Sanat eseri objektifleştiği an sahibinin elinden çıkar. Eser artık ortak maldır. Onu ayakta tutan alıcısıdır. Sanat eserinin varolması, estetik yargıyı gerektirir. Bu yargı olmazsa sanat eserinden sözedemeyiz.

   

   Estetik obje analizi:

 

 1-Objektifleştirilmiş olanın yaratılması ve yapanın estetik yapısı.

 2-Estetik analizi yapılacak; obje, eser.

 3-Eserin analizinden doğan; değer.

 4-Değeri dile getiren yargı.

   

  Sanatın objesi:

 Objektifleştirilmiş tindir yani varolmayan bir objeyi kendi yetilerinle varolan haline getirmektir. Süje objektif alanda pasif olmasına karşılık, objektifleştirilmiş alanda aktiftir.

 

    Objektifleştirme işlemi çift taraflı bir yasaya dayanır:

 

 1-Objektifleştirilen, objektif nesne içine yani reel bir alana sokulmuş olur.

 2-Yerleştirilmiş tabakanın alıcı tarafından alınması. Bundan sonra varolan sözkonusudur.

 Modern ontolojide somut olanların eleştirel bir yöntemle ele alınması sözkonusu Bu eleştiri ancak bir varolanın varoluşunu hazırlayan fenomenlerin değerlendirilmesi ile ilgili.

 Objektifleştirme; irrel bir duyunun, reel bir objeye geçirilmesi. Örneğin, kafamızda tasarladığımız bir kompozisyonun tuvale aktarılması.

 (Modern ontolojinin kurucusu; Roman İngarden, geliştiren ise N. Harmann’dır.)

 

   Hartmann’a göre ontolojik estetiğin (sanat ontolojisi) 5 konusu var:

 

 1-Salt süjeden ibaret olması; zihni süreç. Eyleme dönüşmemiş tasavvurlar, düşünceler, kurgular.

 2-Üzerinde ontolojik analizler yapılacak olan obje. Soyut olanın somut hale gelmesi yani sanat eserinin kendisi.

 3-Estetik analizler sonucu ortaya çıkan değerlerin saptanması.

 4-Bu değeri estetik analizle bulup ortaya çıkaran alıcı.

 5-Değeri dile getiren yargı. Merkezi değerin evrenselliği. O eser bize ne getiriyor.

   Hartmann’a göre sanat ontolojisi bu şekilde yapılır.

  Estetik objenin en önemli özelliği; aşkın/ irreel olmasıdır.

  

    Sanat eserinin bize kendini vermesi iki şekilde olur:

 

 1-İlkalgılama; sanat eserinin bize ne verdiğine bakmadan yani merkezi değeri görmeden önce ilk algılanan özellik. En çarpıcı olan, en genel özelliktir.

 2-Estetik algılama; esas özelliği, irreel tabakayı da yakalayabilme. “Aman ne kadar hazettim” dedirten bu duyguyu geliştiren estetik algılamadır.

 Bu iki algı aynı anda oluşur, eser gerçekten sanat eseri ise.

 

  Hartmann’a göre resmin varlık tabakaları:

 

 1-Önyapı; resme baktığımızda ilk gördüğümüz şey.

 2-Üç boyutluluk; mekan, ışık, nesneler…

 3-Resimde gereken hareket; her resimde bir hareket vardır. Elmanın çürüğü, kıvrımlar, gölgeler…

 4-Hareketteki canlılık; bu hareketlilikten bize gelen mesaj. Örneğin o kadar canlı bir üzüm resmi ki, kuş gelip gagalıyor.

 5-Hareketlerin canlılığındaki ruhi ve tinsel iç tabaka. Mesajı; örneğin Mona Lisa’nın yüzündeki tebessüm.

 6-Bireysel ideal; benim için ideal olandır. Sadece porte resimlerinde vardır.Beni tanımayan için ideal değil.

 7-Evrensel ideal; her insanın belli bir yönüne nüfuz etmesi.

 

  Sanat eserinin incelenmesindeki amaç; estetik değerinin olup olmadığının araştırılmasıdır.

 Hartmann’a göre güzellik, irreel tabakadan gelir ama kendini reel tabakada gösterir.

BİLGİ FELSEFESİ (Epistemoloji)

Cumartesi, Haziran 27th, 2009

 

 

 

 Kant’ta metafizik, bitmez tükenmez karşıtlıkların savaş alanıdır. Bilgi, bilgi olduğunu ispatlamak zorundadır. İnsan aklının bir eleştirisini yapmalıyız. Neyi bilebiliriz, neyi bilemeyiz?

 

 Descartes, bilgi konusunda rasyonalisttir. Felsefedeki bilgiler de ona göre akla dayanmalıdır. Matematik, kesin bilgilere ulaşmak için nasıl bir yol izliyorsa, biz de aynı yolu izleyip, kesin açık-seçik bilgilere ulaşmalıyız. Bir bütünü parçalayıp, parçalardan bütünü yeniden kurmalıyız. Descartes’in yöntemi doğa bilimlerine dayanıyor. Çünkü doğa, tek tek unsurlardan oluşmuştur.

 

Rasyonalizm; aklı özneye bağlı düşünce ile nesne arasında mantıksal bağlantı kurmak. Duyu verileri ve deneycilikle, bilgi edinilemeyeceğini savunmak.

 Bunlara karşılık da duyumcu sensualistler / amprikler ortaya çıkıyor.

 Rasyonalistlerde insan aklının malzemesi, doğuştan getirdiği bir takım kavramlardır. Hakikate, bunlar arasında sağlam mantıksal bağlantılar kurarak varılır.

 

 Locke’a göre ise, duyulardan geçmemiş hiçbir şey yoktur. İnsan beyni doğduğunda boş bir levha ( tabula rase) gibidir. Zamanla bu levha üst üste dolmaya başlar.

 

Hume, Locke’dan da radikaldir. Olgu sorunları hep nedenselliğe dayalıdır der. ‘Tebeşiri bırakırsam düşer’. Çünkü, bıraktığımızda hep düşüyor. Düşmediğini hiç görmedik. Hume, nedenselliği, izlenimlerde aramış ama bulamamış ve kaynağını inanç olarak açıklamıştır. Biz alışkanlıkla bu nedenselliği kuruyoruz. Gerçekte böyle bir nedensellik yok. ‘Hiçbir şey yok ki, bize duyumlarımızla gelmesin’.

 

 Kant; hem rasyonalizmi hem de amprizmi şu ünlü sözüyle eleştirmiştir:

 

‘Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür’.

 

 Kant’a göre duyu verilerine dayanmayan akıl, boştur. Ancak gerçeği sadece duyularla anlamaya çalışan akılsa kördür.

 Kant, görüyor ki, felsefe aklı aşan metafizik bilgilerin savaş alanı haline gelmiş, bu nedenle aklı, mahkemeye çıkarıyor.

 Ona göre her şeyi zaman ve mekan içinde görürüz. Bu formlar dışarıda değil, bizdedir. Duyu verileri ilk önce, aklın bu formlarından geçer. Anlama yetisi, görüden geçen bu verileri, kategorileri içinde yoğurur, düzene sokar. Nedensellik, anlama yetisinin bir kategorisidir. Bu nedenle onu bilemeyiz.

Aklın formlarının temelinde ideler var. Bunlar; ruh, tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük. Her bilgi bu formlardan da geçer.

Kant; rasyonalizmden apriori yargıları, amprizmden ise deneye dayanmayı alıp, her ikisini de bağdaştırmaya çalışır.

Kant’ta bilgi, deneyden gelen verilerin, aklın formlarında işlenmesiyle ortaya çıkmaktadır. Deney dünyası, bilginin malzemesidir.

 

 

 

  Kant’a göre aklın üç bilme yetisi vardır, bilgi bunlar sayesinde ortaya çıkıyor:

 

  1-Dolaysız görme; insan aklının dış dünya ile ilk kurulduğu yer (zaman-mekan)

  2-Anlama yetisi; bir takım kategorileri var. Deneyden gelene form veriyor.

  3-Akıl; çıkarım yapan yeti. Bunun formları ise ideler.(Ruh, tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük)

 Kant, bilimlerin bilgisinin rastlantısal ve temelinde inanç olan bilgiler olduğunu görüyor. Bu bilgilerin kesinliği her zaman 0,999…dur, hiçbir zaman tam 1 değildir.

 

 Bilgi edinmek için yöneldiğimiz şeyler, nesneler bizim yönelmemizle bir kavram haline gelir. Bilgide, anlama ile kavrama arasındaki fark; nesnellik.

 Bilimsel bilginin nesnesi; bilim adamı incelediği nesneyi önce şeyler sonra bağlamsal açıdan inceler. Bu bakış açıları, birbirine karışmış, iç içedir.

 ‘F=m.a’ da kuvvet, kütle ve ivmenin bağlantısıdır. Kuvvet diye bir şey yoktur. Kuvvet, kendi başına bir şey değil, bir bağlantıdan ibarettir.

 Bilimsel bilginin en temel dayanağı; nedensellik ilkesidir. Bu ilkeye dayanarak bilim, nasıl sorusunu neden sorusuna çevirerek işe başlıyor. Cevap verdiği hep neden sorusu. Nasıl oluyor? Sorusuna cevap veremiyor.

 Doğada, ‘yasa, kavram, bilgi’ yoktur. Sadece nesneler vardır. Doğada ‘5 adet elma’ vardır ama 5 yoktur. Doğada metre yoktur ama ölçülecek nesnelerin kendisi vardır.  İnsan olmadan bilgi olamaz. İnsan doğadaki nesnelerden edindiği imgeleri, bilincindeki bir takım kalıplardan geçirerek, soyutlar, kavramlaştırır. Ve tekrar edindiği bilgileri, doğada uygular. Pratikte uygulanmadıkça, dile getirilip doğrulanmadıkça bilgi olamaz.

 Bilimsel bilgi, neden – sonuç ilişkisiyle birleştirilmiş bilgidir. Felsefi bilgi ise daha tam birleştirilmiş bilgidir. Bu bilgi insanın daha çok anlama ihtiyacından doğmaktadır.

 Bilimsel bilgi bize gerçeğin kendisini değil, gerçeklerin değiştirilmesini, sayılara indirgenmesini sağlar. Bilimin yaptığı iş, betimleme. Ancak bilim H2O’ nun birleşip su olduğunu söylüyor ama nasıl olduğunu açıklayamıyor, nasılı kavrayamıyoruz.

 Elektronların yörünge değiştirmesi ile enerji açığa çıkıyor ve ışık haline geliyor. Ancak nasıl yörünge değiştirdiğini bilim açıklayamıyor.

 Her anlamda önerme doğru değildir ama her doğru önerme anlamlıdır. Doğruluk, anlamlılığı gerektirir ama anlamlılık, doğruluğu gerektirmez. Olmayanı olmuş gibi göstermek yanlıştır.

Bir şeyin doğru olması için düşünsel olması, bilgi olması ve önerme olması gerekir.

 Gerçekte doğruluk ya da yanlışlık yoktur. Düşüncemizi gerçekle karşılaştırdığımızda uyuşursa doğrudur.

 

 Metafizik; evreni tümüyle bilmek. Evrenin tamamını konu edinir. (Bilim ise bir sadece bir yönünü konu edinir.) Varlığın özünü bilmektir. Varlıkta evrenin tümü gibi tek tek varolanlardan başka bir şeydir. Varlık, metafizikçe bir gerçekliktir.

Fizikötesini anlama, varlığın özü fizikötesindedir. Bunu bilen, varlığın tümünü bilir.

 

Metafizikten çıkan sorular:

1-Evren tümüyle nasıl kurulmuştur?

2-Varlığın ne gibi bir özü vardır?

3-Fizikötesinin yapısı nasıldır?

4-Bir şey dolayısıyla her şey derinlemesine ele alındığında nasıldır?

 Bu soruların amacı, evreni en ayrıntılı ve kesin bir şekilde açıklamak. İlkçağ filozoflarına metafizikçi diyebiliriz. Evrenin ana maddesi, hep metafiziki olarak açıklanıyordu.

 Metafizikte açıklama bilgi ötesidir. Doğruluk yada yanlışlığı sözkonusu değildir.

IMMANUEL KANT

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

  IMMANUEL KANT (1724 – 1804) :

 

  F. Bacon’un açtığı çığır; Ampirizm, sürdürenler; Locke, Berkeley, Hume.

 

  R.Descartes’in açtığı çığır; Rasyonalizm, sürdürenler; Voltaire, Diderot, Cicero.

 

  Kant, bu iki çığırı yanıtlamaya çalışıyor. Bu konudaki ünlü sözü “görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür”.

  

SAF  AKLIN ELEŞTİRİSİ” adlı eserinden :

 

 Kant’a göre neden – etki; anlama yetisinin şeyleri apriori olarak bilmesini sağlayan tek yol değil. Biz neden –etki bağlantısındaki alışkanlığı deneyden edinmiyoruz. Biz bunu doğuştan apriori olarak getiriyoruz. Bu bilmemizi sağlayan yetiler; deneyden gelen değil, bunlar saf aklın kavramıdırlar. Oysa Hume’a göre bunlar apriori değil, biz bunları deneyden ediniyoruz.

 Hume’un tecrübesi; duyusallıkta, Kant’ın ki ise anlama yetisindedir.

 Kant’a göre, “bütün bilgilerimiz deneyle başlar ama bütün bilgilerimiz deneyden çıkmaz”.

 

 Bilginin Kaynağı Bakımından Yargılar :

 

 1- Aposteriori; deneyden gelen deneyle edindiğimiz yargılar. Buradaki bilgiler, apriori bilgilerin aksine ‘raslantısal’dır.

 

 2- Apriori; deneyden önce gelen. Terminolojisi; tümel, genelgeçer ve zorunlu olması.

 

     a) Saf apriori (saf bilgi); tümel, genelgeçer ve zorunlu olmak, daha çok bilgeler için sözkonusu. Örneğin; ‘her değişmenin bir nedeni olmalıdır’  bu bilgide tamamen bizden gelen kesin bir tümellik var.

 

     b) Saf olmayan apriori; apriori bilgi ama saf değil. Örneğin; “her değişmenin bir nedeni vardır”.

 Saf apriori ile saf olmayan aprioriyi birbirinden ayırma da ölçüt; tümel, genelgeçer ve zorunlu olup olmamalarıdır.

 

 Akıl; anlama yetisinin kavramlarını ilkeler altında birleştirme yetisi.

 

 Saf akıl; bir şeye hiç deney karıştırmadan ilkeler, apriori olarak bilmeye çalışan akıl.

 

Özne-Yüklem Bakımından Yargıların sınıflandırılması:

 

  1- Analitik yargılar (aynı zamanda apriori):

 

      Örnek; “bütün cisimler (özne), yer kaplar (yüklem)”.

      Belli bir kavram daha küçük parçalara ayrılarak analizi yapılıyor. Cismin tanımında zaten yer kaplama vardır. Bu nedenle yukardaki yargı bize yeni bir şey söylemiyor. Bu yargılar; zorunlu, tümel, genelgeçer, deney ve izlenimlere dayanmazlar. Çelişme ilkesine dayanırlar.

 

  2- Syntetik Yargılar (sadece aposteriori olduğu sanılıyor oysa sentetik olduğu halde bazı yargılar aprioridir); burada birbirinin içinde olmayan iki kavram birleştiriliyor.

     Örnek; “bazı cisimler (özne)+ ağırdır (yüklem)”.

      “ 7+5 = 12″

      Bu yargılar bilgimizi artırırlar. Burada yeni bir bilgi sözkonusu. Özneye tanımında olmayan yeni bir şey yükleyerek, yeni bir bilgi elde etme sözkonusu.

 

    a) Syntetik Aposteriori Yargılar; deneye dayanan sentetik yargılar. Örnek; “bazı cisimler ağırdır”.

 

    b) Syntetik Apriori Yargılar (asıl sorun burada); deney öncesi deneye dayanmayan yargılar. Matematiğin bütün önermeleri sentetik aprioridir. ‘7 +5 = 12’ gibi. Bilimin ve geometrinin yargıları da sentetik aprioridir. Bu yargılar bilgimizi hem genişletirler hem de analitik apriori yargıları içerirler. Sentetik deneyle ilişkili yargılar olduğu gibi tümel, genelgeçer ve zorunlu olan apriori yargılardır. Sentetik aprioriyi mümkün kılan; görülerdir.

 

  Bilgilerimizin Oluşumu (Kant bazen bunun tümüne “akıl” diyor) :

 

  1- Duyusallık; duyuları verileri buradan geliyor. Gelen duyu verilerini saf görülere yerleştiriyor. (Trancendental estetik)

 

  2- Saf görüler; kendileri deneyden gelmiyor. İki saf kategorisi var:

 

       a) Zaman (arimetik/artardalık),

       b) Mekan (geometri/ yanyanalık)

           Duyusallık pasiftir. Duyuların verdiğini alır ve saf görülere (saf zaman ve saf mekan) yerleştirir. Bilgilerimiz ancak böyle oluşuyor. Zaman ve mekana yerleştirilmeyen hiçbir bilgi mümkün değil. Sentetik apriori yargılar bunlar sayesinde mümkün. (Trancendental Estetik)

 

  3- Anlama yetisi; aktif olup duyusallığın verdiği üzerine 4 küme halinde 12 kategorisiyle düşünür bağlar kurar, sentez yapar. Deney burada oluyor. Sentetik apriorilerin sentezi yapılınca bilimsel yargılar oluşuyor. (T. Analitik)

 

  4- Akıl; ideleri var. (T. Diyalektik)

 

  Trancendental; nesnelerle değil de, genel olarak nesneleri apriori bilişimizle uğraşan bilgiye diyor.

 

  Trancendental felsefe; bu felsefenin konusu nesnelerin yapısı değil, nesnelerin yapısı üzerine yargıda bulunan anlama yetisi. Oniki çeşit yargıda bulunma var. Bu felsefe nesnelere ait apriori bilginin sistemiyle uğraşan felsefedir, direkt olarak nesnelerle ilgilenmiyor. Nesneleri apriori olarak bilişimizle ilgili bilgilerle ilgileniyor.

 

  Tancendental estetik; duyusallığın apriori ilkeleri.

 

   Trancendental analitik; saf düşünmenin ilkelerini içine alan bilim. Deneyden gelmeyen düşünmenin saf formları.

 

   Trancendental Dialektik; saf aklın idelerinin nasıl ortaya çıktığıyla ilgilenen bilim. Deneyden gelmeyen düşünmenin saf formları ile ilgilenen bilim.

 

   Kant’ın amacı, insan aklının bir eleştirisini yapmak. Neyi bilebiliriz neyi bilemeyiz; kritisizm. Aklın bilimi olan metafizik ile duyusal dünya arasında sınır çizmek. 

 

   Anlama yetisinin yaptığı iş; 1. İdeler üretir, 2. Anlama yetisinin kategorilerini ilkeler altında toplar.

   İde; duyuların kendisine karşılık olarak bir şey sağlamadıkları apriori olan bir saf akıl kavramı. İdeler trancendenttir (aşkındır). İlkeler deneyle ne doğrulanabilir ne de çürütülebilir. İdeler, bilgi değildir.

  

           Saf Aklın İdeleri

             /                  \  

Pratik ideler              Teorik ideler

(bunları duyular sağlamaz, saf akıl kavramlarıdır)

                                                         

   Teorik ideler:

 

 1-Ruh idesi

 

2- Evren idesi; kozmosun nesne olabileceği hiçbir deney olanaklı değildir. Kozmos idesi bütünü içine alır. İnsan aklının ayrılamayan, algılanamayan bir kavramıdır. Bu ide mutlak olarak koşulsuz olanı anlatır. Olanaklı deneyin dünyasında karşılığı yoktur. Bu yüzden deneyin üstünde yükselmeye çalışan düşünce, antinomilere (çelişkilere) düşer. Dört kozmolojik idesi vardır:

a) “Evrenin zaman ve mekan bakımından bir başlangıcı vardır”. Karşıtı; “evren, zaman ve mekan bakımından sonsuzdur”. Zaman ve mekanın bizde olması nedeniyle kesin bir şey söyleyemiyoruz.

b) “Dünyada her şey yalın olandan oluşur”. Karşıtı, “yalın olan hiçbir şey yoktur”. Herşey karmaşıktır.

c) “Dünyada özgürlükten gelen nedenler vardır”. Karşıtı, “özgürlük yoktur”. Herşey doğa yasalarına göredir.

    Çelişkinin olması doğal çünkü bunlar; sentetik apriori değil

d) “Nedenler dizisi sonunda zorunlu bir varlık vardır (ilk neden)”. Karşıtı, “zorunlu olan hiçbir şey yoktur, bu dizide her şey rastlantısaldır”.

 

3- Tanrı idesi; aklın hiçbir koşula bağlı olmayan yanından çıkar.

 

ETİK GÖRÜŞÜ:

 

                         EVREN İDESİ

                                   |

                         ÖZGÜRLÜK :

 

a)Fenomen dünyası (bu dünyayı teorik akıl biliyor); duyulan, algılanan deney dünyası, ‘doğa’.

-Evrende her şey doğa yasalarına göre olup biter.

-Özgürlük yok.

-Doğa yasaları var.

-Zorunluluk var.

-Özgürlük ancak, nedenler zincirini tahrip ederek, varılacak ilk nedende (tanrı) olabilir.

-Bedeni eğilimler nedeniyle insanın beden yanı da bu dünyaya girer.

-Koşullu buyruklar.

-İstekler,  arzular, eğilimler.

-Öznel ilkeler ya da maksimler.

 

b)Numen dünyası (pratik akıl biliyor); düşünülen dünya. Burada özgürlükten gelen nedenler var. Gereklilik yasaları var. Burada özgürlüğü görüyoruz, yaşıyoruz. İnsan kendini özgür olarak biliyor. Eğer zorunlu bir nedensellik olsaydı, insan yasa gereği öyle yaptım derdi.

 “Ben buldum o parayı cebime atarım” değil, bana o paranın sahibini bulmam gerek dedirten ahlak yasaları (gereklilik yasası) var. Oysa doğada zorunluluk var. ‘Bugün yağmur yağması gerekir’ diyemeyiz.

 İnsana “şunu yapmam gerekir, şu gerekmez” dedirten gereklilik yasaları var. Bu ses dışarıdan değil, yine insanın aklından gelen bir ses.

-Koşulsuz buyruklar,

-İsteme,

-Nesnel ilkeler, maksimler.

 

İnsan her iki dünyanın da yurttaşı.

 

YASALAR:

 

 Yalnızca yasa koşulsuz ve gerçekten nesnel. Dolayısıyla; tümel, genelgeçer, zorunlu kavramlarını birlikte getirir. Ve emirler (eğilimler karşı olsa bile) uyulması gereken yasalardır.

 Aslında Kant, yeni bir şey söylemiyor. “Ben varolanı, bilimsel olarak formüle etmeye çalışıyorum” diyor. Ona göre yasa, hem apriori hem de syntetik olmalı. Yani yasa; genelgeçer, tümel ve zorunlu olmalı. Mutlu olmak için yasalar, syntetik apriori olmalı.

 Koşulsuz olarak -yararlı olduğu için değil- iyiyi isteme. Kant, devamlı olarak bunu arıyor. Koşullu olursa apriori olmaz. “Şöyle yapmam gerekir” diyen ahlak yasasının koşulsuz olması lazım. Eğilimleri idare edecek bir yasa değil. Akıldan gelen öyle bir yasa olmalı ki; biz o yasaya uyarız ya da uymayız ama o yasaya uymamız gerektiğini bileceğiz. Önemli olan yasanın, yapılması gerekenin bilinmesi; uyulup, uyulmaması değil. “Hile yapabilirsin ama yapmaman gerektiğini bil”.

 Aslında yapılmaması gerekeni en adi adam bile biliyor. En azından kendisine yapıldığında, yapılmaması gerektiğini biliyor. Kant, eylem ilkesi aramıyor. İnsanın-kendi aklından gelen, koşulsuz olan- eylemlerini yönetecek bir yasa.

 Etiğin bilim olması; etiğin tümel, genelgeçer ve zorunlu olması demek.

 Kant, herkesin yasaya gerekene uymasını beklemiyor. Herkesin, “bu gerekir” diyen yasayı bilmesini istiyor. Burdaki yasa, akıldan gelen koşulsuz buyruk şeklindedir.

 Kant, bilimi bilim yapan syntetik apriorileri görüyor ve etiğin önermelerini de syntetik apriori haline getirerek, etiği bilim yapmaya çalışıyor.

 

 BUYRUKLAR:

 

 Her durumda genel bir yasa olabilecek şekilde olmalı.

a)Koşullu buyruklar(hipotetik); zorunlu, tümel ve genelgeçer değildirler. Koşullara göre eylemde bulunma sözkonusu. İyiyi iyi olduğu için isteme değil, koşullu. Deneye dayalı. “Eğer saygınlık istiyorsan yalan söyleme”.

b)Koşulsuz buyruklar; içeriği yok, biçimi var. Koşulsuz buyruk, koşulsuz olarak iyiyi istemedir. Bu buyruk hem syntetik hem de apriori olmalı. Ancak bu şekilde tümel, zorunlu ve genelgeçer olur. Etik ancak bu şekilde bilim olabilir. Kant. Yasayı buyruk olarak arıyor.

 

  İSTEME :

 

 Kayıtsız şartsız dünyanın dışında bile olsa koşulsuz iyiyi isteme. İyiyi, iyi olduğu için isteme. İnsan iki dünyanın da vatandaşı olduğundan istemeyi, sadece deneysel koşullar belirlemez.

 Yasa hem genel hem de öznel olacak, nesnel değil. Sübjektif ilkelerimize ölçü olacak. Yasa olunca isteme oluyor. İsteme olunca da -yasaya saygıdan dolayı- eylemde bulunuyoruz.

 

 ÖDEV :

 Yasaya saygıdan dolayı yapılan eylemin zorunluluğu ödev, iyiyi istemeyi de içeriyor.

 

 ÖDEVDEN DOLAYI EYLEMDE BULUNMA:

 

        Yasaya saygıdan dolayı yapılan eylemdir.

  Doğanın kendi yasalarına (doğal yasa) uymaması sözkonusu değil ama insan özgür olduğundan ahlak yasalarına uymaması sözkonusu.

  Kişi hiçbir zaman yasaya uymuyor ama yine de yasaya uymam gerekir diyebiliyorsa, kendini aşağılamaya, hor görmeye mahkum etmiş demektir.

  İnsan duyulur dünyada doğa yasalarının altında, düşünülür/numen dünyasında ise ahlak yasalarının altındadır.

  “Gerekir“i deney dünyasından aldığımızdan bir nedensellikle değil, sadece saf akıldan gelen bir nedensellikle diyoruz.

  Düşünülür dünya ile duyulur dünya arasında sentez sözkonusu. Sentetik apriori yargılar, bu iki dünya arasında bizden gelen bağlantı kurmada sözkonusu.

  İnsan, bedeni eğilimleri ile zorunluluk/fenomen dünyasının, dingansich yanıyla da gereklilik/ numen dünyasının üyesidir/yurttaşıdır.

 

      DİNGANSİCH; kendinde şey, şeyin kendisi. Fenomen değil, fenomenin arkasında olan. Bilinç onu bilse de bilmese de olan. Düşüncenin objesi. Duyulur, görülür verisi olmayan. Anlama yetisinin, amprik objenin karşısına koyduğu trancendental bir obje. Böyle bir objeyi düşünebiliriz ama görülemeyi gerçekleştiremeyiz. Ancak ancak teorik akılla bu kavrama belli bir açıdan içerik kazandırabiliriz.

  Özgürlük ahlak yasasının varlık nedeni, ahlak yasası da özgürlüğün bilinme nedenidir.

  Gerekir diyen insan özgür insandır. İnsan diyebildiğine göre özgürdür.

 

DENEY; duyusallık yoluyla elde edilen kavramların bir kategoriye oturtulması

MEKAN; dış nesnelerin saf biçimidir. Her dış nesne zorunlu olarak başka nesnelerle yan yana algılanır. Tek başına bir nesne algı nesnesi olamaz.

 

 Kant, nesnelerle değil, nesneleri apriori olarak bilişimizle ilgili bilgiye bakıyor.Bu nedenle de yatığı işe Trancendental Felsefe diyor.  

   

 Locke, Hume, Berkeley (amprikler), duyusallığı düşünüyor ama anlama yetisini düşünmüyor. Rasyonalistler ise anlama yetisini düşünüyor ama duyusallığı görmüyorlar. Kant, her ikisini de uzlaştırmak için şöyle söylüyor:

 “ Görüsüz/ algısız kavramlar boş, kavramsız görüler kördür”.

 

 ÖZGÜRLÜK; ahlak yasasını isteme.

 

 NEGATİF ÖZGÜRLÜK; zorunluluğa/ doğa yasalarına bağlı olmadan eylemde bulunmak. Belirlenmeme imkanı istiyor. Aklın kendi yasasını, kendisinin koymadan eylemde bulunması.        

POZİTİF ÖZGÜRLÜK; aklın kendi yasasını kendisinin koyarak eylemde bulunması. İnsanı yüce kılan bu özgürlüktür.

 Negatif özgürlük olmadan pozitif özgürlüğe geçemiyoruz.

 Kant’a göre, duyusallığın verdiği, bilgi değildir.

 

Deneysel yargılar:

a)Deney yargıları(nesnel yargılar)

b)Algı yargıları

 

Elmanın ‘tatlı’ olması benim için geçerlidir, ‘elma’ için değil. Algı yargısı, anlama yetisinin kavramlarından birine verilmediğinde mümkündür.

Bir algı yargısının, deney yargısına dönüşmesi:

“Güneş var ve taş ısınıyor” bu bir algı yargısıdır. Bu işi anlama yetisi yapıyor ama anlama yetisinin kavramları verilmiyor. Biz sadece karşılaştırma yaparak nedene de, nedenselliğe de ulaşamayız.

 “Güneş taşı ısıtır”. Algı yargısı+ anlama yetisinin ‘neden’ kavramı.

(Kant, insanın yargılarına bakarak bir ayrım yapıyor)Dar anlamda akıl, duyusallığın verdiği üzerine bir şey katmıyor. Saf aklın ortaya koyduğu yargılar aprioridir ama syntetik değildir. Deneysel bilginin olanaklılığı anlama yetisinin kavramlarıyla olur. Deneyin olanaksızlığının yasaları, doğanın da yasalarıdır.

 

RENE DESCARTES

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

RENE DESCARTES (1596 – 1650 ) :

                                                                                                                             

17.yüzyılın özelliği rasyonalist olması. Yöntem olarak,; matematik ve fizik seçilmiştir. Matematik, çünkü; karmaşık değil, açık seçik. Dolayısıyla matematik, ideal bir bilim haline geliyor.

 Yeniçağda ilk defa felsefe, sistemli bir hale Descartes’ın eserleriyle ortaya çıkıyor. 17. yy da felsefe hep onun ardından geliyor. Bu nedenle 17. yy felsefesinin Descartesçı olduğu söylenir.

 

   Descartes, yeniçağ felsefesinin kurucusu olduğu gibi, analitik felsefenin de kurucusudur. Ona göre matematik, açık seçikliğe ulaşmalıdır. Aritmetiğin ortaya koyduğu hep açık seçik, öyleyse hayal gücüne dayanan geometri de böyle sonuçlara ulaşabilir.

 Descartes’a göre doğruyu bilmek, açık seçikliği bilmektir. Doğrudan kavranan şeyler, açık seçiktir. İşte analitik geometri bunu sağlayan bir yöntem. Doğruluğun yöntemi; açık seçik olmak. Aritmetikde işler böyle yapılıyor. Descartes, bunu felsefede de yapamayız mı? Diye soruyor.

 Dorudan araçsız kavranılacak, kendisinden sağlam bilgiler türetilecek, sağlam bir nokta bulabilir miyiz? Diye soruyor.

 ‘Herkes birbirinin tersini söylüyor. Felsefede güvenilecek bir bilgi yok, hep çelişki. Ben bunların hiçbirine güvenmeyeceğim, yeniden başlayacağım’.

Bu dönemde Descartes her şeyden şüphe ediyor. Örnek olan matematik ve bulgularından bile. Bu şüphe, skeptik bir şüphe; amaçsız, sırf şüphe etmek için şüphe etmek değil. Metodik bir şüphe yani amaçlı bir şüphe.

 Descartes, şüphe ederek şüphe etmeyeceği bir şeye varmak ve tüm bilgileri ondan türetmek için şüphe ediyor.

 İkinci olarak Descartes, dış dünyadan şüphe ediyor. Dış dünyaya güvenemem. Çünkü; duyularım beni bazen hatta çoğu kez yanıltıyor. Düş görüyorum gerçek sanıyorum, belki de hayatın tamamı bir düştür.

 ‘Bu dünyayı tanrı yaratmışsa ben bu dünyaya güvenebilirim’ diye ortaçağdan gelen bir düşünce var. Oysa Descartes, tanrının beni aldatmadığını, sadece onun iyi niteliklere sahip olduğunu nerden bileceğim, İnanamadığıma güvenemem.

 İlk kez Descartes, kendisinden şüphe edilmeyecek bir şey arıyor ve bu amaçla şüphe ediyor. Tanrının varlığına körü körüne inanmama Descartes’le başlıyor.

 

Descartes’in şüphe ettiği şeyleri özetlemek gerekirse:

        

1-Matematiğin bilgilerinden şüphe ediyor.

2-Dış dünyanın varlığından şüphe ediyor.

3-Tanrının ille de iyi niteliklere sahip olacağında şüphe ediyor.

        

Tüm bilgileri ondan türeteceği sağlam bir nokta ararken Descartes, şüphe ettiğinden şüphe edemeyeceğini görüyor. Şüphe ederken bilincinde bir şeyler olduğunu fark ediyor. Ve şu sonuca varıyor:

 ‘‘Şüphe ederken düşünüyoruz. Bu durumda ‘Düşünüyorum o halde varım’ (Cogito ergo sum)’’. Şöyle de dense yine doğru; ‘düşünmüyorum o halde varım’ yine doğrudur. Çünkü, bu söz kendisiyle çelişiktir, dilsel olarak söylenemez. Düşünmüyorum diyorsam yine düşünüyorum ve varım.

 Düşündüğünü bilmesi, varolduğundan emin olmasını sağlıyor yoksa varolmasını sağlamıyor. Bilincimde, bir bilinç içeriği, bir yaşantı duyuyorsam bundan şüphe edemem. Ancak bedenimin hareketinden, her türlü cisimsel hareketten şüphe ederim. Çünkü; duyularım beni yanıltabilir. Bu nedenle ‘geziyorum öyleyse varım’ önermesi zaman zaman doğrudur, zaman zaman da yanlıştır. Oysa ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ her zaman doğrudur çünkü; bilinç içeriği var.

 Descartes’e göre,  a)bir nesneyi açık olarak kavramak demek; nesnenin kendisini bize araçsız olarak vermesi demektir.

b) Seçik bilgi ise, nesnenin ögeleri birbirine karışmış olmayan bilgiye denir.

 Descartes, ‘Düşünüyorum o halde varım’ derken, sadece kendisini temellendiriyor. ‘Ben düşünüyorum o halde varım’ ‘ben’ diyorsam ‘ben’ diye bir şeyin olması gerek.

 

 Matematiksel Yöntemin İlkeleri:

 

1-Doğruluğunu apaçık görmeden, bilmeden hiç bir şeyi doğru olarak kabul etmeyeceğim. Bunları bir tarafa bırakıp, açık-seçik olanı arayacağım.

Görüldüğü gibi şüphe onun yöntemi değil, sadece yönteminin ilk adımı. Sözkonusu olan, metodik bir şüphe, Yani şüphe; yöntemi değil, yöntem şüphesi. Yönteminden dolayı şüphe ediyor, bu şüpheyle de ‘cogito’ya ulaşıyor.

2-İceleyeceğim şeyleri daha iyi anlayabilmek için karşıma çıkan güçlükleri mümkün olduğunca küçük parçalara ayıracağım.

3-Anlaşılması en basit ve kolay olan şeyden başlayacağım.

4-Düşüncelerimi bir sıraya/ düzene koyarak basamak basmak çıkacağım ve hiçbir şeyi atlamadığımdan emin olmak için sürekli tekrarlar yapacağım.

 

Yöntemini Gerçekleştirmede Etik İlkeleri:

 

1-Yöntemimi belirlerken, beni rahatsız etmemeleri için kimseyle çatışmamam gerekiyor. Onların kurallarına uyarak çalışacağım.

2-Bir kere karar verdimi bir daha şüphe etmeyeceğim. Elimden geldiğince davranışlarımda kararlı ve sebatlı olacağım.

3-Her zaman talihimden çok kendimi yenmeye, dünyanın düzeninden çok kendimi değiştirmeye ve kendimi tamamıyla gücümüz dahilinde olan tek şeyin düşüncemiz olduğu fikrine inandırmak.

Kendimi aşırı isteklerden, duygulardan arındırmalıyım. Bu 3 ilke kendini eğitmek amacına yönelik.

 

Ahlak ilkesi:

 Akılllıca hareket etmek, erdemli olmayı, tüm iyi şeyleri elde etmeyi de beraberinde getirir.

 ‘‘Ben skeptikler gibi,  şüphe etmek için şüphe etmiyorum. Ben, dayanacağım sağlam bir nokta bulabileceğime inanıyorum, onlar inanmıyor.

 Şüpheli bulduğum her şeyi reddeceğim.

 Ben tüm özü ve doğası düşünmek olan ve varolması bir yere ve maddi bir şeye bağlı olmayan bir tözüm. Öyleki bu ‘ben’ yani kendisi ne ise o olduğum ‘ruh’ benden tamamıyla farklı bir şeydir.

 ‘Düşünüyorum o halde varım’ önermesine açık-seçik olduğu için inanıyorum (açık-seçikliği doğruluğun ölçütü kabul ediyor).’’

 Tanrı kanıtı:

‘Tanrı en yetkin varlıktır. Dış dünyada böyle bir tanım var mı? Yok, öyleyse bu tanımı nerden ediniyorum? Olsa olsa bu tanımı tanrı, benim bilincime koyar ve ben bu bilgiyi doğuştan getiririm.’

 Ontolojik tanrı kanıtı:

 ‘Tanrı en yetkin varlıktır. Biz tanrının varolmadığını düşünürsek, tanrının niteliğinden bir şey eksik oluyor. Onun varolmadığını söylemek onun niteliklerinden birinin eksik olduğunu söylemiş oluruz ki; bu da onun tanımıyla çelişir. Tanrı en yetkin değildir, olur. Bu ise imkansızdır. O halde tanrı vardır.

 Tanrının kendisine nitelik olarak baktığından ontolojik kanıt diyor.

 Dış dünyanın varlığını nasıl bilebilirim?

 Tanrı varsa dış dünya da vardır. Tanrı en yetkin varlıktır. Duyularım beni aldatsa da tanrı beni aldatmaz. Neden aldatsın ki..diyor. O halde dış dünyanın varlığı gerçektir.

 Descartes’a Göre İdeler İki Çeşittir:

1-Dışardan gelen ideler; bunlar duyularla elde edilmeleri nedeniyle açık-seçik olmayan bulanık ve şüphe edilebilir idelerdir. Her türlü cisimsel olan şeylerin kavramı, dışarıdan gelen idelerdir.

2-Doğuştan gelen ideler; bu ideler sonradan kazanılmayan doğuştan getirilen ve açık-seçik olan şüphe edilemeyen hakiki idelerdir. Tanrı idesi ve matematiğin ideleri, doğuştan getirilen idelerdir.

 

 

Descartes’a göre 3 töz vardır:

 

Töz; bir şeyi bütün niteliklerinden soyutladığımızda geriye kalan şeydir.

 Varolmak için kendinden başka, hiçbir şeyin varlığına ihtiyaç duymayan (substans), kendi başına varolan.

a)Sonsuz töz; 1. Töz, Tanrı (kendi başına varolan, en yetkin)

b)Sonlu töz;   2. Töz, Ruh (Ruhsal dünya)

                     3.  Töz, Cisim (cisimsel dünya)

 

 Ruhsal dünyanın en önemli özelliği; düşünme, bilinç. Cisimsel dünyanın ki ise yer kaplamak. Ruh; yer kaplamaz, cisimde düşünmez. Cismin hareket etmesi, kapladığı yeri değiştirmesidir.

 Descartes’a göre ruhsal dünya ile cisimsel dünya tamamen birbirinden ayrıdır. (Oysa insan gerçekliği var;  bilincim istiyor ve kolumu kaldırıyorum)

 Descartes’a göre ruhsal dünya ile cisimsel dünya arasındaki köprü; benim kozalak bezim Plans Pneolis ikisinin ilişki kurduğu yerdir, diyor. (Bu çözüm değil, çünkü; kozalak bezi de yer kaplıyor)

 

 DESCARTES’İN DOĞA ANLAYIŞI:

 

 Doğa anlayışında Galile ve Kopernik’in evren düşüncelerinden etkilenmiştir.  O göre her şeyin bir nedeni  olduğu düşüncesi, doğuştan bir idedir.

 İtici güç (dünyanın dönmesi) olsa olsa tanrıdandır ama bir amacı yoktur, yani doğada erek yoktur.

 

 ‘FELSEFENİN  İLKELERİ’ ADLI ESERİNDEN:

      Bugüne kadar filozof gözüyle bakınca hiçbir şey yapmamışlar. Yaptıkları boş ve yararsız şeyler. Ben de bu yüzden yöntem arıyorum. Yapamayışları; yöntemsizlikten,  yöntemleri farklı olduğundan. Felsefe, bize gevezeliği, cahilleri kolay kandırmayı sağlar hale gelmiş. Her şey tartışmaya açık olmadığı gibi şüphelide, felsefe de bunun içinde. Felsefe sağlam değil ki; ilkelerini felsefeden türeten bilimler sağlam olsun.

  Ben sistemimi bütünüyle kendim kuracağım. Kendi arayıp bulduklarımızla, kafamıza sokulanlar arasında büyük fark vardır. Çoğunluk doğruluğu benimsemez.

Descartes’e göre sağduyu, dünyada en eşit dağıtılmış şeydir. Tanrı bunu herkese eşit paylaştırmıştır. Herkes kendini akıllı sanır ve herkes kendinden memnundur. Sağduyunun en eşit dağıtılmış şey olmasına rağmen herkes her konuda tersi görüşler öne sürüyor. Birinin ‘a’ dediğine diğeri ‘b’ diyor. Felsefeye baktığımızda hep gevezelik ve boş laflarla dolmuş.

 Descartes’e göre tüm bunlar, sağduyunun eşit dağıtılmadığından değil; yöntemsizlikten, hepsinin yönteminin farklı olmasından.

 Descartes’in önerdiği metod, matematiksel düşünme metodu. Sadece bu metot kullanılırsa tüm çelişkiler ortadan kalkar.

        (Sağduyu; iyi hüküm vermek, doğruyu yanlıştan ayırdetme gücü.)

 

   Descartes’ın Özelliği ve Etkileri (Rasyonalizm, yöntem, töz) :

 

1-‘Cogito ergo sum’; Descartes’in akılcılığı rasyonalist felsefenin temelinde bir bilinç tasarımı olan ‘cogito’yu kullanılışından kaynaklanır.

2-Maematiksel yöntemi; 17.yy felsefesini etkileyen bir yöntemdir.

3-Dualizm (ruh ile cisim arasındaki ikicilik); anlayışı kendinden sonrakilere problem olacaktır.