Posts Tagged ‘matematiksel yöntem’

BİLİM FELSEFESİ-1

Cuma, Temmuz 24th, 2009

       

  19.yy’dan itibaren iki genel ifade var:

 

1-Aristoteles geleneği; taş varış noktasına yaklaştıkça hızı artar. Taş, zorla uzaklaştırılmak istendiği noktaya tekrar ulaşmak için hızlanır. Taşda bir ereğe ulaşmak için ileriye doğru bir yönelim vardır.

 Bu daha insanca bir yaklaşım. Bu geleneğe göre her şeyin bir yeri vardır. Yerinden uzaklaştırılan taş, tekrar yerine ulaşmak için ileriye doğru yönelir.

 2-Galile geleneğine göre ise, bunun tam tersi başlangıca, nedene doğru yani geriye doğru bir yönelim var. Erek diye bir şey yoktur.

 Rönesans, Galile geleneği ile Aristoteles geleneğini yıkmıştır.

 

 Won Wright’ın bilim felsefesi tarihi yaklaşımı:

 

 Bilimsel araştırmanın iki temel görünümünden sözeder:

 1-Olguların keşfi ve betimlenmesi.

 2-Varsayım ve kuram oluşturma.

    Çoğu kez ilki betimleyici bilim, öteki kuramsal bilim olarak adlandırılmaktadır.

 

     Bilimsel etkinlik iki temel amaca hizmet etmektedir:

 

 1-Öndeyide bulunmak; olguları bu yolla bulmak, keşfetmek.

 2-Daha önce keşfedilmiş olguları anlaşılır kılmak.

    Öndeyi; olmuş olana bakarak, gelecekte olacak olanı açıklamak.

  Açıklama; geçmişe, olmuş olana yöneliktir. Öndeyi ise geleceğe yöneliktir.

  Öndeyici etkinlik; olgulara, açıklayıcı etkinlik ise; yasalara dayanır.

  Açıklamacı etkinlik; nedensellik ilişkisine dayanır ve Galile geleneği hakimdir.

  Öndeyici etkinlikte ise; erekselci olup Aristoteles geleneği hakimdir.

  Her iki gelenekte de hem öndeyi hem de açıklama var ancak biri daha fazla ağır basmaktadır.

 Galile geleneği nedensellikle, açıklama ve öndeyide bulunurken Aristoteles geleneği; erekselci bir yaklaşımla olguları anlaşılır kılmaya çalışır.

 

 19.yy’lın 3 ana ilkesi:

 1-Yöntemsel bircilik; bütün bilimlerde yöntem birliği öneriliyor.

 2-Matematiksellik ülküsü; Yöntem ve kullanılan kavramlar matematiksel olmalı.

   Pozitivizm bu iki ilkede çok iddalı.

 3-Genel yasa ile açıklama; tümel yasalar.

 

   Pozitivist çizgiler:

 1-Olgucu-duyumcu anlayış; 20.yydaki modern pozitivizme (Viyana çevresi)  bağlanıyor. (Anlam Kuramı)

 2-Bilimci anlayış; daha çok Comte’un görüşüne yakın ve bu kuramın başını Hampbell çekiyor. (Bilim Kuramı)

  Yöntemsel bircilik; Comte çeşitli bilimlerin yasalarını incelemeye ‘Pozitivist felsefe’ diyor. Bilimlerin tek bir yönteme tabi olduğunu ve çok daha genel bir bütünün parçaları olduğunu söylüyor.

  Kurama gelince, bütün bilimlerde aynı kuramın geçerli olması değil, homojen olması, aynı yapıyı göstermesi yeterli.

 

 (Aslında Comte’dan daha çok J.S.Mill’in yaptığı işe ‘Pozitivizm’ deniyor.)

 

 Matematiksellik ülküsü; matematiksel fizik, insan bilimleri dahil tüm bilimlerin tamlığının ve gelişmesinin ölçütü sayılmalı. Böylece matematiksel fizik önemli bir ölçüt oluyor.

 Genel yasa; açıklama nedensel olmalı. (Comte’un böyle bir düşüncesi yok o öndeyi üzerinde yoğunlaşıyor.)

 

 Gerçek Pozitivist Anlayış; önceden olacağı görmek. Bunun içinde geçmişi, doğa yasalarının değişmezliğine dayanarak incelemeli.

 Olguların açıklanması; tek tek olgularla birkaç genel yasa arasında bağlantı kurmaktır. Pozitivist görüş; amaç, niyet, erek diye geçen açıklamaları ya nedensel açıklamaya sokar ya da bilimsel değil diye bir kenara bırakır.

 

  Pozitivizme karşı olan akımlar:

 

Hermeneutik (yorumsama); bu görüşü savunan başta Alman filozofları, Dilthey, Simmel, Draysen hepsi de antipozitivist.

 Bunlar pozitivizmin yöntemsel birliğine karşı çıkıyor. Doğa bilimlerinin yönteminin, insan bilimlerinde uygulanamayacağını söylüyorlar. Bu nedenle bu bilimlerde açıklama değil, anlama önemlidir.

 Fizik, kimya gibi bilimlerin genellemelerle uğraşmasına karşın, tarih, sosyoloji gibi bilimler tek tek olayları bireysellikleriyle ele alırlar.

 Draysen, açıklama ile anlama arasında ayrım yapar. Açıklama; doğa bilimlerinin, anlama ise insan bilimlerinin uğraşıdır.

 Pozitivist bilim anlayışında sözde iki tür bilimde sözediliyor.(Doğa bilimleri, insan bilimleri) Aslında böyle bir ayrım yok. Kendilerini konu alan bilimler yöntemiyle bir.

 

 Dilthey’in Tarihselci Bilim Anlayışı:

 

 Dilthey’e göre, tek cinse bağlı iki bilim yok. İki ayrı cinse, yönteme bağlı iki ayrı bilim var.

 Tarihsel, toplumsal olan bir tinsel dünyadır. Bu dünyayı insan kendisi kurar ve içinde yer alır. Dolayısıyla böyle bir gerçekliğe, bu gerçekliği anlayacak aynı türden  bir bilim gerekir. Zira tinsel dünya bir olgu dünyası değil, anlam alanıdır.

 Tin bilimleri yorumsama(hermeneutik) yoluyla tarihsel gerçekleri yorumlayacak ve tinsel dünyayı anlayacaktır. Bu dünya açıklanmaz, anlaşılır. Günlük dil bu iki kavramı ayırmadığı için karıştırılıyor.

Antipozitivistlerin anlam kavramına yükledikleri bir boyut var ki, bu açıklamada yok.

 Simmel, insan bilimlerinin kendine özgü yöntemi olarak anlamayı bir ‘duygudaşlık (empaty)’ olarak görüyor. Bu duygudaşlık ortamının zihinde tinsel olarak yeniden yaratılması.

 Simmel, anlamanın bu psikolojik boyutuyla açıklamadan farklı olduğunu söylüyor. Duygudaşlığa örnek; “Neron Roma’yı neden yaktı? Bunu anlamak için Neron’la empaty kurmak gerekir”, diyorlar.

 Nasıl empaty kuracağız?

 Neron’un yaşam tarzını, dinini, geleneğini… öğreneceğiz. Bunlara göre de o dönemi kafamızda canlandırmaya çalışacağız.

 Anlamayı, açıklamadan ayıran; psikolojik boyut yetmez. Bir de anlamada ‘isteyimsellik’ vardır. İstemek, amaç edinmek bu açıklamada yok.

 Doğa bilimleri ile tarihsel tin bilimleri arasındaki yöntem farklılığını kabul edince yeni bir sorun çıkıyor.

 Toplum bilimleri ile davranış bilimlerini nereye yerleştireceğiz. Sosyoloji ve psikoloji antipozitivist eğilimlerin etkisinde ortaya çıkıyor. Bu iki bilim, açıklamalı bilim felsefesi ile anlamacı bilim felsefesinin savaş alanı oluyor.

 19.yylın iki büyük filozofu Hegel ve Marx :

 

 Bunları ne Aristoteles ne Galile ne pozitivist ne de antipozitivist geleneğe sokabiliriz.

 “Yasalar evrensel geçerliliğe ve zorunluluğa dayanır” görüşleriyle yüzeysel de olsa pozitivistlere benzerler.

 Diyalektik anlayışları Galile geleneğine girmez. Çünkü; tez, antitez, sentez bir nedenselliği dile getirmez. Bunlar sadece mantıksal/kavramsal bir örüdür.

 

 Her ikisinin de diyalektik şeması; isteyimselci (erekselci).

 

Hegel, doğa bilimlerinden pek anlamıyor. Doğa bilimlerine baştan kapalı olması onu tin bilimlerine yaklaştırıyor.

 “Açıklama, neden-sonuç ilişkisi kurmak değil, olguları anlaşılır kılmaktır” böylece Aristotelesci gelenek Hegel görüşüne bağlanabilir.

 Hegel’in tarih görüşü; “tarihteki ilerleme, tinin kendi kendisinin bilincine varmaktır” bu tamamen erekselci bir yaklaşım.

 

 Marx; “insanı yapan tarih değil, tarihi yapan insandır” sözüyle Hegel’i tersine çevirir.

 Hegel’de insan, tarih içindeki rolünü oynayan bir piyondur.

 Marx’da insanın yabancılaştığını görmesi, hakikati görmesidir. Hakikati görmekse özgürlüğe ulaşmaktır. Bu öznel erekselci bir yaklaşımdır.

 Marx, olgunluk yapıtlarında demir bir zorunluluktan sözeder. “Tarih bir takım zorunlu yasalarla ilerler”. Bu yanıyla Marx’ı, Galileci ve pozitivist yaklaşıma sokarsak da aynı zamanda Aristoteles geleneğine de sokabiliriz.

 Tarih, demir zorunlulukla ilerler ama bu ilerleme bir ereğe doğru sınıfsız, özgür bir topluma doğru ilerleme sözkonusu.

 Kısaca Hegel ve Marx’ı hem Galile(zorunlu yasalardan bahsetmeleri nedeniyle)  hem de Aristoteles geleneğine (yasaların ereğe yönelik olmasıyla) sokabiliriz.

 

 Sartre; doğada diyalektik olamaz. Diyalektik olsa olsa toplumsal değişmenin yasasıdır.

 19.yylın sonuyla 20. yylın başlarında analitik felsefe ortaya çıkıyor. Bu felsefe pozitivizme çok büyük katkılar getiriyor.

 

Analitik felsefenin iki eğilimi var:

1-Doğrulamacı anlam görüşü; Russel’ın başını çektiği bu görüşü savunanlar; Wittegenstein-1, Viyana çevresi, M.Schilde, Carnap ve K.Poper.

 

M.Schilde, bilimin birliğinden sözediyor. Amacı birleşik bir bilim ortaya koymak. Bu görüşüyle Comte’u destekler.

Carnap; “önemli olan bilim ile metafiziği ayırmaktır” der. Ama nasıl ayıracağız?

 Ona göre, bilimsel önerme her şeyden önce anlamlı, deney ve gözlemle doğrulanabilir önermedir. Deney ve gözlemle doğrulanamıyorsa metafiziktir.

Carnap’a göre felsefi önermeler bir tarafa atılmalı. Oysa Carnap’ın kendi söylediği metafiziktir. Çünkü bu önermenin deney ve gözlemle doğrulanabilirliği yoktur.

 Wittegenstein, “bilimsel önerme doğru ya da yanlış değerini alan önermedir” der. Felsefe ve etiğin önermeleri aşkın, metafizik önermelerdir.

 Poper ise Viyana çevresinin ‘doğrulanabilirlik’ ölçütü yerine ‘yanlışlanabilirlik’ kıstasını savunur.

 Genel yasalar bilinirse ideal bir toplum kurulabilir.

 

 Analitik felsefenin 2 yaklaşımı:

 Günlük Dilci Okul; Wittegenstein-2, G.E.Moore. Tractatus baş yapıtları.

 Egemen anlayış; tümel ve yasalı anlayış. Dil grameri ortaya koymaya çalışıyorlar. Önce matematiğin ve doğa bilimlerinin daha sonrada davranış ve toplum bilimlerinin yöntemiyle ilgileniyorlar.

 

 Hampbell, bilimsel açıklamada iki model öne sürüyor:

 1-Tümdengelimli yasalı model.

 2-Tümevarımlı olasılıklı model.

 Hampbell’e göre eğer ‘yasa’ ve ‘açıklayıcı akıl’ kavramını açıklarsak bir açıklama getirebiliriz.

 Örnek; cıvalı termometreyi sıcak suya batırdığımızda önce cıva düzeyi düşer sonra hemen çıkar. Bunu nasıl açıklayacağız? Şöyle:

 “Önce sıvı cama etki eder, cam genişler ve bu nedenle de cıva düşer. Daha sonra sıcaklık cıvaya etki eder ve cıva yükselir”.

 Yapılan açıklamadaki önkoşullar:

 *Termometrenin cıva ile dolu bir tüpten oluşması.

 *Termometrenin sıcak suya batırılması.

 Yasalar:

 *Cıva da cam da sıcak karşısında genişler.

 *Camın iletkenliği cıvaya göre düşüktür.

 Hampbell’e göre bir olgunun açıklanması,; önkoşullar ve yasalar olduğunda sözkonusudur.

 

 Örnek; “su içindeki kürek neden kırık görünmektedir?”

 Önkoşullar:

 *Küreğin düz bir tahta parçasından yapılmış olması.

 *Yarısı suyun içinde yarısı dışında olması.

 Genel Yasalar:

 *Işığın kırılma yasası.

 *Suyun optik durum yasaları.

 

‘Neden’ sorusu yasalar için de sorulabilir. Bu durumda sözkonusu yasa ancak kendisinden daha genel bir yasanın altına sokularak açıklanabilir.

 

 Hampbell’e göre bilimsel açıklamanın 2 büyük oluşturucusu:

 1-Explanandum; açıklanacak olgu hakkındaki önermeler, betimlemeler.

 2-Explanans; olguyu dile getirmek için kullanılan önkoşullar ve yasalar.

 

  Açıklamanın iki temel koşulu dile getirmesi lazım:

 1-Mantıksal uygunluk

 2-Deneysel uygunluk

 Mantıksal uygunluk koşulu; explananstan açıklanacak olan olgunun mantıksal olarak türetilmesi.

 Deneysel uygunluk koşulu; genel yasalar, açıklanacak olayın dile getirilmesi için zorunlu olmalıdır.

 Explananstaki bütün önkoşullar yasa olabilir.

 3-Explanans, deneysel koşul olmalı; önkoşullar da yasalar da deney ve gözlemle sınanabilir olmalı.

 Explananstan zorunlu olarak explanandumu çıkarıyor ve öndeyide bulunuyoruz.

 Şu şu önkoşulların ve yasaların gerçekleşmesinde o sonucun ortaya çıkması; öndeyi.

 Hampbell’e göre fizik bilimlerinden elde ettiğimiz ilkeleri, fizik biliminin dışında da kullanabiliriz. Ona göre psikoloji ve sosyolojide de genel düzenlilikler var.

 Örnek; “pamuk satanlar çok ama alacak yok”, bu durumda pamuk fiyatlarının düşeceği inancı bir varsayım olarak vardır. İşte bu genel düzenliliktir.

 Hampbell’e göere bir takım özellikler taşıyan bir olay, hep bir takım özellikleri taşıyan bir olayla ortaya çıkar. Tekrarlanan olayın kendisi değil, olayın özellikleridir. Nedendsellik olayların art arda özelliklerinin tekrarlanmasıdır. Buna göre fizik ve kimyada da her olay bir kere olur. Tek biçimcilik olayın kendisinde değil, özelliklerinde aranmalıdır.

 

 Hampbell’e Tepkiler:

 

 1-Fizik ve kimyada olduğu gibi insan etkinliklerinde tek biçimcilik yoktur. Her şey bir kere olur, diyorlar.

 Oysa Hampbell, fizik ve kimyada da böyle bir tek biçimcilik yoktur diyor. Tekrarlananın özellikler olduğunu söylüyor.

 2-İnsani olayların nedensel olarak açıklanamayacağı. Bireylerin o andaki davranışlarının nedeni sadece o ana değil, eylemin geçmişine de bağlanabilir.

  Hampbell burada, fizikte de böyledir diyor; her olayın bir ön tarihi vardır. İnsan etkinliklerinin bir ön tarihinin olması nedensel yaklaşım yok demek değildir. Sadece farklı türden geçmişler sözkonusu diyor. Hampbell, nedensel açıklamayı biçimsel olarak ele alıyor.

 3-Hampbell’in açıklama görüşüne karşı; amaçlı bir davranış, nedensel bir yaklaşımla açıklanamaz. Ancak güdüsel ve ereksel bir yaklaşımla açıklanabilir.

 Hampbell, bunlar da nedensel bir açıklama değil midir, diyor. Sorun gelecekte olacak olan bir olayın, kişinin şu andaki davranışını etkilediği şeklinde gösterilmeye çalışılıyor. Oysa ona göre, bizim şu andaki davranışımızı etkileyen gelecekteki olay değil, kişinin eylemden önceki arzusu ve ‘şunu şunu yaparsam şu amacımı gerçekleştiririm’ inancı.

 Hampbell’e göre nedensel açıklama ile ereksel açıklama arasında bir fark yoktur. Eninde sonunda ereksel dediklerimiz de nedensel açıklamanın önkoşulları altına girerler.

 4-Güdülerin bir gözlem olmadan ortaya konması; güdüler gözlenebilir değildir. Bu güdüleri ancak kişinin kendi ifadelerine ve tahmini güdüler yükleyerek bilgi edinmeye çalışıyoruz. Bu bilgi dolaylıdır. İnsan davranışlarını etkileyen güdüleri doğrudan gözlemleyemediğimizi söylüyorlar.

 Hampbell ise bunun fiziktede böyle olduğunu söylüyor. Örneğin. Karşıt elektrik yüklerini doğrudan sınayamıyoruz.

 Hampbell, insan etkinliklerinde öndeyide bulunamayışımızın sağlam yasalara sahip olmayışımızla açıklıyor ve sadece biyolojideki ereksel açıklama dışındaki bütün açıklamaları nedensel açıklama içine sokabileceğimizi söylüyor.

   

   Tümevarımlı Olasılıklı Model:

 Önkoşulların ve yasaların açıklanması istenen olaydan önce gelmesi şart mı? Aynı anda veya tersine gerçekleşemez mi? Örneğin, ısı mı ateşten önce yoksa ateş mi ısıdan öncedir?

 Tümdengelimli yasalı modelde:

 *Neden oldu?

 *Neden beklenebilir?

 Tümevarımlı olasılıklı modelde ise:

 *Neden beklenebilir?

 *Neden oldu?

 

Hampbell’e göre yasalar olgulara bağlı. Olguların tekrarlanıp tekrarlanmamasına bağlıdır. Olguların bize verdiği bir güvence onun için ancak olasılık çerçevesinde ifade edilen yasalardır.

 Bütün bu söyledikleriyle Hampbell tam bir pozitivisttir.

LEİBNİZ

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

  LEIBNIZ (1646-1716 )

 

 Her şeyi tek bir tözle açıklamaya çalışan Spinoza felsefesine karşılık, Leibniz’in felsefesi bir çokluk felsefesidir.

 En küçüğü dahil her bir parçada sistemin kendisini görmek mümkün. Bu nedenle yaratıcı Leibniz yaratıcı bir filozof.

 Yöntemi tipik 17. yy yöntemi; matematiksel yöntem. Bu yöntemin Leibniz’de daha geliştirilmiş olarak kullanıldığını görüyoruz.

 ‘Biz matematikte sayılarla yapılan işi, felsefede; önermelerle, kavramlarla yapabiliriz’ diyor.

 Leibniz’e göre felsefedeki anlaşmazlığın bir tek sebebi vardır; kavramların kaypak oluşu. Hepsinin birden çok anlamının olmasıdır. Ona göre kavramlara bir tek anlam yükleyerek bu kaypaklıktan kurtulunabilir.

 ‘Matematikte olduğu gibi ( 5+2=7 ), biz de kavramları simgeleştirerek birbirine bağlayabiliriz’, der.

 Leibniz, dili, matematiğin diline benzetmeye çalışır.

 ‘ Bu dil bir zümreye ait değil, evrensel olacak, herkes anlayabilecek, herkes kullanabilecek. Bilim bu dilin üzerine kurulacak’. Leibniz buna ‘evrensel bilim’ ya da ‘matematik’ der. Bu dil yardımıyla tıpkı matematikteki gibi kavrayacağız.

 Leibniz’de de açık- seçiklik önemli bu da sadece matematikle olur. Şimdiye kadar herkes matematiğin yöntemini alırken Leibniz, dilini de alır. Onun önemi de buradan geliyor.

 

       Leibniz’e göre 4 bilgi basamağı vardır:

 

1-Duyuların verdiği bilgi; bu hiçbir zaman tam, eksiksiz bir bilgi değildir. Bu bilginin öğeleri başka bir şeyin öğeleri ile karışmış durumdadır. Biz bu bilgiye ‘Karışık bilgi’ (cognito confusa/seçik olmayan) diyoruz. Madde bu basamaktadır.

2-Bu da duyuların verdiği bilgiye dayanır. Leibniz, buradaki duyusal bilginin iki basamağı olduğunu söyler; a) bulanık bilgi, b) açık bilgi

Bulanık bilgi; bir cismi algılayıp ikinci kez gördüğümüzde algımızın tanımamıza yetmemesi.

Açık bilgi; cismi kinci kez gördüğümüzde tanıyoruz. Burada açık karışık bilgi (cognito clara confusa) sözkonusu. Bilgi açıktır ama seçik değil. Çünkü; eninde sonunda duyu bilgisidir. Hayvan bu basamaktadır.

                    3-Açık ve seçik bilgi; öğeler çözümleniyor, çözümlenince de açık-             

             seçik bilgi oluyor (cognito clara et distincta).

           Genellikle insanın bilgisi bu basamakta, insanın bilgisi açık-seçik

            olabilir.

4-Tam, upuygun eksiksiz bilgi (cognito adaequate); bu bilgide bütün       öğeler ayrılmıştır, bütün öğeler seçiktir. Örneğin matematiğin verdiği bilgi böyledir. Bütün öğeler ayrılmıştır ve seçik olarak kavranabilir.Artık nesnesi tüketilmiştir.

  Leibniz’e göre felsefe de matematik gibi eksiksiz, upuygun bilgi ortaya koyabilir.

  Leibniz’e göre duyuların dışında da bilgi edinilebileceği için 3. ve 4. basamakları açar:

           1- Evrensel bilim ne yapacak? Evrensel bilim bizim ulaştığımız bilgileri temellendirecek.

           2- Evrensel bilimle yeni bilgiler ortaya koyacağız. Dedüksiyon yeni bilgiler sağlayacak.

          Leibniz, Descartes’in ‘cogito’dan diğer bilgileri türettiği gibi ilk hakikatler ya da ilk olanaklar dediği önermelerden diğer önermeleri türetir.

Yeni önermeleri, ilk hakikatlerle temellendireceğiz. Eğer temellendirebilirsek o da hakikat olacak aksi halde yanlış olacak. İlk hakikatler bütün önermelerin temeli olacak ama diğer önermeler bunları temellendiremiyecek. Bu türetmelerin kurallarını da evrensel bilim ortaya koyacak. Ancak bu ilk hakikatlerin neler olduğunu Leibniz temellendirememiştir.

  Leibniz, anlama yetisinin dışında doğuştan gelen hiçbir şey olmadığı konusunda Locke’a katılır. Leibniz’e göre anlama yetisiyle birlikte bir takım örtük kavramlar da doğuştan gelir. Bu örtük kavramlar örneğin, geometrinin kavramları, özdeşlik, çelişmezlik kavramları sonradan açığa çıkar. İşte bunlar öncesiz sonrasız ebedi hakikatlerdir.

  Leibniz’e göre iki tür hakikat var:

1. Akıl hakikatleri; zorunlu, başka türlü olmaları mümkün değil.  

2. Olgu hakikatleri; zorunsuz, olumsal başka türlü olabilirler. Bu hakikatler yeter sebep ilkesine dayanırlar. Gerçekleşebilmesi için bir nedeninin olması yeter.

  Akıl hakikatleri, çelişmezlik ilkesine dayanır, yeter sebep ilkesi yeterli değil. A# ┐A, A; A’dır. A; ךA değildir. Bir şey neyse odur başka bir şey değildir. Matematiğin hakikatleri, akıl tarafından çözümlenmiş akıl hakikatleridir.

 

     LEIBNIZ’İN METAFİZİĞİ (Monadoloji’sinden) :

 

 Descartes’de birbirlerinden bağımsız ama birbirlerini etkileyebilen 3 töz vardı. Spinoza da ise, diğer iki töz yani sonlu tözler, tek tözün/sonsuz tözün, tanrının niteliği olup aslında bir töz vardı.

 Descartes’de tözün yer kaplaması Leibniz’e göre tözün kendi kendisini göstermesinden başka bir şey değil.

 Leibniz, Spinoza’nın tek töz anlayışına şöyle karşı çıkar:

 ‘Tek bir töz olsaydı, yalnız o etkin olurdu. Diğer şeyler; insanlar, ruhlar…etkin olamazdı. Evrende ne kadar şey varsa o kadar da etkin, etkiyen güç vardır’. Onun ‘Monad’ kavramı da buradan çıkıyor.

 Ne kadar şey varsa bir o kadar da yalın, tek olan, bir birlik içinde olan, bölünmez güç vardır. Leibniz işte buna Monad diyor.

 Monad, maddi değildir, kendi içine kapanık bir birlik ve çokluk. Monadlar kendi içine kapalı olduklarından, birbirlerini etkiyemezler. Yani başka monadlardan etkilenmezler. Ne olup bitiyorsa kendisinde olup bitiyor. Her bir monad bütün monadlardan farklıdır.

 Monadlar kendi içine kapalı bir birlik olmasına rağmen aralarında bir bağlantı vardır. Bu bağlantı kendi özündeki bağlantı. Çünkü; her monad bulunduğu yerden, evrenin tümünü algılayabilen, tasarlayabilen tek bir dünya. Bütün evrende ne varsa tek bir monadın içinde de o var. Her bir monad tek başına bir dünya. Bir monadın kendi özünde olması bu demektir.

  Birlik içinde çokluk olması, evrende ne varsa, tek bir monadın içinde de aynının olması. Bu monad parçalanamaz olan en küçük birim. Bir monad başlı başına küçük bir dünya. Her monad evreni eksiksiz olarak temsil edebilir.

  Monadlar, evrende tasarımlarına göre belli bir hiyerarşiye göre diziliyorlar. Aralarındaki ayrılık tasarımlarındaki farklılık. Hepsi evreni algılıyor ama hepsi farklı yerlerden tasarımlıyorlar.

 Kimi monadlar; karışık, kimi açık-karışık, kimiaçık-seçik, kimi monadlarda eksiksiz upuygun tasarımlıyorlar.

 Evrende bilgi basamaklarının hangisine yönelik olarak tasarımlıyorlarsa ona göre diziliyorlar.

 Duyu algılarından öteye geçemeyen monadlar, ancak ikinci basamakta kalırlar ki, onlar da hayvanlardır.

 Madde ise birinci basamaktadır. Algılarının hepsi bilinçsizdir.

 Tasarımları açık-seçik ise etkindir. İnsan bu basamaktadır.

 Tasarımları sadece duyulara dayanıyorsa edilgindir.

  Bütün algıların tam, eksiksiz, bilinçli olması mümkün değil. Olsa olsa bu      basamakta sadece tanrı olabilir. Sadece O, eksiksiz upuygun tasarımlayabilir.

Tanrı da monaddır. Tanrıyı tanrı yapan evreni tam ve bilinçli algılamasıdır.

  Hiyerarşik bakımdan yan yana iki monad olamaz. Tasarımları bilinçli olan iki monad yoktur. Hiçbir monad birbirine benzemez. Çünkü; evrende birbirine benzeyen iki şey yoktur.

 Monadların birbirlerini etkilemeleri aslında kendi içlerindedir. Çünkü her bir monad büyük dünyanın küçüğü.

 Bir monadın kendi içinde çokluk olması, evrenin tümünü içinde taşıması demek. İçinde sonsuz sayıda monad olması demektir. Monadlar birbirlerini etkileyemezler. Her monad kendi içinde yaşar. Monadlar bölünemez ve birbirlerine açılan pencereleri de yoktur.

 Monadlar arasındaki ilişkiyi Leibniz şöyle açıklıyor:

 Bağlantı, egemen monad olan tanrı tarafından önceden kurulmuş olan düzendir.

 ‘Birbirlerine göre önceden ayarlanmış sonsuz sayıda saat, hepsi de üçü gösteriyor.’

 Tanrı da bir monaddır ve monadlar birbirlerini etkileyemezler. Ancak tanrı egemen monaddır. Tanrının egemenliği, ideal bir egemenliktir. Diğer monadlar hiçbir zorlama olmadan kendi rızalarıyla tanrıya boyun eğiyorlar. Kendi yapıları itaate mecbur ettiği için tanrıya boyun eğiyorlar. İşte tanrının evreni düzenleyebilmesi, ayarlayabilmesi egemen olmasıyladır.

 Monadların hepsinin etkinlik ve edilginlikleri hiyerarşik düzene göredir. Madde etkindir ama algısı bilinçsiz olduğu için edilgindir.

 Leibniz’e göre cisimler de canlıdır. Bir bedeni ve ruhu vardır. Bilinçsiz de olsa evreni algılıyorlar. Bu yanıyla Leibniz, Descartes’den ayrılıyor.

 Descartes’e göre, ruhun özelliği; bilinçli düşünmesi, cisminki ise yer kaplaması idi. Ruhun öğeleri arsında bilinçsiz algılama yoktur. Oysa Leibniz’e göre madde evreni bilinçsiz de olsa algılar. (Bilinçsiz algılama!)

 Monadların birbiriyle  etkileşimi varmış gibi görünmesinin sebebi, her monadın diğer monadlarla aynı şeyi yaşaması sebebiyledir.

 Tözü ortadan kaldıracak hiçbir doğal sebep yoktur. Çünkü; başlangıçta doğal değil.

 Leibniz’e göre yalın tözler bileşikleri oluşturur. Yalın tözler tanrının yaratması ile bir anda varolup, bir anda yok oluyorlar. Bileşik monadlar tanrının yaratması değil. Onun için yavaş yavaş olup, yavaş yavaş da yok oluyorlar.

 Monadların içine hiçbir şey giremediği gibi hiçbir şey de çıkamaz. Çünkü; penceresi yok. Kendi içine kapalı bir dizge. Monadları birbirinden ayıran her birinin kendine özgü olan nitelikleridir. Aksi halde hepsi aynı olur ve birbirinden ayıramazdık. Monadların yer değiştirmelerinin de farkına varamazdık. Evrende aynı olan iki şey yoktur. Monadlardaki değişme içsel değişmedir. Birbirlerini etkilemeleri de bu içsel değişmeleriyle olmaktadır.

 Monadların hep daha tam algılama iştahları vardır, hep daha tam algılamak isterler. Algılama işi mekanik sebeblerle açıklanamaz. Dolayısıyla, algılamayı bileşik tözlerle değil, yalın tözlerle açıklayabiliriz. Leibniz, bileşik tözlere ‘ruh’ diyor.

 Descartes’de dünya nasıl boşluk kalmamış noktalardan oluşuyorduysa, Leibniz’de de monadlardan oluşuyor.

 Doğanın  makinesinin en küçük parçası yine makine. Oysa insan yapısı makinenin en küçük parçası makine değil; canlıdır/monaddır. İlahi olanla, bizim yaptığımız arasındaki fark burada.

 

  EVRENSEL DİL ÜZERİNE :

 

 Şeyleri dile getiren isimler her dilde farklıdır ve bu isimler keyfidir. Bıçağa, bıçak dememizin hiçbir nedeni yoktur. Başka bir isim de koyabilirdik ve yine bir şey değişmezdi yine aynı şeyi ifade ederdik.

 Ancak isimlerin dile getirdiği şeyler keyfi değil, aynı kalan şeylerdir. Hakikat; bizde değil, şeylerdedir.

 Hakikat, bilginin objesine uygunluk değil, şeyleri dile getiren, adlarla şeyler arasındaki bağlantıdadır. Bu bağlantılar keyfi değildir.

 

RENE DESCARTES

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

RENE DESCARTES (1596 – 1650 ) :

                                                                                                                             

17.yüzyılın özelliği rasyonalist olması. Yöntem olarak,; matematik ve fizik seçilmiştir. Matematik, çünkü; karmaşık değil, açık seçik. Dolayısıyla matematik, ideal bir bilim haline geliyor.

 Yeniçağda ilk defa felsefe, sistemli bir hale Descartes’ın eserleriyle ortaya çıkıyor. 17. yy da felsefe hep onun ardından geliyor. Bu nedenle 17. yy felsefesinin Descartesçı olduğu söylenir.

 

   Descartes, yeniçağ felsefesinin kurucusu olduğu gibi, analitik felsefenin de kurucusudur. Ona göre matematik, açık seçikliğe ulaşmalıdır. Aritmetiğin ortaya koyduğu hep açık seçik, öyleyse hayal gücüne dayanan geometri de böyle sonuçlara ulaşabilir.

 Descartes’a göre doğruyu bilmek, açık seçikliği bilmektir. Doğrudan kavranan şeyler, açık seçiktir. İşte analitik geometri bunu sağlayan bir yöntem. Doğruluğun yöntemi; açık seçik olmak. Aritmetikde işler böyle yapılıyor. Descartes, bunu felsefede de yapamayız mı? Diye soruyor.

 Dorudan araçsız kavranılacak, kendisinden sağlam bilgiler türetilecek, sağlam bir nokta bulabilir miyiz? Diye soruyor.

 ‘Herkes birbirinin tersini söylüyor. Felsefede güvenilecek bir bilgi yok, hep çelişki. Ben bunların hiçbirine güvenmeyeceğim, yeniden başlayacağım’.

Bu dönemde Descartes her şeyden şüphe ediyor. Örnek olan matematik ve bulgularından bile. Bu şüphe, skeptik bir şüphe; amaçsız, sırf şüphe etmek için şüphe etmek değil. Metodik bir şüphe yani amaçlı bir şüphe.

 Descartes, şüphe ederek şüphe etmeyeceği bir şeye varmak ve tüm bilgileri ondan türetmek için şüphe ediyor.

 İkinci olarak Descartes, dış dünyadan şüphe ediyor. Dış dünyaya güvenemem. Çünkü; duyularım beni bazen hatta çoğu kez yanıltıyor. Düş görüyorum gerçek sanıyorum, belki de hayatın tamamı bir düştür.

 ‘Bu dünyayı tanrı yaratmışsa ben bu dünyaya güvenebilirim’ diye ortaçağdan gelen bir düşünce var. Oysa Descartes, tanrının beni aldatmadığını, sadece onun iyi niteliklere sahip olduğunu nerden bileceğim, İnanamadığıma güvenemem.

 İlk kez Descartes, kendisinden şüphe edilmeyecek bir şey arıyor ve bu amaçla şüphe ediyor. Tanrının varlığına körü körüne inanmama Descartes’le başlıyor.

 

Descartes’in şüphe ettiği şeyleri özetlemek gerekirse:

        

1-Matematiğin bilgilerinden şüphe ediyor.

2-Dış dünyanın varlığından şüphe ediyor.

3-Tanrının ille de iyi niteliklere sahip olacağında şüphe ediyor.

        

Tüm bilgileri ondan türeteceği sağlam bir nokta ararken Descartes, şüphe ettiğinden şüphe edemeyeceğini görüyor. Şüphe ederken bilincinde bir şeyler olduğunu fark ediyor. Ve şu sonuca varıyor:

 ‘‘Şüphe ederken düşünüyoruz. Bu durumda ‘Düşünüyorum o halde varım’ (Cogito ergo sum)’’. Şöyle de dense yine doğru; ‘düşünmüyorum o halde varım’ yine doğrudur. Çünkü, bu söz kendisiyle çelişiktir, dilsel olarak söylenemez. Düşünmüyorum diyorsam yine düşünüyorum ve varım.

 Düşündüğünü bilmesi, varolduğundan emin olmasını sağlıyor yoksa varolmasını sağlamıyor. Bilincimde, bir bilinç içeriği, bir yaşantı duyuyorsam bundan şüphe edemem. Ancak bedenimin hareketinden, her türlü cisimsel hareketten şüphe ederim. Çünkü; duyularım beni yanıltabilir. Bu nedenle ‘geziyorum öyleyse varım’ önermesi zaman zaman doğrudur, zaman zaman da yanlıştır. Oysa ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ her zaman doğrudur çünkü; bilinç içeriği var.

 Descartes’e göre,  a)bir nesneyi açık olarak kavramak demek; nesnenin kendisini bize araçsız olarak vermesi demektir.

b) Seçik bilgi ise, nesnenin ögeleri birbirine karışmış olmayan bilgiye denir.

 Descartes, ‘Düşünüyorum o halde varım’ derken, sadece kendisini temellendiriyor. ‘Ben düşünüyorum o halde varım’ ‘ben’ diyorsam ‘ben’ diye bir şeyin olması gerek.

 

 Matematiksel Yöntemin İlkeleri:

 

1-Doğruluğunu apaçık görmeden, bilmeden hiç bir şeyi doğru olarak kabul etmeyeceğim. Bunları bir tarafa bırakıp, açık-seçik olanı arayacağım.

Görüldüğü gibi şüphe onun yöntemi değil, sadece yönteminin ilk adımı. Sözkonusu olan, metodik bir şüphe, Yani şüphe; yöntemi değil, yöntem şüphesi. Yönteminden dolayı şüphe ediyor, bu şüpheyle de ‘cogito’ya ulaşıyor.

2-İceleyeceğim şeyleri daha iyi anlayabilmek için karşıma çıkan güçlükleri mümkün olduğunca küçük parçalara ayıracağım.

3-Anlaşılması en basit ve kolay olan şeyden başlayacağım.

4-Düşüncelerimi bir sıraya/ düzene koyarak basamak basmak çıkacağım ve hiçbir şeyi atlamadığımdan emin olmak için sürekli tekrarlar yapacağım.

 

Yöntemini Gerçekleştirmede Etik İlkeleri:

 

1-Yöntemimi belirlerken, beni rahatsız etmemeleri için kimseyle çatışmamam gerekiyor. Onların kurallarına uyarak çalışacağım.

2-Bir kere karar verdimi bir daha şüphe etmeyeceğim. Elimden geldiğince davranışlarımda kararlı ve sebatlı olacağım.

3-Her zaman talihimden çok kendimi yenmeye, dünyanın düzeninden çok kendimi değiştirmeye ve kendimi tamamıyla gücümüz dahilinde olan tek şeyin düşüncemiz olduğu fikrine inandırmak.

Kendimi aşırı isteklerden, duygulardan arındırmalıyım. Bu 3 ilke kendini eğitmek amacına yönelik.

 

Ahlak ilkesi:

 Akılllıca hareket etmek, erdemli olmayı, tüm iyi şeyleri elde etmeyi de beraberinde getirir.

 ‘‘Ben skeptikler gibi,  şüphe etmek için şüphe etmiyorum. Ben, dayanacağım sağlam bir nokta bulabileceğime inanıyorum, onlar inanmıyor.

 Şüpheli bulduğum her şeyi reddeceğim.

 Ben tüm özü ve doğası düşünmek olan ve varolması bir yere ve maddi bir şeye bağlı olmayan bir tözüm. Öyleki bu ‘ben’ yani kendisi ne ise o olduğum ‘ruh’ benden tamamıyla farklı bir şeydir.

 ‘Düşünüyorum o halde varım’ önermesine açık-seçik olduğu için inanıyorum (açık-seçikliği doğruluğun ölçütü kabul ediyor).’’

 Tanrı kanıtı:

‘Tanrı en yetkin varlıktır. Dış dünyada böyle bir tanım var mı? Yok, öyleyse bu tanımı nerden ediniyorum? Olsa olsa bu tanımı tanrı, benim bilincime koyar ve ben bu bilgiyi doğuştan getiririm.’

 Ontolojik tanrı kanıtı:

 ‘Tanrı en yetkin varlıktır. Biz tanrının varolmadığını düşünürsek, tanrının niteliğinden bir şey eksik oluyor. Onun varolmadığını söylemek onun niteliklerinden birinin eksik olduğunu söylemiş oluruz ki; bu da onun tanımıyla çelişir. Tanrı en yetkin değildir, olur. Bu ise imkansızdır. O halde tanrı vardır.

 Tanrının kendisine nitelik olarak baktığından ontolojik kanıt diyor.

 Dış dünyanın varlığını nasıl bilebilirim?

 Tanrı varsa dış dünya da vardır. Tanrı en yetkin varlıktır. Duyularım beni aldatsa da tanrı beni aldatmaz. Neden aldatsın ki..diyor. O halde dış dünyanın varlığı gerçektir.

 Descartes’a Göre İdeler İki Çeşittir:

1-Dışardan gelen ideler; bunlar duyularla elde edilmeleri nedeniyle açık-seçik olmayan bulanık ve şüphe edilebilir idelerdir. Her türlü cisimsel olan şeylerin kavramı, dışarıdan gelen idelerdir.

2-Doğuştan gelen ideler; bu ideler sonradan kazanılmayan doğuştan getirilen ve açık-seçik olan şüphe edilemeyen hakiki idelerdir. Tanrı idesi ve matematiğin ideleri, doğuştan getirilen idelerdir.

 

 

Descartes’a göre 3 töz vardır:

 

Töz; bir şeyi bütün niteliklerinden soyutladığımızda geriye kalan şeydir.

 Varolmak için kendinden başka, hiçbir şeyin varlığına ihtiyaç duymayan (substans), kendi başına varolan.

a)Sonsuz töz; 1. Töz, Tanrı (kendi başına varolan, en yetkin)

b)Sonlu töz;   2. Töz, Ruh (Ruhsal dünya)

                     3.  Töz, Cisim (cisimsel dünya)

 

 Ruhsal dünyanın en önemli özelliği; düşünme, bilinç. Cisimsel dünyanın ki ise yer kaplamak. Ruh; yer kaplamaz, cisimde düşünmez. Cismin hareket etmesi, kapladığı yeri değiştirmesidir.

 Descartes’a göre ruhsal dünya ile cisimsel dünya tamamen birbirinden ayrıdır. (Oysa insan gerçekliği var;  bilincim istiyor ve kolumu kaldırıyorum)

 Descartes’a göre ruhsal dünya ile cisimsel dünya arasındaki köprü; benim kozalak bezim Plans Pneolis ikisinin ilişki kurduğu yerdir, diyor. (Bu çözüm değil, çünkü; kozalak bezi de yer kaplıyor)

 

 DESCARTES’İN DOĞA ANLAYIŞI:

 

 Doğa anlayışında Galile ve Kopernik’in evren düşüncelerinden etkilenmiştir.  O göre her şeyin bir nedeni  olduğu düşüncesi, doğuştan bir idedir.

 İtici güç (dünyanın dönmesi) olsa olsa tanrıdandır ama bir amacı yoktur, yani doğada erek yoktur.

 

 ‘FELSEFENİN  İLKELERİ’ ADLI ESERİNDEN:

      Bugüne kadar filozof gözüyle bakınca hiçbir şey yapmamışlar. Yaptıkları boş ve yararsız şeyler. Ben de bu yüzden yöntem arıyorum. Yapamayışları; yöntemsizlikten,  yöntemleri farklı olduğundan. Felsefe, bize gevezeliği, cahilleri kolay kandırmayı sağlar hale gelmiş. Her şey tartışmaya açık olmadığı gibi şüphelide, felsefe de bunun içinde. Felsefe sağlam değil ki; ilkelerini felsefeden türeten bilimler sağlam olsun.

  Ben sistemimi bütünüyle kendim kuracağım. Kendi arayıp bulduklarımızla, kafamıza sokulanlar arasında büyük fark vardır. Çoğunluk doğruluğu benimsemez.

Descartes’e göre sağduyu, dünyada en eşit dağıtılmış şeydir. Tanrı bunu herkese eşit paylaştırmıştır. Herkes kendini akıllı sanır ve herkes kendinden memnundur. Sağduyunun en eşit dağıtılmış şey olmasına rağmen herkes her konuda tersi görüşler öne sürüyor. Birinin ‘a’ dediğine diğeri ‘b’ diyor. Felsefeye baktığımızda hep gevezelik ve boş laflarla dolmuş.

 Descartes’e göre tüm bunlar, sağduyunun eşit dağıtılmadığından değil; yöntemsizlikten, hepsinin yönteminin farklı olmasından.

 Descartes’in önerdiği metod, matematiksel düşünme metodu. Sadece bu metot kullanılırsa tüm çelişkiler ortadan kalkar.

        (Sağduyu; iyi hüküm vermek, doğruyu yanlıştan ayırdetme gücü.)

 

   Descartes’ın Özelliği ve Etkileri (Rasyonalizm, yöntem, töz) :

 

1-‘Cogito ergo sum’; Descartes’in akılcılığı rasyonalist felsefenin temelinde bir bilinç tasarımı olan ‘cogito’yu kullanılışından kaynaklanır.

2-Maematiksel yöntemi; 17.yy felsefesini etkileyen bir yöntemdir.

3-Dualizm (ruh ile cisim arasındaki ikicilik); anlayışı kendinden sonrakilere problem olacaktır.