Posts Tagged ‘devlet’

NAPOLYON

Perşembe, Ağustos 14th, 2014

 – Acı çekmek, ölmekten daha çok cesaret ister.

-Yenile yenile yenmesini de öğreneceğiz.

– Siz istediğim parayı verin, ben her savaşı kazanayım.

– Her ordu, dolu mideyle yol alır.

– Savaşarak ölmek kahramanların, intahar etmekse korkakların imtiyazıdır.

Zafer; savaşta kovalayan, aşk da ise kaçan erkeğindir.

– Zafer geçici, belirsizlik ise ebedidir.

– Bana Türklerden kurulu bir ordu verin, size dünyayı esir alayım.

– “Türkler öldürülebilir” fakat mağlup edilemezler.

– Eğer dünya tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.

– Kadınlar savaş için, bize gerekli olandan daha fazlasını üretebilirler.

Bana iyi analar verin, size iyi vatandaşlar vereyim.

– Bir toplumun gelişmişliğini görmek için, o toplumdaki kadınlara bakınız.

Güzel kadın göze, iyi kadın kalbe hoş görünür. Birincisi pırlanta, ikincisi hazinedir.

– Budalalar geçmişten, akıllılar şimdiki zamandan, deliler de gelecekten bahseder.

Büyük felaketler, büyük insanların yetiştiği okuldur.

– Diplomat, iyi giyinmiş polis kuvvetidir.

– Dünyada taklit edilemeyen tek şey, cesarettir.

En büyük suç, umutsuzluktur.

– En iyi lider, en iyi umut taciridir.

– En kısa yol, bilinen yoldur.

Fırsat çıkmadıkça, kabiliyetler çok az işe yarar.

– Devlet, yalnız mahmuzlar ve çizmelerle yönetilir.

Güç ortaya çıkınca, kanunlar zayıflar.

Günah çıkarmanın en kestirme yolu, intahar etmektir. Zaten intahar da itirafın ta kendisidir.

– Hafızasız baş, bekçisiz kaleye benzer.

Herşeyi konuşabilen insanlar, herşeyin üstesinden gelebilir.

– Herkesi dinlerim ama kendi doğru bildiğimi yaparım.

İnsanı yaralayan tek şey, gerçektir.

İnsanı yücelten iki şey vardır; korku ve merak.

– İnsanın dostu yoktur, saadetin dostu vardır.

Üstün insan, kimsenin yolu üstünde değildir.

– Sizin asaletiniz, sizinle birlikte toprak olacak ancak benim asaletim, benimle birlikte başlıyor.

En tahammül edilemez zorbalık, küçük adamlarınkidir.

– Devlet adamının kalbi, beynidir.

– Bu kadar şey yaptım ama geriye kala kala, bir medeni kanun kaldı. Bu kadar zaferlerimi, bir Waterloo mahvetti ama geriye kala kala, elimde şeref duyduğum bir “Fransız Medeni Kanunu” kalmıştır.

– Sadece kaba güçle hiçbirşey kurulamaz. İki şey dünyayı egemenliğinde tutar; biri kılıç diğeriyse düşüncedir. Kılıç eninde sonunda düşünceye yenilir.

Şans, detaylara özel dikkat etmekten geçer.

Tarih, herkesin üzerinde anlaştığı yalanlar bütünüdür.

– Aşk kadın için, para sizin için, şeref benim için.

 

ŞEYH EDEBALİ’NİN OSMAN GAZİ’YE VASİYETİ

Perşembe, Ocak 6th, 2011

ŞEYH EDEBALİ’NİN OSMAN GAZİ’YE VASİYETİ

Ey oğul, artık Bey’sin!

Bundan sonra

öfke bize, uysallık sana.

Güceniklik bize, gönül almak sana.

Suçlamak bize, katlanmak sana.

Acizlik bize, hoşgörmek sana.

Anlaşmazlıklar bize, adalet sana.

Haksızlık bize, bağışlamak sana…

Ey oğul, sabretmesini bil,

vaktinden önce çiçek açmaz.

Şunu da unutma:

İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

Ey oğul, işin ağır,

işin çetin, gücün kula bağlı.

Allah yardımcın olsun…

Güçlüsün, kuvvetlisin,

akıllısın, kelamlısın!

Ama; bunları nerede,

nasıl kullanacağını bilmezsen

sabah rüzgarında savrulur gidersin.

Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.

Daima sabırlı, sebatlı ve

iradene sahip olasın!

Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi

değildir. Bütün bilinmeyenler,

fethedilmeyenler,

görünmeyenler, ancak sen faziletli ve

ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır.

Ey oğul! Ananı, atanı say!

Bereket büyüklerle beraberdir.

İnancını kaybedersen,

yeşilken çöllere dönersin.

Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma!

Gördüğünü görme, bildiğini bilme!

Sevildiğin yere sık gidip gelme!

Ey oğul! Üç kişiye acı:

Cahil arasındaki alime,

zenginken fakir düşene ve

hatırlıyken itibarını kaybedene.

Ey oğul! unutma ki,

yüksekte yer tutanlar,

aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

Haklıysan mücadeleden korkma!…

***

*

Cahille dost olma; ilim bilmez, irfan bilmez, söz bilmez, ÜZÜLÜRSÜN

Açgözlü ile dost olma; İkram bilmez, kural bilmez, doymak bilmez, ÜZÜLÜRSÜN

Saygısızla dost olma; usül bilmez, adab bilmez, sınır bilmez, ÜZÜLÜRSÜN

Kibirli ile dost olma; hal bilmez, ahval bilmez, gönül bilmez, ÜZÜLÜRSÜN

Ukalayla dost olma; çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur, ÜZÜLÜRSÜN

Allah ile dost ol, iki dünyada da bahtiyar olursun.

***

****

BİLGE KAĞAN YASASI:

E N E S K İ  T Ü R K  A N A Y A S A S I; ”TÖRE”

  1. Tengri,(yaratan) tektir.
  2. Her kim ki, Tengri’den kut almak dilerse, başkasına yakarmasın.
  3. Bir İl(Ülke), bir Kağan, bir Tengri..
  4. Bir kına iki kılıç girmez. Bir hatun iki er alamaz ve bir budunda iki töre olmaz. Töre tektir. Töre kesin ve keskindir. Kim ki, töreye uya kutlanır. Kim ki, töreye kıya katlanır..
  5. Kimse töreden üstün değildir. Dirlik ve birlik için töre budur.
  6. Bir çoban sürüsünden, bir er ailesinden, bir Kağan budunundan sorulur.
  7. Her er eşine, atına, pusatına sahip çıkacak.
  8. Ana-babaya ve ataya tazim(saygı) duyulacak.
  9. Hısmına sarılacak, komşusunu gözetecek.
  10. Er kişi yalan söylemeyecek.
  11. Mal çalan, mülk çalan misliyle ödeyecek. Hesabı ya malıyla ya canıyla sorulacak.
  12. Kim ki, bir ırza musallat olursa, canından olacak.
  13. Her kim olursa olsun haksız, aldatıcı iş tutarsa hesabı hemen sorulacak.
  14. Cenkten beri duran ya da kaçan tamuya(cehennem) uçacak.
  15. Aman dileyene kılıç üşürülmeyecek, sığınana arka dönülmeyecek.
  16. Baş kaldıranın başı alınacak, hak isteyenin hakkı verilecek.
  17. Kimse kimseye üstünlük taslamayacak. Ne ak etin karadan, ne karanın kızıldan, ne kızılın sarıdan farkı olmayacak.
  18. Kin ve gururdan uzak olunacak.
  19. Mazluma merhamet, zalime azap duyulacak.
  20. Zayıfa, yaralıya, çocuğa ve kadına el kaldırılmayacak.
  21. Kızı isteyen Kağan da olsa, bey de olsa, kız istediğine verilecek.
  22. Gereksiz yere ağaç kesmeyeceksin, suyu kirletmeyeceksin.
  23. Bilmeyip de bildim demeyeceksin, bilene danışacaksın.
  24. Bugünün işini yarına bırakmayacaksın.
  25. Kusur görmeyecek, kusur aramayacaksın.
  26. Güçlüyken affet, zayıfken sabret.
  27. Yazgına asi olma.
  28. Yaptığın iyiliği unut, yapılan iyiliği unutma.
  29. Herkes adaletle iş görecek.
  30. Her ne edersen et, yargılanacağını her daim akılda tut.
  31. Milletine yaban kalma. İpeğin iyisine, sözün güzeline kanma, onlara boyanma.
  32. Kağan o dur ki, adaleti üstün tutsun, töreyi yaşatsın. Töre yok olursa, İl yok olur. İl olmazsa, budun kul olur.
  33. Ey Türk Oğuz beyleri, ey milletim işitin!
    “Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin İlini ve töreni kim bozabilir?”

(Bilge Kağan Yazıtı – 730 Orhun Irmağı yakınları, Ötügen-Moğolistan)

B. RUSSELL, “DÜNYA GÖRÜŞÜM”

Salı, Kasım 23rd, 2010

 

 B. RUSSELL, “DÜNYA GÖRÜŞÜM”

 

– Felsefe yapmak, üzerinde henüz belirli bir bilginin olmadığı konularda kurgular yapmaktır.

– Kabaca bilim; bildiğimiz felsefeyse bilmediğimiz şeydir.

– Felsefe, bir yandan bizi hep tetikte tutar diğer taraftan da öğrenebileceğimiz şeyi düşünmemizi önerir bize.

Filozofun gerçek işlevi, dünyayı değiştirmek değil anlamaktır. Bu ise Marx’ın söylediğinin tam tersidir.

– İncelenen nesnenin derinine varmak için analiz yapmak gerekir ve bu yöntemi, çözümlenmesi olanaksız nesnelere rastladığınız ana dek kullanabilirsiniz ki, bunlar “mantıksal atomlar”dır. Çünkü bunlar maddenin değil de düşüncelerin küçük parçacıklarıdır.

– Felsefe henüz bitmemiş, tamamlanmamış bir bilim gibi görülebilir.

– Hiçbir şey emin olmaya değmez. Çünkü, insan inandığı şeyler içinde her zaman biraz kuşkuya da yer bırakmalıdır ve bu kuşkuya rağmen yine de enerjiyle hareket edebilmelidir.

– Ben bir miktar şaşırma ve bocalamanın zihnin antrenmanı için çok gerekli olduğunu düşünüyorum.

– Bana öyle geliyor ki, bilimin gelişmesi, ilerlemesi felsefenin önemini kaçınılmaz biçimde azaltmaktadır.

Tanrı kanıtlarının hepsi değerden yoksundur. Bunlardan bir sonuç çıkarıp ona inanmak gereksinmesi olmasaydı, hiç kimse onları hiçbir zaman kabul etmezdi.

Dinin tarih boyunca ortaya çıkan sonuçları bakımından çoğunun zararlı olduklarına inanıyorum.

 Genellikle dinin birçok kötülükler yaptığına inanıyorum. Tutuculuğu, geçmişin alışkanlıklarına bağlılığı kutsallaştırmıştır. Özellikle de hoşgörmezliği ve hıncı kutsallaştırmıştır. Hele Avrupa’da hoşgörmezlik olarak dine girebilmiş ne varsa hepsi korkunçtur gerçekten.

– Dine duyulan ihtiyaç, herşeyden önce korkudandır. Onu korkutan üç şey var:

 Birincisi; doğanın kendisine yapabileceği şeyler. İkincisi; başka insanların kendisine yapabilecekleri, üçüncüsü de insanoğlunun kendi tutku ve arzularının etkisiyle onu bazı şeyler yapmaya iteleyebilir.

 Din onların bu korkudan daha az etkilenmelerine yardımcı olmaktadır.

– Orta halli Çinliler hiçbir dine sahip değiller ve bundan ötürü daha az mutlu da değillerdir.

– Bu büyük savaşlar, bu büyük baskı rejimleri sürüp giderse ve büyük çoğunluk yine yoksul, mutsuz bir yaşam sürmeye devam ederse din de varolmaya devam edecektir.

 – Toplumsal sorunlar çözüldü mü din de ölecektir. Tersine bu sorunlar ortada kaldıkça, onun öleceğini sanmıyorum.

Sosyalizmin bana göre arzu edilir bir yanı yok. Çünkü hiçbir özgürlük vermiyor, bir bilginin engelsizce edinilmesine izin vermiyor. Dogmacılığı teşvik ediyor. Bir düşünceyi yaymak için baskı kullanılmasını öneriyor. Ben ki eski bir liberalim, onun yapıp ettikleri çoğu kez pek az hoşuma gidiyor.

 – Orta halli bir Rus, Stalin zamanında Çarlık zamanına göre daha az mutluydu.

 Lenin, kendisi için değil de bir inancı cisimlendirmek için ortaya çıkmıştı. Fakat inancı çok dar göründü bana. Marxçı yörüngenin dışında hiç mi hiç düşünemeyen bir bağnaz gördüm ben onda.

 – Lenin’in bir proleter sayıldığını gördüm. Fakat dilenciler, yiyecek bir lokması olmayan zavallılar için “burjuvazinin uşakları” deniyordu.

– Cehennemi zalim insanlar yaratmıştır.

– Eğer bir eylemin kimseye bir zararı dokunmuyorsa onu yerin dibine batırmak için bir neden yoktur. Çağdışı bir tabu kötü saydı diye onu yerin dibine batırmamak gerekir. Yapılacak iş, bu eylemin iyi mi, kötü mü olduğunu görmektir. Bütün ahlakların olduğu gibi cinsellik ahlakının temeli de budur.

Mutluluğun dört boyutu; birincisi sağlık, ikincisi yoksulluk çekmemek için gerekli araçlar, üçüncüsü başkalarıyla iyi ilişkiler sürdürmek, dördüncüsü de insanın işinde başarılı olmasıdır.

Devlet özellikle yabancıları öldürmek için kurulmuş bir örgüttür.

– Doğu ile Batı arasındaki gerginliği ve savaş tehlikesini bir tarafa bırakırsam milliyetçilik, insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı en büyük tehlikedir.

– Herhangi bir yönde ilerlemeler yapan insanlar genel olarak halkın tam bir engellemesiyle karşılaşıyorlar.

– Toprağında büyük miktarda petrol var diye küçücük bir ulusun bu petrolden kendi keyfince yararlanması saçma şeydir.

– Dürüst insanlar köpeklere eziyet edilmemesini kınarlar. Fakat köpeklere yapılan eziyet, başka hiçbir eziyete benzemeyen bir zulüm gibi görülürse bu bağnazlıktır.

Yahudi aleyhtarlığı, hristiyanlıkla birlikte doğmuştur…Roma iktidarı hristiyanlaşınca Yahudi aleyhtarı oldu. İsa’yı Yahudilerin öldürdükleri söyleniyor, böylece Yahudilere beslenen hınç haklı hale geliyordu. Gerçek nedenler ekonomikti hiç kuşkusuz. Fakat herkes kendini böyle haklı gösteriyordu.

 

B.RUSSELL(Felsefe Kulübü/Oğuz Turgut)

– Ne kadar az bilirseniz, onu o kadar şiddetle savunursunuz.

– Akıllılar hep kuşku içindeyken aptallar küstahça kendinden emindir.

– Mutluluğun sırrı; dünyanın korkunç, korkunç bir yer olduğu gerçeğiyle yüzleşmektir.

– Kendi refahımızı, herkesin refahının güvence altına alınmasının dışında bir yolla güvence altına alamayız. Kendinizin mutlu olmasını diliyorsanız, başkalarının da mutlu olmasına rıza göstermek zorundasınız.

– Bir kasabın ekmeğe, bir fırıncının da ete ihtiyacı vardır. Bu nedenle kasapla fırıncının birbirini sevmesi için mantıklı bir neden vardır. Her ikisi de birbirine yararlı olur.

– Tek kitaplı adamdan kork!

– Eğitimin amacının zihinsel özgürlük olduğu bir dünya isterdim. Gençlerin aklını, onları bütün hayatları boyunca nesnel kanıtların oklarından koruyacak olan bir zırhın içine sokmamalı. Dünyanın açık kalplere ve aydın insanlara ihtiyacı var ve bunu statik sistemlerle elde edemeyiz.

– Ne yazık ki, çoğu insan daha önce mutlu olduğunu ancak mutsuzluğa düştüğü zaman anlıyor.

– Aşktan korkmak, yaşamdan korkmak demektir ve yaşamdan korkanlar şimdiden üç kez ölmüşlerdir.

– Manevi bir çöküşün en büyük belirtisi, kişinin yaptığı işin çok önemli olduğunu düşünmeye başlamasıdır.

– Eğitimin insanları, kanıtı olmayan önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı amaçlaması ilkelerinin, bütün dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa, bunun yalnızca aydın bir kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleştirilebileceğini söyleyebilirim. Aydın bir kamuoyu da ancak onun varolmasını isteyenlerin çabalarıyla oluşturulabilir.

ÖZLÜ SÖZLER – SOLDAN

Salı, Ekim 26th, 2010

– Faşizme karşı birleşmeyenler, faşizmin zindanlarında buluşurlar.

BERTOLT BRECHT

– Kitleleri harekete geçirmek için, mitlere ihtiyaç vardır.

G. SOREL

– Tek temel ve mümkün olan “sosyalizm”, seçkin insan türünün sosyalleşmesidir.

– Yirmisinde solcu olmayan eşektir, kırkında solcu kalan şeddeli eşektir.

– Doğruları biliyorsan, yalanları dinlemek eğlencelidir.

-Altın kural şudur; herhangi bir altın kural yoktur. 

– Özür dileyerek, yakınlık göstererek ve son arzularında cömert davranarak, suçluları ve soysuzları idam edip ortadan kaldırmalıyız.

BERNARD SHAW 

– Devlete ihtiyaç yoktur…Devlet tarafından yapılan sömürü daima yöneticiler ve ücretli köleler anlamına gelir. Bizler insanın insana hükümet etmesini, insanın insanı sömürmesinden daha fazla arzulamıyoruz. Sosyalizm, hükümetçiliğin karşıtıdır….bizler bu birliklerin…demokratik ve toplumsal cumhuriyetin ortak bağında birleşecek engin bir birlikler ve gruplar federasyonunun ilk bileşenleri olmasını arzuluyoruz.

PROUDHON

– Ben toplumsal refahın ve özellikle de toprağın, toplumsal tasfiye anlamında kollektifleştirilmesi için oy kullanacağım. Toplumsal tasfiyeden, bugün olduğu üzere mülkiyetin yaptırımcısı ve yegane garantörü olan kanuni ve siyasi “devlet”in lağvedilmesiyle, şu anda mülk sahipleri olanların tamamen mülksüzleştirilmesini anlıyorum… tüm daha büyük hoşnutluklarıyla birlikte, komünlerin solidarasyonunu destekliyorum…çünkü böylesi solidarasyon aşağıdan yukarıya bir toplum örgütlenmesini içermektedir.

BAKUNİN

– Anarşinin kaynağı, devlettir.

PASCAL

– Herkes aynı fikirde olursa, toplumda gelişme olmaz.

– Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır. Onları yaratan tanrı, kendilerine vazgeçilmez bazı haklar vermiştir. Bu haklar arasında; yaşama, özgürlük ve refahını arama hakları yer alır. Bu hakları korumak için, insanlar arasında meşru iktidar, hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükümetler kurulmuştur. herhangi bir hükümet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükümet kurmak, o halkın hakkıdır.

THOMAS JEFFERSON

– Esas olan, kuvvetler ayrılığıdır (yasama, yürütme, yargı).

MONTESQUİEU

– İnsan, özgür doğar ama hayatın her anında zincire mahkum edilir.

 – Bütün kavgaların, felaketlerin, tüm kötülüklerin anası;özel mülkiyet”tir. Özel mülkiyetin olmadığı yerde haksızlık da yoktur.

– Esas olan, kuvvetler birliğidir yani yasama, yürütme ve yargının aynı erkte olmasıdır.

J.J. ROUSSEAU

MARX:

Tarihi yapan, insandır…

– Alt yapı, üst yapıyı belirler…

İnsanlık tarihi, sınıf çelişkisinden ibarettir.

Komünizmin önündeki engel, burjuvazinin eksikliğidir.

– “Din”, toplumun afyonudur.

– İnsan, ne üretirse ona yabancılaşır.

– Toplumsal reformlar, güçlünün zayıflığından ötürü değil, zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir.

Kapitalist, kendisinin kapitalist olmasından sorumlu değildir ama ilişkilerin kurulmasına yardımcı olduğu için sorumludur

– Bir memleket iki şekilde talan edilir; “düşmanlar” ve bizzat o ülkenin kendi “maliyesi” tarafından.

– Fatih ülkeler, fethettikleri ülkelerin etkisi altına girerler. 

– Zorun güzelliği, doğallığındadır.

– İşçilerin vatanı yoktur.

– Gelecek için bir program geliştiren insan, devrimcidir.

– Mülkiyet, hırsızlıktır.

– Marx 1850’de “din; ruhsuz bir dünyanın ruhu, ezilenlerin haykırışı, kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Din, kitlelerin afyonudur” der. O zamanlar insanların acılarını azaltsın diye “afyon” yutturuyorlar. Bunu Marx, “din uyuşturucudur” demiş gibi lanse etmeye çalışıyorlar, bu sözü bu manada yorumluyorlar. Aslında o bu sözü ile dini övmektedir. Din için, “ruhsuz bir dünyanın ruhu”, insanlar için dinden başka teselli edici bir çözüm kalmamıştır diyor.

ÖMER LAÇİNER

  Devlet, tanrının dünya üzerindeki yürüyüşüdür.

– Sanat, bir fikir hareketidir.

– Bir insanın  sana neler verebileceği değil, senin için nelerden vazgeçeceği önemlidir. 

 HEGEL

Faşizm, bir dindir.

MUSSOLİNİ

– Şüphelendiğini öldür. Devrim, her şeyden önce gelir.

– İktidarın, olgun bir meyve gibi ellerine düşmesini bekleyenlerin bekleyişi, hep sürecektir.

– “Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakabileceğin en iyi miras dürüstlüktür.”
– Ne kadar farklı olursa olsun, sana ait olmayana tenezzül etme ve ne kadar basit olursa olsun, senin olmayandan asla vazgeçme.
– Arkamdan konuşmaya devam et. Çünkü, karşıma çıkacak kadar büyük değilsin!
CHE GUEVERA
– Sırtından vurana kızma, ona güvenip arkanı dönen sensin ve arkandan konuşana da darılma, onu adam yerine koyan sensin.

GORKİ

Muhafazakarlık, tedavi edilebilir bir hastalıktır.

M. LERNER

Beyaz ırk, insanlık tarihinin kanseridir.

S. SONTAG

Avrupa projesi, bir medeniyet projesidir.

W. MARTENS

Kemalizm, laik bir dindir.

Prof. Dr. ALTAN GÖKALP

Solculuk, en ileri üretim biçimlerine sahip çıkmaktır. En ileri üretim biçimi, insanın refahını ve özgürlüğünü pekiştirir.

– Devletin herkese eşit mesafede hizmet verebilmesi için, “devletin ideolojisiz olması” gerekir. Birileri “din devleti” peşinde koşarsa, birileri de “askeri devlet” peşinde koşar.

 – Devletçilik, toplumların zenginleşmesini sağlayamıyor aksine bürokrasinin ve devletin bir soygun batağına düşmesine yol açıyor…

 – Sol; ırka değil bizatihi insana, ulus-devlet anlayışına değil; ‘evrenselleşmeye’, kültürlerin zıtlaşmasına değil; küreselleşmeye sahip çıkan bir kimliğe bürünüyor.

 ‘İçe kapalı anlayış’; ekonomide dünyaya kapalılık, bölgesel ekonomik ittifaklara karşı çıkmak da ‘faşizmin yeni yüzü’ olarak görülüyor.

 Sol, serbest değişimi, ekonomik ittifakları, dünyaya açılmayı savunuyor.

 Liberalizm, bireyin özgürlüğünü, devlet karşısında bireyin korunmasını amaçlayan bir düşünce biçimidir. Odağı bireydir, birey ve onun özgürlüğü için vardır.

 Marksizm de evrenin değişimini araştıran, toplumsal dinamiklerin kaynaklarını irdeleyen bir felsefedir, değişim bilimidir.

 – Dünyayı değiştirmek isteyen Marksistlerin hedefleriyle, bu liberal değişim çelişmiyor çakışıyor.

 – Sanayileşme dönemi bitiyor…Ulus-devlet dönüşüyor…Sosyolojik yapı değişiyor…Daha önce Marksizm ile liberalizm çatışırken şimdi benzerlikleri ön plana çıkmakta…

 Marksizm de hümanizma var…Liberalizmde de bireyin üstünlüğü…İkisi de mümkün olduğunca “az devlet” peşinde. Bu yeniçağ aynı zamanda yeni bir sentez çağı, marksizmle liberalizmi evlendirecek bir çağ.

 …Yaşamın akışındaki değişim ve dönüşümü marksist bir yöntemle ele alan ve piyasa ekonomisini de zenginleşmenin tek gerçek reçetesi olarak kabul eden bir anlayış…Hayata bakarken Marksist…Ekonomiye bakarken liberal…Yaşamı kavramaya çabalarken de “marksist-liberal”…

 MEHMET ALTAN

– Kuran’dan asla kapitalizm çıkmaz, “abdestli kapitalizm” hiç çıkmaz. Müslüman antikapitalisttir, çünkü “mülk Allah’ındır”. Bütün kötülüklerin başı özel mülkiyettir. Kuran-ı Kerim‘den illa bir ekonomik düzen çıkarılacaksa, çağımızdaki kavramları kullanarak söylersek, sosyalizme eğilimlidir. Ahlaki ve dini bir sosyalizm çıkar. İslamın siyasi, politik duruşu sol bir duruştur, sağcı değil.

İHSAN ELİAÇIK

– Batı dışı dünya hakkında Marx ve Engels‘in düşünceleri bütünüyle emperyalisttir…ABD‘nin, Meksika‘nın epeyce toprağını ilhak etmesiyle sonuçlanan savaşı Marx kendi cümleleriyle, “tembel ve çaresiz Meksikalılara karşı uygarlaşmanın lehine bir netice” olarak nitelemiş ve desteklemiştir.

Fransa‘nın Cezayir‘i işgali de “ilerleme ve uygarlık için önemli ve talihli bir olay”dı. Çünkü, “Bedeviler bir haydutlar ulusu” idi.

Marx, İngilizlerin Hindistan‘ı işgalini de aynı mantıkla desteklemiştir. Çünkü Hint toplumsal hayatı, Marx’ın tabiriyle “değersiz, durağan ve bitkisel” idi.

 RASİM OZAN KÜTAHYALI

      – İhtiyaç, icadın anasıdır.

                   Felsefe, mantık ve diyalektikten oluşur.

 – Erkek burjuvazidir, karısıysa proleteryayı temsil eder.

– Ne mutlu o yoksullara ki, öteki dünya onlarındır ve er ya da geç bu dünyada onların olacaktır.  

ENGELS

  – Az gelişmiş toplumlarda “ordu”, kendi halkına karşı kullanılmak için vardır. 

 – Her devrimin temel sorunu, “iktidar” olmak içindir.

– Yumurtalar kırılmadan, omlet” (devrim) olmaz.

– Ne kadar kötü olursa, o kadar iyidir.

LENİN

– Filozofun gerçek işlevi; dünyayı değiştirmek değil, onu anlamaktır.

Sosyalizmin bana göre arzu edilir bir tarafı yok. Çünkü, hiçbir özgürlük vermiyor, bir bilginin engelsizce edinilmesine izin vermiyor. Dogmacılığı teşvik ediyor. Bir düşünceyi yaymak için baskı kullanılmasını öneriyor. Ben ki eski liberalim, onun yapıp ettikleri çoğu kez pek az hoşuma gidiyor.

– Orta halli bir Rus, Stalin zamanında çarlık zamanına göre daha az mutluydu.

– Lenin kendisi için değil de bir inancı cisimlendirmek için ortaya çıkmıştı. Fakat inancı çok dar göründü bana. Marxçı yörüngenin dışında hiç mi hiç düşünemeyen bir “bağnaz” gördüm ben onda.

– Lenin’in bir “proleter” sayıldığı fakat dilenciler, yiyecek bir lokması olmayan zavallılar için “burjuvazinin uşakları” deniyordu.

B. RUSSELL

   G.V.PLEKHANOV:

 Formel mantık, realitede geçer değildir. Hareket, ayniyet ve çelişmezlik prensibine tabi değildir. Çünkü; madde hareketsiz, hareketsiz de madde olmaz. Bütün alemin esası bu hareketli maddedir. Hareket halindeki bir cisim, aynı zamanda hem burada hem de başka yerdedir..Hem vardır hem de yoktur. Bizzat bu değişmenin varlığı, gerçekte çelişmezlik mantığı yerine, çelişme mantığı veya diyalektiğin cari olduğunu gösterir.

 Ya formel mantık doğrudur, o zaman realiteyi inkar etmeli ya da realite doğrudur, o zaman da formel mantık ilkelerinin geçerliliği yoktur.

 Eğer mantığımız doğruysa, Zenon gibi “hareketi” inkar etmemiz gerekir.

…/…

– İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır.

LORD ACTON

– “Minnettarlık”, köpeklerin alışkanlığıdır.

– İki şeyden taviz verilmez; vatan ve ordu.

– En büyük hatalarımdan birisi; imzaladığımız “Güvenlik İşbirliği Antlaşması”na Hitler’in sadık kalacağını düşünmemdir. 

– Bir insanın ölümü trajik, binlercesininki dramatik, bir milyonun ölümü ise istatistiktir.

– “Benim kör, küçük kediciklerim bensiz ne yapacaksınız?”

– Hedefini belirle, kovala, yakala ve yoket. Dünyada bundan daha güzel birşey yoktur.

– Dişini ne kadar gösterirsen o kadar iyidir.

STALİN

– Bir köle olarak yaşamaktansa, bir “özgürlük savaşçısı” olarak ölmek daha iyidir.

  YILMAZ GÜNEY

– Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz.

– Haklıdan yana değil, güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar. Güç merkezi değiştikçe dönerler; fırıldak olurlar.

UĞUR MUMCU

– En tehlikeli yönetim, hem cahil hem cesaretli olanların yönetimidir.

ERTUĞRUL GÜNAY

– Düşündüğünü söylemeye korkmaya başladı mı kişi, düşünmekten de korkmaya başlar.

VEDAT TÜRKALİ

– Bilinç, baskıdan doğar.

– Sömürü düzenine karşı çıkmak için; sosyalist/ marksist olmak, ulusunu, halkını sevmek için; ırkçı/milliyetçi olmak, adil bir insan olmak için de ahlakçı/dinci olmak zorunluluğu yoktur. Dahası bu türden yaklaşımlar; sınıfsal, etnik ve dogmatik bir tutum içinde sorunları çözen değil, derinleştiren bir anlayıştır.

– Eşitlik, “eşitler” arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşit olmayanların sömürüsüne dönüşür.

– Din ve ideoloji; bilim öncesi, “ahlakçı” öğretilerdir.

AHMET AĞI

    Marxizm, toplumumuzun gerçeklerine uydurulacak yerde, toplumumuzu kafamızdaki yarım yırtık yani aptallığımızın marxizmine uydurmak istemişizdir…Memleketimizde, 50 yıllık marxizm çabalamalarının içine düşürüldüğü durum, marxizmi tersine çevirdiğimizden ileri gelir…Değişen şartlara göre değişen tedbirler gerekir. Dogmatizm, değişen durumların karşısına eski gerçeklere göre alınmış tedbirlerle çıkmaktır. Dünyada değişmez gerçek yoktur…Batılı toplumlara benzemeyen doğulu toplumlarda durum daha da çapraşık sayılmalı, kesinliklerden, genellemelerden büsbütün kaçınılmalıdır. Bir durumun değiştirilebilmesi için onun genel gerçeklerini bilmek hiçbir işe yaramaz, özelliklerinden yola çıkılmadıkça hiçbir durum işe yaramaz.

Her ülkenin sosyalistleri, kendi yollarını kendileri bulmak daha açıkçası, kendi sosyalizmlerini kendileri yaratmak zorundadırlar.

  KEMAL TAHİR

– “…Şartlar ne kadar elverişsiz olursa olsun, günün birinde devrimin gerçekleşeceğine inanıyorum da. İş, devrimden sonraki hayatın, insana gereksindiği mutluluğu verip veremeyeceğine geldi mi aklım karışıyor. Neden dersen, toplumun ve doğanın çelişkileri üstüne tutmuş koskoca bir sistem ve felsefe koymuşuz da birey olarak insanın iç çelişkilerini hiç hesaba katmamışız. Senin insan dediğin, kendini doğru ve haklı bir davaya adamış, kalıptan çıkma bir yaratık değil ki! Baştan ayağa karşıtlıklarla dolu bir varlık. Aynı zamanda iğrenç ve saygıdeğer, aşağılık ve yüce, ödlek ve cesur! Bunu demekle zannetme ki, insanı soyut ve değişmez bir kavram olarak alıp, şartlar ne kadar değişirse değişsin, o aynı kalacaktır demek istiyorum. Hayır o da değişiyor, değişiyor ama değişmesi kötüden iyiye, bilgisizden bilgiliye, vahşiden medeniye sürekli yükselen bir eğri çizmiyor. Çizdiği daha çok; iyiyle kötü, günahlarıyla sevap arasında aralıksız bir zikzak. Ayrıca, iyilik ve kötülük kavramları, koşullara göre değişen kavramlar”.

ATİLLA İLHAN “BIÇAĞIN UCU”

 – Türkiye’de “sağ” soldur, “sol” da sağdır.

– Türk Kurtuluş Savaşı, “anti-emperyalist” bir savaş değildir. 

        İDRİS KÜÇÜKÖMER

Herşey değişebilir, herşey tartışmaya açıktır. Ancak dinler, marxistler, Stalin, Hitler bunu kabul etmiyor. Bir tek bilim herşeyi tartışmaya açar. Üstelik onda da amaç, tartışmanın sonunda doğruyu bulmak değil, ona yaklaşmaktır. Bunu da yanlışları eleyerek yapar.

– At çok fazla çalışıp, yarışı kazanıyor. Atın sahibine 3 milyon lira, ata binen jokeye 250 bin lira, ata ise kazandı diye havuç veriyorlar. Hah işte o at biziz…

CELAL ŞENGÖR

– Eşitlik yok, yalnızca farklı olanlar var. Biraz ondan biraz bundan biraz da ötekinden…

WİTTEGENSTEİN

 İdeoloji, kendine göre bir mantığı ve tutarlılığı olan, belli bir toplum içinde tarihi bir görevi bulunan, bir tasavvurlar (imajlar, mitler, ve fikirler) bütünüdür.

  – Ayrıca ideoloji; maddi yaşamı din, ahlak ve bir anlamda da felsefe düşüncesiyle açıklayan tasarımlara ilişkindir. Kısaca ideoloji, bilim öncesi düşüncedir. Bilim düşüncesi ise tarihi ve toplumu, maddi yaşamın temel koşullarına göre açıklamaktır.

ALTHUSSER (Hilmi Yavuz, “Kültür Üzerine”)

 – Bir ülkeye diktayı yapanlar değil, “boyun eğenler” getirir.

– Sizin yüksekliğiniz, bizim eğilmişliğimizdendir.

BÜLENT ECEVİT

 – Önemli olan kedinin ak ya da kara olması değil, fareyi yakalamasıdır.

– İnsanların sosyal varlığı, düşüncelerini tayin eder. Öncü sınıfı temsil eden doğru düşünceler, yığınların içine girer girmez, toplumu ve dünyayı değiştiren maddi bir kuvvet haline gelir.

– Herşeyi değiştirecek, acıdan ve ölümden korkmayan bir nesil yetişecek.

 MAO

– İnsan, yediği şeydir ve insan insanın tanrısıdır. Tanrı, insanın idealleştirilmiş olarak dışavurumudur.

L. FEURBACH

 

 İnsanın gelişimi, tanrının yerine kendisini koyabilme çizgisindedir.

*

“Tanrı”, sıradan insan entellektüelizminin göğe yansımasıdır.

– “Tanrı”, insan yaratılarının en kutsal olanıdır.

         YALÇIN KÜÇÜK

Sol, ezilen ve dışlananların sözcüsü olan düşünce akımının adıdır…Ezilen ve dışlananlar 1960’larda işçiler ve köylülerdi. Sol bunların sözcüsü oldu. 70’lerde Kürtleri farkettik ama temelde Kemalist olduğumuz için onlara uzak durduk. 80’lerde bu kategori tüm dünyada fevkalade çeşitlendi; çingeneler, kadınlar, sakatlar, eşcinseller, vicdani redçiler vb. Ama biz bu yıllarda canımızla uğraştığımız için farkında bile olmadık. 90’larda kendimize gelmeye başlayınca baktık ki, bunların yanısıra Türkiye’de Aleviler, üniversiteye sokulmayan başörtülü kızlar, ateistler, gayrimüslimler…hepsi de ezilmişler ve dışlanmışlar kategorisinin has elemanları. Şimdi sol demek, işte bütün bunların sözcüsü demek”.

BASKIN ORAN

“Ancak bir noktada Marx yanıldı. Proleterya ve burjuvaziden oluşan iki kutuplu dünya oluşacak diye beklenirken orta sınıf büyüdü. Bugün dünyayı değiştirecek olan işte bu orta sınıftır, küçük üreticiler ve girişimcilerdir.”

NABİ YAĞCI

 – Burjuva kültürünün demokratlaşmasıyla, niteliği değişmeden çok sayıda insana ulaşıp yaygınlaşmasıyla, “mutlu azınlık kültürü” olmaktan çıkıp, “mutlu çoğunluk’ “kültürüne dönüşebilir.

Eğer bir “tanrınız” yoksa, saygılarınızı Hitler veya Stalin‘e sunarsınız.

T.S. ELİOT

Komiserin manivelası; “devrim”. Dava, alt yapıyı değiştirmek, üst yapı kendiliğinden değişir. Yogi içinse kurtuluş, içimizde. Aksiyon, bir tuzak. 

Zıt yaklaşımlara sahip oldukları için, komiserle yogi uzlaşamaz.

ARTUR KOESTLER

 Marxizm, aşılamaz tek toplum felsefesidir. Benim yaptığım ise, onun unuttuğu bireyi yerine koymaya çalışmaktır.

-Tanrı olmadığı için, bütün yaptıklarımızdan sorumluyuz.

-İnsan temelde, tanrı olmak isteğindedir.

– Düşünce özgürlüğünün olmaması, düşüncenin ifade edilememesi değil, insanın düşünmemesidir.

– İnsan olmak istediği, kendini tasarladığı şeydir…Başkalarını seçerken kendimizi seçeriz.

SARTRE

– Coğrafya kaderdir.

İBN-İ HALDUN

– İnsanlar, sınırlardan önemlidir.

 V. HAVEL

– Sol her şeyden önce, hümanizmdir. İnsan, “insan” olduğu için değerlidir.

ZÜLFÜ LİVANELİ

Sol; ilericidir, enternasyonaldir, devrimcidir, hümanisttir. Bizde ise kendisi gibi düşünmeyene, yaşamayana tahammül edemeyen, “faşist solcular” var.

 SİNAN ÇETİN

– Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana, “kahraman” diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise bana, “komünist” diyorlar.

Cardinal HELDER PESSOA CAMARA

– Bireye tek olma imkanı vermeyen, “kollektivizm şeytandır”. “Tek insan”, tanrı karşısında sorumlu olan insandır.

 KİERKEGAARD

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

İBRAHİM ÇİFTÇİ

Cumartesi, Nisan 3rd, 2010

– Bazıları bilgiyi yük, beceriyi eziyet olarak görürler.

*

 – Dönmek; yanlışta ısrar etmemek, kendine bir şans tanımaktır.

*

– Herşeyin ilacı, itidaldir.

*

– Bu ülkede üç sınıf insan vardır; cinselciler, dinselciler ve Atatürkçüler. Biz üçüncü sınıfız.

*

– Harcamadığın para, senin değildir.

*

– Para herkesde durmaz, onu kullanabilecek olan da durur.

*

– Biz alışmışız, az parayla çok para kazanmaya!

*

– Aldığımız üç kuruş ama herkesin eli, benim cebimde!

*

– Para bok gibi, huzur yok.

*

– Para gayriciddi işlerde vardır, ciddi işlerle para kazanılmaz.

*

– Akbabalar, damarlarımdaki kanın kokusunu almış, pike üstüne pike yapıyorlar!

*

 – Derya senin olsa, içeceğin bir bardak su!

*

 – Bir bardak süt için, inek beslenir mi?

*

 – Denizden bir kova su almışsın nedir ki? Denizin suyu mu biter!

*

 – İstanbul’u versem bir gözünü verir misin? Dikkat et, iki İstanbul’a sahipsin!

*

– Bizim çilemiz, hem insancıklarla olacaksın hem de kızmayacaksın, kızmak bizi küçültür. İyiden, doğrudan, güzelden bihaber olan adamın nesine kızacaksın…

 *

– Kendini basit ve sıradan görürsen, tüy kadar hafiflersin. Olduğundan daha fazla görünmeye çalışırsan, o yükün altında ezilirsin.

*

– İnsanın değerli olduğu yerde kimseye bir şey olmadan önlem alınır. Bizde de bir kaç adam başı yenmeden, iş yapılmaz.

*

– Bilsem ki siz şu kapının arkasındasınız, ben yine özlerdim.

*

– Koskoca generale bir manga asker vermişler, “bunlara talim yaptır” diyorlar…

paşa napsın!

 *

– Dur bakalım yok, hadi bakalım.

 *

– Beklemek, kavuşmaktan iyidir.

 *

– Bir işi yaparken; kırmadan, yarmadan, kestirmeden, küstürmeden yapacağız.

 *

– Tamir et diye verirsin; kırar, yarar, bozar, sonra da koyup kenara geçip gider…

 *

– Her işimiz; “olmamış ya hadi neyse!”. Bir işinizde tam olsun, yok nerde!..

 *

– “Çam devirdiklerini” çok gördük ama devrimciliklerini hiç görmedik, açlık grevine girerler, kilo alıp çıkarlar!

 *

– İşten kaçıp, meydanda halay çekmenin adını; “devrimcilik” koymuşlar!

*

– Ellerinde sinekli şaraplar, esrar tekkesine çevirdikleri dumanaltı yerlerde, her daim “devrimden” konuşunca, sanırsın ki; yapmışlar da konuşuyorlar…

*

– İstemenin sonu yok! Herkes kendine göre devlet de ister, her yorulduğu yere han da! 

*

– Cümbüşün adını “ibadet”,

içkinin adını “bade”,

cinayetin adını “töre”

halayın adını da “devrim” koymuşlar.

 *

– Bir iş; konuşulabilir, tartışılabilir, uygulanabilir ve rantabıl olacak, değilse konuşmaya bile gerek yok. 

 * 

– Bazıları “büyük” doğar, bazıları yaptıkları işlerle “büyür”, bazılarının da “büyüklük” üzerinde kalır, benim üzerimde kaldı!

*

– Kimseye birşey söylemeye gelmiyor, kimseyi değiştiremiyorsun! Bu yüzden, ben hep kendimi değiştirdim.

*

– İnsan, önce taşı sevip okşuyor, hacetten sonra da en uzağa fırlatıyor.

İnsanlar da birbirini severken, önce “canım cicim” diye kucaklıyor, sonra da kucaklaya kucaklaya bokunu çıkarıyorlar. Daha düne kadar birbirlerinin kucağından inmeyenler, bugün birbirinin suratını, görmek bile istemiyor.

*

– Herşeye gelirim ama boynumdan çekilmeye asla!

*

– Herkesi dinle ama kararı kendin ver.

*

– İşimi yaparım ama kimse daha fazlasını, kendimi feda etmemi beklemesin!

– Bir işe aracı koyarken dikkat et, sana “kız” istiyorum diye gider, kendine alıp gelir!

*

– Acemi zampara işe en yakınından başlarmış!

– Zamparalığa çıkan, kendi şeyinin hesabını da iyi yapmalı!

*

Düşkünle, şaşkınla, pişkinle fazla uğraşmaya gelmez. İyilik mi yapacaksın, yap ama fazla durma!

*

– Ne kadar kaçarsan, o kadar üzerine gelirler. Sana ait sadece bir çekmece kalsa, yine de yer yokmuş gibi ellerine geçeni oraya atarlar!

*

 – Hadi çocuğum, hadi yavrum… kumda oyna gözüne çöp batmasın!

*

 Darpa, gaspa, fuhşa karışma ne yaparsan yap!

*

– Bir kere olsun cepheden gelmeyip, hep arkaya dolanıyorsa, çiz gitsin.

*

– Bazıları “alet” kullanmada bazıları da “adam” kullanmada daha beceriklidir. “Alet” kullanamıyorsan, “adam” kullanmayı iyi bileceksin!

*

– Bazıları kendini sürekli hatırlatmaya çalışırken, biz unutturmaya çalışıyoruz. Kendini bilmezlerin seni hatırlamasındansa, unutması daha iyidir.

*

 – Dengelemek istediğinde; önce dört basıp iki çekersin, fazla gelirse de iki basıp dört çekersin!

*

– İnsan uyanık olmaya görsün, zanneder herkes keriz!

*

– Eğer insan rahat değilse, onu en çok yoracak olan sosyal uyumdur. Ben hep iki yakamı bir araya getirmeye çalıştım.

*

 – Zayıf insanlar sırt sırta verir, güçlü insan buna ihtiyaç duymaz.

*

– Kara mizah, zayıfların güçlülere karşı kullandığı bir silahtır.

*

 – Bir meseleyi bütün açılardan değerlendirmiyorsan, söylediklerin sadece seni ilgilendirir.

*

  – Hayat üzüntüyle, pişmanlıklarla geçirilecek kadar uzun değildir.

*

  – Fazla acırsan, acınacak duruma düşersin. Düşkünle, şaşkınla fazla oyalanmaya gelmez.

*

– İyilik olsun diye verirsin, hak iddia etmeye başlarlar. Birde üstüne, “az verdin, hiç vermedin” diye, seni de suçlarlar.

*

 – Sen rakını iç, rahatına bak “memleket elden gidiyor!” diye ne kendini üz ne de bizi. Herşey çalkalana çalkalana mecrasını bulur. Arkası sağlamsa birşey olmaz, değilse de yıkılmaya müstehaktır. Devletlerin tarihinde yirmi yıl, otuz yıl nedir ki?

 *

– Ben oltamı atar rakımı içerim, gerisi balığın bileceği iş.

 *

– Şans kapısını açık bırak, ola ki gelir de “bulamadım” demesin.

 *

– Deha keşfedilmeyi beklemez, o kendi mecrasını bulur gider.

– İntikali zayıf olanın manevra kabiliyeti de zayıf olur.

 *

– İnsanın kafası rahat değilse, tatile bile gitse götürdüğü sıkıntıdır.

*

“Cek-cak, sak-suk, meli-malı” yok, bir işi üzerine aldıysan yapıp getireceksin.

 *

– Terbiyesi tam ama tahsili noksan olan, “tahsilli terbiyesizlerden” daha iyidir.

 *

– İnsan uğraştığı işe benzer. Malla, mülkle fazla uğraşmaya gelmez, sonra “mal” olur gidersin!

*

 – İnsan gençken, taş yese plastik çıkarır. Bir de yaşlanmaya görsün, şerbet bile içemez hale gelir…

*

– Adetleri bozmayın, büyüklerinizi üzmeyin!

*

– İnsan düşmeye görsün, duyan illet gelir, gelen de gitmez!

*

– İnsanlığa bir faydaları varsa, Allah bizden alsın onlara versin. Yoksa bizden uzak, Allah’a yakın olsunlar!

*

– İnanmak, insanın yükünü azaltır.

*

– İnsanın bir tek borcu vardır, o da Allah’a can borcu!

*

– Allah zalime uyuz versin, tırnak vermesin!

*

– Kafam rahat olsun diyorsan, ne verirlerse al ne istiyorlarsa ver!

*

– Ben size lazım değilsem, siz bana hiç değilsiniz!

– Karı karıda, iş işde bulunur!

*

– Kadın ağzını açtı mı, başlar iş çıkarmaya, masraf yazmaya. Ömrüm, karının ağzını kapamakla geçti!

*

– Huzur istiyorsan üç şeyle kavga etme; “Allah’la, devletle, karıyla!”

*

– İnsan hayatta üç şeyden gülermiş; ya “karıdan” ya “paradan” ya da “çocuktan”. Üçünden de güldüysen senden iyisi yok…

*

– İleri gidenlerden değil, ileri gelenlerden olun.

*

– İstanbul’un sokaklarında yürümek bile bir eğitimdir.

*

“Açtım ağzımı yumdum gözümü” değil, “yumdum ağzımı açtım gözümü!”.

*

– Artık yumruğumu sıktığımda ne başkasına ne de masaya vuruyorum. Sıkıp cebime koyuyorum, mesele kalmıyor.

*

– İnsan sürekli problem çıkarmaya alışırsa, kimseyi bulamadığında da kendi gölgesiyle kavga etmeye başlar.

*

– Herkesi sıçtığı yere kadar kovalamaya kalkarsan, sürekli eksik, gedik ararsan, herşeye ceza vermeye kalkarsan, sonra konuşacak adam bulamazsın. Affetmek, büyüklüğün şanındandır.

*

– Gidecek adam arkasına bakmaz. Biz arkamızı toplamaktan, kollamaktan önümüze bakamaz olduk.

*

– Verdiği zararı karşılayabiliyorsak, biz onu hoşgörürüz. O zarar verecek, biz hoşgöreceğiz. Bizim hayatımız her daim sabır testinden geçmek. Sabır, olgunluğun temelidir.

*

– Ayıpları kusurları örtmek için Nakşilerin, cüppelerinin kolları uzundur. Biz Bektaşiler gibi kimsede kusur, ayıp görmediğimiz için cüppemizin kolları kısadır.

*

– Kendinde akıl yok, başkasına akıl vermeye kalkar!

*

– Zayıf insan için, mevcudu korumak en iyisidir.

*

– Şeyine istikamet veremeyen, iki koyunu güdmekten aciz olan bir de kalkmış şöyle yapacaz, böyle yapacağız diyor. Allahım sen aklıma mukayyed ol!

*

– Kendini idare etmekten acizdir, bir de mercimek kadar aklıyla aleme nizam vermeye kalkar.

*

– Azıcık palazlanan, “ben söyleyim sen yap” diyor. “Ben söyleyim sen yap”. Yok, illa o söyleyecek diğerleri yapacak!

*

– Biz devletde, gidenle değil gelenle ilgileniriz!

*

– Biz eski memuruz, bizde evrak kaybolmaz!

*

– İşinizi ilk gün yapın son güne bırakmayın. Yok! Yirmidokuz gün yatıp son gün iş yapmaya kalkarlar sonra da yetişmedi diye dert yanıp taktir beklerler…

*

– İşinizi doğru dürüst yapın, çoluk çocuğu kendinize nasihat eder hale getirmeyin!

*

– Devlet para veriyormuş gibi millet de çalışıyormuş gibi yapıyor. Böyle geçinip gidiyoruz.

*

– Hizmet için geldik derler, herkesi kendilerine hizmet eder hale getirirler.

*

– Bu adam önümüze geçer diye, “taktir” ederler ama “terfi” ettirmezler!

*

 – Bir makama terfi etmek istiyorsan; karşılaman, ağırlaman ve uğurlaman iyi olacak. Eğilip, bükülmeyi iyi bileceksin!..

*

– Saha işlerini biz yaparız, siz salon işlerine bakın…

*

Müdürlük, aylak adam işidir, ne kadar işten kaçan adam varsa, hepsi müdür.

“Ben söyleyim sen yap!”

*

– Kendini bilmezlerin, önünde durulmaz.

*

– On tane eşşeğin olacağına, adam gibi bir enişten olsun yeter!

*

– Esnek sistem, dinamik program; sistem ne kadar esnek olursa, kimse de sistem dışında kalmaz.

*

– İstatistik, yanlış rakamların doğru toplanmasıdır.

*

– Bir insanın ya “karıcılığı” ya “paracılığı” ya da “rakıcılığı” iyidir. Bunlar için güçlü bir bünye lazım, benim hep zayıftı.

– Kaza geliyorum, namus gidiyorum demez!

*

 – Ziyan olacağına ver bir fakir sebeblensin! Yok, ziyan ederler yine de vermezler!

*

– Delikli taş bile yerde durmaz, illa ki biri alır, bir çiviye takar.

 *

– Sen bu namussuz aşınacak diye beklerken, o yıkılır gider haberin olmaz!..

 *

Mevta kaldırmak, torba ağzı açmaya benzemez!

 *

– İnsan, bazı şeylerin oyuncak olmadığını, üzerine oturunca anlar!

*

– İnsanlar birbirine, dünyanın en ayıp şeyini yaptıktan sonra daha ne yapmazlar ki!..

*

 – Genç geriyorsa, yaşlı sevindir daha iyi!

*

– İşin bitince, içine edesin geliyor!

*

 – Erkek olmak zor zenaat! Ağır tahriğe maruz kalsan da asla taciz yok, edersen “namussuzsun”, etmezsen “sen de adam mısın?” derler…

*

 – Et ile ekmek, eti ete sürtmek, gerisi köpek tüfek!

*

– Kart kedi, taze sıçandan hoşlanır!

*

– Bizimkilerin sevmemesi, sevmesinden daha iyidir. Sevdiğinden ya “vurası” ya da “sığdırası” gelir! Bir de sevmese kimbilir ne yapar?

*

– Herşey mevsiminde güzel; “kuş öterken, diş keserken…!”

*

 – Bizde “yüzsüzlük” yok istemeye, sizde de “insanlık” yok vermeye, namerde muhtaçlığımız hep bundandır.

*

– Yüze gülücü arkadan gömücülere dikkat et!

*

– Elimde bir kova su, “yanıyorum” diyenin taşaklarına serpiyorum. Bir Allah’ın kulu “sen de yanıyor musun?” demez.

*

– Gelen bağrıma yaptı ama ben de hepsini gördüm!

*

– Memur esnek, emekli gevrek olur. Emekliye fazla yüklenmeye gelmez, “tak” diye atar!

*

– Kimse üstün değildir. Herkesin arkasında bir kilo “bok”, önünde de yarım kilo “sidik”!

*

 – Kanı kanla yıkamazlar, suyla yıkarlar…

 *

– Herşeye nasıl bakarsan, öyle görürsün.

 *

– İçkiyi, sigarayı sağlıklı adam içer. Heyhat! Sonra sağlığını da alır gider haberin olmaz.

 *

– Acılarınızla dost olmaya bakın. Acıyorsa hayattasın demektir. Acı sizi olgunlaştırır. Acıyı bilmeyen başkasının halinden anlamaz.

*

– Eğer katili kurtarmak istiyorsanız, maktülü şuçlarsınız; “rahmetli ne yaptı da adamcağız bunu yapmak zorunda kaldı?”

*

 Bize birşey olmaz deme, yerin altı onlarla dolu.

*

– Size hak olan, bize müstehaktır!

*

 – Kazanmak isteyen için, fakirin başucunda durmaktan zenginin ayakucunda olmak daha iyidir!

*

 – Hırsıza kilit dayanmaz.

 *

 – Korku, emniyeti geliştirir.

 *

– Size yarayan, bize bol gelir!

 *

– Ben hadımım diyorum, onlar “kaç çocuğun var ?” diyor!

 *

– Bizim söyleyecek sözümüz çok, sizin yapacaklarınız çok.

 *

– Biz artık bundan sonra ekmeğin içinden, gençlerin kıçından geçineceğiz.

*

– Bir şey olmaz deme, herkes geçer sen takılırsın!

 *

– Ne yerler ne içerler, ne miktarda yaparlar bilmem ama başları sıkışınca nerde olsan gelip bulurlar.

– Baktın ki, işin içinden çıkamıyorsun, “bu durumda İbrahim Çiftçi olsa ne yapardı?” diye kendine sor. Böylece, bir çözüm yolu bulmuş olursun.

 *

– Bizimkisi yaşamak değil, ölüm nöbeti!

– Aramaya başlamadan önce, doğru yerin neresi olduğunu düşün. Bir şeyi yanlış yerde ararsan, bulamadım diye şikayet etme.

          

KURUMLAR SOSYOLOJİSİ

Pazartesi, Kasım 16th, 2009

 

 Bir kuruma üye olmak, sonradan edinilen bir statüdür. Çok nadir olarak, doğuştan kazanılır. Üye olunduktan sonra da, o kurumun normlarına uymak gerekir. Aksi halde kurumdan atılır. Her kurumun bir ismi ve sembolü vardır. Sembol, bir kurumu ya da kuruluşu diğer kurum ve kuruluşlardan ayırt etmek için içindir.

 Hemen hemen her kuruluşta iki örgüt vardır:

 1-Formel örgüt (resmi), 2- İnformel ( resmi olmayan) örgüt.

 Formel örgüt; statü ilişkisidir. Statüler bireyden bağımsızdırlar. İnformel örgüt ise kişilik ilişkilerine dayanır. Önemli olan statü değil, o statüyü işgal eden kişinin oynadığı roldür.

 Zamanla statü ilişkileri, kişisel ilişkilere dönüşebilir. Formel örgütte statüye bağlı olarak dışsal değerlendirme sözkonusudur. İnformel örgüt ise kişisel ilişkiye bağlı olarak içsel değerlendirme var.

 Formel örgüt ne kadar iyi örgütlenmiş olursa olsun, informel örgütten destek almadıkça başarılı bir kuruluş sayılamaz.

 Düşmanlık, şefkat, yakınlık duyguları informel ilişki içinde yeralır.

 Formel ilişkiye örnek; tanımadık herhangi bir dükkândan yapılan alışveriş.

 İnformel ilişkiye örnek; tanıdık, karşılıklı samimiyetin arttığı bir dükkândan yapılan alışveriş.

 

 Kurum – Kuruluş:

 Robert McIver’e göre kuruluş; herhangi örgütlenmiş bir gruptur. Grubun küçük veya büyük olması fark etmez.

 Kurum ise herhangi bir iş yapmanın örgütlenmiş şeklidir. Kurum, bir grup değildir. Kurum; formel olarak belirlenmiş, tanınmış ve istikrarlı bir şekilde toplumda herhangi bir faaliyetin yerine getirilmesidir. Yani kurum, bir iş yapmanın resmi örgütlenmiş hali, kuruluş ise örgütlenmiş gruptur.

 

 Kurumsallaşma:

 İnsanlar hayatlarının birçok devresinde birçok faaliyeti yerine getirir. Bunların bazıları kurumsallaşmıştır. Farklı toplumlar farklı faaliyetleri kurumsallaştırmıştır.

 Kurumlar işleyebilmeleri için daima belirli kuruluşlara ihtiyaç duyarlar. Kurumun olduğu yerde en az bir kuruluş vardır. Örneğin basın kurumunun kuruluşları çeşitli gazetelerdir.

 Kurumlar, kurulaşlar olmadan varolamazlar. Ve kuruluşlar da kurumsallaşmış bir şekilde işlerler. Yani kuruluşlar, temel ve ikinci dereceden fonksiyonlarını toplumda bilinen bir şekilde yerine getirirler. Genellikle bu durm karıştırılmaktadır. Bu karışıklığa meydan vermemek için, kurum mu yoksa kuruluş mu olduğunu anlamak için iki soru sorulur:

1-Her kuruluşun bir yeri vardır. Nerede?

2-Belirli bir kuruluşa üye olunabilir. Üye olunabilir mi?

 

 Örneğin aile, çocuk yetiştirmenin, nesli sürdürmenin ve eğitimin örgütlenmiş bir şekli olduğundan kurumdur. Tek tek aileler ise kuruluştur.

 Yine savaş ve koruma faaliyetlerinin örgütlenmiş bir hali olduğundan ‘ordu’ bir kurumdur. ‘Türk ordusu’ ise bir kuruluştur.

 Aynı şekilde eğitim de hem kurun hem de kuruluştur.

 Toplumlar karmaşıklaştıkça, kurumlar da farklılaşmaktadır. Bir toplumun kurumlarına bakarak o toplumun nasıl bir toplum olduğunu anlayabiliriz.

 Örneğin ortaçağ toplumlarında en etkin, en baskın kurum ‘din’ kurumudur. Dolayısıyla ortaçağ toplumları, dinsel toplumlardır.

 Yine eski Isparta toplumu ise ‘askeri’ bir toplumdur. Çünkü bu toplumda en önemli statüler, askeri statülerdir.

 Geleneksel Çin toplumunda ise en baskın kurum aile olduğundan bu toplumda da aile bağlarının çok kuvvetli olduğunu görüyoruz. Birey ailenin dışına itildiğinde yaşaması olanaksızdır ya da çok güçtür.

 Bir toplumun profilini çizmek, o toplumda en baskın en etkin kurumu ortaya çıkarmakla olur.

 Birçok kuruluş, bir tek kurumun faaliyetlerini yerine getirebileceği gibi, bir tek kuruluş da birçok kurumun faaliyetlerini yerine getirebilir. Örneğin üniversiteler, eğitim kurumunun faaliyetlerini yerine getirirken spor, tiyatro, folklor gibi örgütlenmiş kuruluşların faaliyetlerini de yerine getirmektedir.

 Bireyler hayatları boyunca birçok kuruluşlara katılmaktadır. Bu katılım bazen aktif bazen de pasif olmaktadır.

 Kuruluşlara katılım birey üzerinde büyük etkilere yol açmaktadır. Bir toplumdaki kuruluşlar, o toplumdaki birey sayısından daha fazla olabilir. Çünkü bir birey birden fazla kuruluşa üye olabilir.

 İdare kurumu; politik olarak örgütlenmiş karmaşık toplumlarda görülür.

 Devlet; politik olarak örgütlenmiş toplumdur. Hükümet ise politik olarak örgütlenmiş toplumun fonksiyonlarını ve görevlerini yerine getiren bir kuruluştur. Devletin fonksiyonlarını belirli bir süre için yerine getirmesi bakımından bir araçtır ya da bir kuruluştur.

 Hükümet, devlette daha az içeriklidir. Bir toplumun vatandaşları hepsi birlikte devleti meydana getirirler. Devleti idare edense hükümettir. Aslında devlet de bütün yurttaşlarını içeren politik bir örgüt olduğundan kuruluştur. Devlet, sivil toplumla eş anlamlıdır ve sürekli bir kuruluştur. İdare kurumunun faaliyetlerini yerine getiren bir kurumdur.

 Hükümet ise sürekli değil her seçimde değişen bir kuruluştur. Devleti temsil eden cumhurbaşkanının değişmesi, devletin değişmesi anlamına gelmez.

 İnsanlar arasında ‘idare etme’ nasıl doğmuş ve kurumsallaşmıştır?

 Bu konuda pek çok teori var:

 Bir teoriye göre idare etmek, ilahi güce dayandırılmaktadır. Kral, baştan bir takım kutsal niteliklere sahiptir. Bu nedenle kral, ilahi gücün yeryüzündeki temsilcisidir. Yani otoritenin gücü, idare eden güçten gelmektedir.

 Başka bir teoriye göre otorite kaynağını; kuvvette bulmaktadır. Güçlü veya kurnaz olma yeteneğine sahip olan, zayıf ve dürüstü egemenliği altına almaktadır. Adaleti kendilerine göre uydurmaktadırlar.

 Üçüncü teoriye göre ise Thomas Hobbes tarafından ortaya atılmış, J.J.Rousseau tarafından geliştirilmiştir. Hobbes’a göre insan, kavgacı ve güvenilmezdir. Bu durumu şöyle ifade eder; “insan, insanın kurdudur”. Bu durumdan kurtulmanın tek çaresi; bütün insanların doğal özgürlüklerinden fedakârlık ederek ve de sivil toplumun güvenliği için bir anlaşma yaparak otoritenin idare kurumuna devredilmesidir. Bu görüşe “sosyal kontrat” ya da “toplum sözleşmesi” denmektedir. İşte otorite/idare kaynağını bu sözleşmede bulmaktadır.

 Bu teorilerin hiçbiri evrensel olarak geçerli değildir. Çünkü idare, sosyal hayatın tabiatında vardır. İnsanın yaşadığı yerde bir sosyal düzen vardır. İşte idare bu düzenin bir yönüdür. Düzenin olduğu her yerde bir çeşit idare vardır. Düzen, idareden toplumun politik örgütünden önce gelmektedir.

 R.McIver, idarenin kökenini ailede keşfetmiştir. Ailenin, toplumun diğer kurulaşları ile ilişkisi ne olursa olsun kendine özgü bir kuralı ve düzeni vardır. Düzen ilk olarak ailede oluşmaktadır. Aile olmasaydı, dünyada düzen olmazdı.

 Kısaca idare, insanlık tarihi kadar eski bir olgunun kurumsallaşmasıdır. Sosyal düzenin kurumsallaşması idareyi ortaya çıkarmıştır. Örneğin haberleşmenin kurumsallaşması gazetecilik kurumunu, savaşın kurumsallşması ise ordu kurumunu ortaya çıkarmıştır.

 

 İdarenin fonksiyonları:

 

 İnformel normlar, formel kanunlara dönüşmüş, bu kanunların uygulanışı da idare tarafından sağlanmaktadır. Devlet idaresi bu amaçla kurulmuş kurumdur.

 Yani idarenin birinci fonksiyonu; üyelerin belirli normlara özellikle de kanunlara uymasını sağlamaktadır. Bu uymayı da baskı kullanarak sağlar. Baskı kullanmadan toplumun varlığını tehdit eden bireyleri kontrol altında tutmak çok zordur.

 Baskının, zor kulanımın meşru kullanımı, idarenin birinci fonksiyonunu meydana getirmektedir. Toplumda çoğunluğun huzurunu bozacak gruplara karşı, etkin bir kurumun bulunması gereklidir. Toplumda aynı zamanda menfaati birbiriyle çatışan gruplar da vardır.

 İdare, toplumun huzurunu bozacak olanlara karşı baskıyı, meşru bir şekilde kullanır.

 İdarenin ikinci fonksiyonu; bütün toplumlar diğer başka toplumlarla ilişki içindedir. Bu ilişki bazen dostça bazen de düşmancadır. Bu nedenle de toplumu bu düşmanca hareketlere karşı koruyacak merkezi bir koordinasyona, kurulaşa ihtiyaç vardır. Dolaayısıyla bu ihtiyaca cevap verecek olan da idaredir.

 Kısaca idarenin temel fonksiyonları; iç düzeni korumak ve dış tehlikelere karşı bekçilik etmektir.

 İdare denince yalnız formel yapısı, kanunları anlaşılmalıdır. İdare aynı zamanda bulunduğu toplumun bir aracı ve ondan kaynaklanan bir kurum olarak da düşünülmelidir.

 

 Aile kurumu:

 

 Kurum olarak baktığımızda aile; çocuk yetiştirme ve üremenin formalize edilmiş ve düzenlenmiş bir işlemidir.

 Kuruluş olarak aile ise bu faaliyetleri yerine getiren belirli ailelerdir. Herkes bir aileye üye olabilir ama aile kurumuna hiç kimse üye olamaz. Her ailenin belirli bir yeri var ama aile kurumunun yok. Toplumda kurumların en süreklilerindendir. Geçici olan belirli ailelerdir. Çünkü onu oluşturan üyelerinin, hayatları boyunca devam eder.

 ;ç,nde çocuk olarak bulunduğumuz aile ile içinde ana-baba olarak bulunduğumuz aile karıştırılmamalıdır.

 Çocuk olarak bulunduğumuz aileye; ‘oryantasyon ailesi’ denir. Ana-baba olarak bulunduğumuz aileye ise ‘üreme ailesi’ denir.

 Oryantasyon ailesi, irademiz dışıdır ve statümüz doğuştandır. Buna karşılık üreme ailesi irademiz içindedir ve kazanılan statü sonradandır.

 Oryantasyon ailesi yeni doğan bir çocuk için bir topluluk gibidir. Üreme ailesi ise bir kuruluştur. Biliçli olarak üyelerinin sayısı arttırılmıştır. Üreme ailesi de sosyal bir grup olmakla birlikte örgütlenmiş grup kriterlerini de içermektedir. Örgütü de devletin koyduğu kanunlarla işlemektedir.

 

 Aile biçimleri sınıflandırmaları:

 

 Aileleri bulundukları yere göre sınıflama:

 Anne tarafında ikamet eden aileye ‘matrilocal’, baba tarafında ikamet edene ise ‘patrilocal’ diyoruz.

 

 Ata soyuna göre aileler:

 Anne soyunu olan aile; ‘matrilineal’, baba soyunu alan aileye ise ‘patrilineal’ denir.

 

 Aileyi aldığı isme göre sınıflama:

 Ana adını alan aileye; ‘matronymie’, baba adını alan aileye ise ‘patronymie’ denir.

 

 Aileyi içeriğine göre sınıflama:

 Ana-baba ve çocuklarda oluşan aileye; ‘nükleer aile’, ana-babanın bir tarafından akraba olan aileye ise ‘kanbağı aile’ denir.

 

 Evlilik çeşitlerine göre yapılan sınıflama:

 

Tek eşlilik; ‘monagami’, çok eşlilik ise ‘poligami’ dir.

Policini; bir erkeğin iki ya da daha fazla kadınla evlenmesi.

Poliandre; bir kadının iki ya da daha fazla erkekle evlenmesi.

Endogami; grup / klan içi evlilik.

Egzogami; grup dışı, kabile dışı evliliktir.

 

 Ailenin fonksiyonları:

 1-Toplum içi fonksiyonlar.

 2-Birey içi fonksiyonlar.

 

 Toplum içi fonksiyonları:

 1-Türün devamlılığı.

 2-Seksüel kontrol.

 3-Koruma ve devamlılık.

 4-Kültür transferi.

 5-Statü kazanma.

 

 Birey içi fonksiyonları:

 1-Yaşam ve yaşamını sürdürme.

 2-Seksüel fırsat.

 3-Koruma ve destek.

 4-Sosyalizasyon.

 5-Toplumsal kimlik.

 

Bu sınıflama yapay bir sınıflamadır.

Aile hem toplum hem de birey için fonksiyonlarının yerine getirerek varlığını sürdürmektedir. Bu sayılan fonksiyonların standart bir sınıflaması yoktur. Bir görüşe göre bu sınıfların birbirine bağlılığı mantıksal olarak sınıflandırmak gerçek durumun zedelenmesine yol açar. Diğer bir görüşe göre bu fonksiyonların hepsi birbirinden bağımsızdır. Ve yine bu fonsiyonların her biri diğer toplumsal kurumlarca yerine getirilebilir. Bütün bu görüşlere rağmen ailenin fonksiyonları birlikte ele alındığında bu fonksiyonların yerine getirilmesinde aileden daha verimli bir kurum yoktur. Aile tarihteki evrenselliğini ve bireyin yaşamı üzerindeki büyük önemini bu açılardan dolayı korumaktadır.

 

 Türün devamlılığı:

 Karmakarışık bir üreme şekli toplumda karmaşıklığa yol açar. Başka hiçbir neden olmasa bile düzen açısından üreme süreci ailede kurumsallaşmıştır. Ailede bu konuda bir istikrarlılık görmekteyiz.

 Bütün toplumlar ailenin bu fonksiyonları ile ilgili oldukça katı normlar koymuş ve yaptırımlarla desteklemektedir. Örneğin, aile içi evlilik yasaklanmıştır.

 

 Seksüel kontrol:

 Seks tek başına aileyi açıklayamadığına göre şunu inkar edemeyiz ki, biyolojik gerçekle toplumsal plan arasında en yakın ilişkiyi ailede bulmaktayız. Aile en temel vücut fonksiyonlarının bile ifadeleri kültür ve kültürel normlarda bulduklarını göstermiştir.

 

 Devamlılık:

 Aile toplum için bir çocuk kazandırmaktadır. Bu devamlılık çeşitli şekillerde kurumsallaşabilir. Bunu devlet, hastaneler ve diğer kurumlar üzerine alabilir. Fakat hiçbiri bu fonksiyonları ailenin yerine getirdiği gibi iyi bir şekilde yerine getiremez. Belki devlet, ailenin sağlayabileceği maddi değeri daha iyi sağlayabilir. Fakat aile sosyal bakımla birlikte yakın, kişisel tepkileri içinde birleştirir. Bütün bu birleştirmeden dolayı çocuk yetiştirmede diğerlerinden daha başarılıdır.

 

 Kültür transferi:

 Çocuk ailesinin dışındaki topluma kendi ailesi içinde hazırlanır. Her ailenin kendine özgü alt kültürü varsa da o toplumun kültürü ailede yansır.

 Türk ailesinde yetişen birey, Türk kültürünü yansıtır.

 Aile çocuğu, topluma kazandırandır. Çocuğun yetişmesinde duygusal yönden en iyi fonksiyonu yerine getiren ailede sevgiyi, saygıyı, dürüstlüğü… çocuk ailesinde görür.

 

 Statü kazanma:

 Aile tabakalaşmış otorite ilişkisini de gösterir. Baba-oğul arasındaki ilişki; ‘otoriter’ ilişki, kardeşler arasındaki ilişki ise ‘ayrıcalık’ ilişkisidir.

 Bir toplumda karşılacağımız bütün statü ilişkilerinin hepsini ailede görüyoruz. Toplumsal statümüzü aileden almaktayız. Milliyet, din, sınıf, ikamet gibi statüleri doğuştan kazandığımız gibi sonradan da değişebilir. Toplumsal kimliğimizi bu statülerle kazanıyoruz.

 Aile, grup çeşitleri arasında, birincil sosyal ilişkilerin yaşandığı gruptur.

 

 Aile – devlet ilişkisi:

 

 Aile pek çok kurumla (eğitim, din, idare, sağlık vs.) ilişki içindedir. Ailede kuralları özellikle devlet koymaktadır. Devlet evliliği sadece iki bireye bırakmamıştır. Devletin bu konuda bir takım normları vardır. Örneğin, evlenmek için reşit olmak gerekir. Devletin aile üzerindeki kontrolü son derece sıkıdır.

 

 KÜLTÜR:

 Üç unsurdan oluşmaktadır:

 1-Düşünceler, fikirler.

 2-Maddi şeyler.

 3-Normlar.

 Düşünceler, felsefenin işidir. Maddi şeyleri de fizik incelemektedir. İnsanların diğer insanlarla ilişkilerini, kültürlerini, uyumlarını da sosyoloji incelemektedir. Yani normları sosyoloji inceler.

 Sosyal ilişkileri düzenleyen kurallara; ‘sosyal normlar’ diyoruz. Normlar, toplumsal beklentidir, toplumdaki davranışlarımızı idare eden kültürel bir özelliktir.

 Toplumsal normlar bireyin yaşamını kolaylaştırır ve birey bunlar üzerinde düşünmeden hareket eder.

 

 Normların birey için fonksiyonları:

 1-Karar vermemizi kolaylaştırmak.

 2-Karar verme zamanını azaltmak.

 3-Karşılaştığı böyle durumlarda hemen çözüm bulmasını sağlamak.

    Norların olmadığı yerde toplum da yoktur.

 

 Norm çeşitleri:

 1-Adetler,  2-Töreler,  3-Kanunlar.

 

 Normların sınıflandırılması:

 1-Normlar hem emredici hem de yasaklayıcıdır. Yasaklayıcı normlar; tabulardır. Emredici normlar; ne yapmamız gerektiğini söyleyen kurallardır. Örneğin; kırmızı ışıkta geçilmez” yasaklayan bir normdur.

 2-Normların bir kısmı; toplumca geçerli olan ‘komünal toplum normları’ diğerleri de ‘kurumsal normlardır’. Toplum ve kurum normları çatışabilir.

 

 Adetler / halk usulü (folk ways):

 Her toplumun kendine özgü bir takım adetleri vardır. Bu nedenle de her toplumun her toplumun değişik kültürü vardır. Adetelerin uygulanması için resmi yaptırım (kanun) yoktur. Fakat bütün bunlar yine de bizler tarafından yapılır.

 Adetler, evrensel bir nitelik taşır. Hiçbir toplum adetsiz varolamaz. Yani bir toplumun sosyal yapısını oluşturmada önemli bir yer tutar. Düzenliliği, istikrarı sağlarlar.

 

 Töreler:

 Adetlerden farklıdırlar. Bunlar da resmi bir yaptırım olmaksızın yerine getirilirler. Töreler daha toplumun refahı, ahlaksal davranışlarla ilgilidir.

 Bunlar da toplumdan topluma değişirler. Törelere uymayanlar, toplumun varlığını tehlikeye atanlar olarak görülür.

 

 Kanunlar:

 Her toplumun adetleri, töreleri olmasına rağmen hepsinin kanunları yoktur. Kanunlar, politik örgütü olan toplumlarda görülür. Kanunlar, devletin görevlendirdiği kanun koyucular tarafından yapılır. Kanunların yazılı olması ya da belirli bir şekilde kaydedilmesi gerekir.

 

 Yaptırımlar:

 Normların uygulanması için yaptırımlar şarttır.

 Yaptırımlar olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılır. Birey törelere uymadığında alay edilir. Uyduğunda ise ödüllendirilir. Spinoza, toluma ters fikirler öne sürmesi nedeniyle toplum dışına itilmiştir.

 Devletin yaptırımları kanunlardır. Kanunlar diğer normlardan farklı olarak çok açık-seçik olarak yazılmışlardır. Bir suçun cezasının ne olduğu açıkça bellidir.

 Hukuksal normların da sosyal normların da ortak amacı; kurallara uymayanları toplumdan tecrit etmektir.

 Devlet normları, baskıyı meşru olarak kullanabilen tek güçtür.

 

 Normlar arası ilişki:

 Adetlerin, törelerin, kanunların uygulanması için yaptırımları vardır. Kanunlar kaynağını adetlerde ve törelerde buluyor. Kanunlar onların resmi olarak karşımıza çıkmasıdır. Törelerin, adetlerin değiştiğini ondan sonra kanunların değiştiğini görüyoruz.

 Bazen kanunlarla; töreler, adetler çatışmaktadır. Adet değişmiştir fakat kanun hâlâ devam etmektedir.

 Bazen de istisna olarak, kanun konmuştur ancak toplumda adet haline gelmemiştir.

 Töreler adetlerden, kanunlarsa hepsinden daha fazla zorlayıcıdır. Ancak bazen töreler, kanunlardan daha zor çiğnenir, cezası kanunda çok ağır olmasına rağmen. Örneğin, kan davası.

 Bir görüşe göre adetlerin ve törelerin yeterli olduğu yeterli olduğu toplumda kanunlar gereksizdir. Adetler ve töreler yetersiz olduğunda kanunlar şarttır.

 

 Normlara niçin uyarız?

 Toplumsal ya da hukuksal yaptırımlar nedeniyle uymak zorundayız aksi halde cezalandırılırız. Ya da onaylanmak, ödülü almak için uyarız. Topluma uyum sağlamak bazen de alışkanlık olduğundan. Toplum normları, bizi öyle doktrine ediyor ki, hiç düşünmeden toplum normlarını yerine getiriyoruz. Çocuk, normlara şartlandığından tek yol bu olmakta, uymama gibi bir seçeneği yok.

 Sosyal ilişkilerde bize yol gösterdiği ve sosyal etkileşimi kolaylaştırdığı için uyarız.

 Bütün ntoplumlarda iki tip örüntü vardır; ‘ideal örüntü’ ve ‘gerçek örüntü’.

 İdeal örüntü; her bireyin toplumdaki normlara en iyi şekilde uymasıdır. Bunun sonucunda ortaya çıkan kültür de ‘ideal kültür’ olmaktadır.

 Gerçek örüntü; yukardaki durum her zaman için mümkün değil, uyumlarda farklılıklar olmaktadır. Uymayanlar da vardır. Bunun sonucu oluşan kültürse ‘gerçek kültür’dür.

 Bir birey karmaşık bir toplumdaki bütün normlara uymaz. Sadece kendi grubunun normlarına uyar. Her toplum çeşitli gruplardan ve bunların farklı normlarından oluşur. Bir grubun normu başka bir grubun normu ile çatışabilir. Normları olmayan bir sosyal grup yoktur.

 Bireyin grup normlarına uyma nedeni ise birey grupla birlikte kimlik kazandığı içindir.

 

 MODA:

 İnsanların uymaya çalıştığı bir normdur. Moda, karşıt eylemlere cevap veren bir araçtır. Hem uyma arzumuzu hem de diğerlerinden farklı olmamızı sağlayan bir araçtır. Bir norm etrafında farklılıklar dizisidir.

 Moda, çeşitli alanlarda karşımıza çıkmaktadır. En belirgin alanı ise giyimdir.

 Moda, bir nevi monotonluğa karşı geliyor ve bireyler arasında kişiselliği ön plana çıkarıyor. Bireyler arasında farklılığa izin veren bir araçtır.

 İnsan modaya fazlaca uyduğunda ise kendi grubu tarafından alaya alınıyor, olumsuz tavırlarla karşılaşıyor. Her grubun kendine göre bir zevk ve beğenisi vardır.

 Ünlü Fransız sosyoloğu Gabriel Tarde, taklidin önemi üzerinde durarak, adetle moda arasındaki ayrımı şöyle açıklamıştır:

 “Adetlere uymakla biz atalarımızı taklit ediyoruz, modayla ise çağdaşlarımızı taklit ediyoruz”.

 Edward Sapir ise modayı şöyle tarif ediyor:

 “Moda, adetlerden belirli ölçülerle ayrılmasından doğan bir adettir”.

 Robert McIver’e göre ise “moda, sosyal olarak kabul edilmiş farklılıklar dizisidir. Bir şeyin adet olması lazım ki, biz onda farklılıklar görebilelim”.

  Modayı her alanda; insanların zevkinde, giyimde, müzikte, resimde, yaşam felsefelerinde, mesleklerde, araçlarda, edebiyatta, bilimde, dinde, filmlerde, sporda, hastalıklarda, yediklerimizde-içtiklerimizde kısaca her alanda görmekteyiz.

 

 TÖRENLER:

 Sosyal bir normdur. Tören yapılmasının nedeni, bizim için önemli bir olayı topluma duyurmak için. Örneğin, evlilik, açılış vs.

 Törenlerde yaşanan sevinç, mutluluk, üzüntü gibi duygulardır. Törenler bizim için bir dönemini gösteren olaylardır. Yeni bir döneme geçişte istikrar sağlıyor.

 

 RİTLER:

 Bütün topluma açık olmayıp, belirli grupların kendilerine özgü törenlerdir.

 

 RİTÜELLER:

 Belirli dönemlerde devamlı olarak tekrarlanan seronimlerdir. Örneğin, her yıl belirli tarihlerde kutlanan dini ve milli bayramlar vs.

 

 ETİKET:

 İnsanların, sosyal etkileşiminde işlemlerini yönlendiren bir normdur. Örneğin, sevdiğine bir hediye gönderme vs. Şerefine yemek verilen ev sahibinin sağına ya da soluna oturtulması vs.

 Niçin etiket?

 1-Diğer bütün insanlarla olduğu gibi belirli durumlarda standart bir takım prosedürlerin işlemesini sağlamak.

 2-İnsanlar arası sosyal mesafeyi sembolize etmektedir. Örneğin, cumhurbaşkanının kendine özel bir locası vardır.

 3-Sosyal mesafeyi devam ettirmek için fazla yakınlığın ve samimiyetin istenmediği hallerde, sosyal mesafenin devamını sağlıyor. Özellikle formel ilişkilerde etikete daha fazla uyarız.

 

 STATÜ VE ROL:

 Sosyal statümüz sevincimizi, üzüntümüzü belirlemektedir. Yani aynı fizyolojik bir durum; statü ayrımından dolayı farklı reaksiyonlara yol açmaktadır. Toplumsal ilişkimiz, statüler arası ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Herkes statüsünden beklenenleri yapar ve kişi statüsü gereği ne yapacağını bilir.

 Statüler bizim ayrıcalıklarımızı, görevlerimizi, haklarımızı belirlemektedir.

 Statü toplumda bir pozisyon, bir yerdir. Bireyin bulunduğu gruba göre statüsü değişir. Statüler daha bireyler gelmeden önce kurulmuş, belirlenmiş yerlerdir. Aynı zamanda kültürün bir parçasıdırlar.

 Rol ise statünün dinamik davranışsal yönüdür. Statüler işgal edilir oysa roller oynanır.

 Aynı statüleri işgal edenlerin, rollerini farklı oynadıklarını görüyoruz.

 Kurumsallşmış role statü diyebiliriz. Statüler ya sonradan ya da doğuştan kazanılırlar. Her bireyin toplum içinde birden fazla statüsü vardır.

 Karmaşık toplumların bir özelliği, bireylerin çok farklı statüler işgal etmesi ve statü ilişkilerinde bulunmasıdır.

DENEMELER -3 (AHMET AĞI)

Çarşamba, Kasım 11th, 2009

– Uğrunda öldüğümüz ve öldürdüğümüz bizi bölen ne varsa (sınırlar, sınıflar, milliyet, mülkiyet, inanç farkları…), bunlar üzerinden yapılan her türlü siyaset, çoğu kez hepimizin de “dünyalı” ve “insan” olduğumuz gerçeğinin önüne geçmektedir.

 Hepimiz aynı familyanın üyesi olarak insanız ve hepimizin ülkesi, dünyadır. İnsana ve dünyaya verilen zarar, herkese verilen zarardır. Tüm insanlığı ve doğayı esas almayan hiçbir anlayışın geçerliliği yoktur.

– Demokratik kitle örgütleri ne kadar etkili kullanılırsa, sivil inisiyatif de o kadar güçlü olur.

– Aslolan yanlışları düzeltmektir. Yoksa yanlış yapanı yok etmek ya da baskı altına almak değil.

– Halklar barıştan, tiranlar / zorbalar savaştan beslenir.

– Cephede en arkada olanların, cenazede en önde olmaya hakkı yoktur.

– Bir memleketin büyüklüğü, topraklarının genişliğiyle değil, vatandaşlarının hak ve özgürlüklerden ne kadar yararlandığı ile ölçülür. Ulusal gelir, adil bir şekilde paylaşılmıyorsa, orada haksızlık ve hırsızlık var demektir. Adaletin olmadığı yerde huzur olmaz.

– Tek bir suç vardır o da hırsızlık. Diğer bütün suçlar hırsızlığın türleridir. İnsanların çoğu, sureti haktan görünenlerin söylemlerine inanma eğilimindedir. Büyük hırsızlar, başkalarının umutlarını, hayallerini, geleceğini çalanlardır. Milli ve manevi değerlerle kendilerini maskelemede daha başarılı oldukları için de daha büyük hırsızlardır.

– Hiçbir kişi ya da zümre; devletin, vatanın sahibi değildir. Orada yaşayan herkesindir. Kimse kimseyi kovamaz ve devletin verdiği yetkiyi kendi adına kullanamaz.

– Geçmişe üzülen, gelecekten korkan insanların gelişimleri durmuş demektir.

– Onayladıklarınızı yüceltmeyin, aksi halde onların eksik olduğunu, onaylamadıklarınızı küçültürseniz de onlardan korktuğunuzu kabul etmiş olursunuz.

– Varlık hakkında kesin bilgilere sahip olmayışımız, tüm kabul ve anlayışların birbirine karşı hoşgörülü yaklaşımını zorunlu kılmaktadır. İster bilimsel teorilere isterse mitlere / efsanelere dayalı anlayış ve kabuller olsun, her ikisinin de birbirinin söz-eylem alanına müdahale etmeden yaşamayı öğrenmeleri gerekmektedir. 

 Bir tercihin meşruiyetinin önceliği, diğerinin söz-eylem özgürlüğüne müdahale etmediği sürecedir. Buradan hareketle, siyasi bir rejimin demokratik ve laik olması aslında bir zorunluluktur. Devletin dini ya da ideolojisi olamaz. Sadece anayasal anlamda, herkese eşit mesafede duran ilkeleri olabilir.

– Kimse kendi görüş ya da inancını zorla dikte veya empoze edemez. Hak ve özgürlükler çevçevesinde kendi fikirlerini açıklayabilir, yayabilir.

– Bir yönetici de aranacak en önemli vasıf, herkese karşı adil davranmasıdır. Yoksa kim olduğu ya da nasıl düşündüğü değil.

– Taraftarının çokluğu, bir görüşün haklı olduğu veya daha imtiyazlı olabileceği anlamına gelmez. Hiçbir görüş ya da inanç diğerleri üstünde egemenlik kuramaz.

– Herkes, eşit hak ve özgürlüklere sahiptir.

– Üniformist bir yaklaşımla, insanları her konuda eşitlemeye çalışarak tek tip insan yaratma düşüncesi olsa olsa ilkel bir düşüncenin ürünü olabilir.

– Doğa, eşitlik üzerine değil farklılıklar üzerine kuruludur. Birbirinin benzeri çok şey vardır ama aynı olan hiçbir şey yoktur. Bu nedenle ‘doğa’, tam bir sanat eseridir.

 Eşitlik, bir matematik terimidir; 2=2 gibi. Sosyal konularda eşitlik ise hak ve özgürlüklerden yararlanmadadır.

– Kollektif fikir ve inançlara dayalı yapılanmaların arkasında, birilerinin birilerini yönetme ve menfaat sağlama isteği vardır. İnsanların inanma, güvenme ve daha güçlü bir yapının üyesi olma ihtiyacını değerlendiren bu kişiler, bireyleri sürüleştirip cemaatleştirerek çok daha kolay kontrol edebilmektedirler.

– Her türlü inanç ve fikrin kaynağı birey olduğu halde hor görülmesi, birilerinin kendilerini, diğerlerinden daha imtiyazlı görmesi sonucudur.

 Ne türlü olursa olsun, hep aynı kesimlerin birileri için fedakarlıkta bulunmasını istemesi, faşizmden başka bir şey değildir.

 – Bireyi yadsıyan her fikir doğasına aykırıdır. Birey olmadan fikir olmaz. Aşılamaz hiçbir düşünce yoktur. Fikirler her zaman değişerek gelişim sağlarlar. Sabit fikirli olmak, kişinin kendisini başkalarının kölesi haline getirmesidir. Tüm kollektif düşünceler, üyelerinin bağlılığını artırmak için kendisini diğer inanç ve fikirlerden üstün görür.

 

    – Çoban sayısı arttıkça, sürü sayısı da artar ancak koyun sayısı azalır.

    – Meşruiyyet içerisinde tüm farklılıklar, dünyamızın zenginliğidir ve gerçeğin farklı birer kavranış şeklidir.

 

    – Siz onları hurafelerden, onlar da sizi cehennemden kurtarmaya çalışırken dünyayı yaşanmaz hale getiren, böylesi bir iyi niyet oldu.

 

    – Nasıl iman etmişsen, her şeyi de ona uygun görürsün.

      – Bilinç, baskıdan doğar.

– Bilgili insan; akılcı ve gerçekçi olur, cahil insan ise duygusal davranır.

 

   – Savaş, profösyonellerin işidir. Amatörleri en öne koymak, onları ölüme göndermektir.

 

   – Çoğu kez bir inancın bağlıları, başka bir inancın kışkırtıcıları olmaktadır.

 

   – Sorun, herkesin kendi tercihini diğerlerinden üstün görmesinde değil, kendi tercihini diğerlerine egemen kılmak istemesindedir. Diğerlerini zorla da olsa istediği yönde değişime tabi tutmasıdır. Bunun içindir ki, devletin ne dini ne de ideolojisi olamaz. Tüm inanç ve fikirlere eşit mesafede duran, anayasal kuralları olabilir.

       – Evrenselliğin yolu, yerellikten geçer.

 – Gelişmiş ülkelerle diğerleri arasında, farktan öte uçurumlar varken, küresel politikalarda ilk adımın bu ülkelerden beklenmesi, çok büyük haksızlık olur. Dünyamızın bu hale gelmesinde, en çok kimlerin payı varsa öncelik onlara düşer. Hem sicili bozuk hem de veto yetkisi bulunan gelişmiş ülkelerin, silahsızlanmadan çevre kriterlerine kadar öncelikle kendilerinin adım atması gerekir.

  – İnsanlar, yaşadıkları ülkede  layık olduğu değeri görmüyorsa; vatanmış, üniter yapıymış, devletmiş…o insanlar için bir anlam ifade etmez.

 

 – Kan, gözyaşı ve katliamlar üzerine inşa edilen bir yapı er ya da geç tasfiye olur.

 

 – Dış güçler ve yerli işbirlikçileri, her seferinde halkı daha beteriyle korkutup, kendi zulüm ve sömürülerine devam ediyorlar.

 Hep aynı numara! “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek”.

 

 – Her türlü inkar ve imha politikası, günü geldiğinde tarihle hesaplaşmaktan kaçamayacaktır.

 

 – Nerede insanca muamele görüyorsan, vatanın orasıdır.

 – Her zaman üst gelir grupları sermayelerinden, alt gelir grupları ise onurlarından fedakarklıkta bulunuyorsa orada eşitlik, kardeşlik ve adaletten bahsedilemez.

 – Haksız bir saldırı yoksa, hiçbir savaş senin savaşın değildir.

 

 – Bütün davranışların anlamını ideolojide aramak, ideolojiyi din haline getirmektir. Her konuya eleştirel yaklaşmalı, ayrıca neleri kabul ettiğinden çok ne yaptığın daha önemlidir.

 

 – İnsanlığa hizmet için varım diyenlerin pek çoğu, kendi egolarını tatmin etmek ve egemen olmak için uğraşırlar. Bu uğurda her şeyi göze almaları bunun bir göstergesidir.

 

– Büyüklerin zulmü, küçüklerin elleriyle gelir. Hainler olmasa zalimler de olmazdı.

 

– Eşitlik adına tüm insanları, tek tip insan haline dönüştürmek, sonra da aldığı nefesi dahi kontrol eden totaliter bir devlete tabi kılmak, insanın emeğine yabancılaşmasından daha beter bir kendine yabancılaşmadır.

 – Her şeyi eşitlemeye çalışmak, yeni eşitsizlikler yaratmaktır. Emeğe hakettiği değeri vermemek, adaleti yokeder.

 

– Hayatta en başarılı insanlar, başkalarının doğrularını almaktan imtina etmeyen ve kendi doğrularının yanlışlanması halinde de görüşlerini değiştirmekte hiç tereddüt etmeyenlerdir.

 

– Sorun dogmalarda değil, onların sorgulanmayışındadır. Dogmatizm kaçınılmaz bile olsa sorgulamak en akıllıca tutumdur.

 

– Kesin olarak bilmediğimiz bir şey hakkında, kesin ve sorgulanamaz bir biçimde, “bu böyledir” diye inanmak, dogmatiklerin işidir.

– Bilmediklerimiz hakkında varsayımlar ileri sürülebilir ama bu varsayımlardan birine ‘iman etme’ zorunluluğu yoktur.

 

– Bir insan kendi söylediklerine “bunlar tanrı sözüdür” diyebilir. Fakat şaşırtıcı olan, pek çok insanın iman etme mecburiyeti olmadığı halde biat etmesidir.

 

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme artar.

– Başarıyı küçümseyenler, kendi komplekslerine yenilmiş olanlardır.

– Bir inanç ya da bir fikre yaslanarak siyaset yapan veya tutum ve davranışlarını belirleyenler, hiçbir zaman birey olamazlar. Kendileriyle başbaşa kalmaya dahi tahammül edemezler.

 Her türlü inanç ve fikri sorgulayan insan, tek başına gerçeği arayan insandır. O her şeyi bilmek, anlamak ve açıklamak adına, bir yere ait olmayı reddedendir.

– Dünya ekonomilerinin büyümesi, daha çok enerji tüketimi ve daha çok küresel ısınma demektir. Kaynakların sorumsuzca tüketilmesi, belki servet artışı sağlayacak ama böyle giderse bunu harcayacak bir dünya bulamayacağız.

– İnsanlar, kendi hayatlarının sorumluluğunu almamak adına, başka biri ya da birilerine biat ederler. Böylece, bir yanlış ya da suçlu varsa bu kendileri olmayacaktır.

 Kendi iradesini devretmesinin ödülü; efendisinin gücü ve himayesidir. Efendi ne kadar güçlüyse, onun sesi de o kadar güçlü olur. (Efendi; kişi, grup, cemaat, parti vs.) Belli ölçüde mutludur da, kendisi karar vermediği için içsel bir çelişki de yaşamaz.

 Doğru bildiklerini ne zaman ki sorgulamaya başlar; işte o andan sonra, teslimiyet azalırken çelişkiler artar.

– Sosyalizm, kapitalizmde olduğu gibi “artı değer” kaynaklı zenginlik üretemediği için sistem giderek fakirleşmeye başlar. Öyle ki, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçları dahi karşılayamaz hale gelir.

 İnsanın yeryüzündeki serüveninin amacı, sadece fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak değildir. Bundan daha önemlisi, dünyaya mahkum olan yazgısını değiştirmektir.

SOSYOLOJİ TARİHİ-1

Pazar, Ekim 4th, 2009

 

 Sosyal düşüncenin tarihi, çok eskilere dayanmaktadır. İnsanı anlamak için sosyal hayata değinmek gerekir. İnsan, düşünme ve sosyal hayat kavramları arasında sıkı bir bağ kurmuştur. Sosyal sorunlarla ilgili olarak insanlar, binlerce yıldan beri bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir.

 Sosyal sorunlar bizim dışımızdadır. Biz istesek de istemesek de sosyal sorunların etkisi altında kalırız. Nerede insan varsa, orada sosyal hayat vardır. Sosyal hayat hakkında ileri sürülen fikirlere; ‘sosyal düşünce’ denir.

 Sosyal hayattaki sorunlar, hiç de kolay değildir. Birey olarak toplumda, kendi hayatımızı yaşarız. Her birey, aile içinde doğar ve sosyal hayata adımını orada atar. Her insanın sosyal hayat hakkındaki fikirleri, farkında olmadan bize de yerleşir. Örneğin; adetler, gelenekler, görenekler vs. Herkesin bir ana dili vardır, bazıları bunu daha iyi, bazıları da daha kötü konuşur. Dil, bireyin yaşadığı ortamla ilgilidir.

 Sosyal hayatı anlamak, nesneleri keşfetmek başka şey, sosyal hayatı yaşamak başka şeydir.

 Sosyal düşüncenin tarihi, insanın düşünce tarihi kadar eskidir. Felsefenin başlangıcından itibaren insanlar çeşitli sorular sormuşlardır. Bu düşünce ve fikirler sosyolojiyi başlatmışlardır.

 Bugünkü bilim, tümevarım yöntemini kullanırken, filozoflar tümdengelim yöntemini kullanmışlardır.

 Filozoflar, varolan şu alemi anlamaya çalışmışlardır. Kainatı anlamakta; tanrı, evren, insan başlıca sorunları olmuştur. Sonuçta filozoflar, insanla ilgili problemleri çözmek için sosyal hayatı da ele almışlardır.

 Filozofun, düşünce sisteminin başına koyduğu hakikatlerle, sonuna koyduğu hakikatlerin tutarlı olması gerekir.

 

 İlk prensipleràdüşünceleràson hakikatler

 —————-                          ————-}Filozofik sistem

    Temel                                     Sonuç

 

 Felsefe de bir devamlılık vardır. Ancak, bütün filozofların söyledikleri birbirinden farklıdır. Çünkü bütün filozoflar, aynı temellerden başlar, farklı hakikatlere varırlar.

 Leibniz’e göre her şey bir monad’dır. Her monadın dış aleme açılmış bir penceresi vardır. Her monad, penceresinden dış alemi seyreder. Yani insan, kendi görüş açısından dış alemi görmektedir.

 Böylece filozoflar da kendi pencerelerinden gördüğü ve doğru olarak kabul ettiği prensipleri, sistemlerinin başına yerleştirmiş, sonuç olarak gördükleri hakikatleri de kabul etmek zorunda kalmışlardır.

 Her felsefi sistemin bir başı ve sonu vardır. Bütün filozofların, sosyal hayat ile ilgili söylemiş oldukları da yine felsefi sisteme göre değerlendirilmek durumundadır.

 

 PLATON (M.Ö.427-347):

 

 Platon, sosyal düşüncesini ‘cumhuriyet’ üzerine kurmaya çalışırken, bugünkünden çok farklı bir devlet idaresi ileri sürmüştür. Onun felsefi sistemi, insanı oluşturan kavramlar üzerine oturmuştur. Bu kavramların başında da ‘erdem’ kavramını görmekteyiz. Platon erdemi, iyinin ve adaletin oluşturduğu bir muhtevaya oturtmak istemiştir.

 Ona göre iki alem vardır:

 1-Gerçek alem; idealar alemi.

 2-İçinde yaşadığımız; gölgeler alemi.

 Esas olan idedir. Fedakarlığın, iyiliğin ve şefkatin idesidir. Her şeyin bir idesi vardır. Mesela tüm güzellikler, güzel eserler, ‘güzellik ideası’nın bir tezahürüdür / yansımasıdır.

 Platon’a göre genel fikirlerimiz ve kavramlar, idelerin fikir dünyamızdaki izdüşümleridir. Gerçek varolanlar; idelerdir. Örneğin biz, hareketi idea olarak göremeyiz. Gördüğümüz, hareket eden tek tek nesnelerdir. Bu hareket eden şeyler, hareket idesinin birer izdüşümleridir.

 Platon’un, bu söylediklerini şematize edersek:

 


 Yaşadığımız alem:   Zihinsel alem:           İdealar alemi:

 -Gölgeler alemi        ‘Güzellik’kavramı    ‘Güzellik ideası’

 -Güzel davranış

 -Güzel eşya

 -Güzel insan

 

 Bu hakiki varlıklar, zihin alemimize kavramlar olarak tezahür ediyor. Biz yaşadığımız tüm olaylara buna göre ad takıyoruz.

 İdeler alemindeki güzel, ezeli ve ebedidir. Değişmez ve mutlaktır. Herkes için güzeldir.

 Platon, felsefi sistemi içinde insanın manevi değerlerini de temellendirmek istemiştir.

 Ona göre ‘erdem’, üç büyük insani yetenek; zeka, duyarlılık, irade ve bunların meydana getirdiği ‘adalet’le açıklanabilir. Kısaca erdem; adalettir.

 Adalet ise; zeka, duyarlılık ve iradeden meydana gelir. Erdemli insan; zekasını, duyarlılığını ve iradesini kullanan insandır. Zeka sahibi insan doğru düşündüğü sürece, erdemli ve adaletli olacaktır.

 İradenin erdemli ve adaletli hali; cesarettir. Duyarlılık ise, ölçülü olmayla anlam kazanır. Platon bu düşüncelerini, devlete uygular. Ona göre adil devlet için, insanları terbiye etmek şarttır. Terbiye, devlet tarafından gerçekleştirilir.

 Devlet, adaleti gerçekleştirmenin aracıdır.

 Platon, devleti üç tabakada düşünür:

 1-Zeka işleri – icra organları (yasama, yürütme, yargı); yöneticiler.

 2-İrade organları (askerler, muharip zümre); koruyucular.

 3-Tüccarlar, zanaatkarlar, esnaf ve çiftçiler; üreticiler.

 

 ARİSTOTELES :

 

 Platon’a nazaran daha gerçekçi bir filozoftur. Mümkün olduğu kadar araştırmalarında, deney ve gözlem metodunu kullanmıştır. Ortaçağda otorite olarak kabul edilen Aristoteles, gerek Batı düşüncesine gerekse İslam düşüncesine etkilemiş bir filozoftur.

 Klasik mantığın kurucusu kabul edilen Aristoteles, ‘Organon’ adlı eserinde, varlığa yüklenen yüklemin konularını, kategoriler adı altında toplamıştır.

 Kavramlar, tanım, tanım çeşitleri, hüküm, önermeler, kıyas ve kıyas çeşitleri konusunda bu eserinde yenilikler getirmiştir.

 Konuşma diliyle çok yakından ilgili olan, klasik mantık çalışmaları onun felsefi sistemini çok etkilemiştir.

 Platon’da eşyalar ile ideler arasındaki ilişkiler açık ve seçik olarak görülemiyordu. Aristoteles’e göre ideler olsa olsa eşyanın formu/şekli olabilir. Ona göre gerçekten varolan ne idedir ne maddedir ne de harekettir; bunların hepsidir.

 Varlık = cevher + ide + madde + harekettir.

 Ona göre varlık, somut gerçekliktir ve bir eserin meydana gelmesi için 4 şartın olması gerekir:

 1-Maddi sebebin olması; örneğin bir heykel yapmak için önce onun maddesinin yani mermerinin olması gerekir.

 2-Formel sebebin olması; zihinde ne olması gerektiğine dair bir tasarımının olması gerekir.

 3-Failin olması; eseri yapacak bir failin ya da bir enerjinin olması gerekir.

 4-O işin amacının olması lazım; o iş hangi amaç için yapılacak, bunun bilinmesi gerekiyor.

 

 Sekiz ciltten oluşan ‘Politika’ adlı eseri, sosyal düşüncenin gelişmesinde büyük etkisi olmuştur. Bu eser 158 şehir devletinin tümevarım tekniği ile incelenmesinden meydana gelmiştir. Aynı zamanda bu şehir devletlerini karşılaştırmalı olarak da incelemiştir. Politika devlet adamları için uzun süre bir klavuz olarak kalmıştır.

 Önce kısımlara sonra bütüne bakan Aristoteles’e göre her sosyal birimin bir gayesi vardır. Bu gaye iyiye ve faydaya yöneliktir yani muhakkak işe yarayan bir faaliyettir.

 Örneğin, Aristoteles’in aile hakkındaki görüşleri şöyledir:

 “Aile, insanın günlük ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuştur. Ailenin parçaları; bireyleridir. Aile; aralarında kan bağı bulunan fertlerle, kölelerden oluşur. Ona göre aile içinde üç çeşit ilişki vardır:

 1-Efendi-köle, 2-Karı-koca, 3-Baba ile çocuklar arasındaki ilişkiler.

 Bu kısımların her biri bir gaye ile bir araya gelmiş yani bir iş yapmaya, bir hizmete yöneliktir.

 Sonuç olarak aile; mal, mülk edinmek, aile fertleri ile karşılıklı dayanışmayı sağlamak amacıyla kurulmuş küçük bir cemaattir.

 Devlet ise siyasi bir cemaattir. Ona göre devlet, günlük ihtiyaçların ötesinde müşterek bir gaye için birçok ailenin birleşmesinden köyler meydana gelir. Bu köylerde kendi kendine yetecek mükemmel ve büyük bir cemaat halinde birleşince devlet meydana gelir.

 Devlet, hayatın yalın ihtiyaçlarından doğar ve insanların daha güvenli, daha mesut bir hayat yaşamalarını gerçekleştirmek için devam eder.

 Aristoteles’in bir başka tezi de “bütün, parçaların toplamından fazla bir şeydir”.

 Bütün içinde bulunan kısımlar ve bu kısımları, bir gaye etrafında toplayan temel amaç hesaba katılırsa, bütünün içinde kısımlarının toplamından fazla bir şey daha olacaktır ki, oda bütünün kendine özgü gayesidir. Bu gaye sadece bütüne aittir.

 Ayrıca bütün kısımlardan önce gelir. Yani bütün olmasaydı, kısımların bir arada bulunması mümkün olmayacaktı. Bütün, kısımların taşıyıcısıdır.

 Bu görüş Almanya’da doğup gelişen İdealist felsefenin esasını teşkil eder. Bu görüşe ‘orforizm kategorisi’ adı verilir. Bedenin kısımlarını toplayıp bir araya getirmekle, bedeni bir vücut haline getirmek mümkün değildir.

 Aristoteles düşüncesinde esas gaye hep devlet olmuştur. Ona göre devleti ayakta tutan şey, karşılıklı yardımlaşma prensibidir. Bu ise insanın erdemine dayanmaktadır.

 Ona göre erdem; ruhun iyi halde bulunmasıdır. Devlet içinse, en iyi şey tam birliktir.

 Aristoteles, sosyal düşüncenin gelişiminde bütün fikirlerin hazırlayıcısı olmuştur. Örneğin cemaat görüşü, işe yönelik faaliyet anlayışı, 19.yy. Alman sosyologlarından F. Tönnies’i, 1887’de yazdığı “Cemaat ve Cemiyet” adlı eserine büyük etki yapmıştır.

 

 İlkçağda, sosyal düşüncenin gelişimi ile ilgili fikirlerin temelini, ‘devlet’ idesinin oluşturduğunu görüyoruz. Devlet hem düşüncenin temelini hem de hedefini kapsamaktadır.

 Sosyal düzenin şekillendirilişinde ise davranışların disiplini ile uğraşılırken, çalışmalar ve düşüncelerin merkezini ‘İnsan’ kavramı oluşturmaktadır. Akla gelen erdem de hak ve hakkaniyet, ahlak ve ahlakiyat gibi meziyetler gaye edinilmiştir.

 Ortaçağ sosyal düşüncesine, Platon ve Aristoteles düşüncelerinin yansımış olduğunu görüyoruz.

 Bu görüşlere hristiyanlığın prensipleri de eklenerek, sosyal düşünceler yeni bir şekle sokulmuştur.

 Ortaçağ, hristiyanlığın etkisinde geçmiş bir devirdir. Dinin büyük baskısı altında sosyal düzen tanzim edilmeye çalışılmıştır.

 Önceleri hristiyanlık yalnızca ahlaki özelliklere yani sevgi, kardeşlik, yardımseverlik gibi prensiplere dayanmaktaydı. Hukuki, siyasi ve idari mevzulara yer verilmemişti. Her ne kadar İncil insanların eşitliği üzerinde duruyorsa da köleliği yine bir müessese olarak kabul ediyordu. Efendilerin kölelerine daha şefkatli olmaları, kölelerin de efendilerine karşı daha sabırlı ve itaatkar olmaları öğütleniyordu.

 İlahi düşüncenin insan düşüncesi ile idrak edilmesi mümkün değildir. İlahi irade ispat edilemez. Sadece ona inanılır. İman ve inançla onun kabul edilmesi şarttır.  Devlet, adeta ilahi iradenin yeryüzündeki bir izdüşümüdür. Her fert hem tam bir dindar hem de iyi bir vatandaş olmak zorundaydı.

 Kilise, devletin üstünde, devletten de bağımsız bir otoriteydi.

 Kilise àdevlet àbirey (vatandaş)

 Burada adeta Platon’un ‘ideal devlet’i, kilisenin ilahi düzeni ile güçlendirilmiştir. Platon, gerçek deletin ideler alemine ait olan ‘ideal devlet’ olduğunu, içinde yaşadığımız devletin ise onun bir izdüşümü olduğunu söylemiştir.

 Ortaçağ Platon’un bu modelini benimsemişti. Bu modele hristiyanlık prensiplerini ve dinin otoritesini katarak yeni formüller ileri sürülmüştür. Bu formüllerin temel prensibi düşünceyi, devletin rolünü, kilisenin otoritesine bağımlı kalarak görevlerin yürütülmesidir. Bir yerde hakiki devlet, kilise oluyordu. Çünkü kilisenin temsil ettiği nizam; ilahi nizamdır.

 

 SAİNT AUGUSTİNUS (M.S. 354 – 430):

 

 Sosyal düşüncesinde, dini otoriteyi hakim kılmak isteyen bir Platoncu olarak kabul edilir. Ona göre iyi ve en iyi, tanrının emretmiş olduğudur. Bunların münakaşa edilmesi dahi büyük cezalar verilmesini gerektiren davranışlar olarak görür.

 Ona göre, her şeyi iyi olduğu için değil de tanrı emretmiş olduğu için yapmalıyız.

 Bu görüş büyük ölçüde devleti, kıymetinden mahrumetmiş durumdadır. Buna göre rahipler, tanrının gölgesidir. Onlara karşı gelmek, bir yerde tanrıya karşı gelmektir.

 Bu görüşlerin temel amacı devleti iyi bir dine bağlı, kişiler cemaati haline getirmektedir. Bu devlet, bir ‘tanrı devleti’dir.

 Bu yaklaşım giderek yumuşamaya, özellikle de 12. ve 13. yy’da değişmeye başlamıştır.

 

  SAİNT THOMAS (M.S. 1226 – 1274) :

 

 Aristoteles fiziğini ve metafiziğini Batı dünyasına ve hristiyanlığa tanıtmak ve yaymak amacını gütmüştür.

 Thomas’a göre maddeyi şekillendiren formel varlıktır. Aralarındaki fark, maddenin potansiyel halde, formun ise eylem halinde yani kinetik halde bulunmasıdır. Yani madde form ile ortaya çıkar.

 Thomas, üç tür düzen ve mahiyet kabul etmiştir:

 1- Akıl; idare eden güç olarak kendini gösterir.

 2- Tabii nizam; akıl sayesinde öğrenilebilir.

 3- Sosyal düzen; bu insan aklının bir icadıdır. Tabii kanunların özel bir uygulaması halindedir.

 Onun sosyal düzen olarak kastettiği, devlet düzenidir. Ona göre devlete itaat kesin şarttır. Ancak devlet nizamında, ilahi nizama aykırı bir iş olursa, o vakit bu kurallara uyma zorunluluğu ortadan kalkar. Devlet, insana ait ihtiyaçların tatmini için tabii ve zaruri olan bir varlıktır. İnsanın sosyal tabiatından çıkmış olup, insanların menfaatini temin etmek vazifesiyle yükümlüdür.

 İlahi nizam, insanların sakin ve sessizce bu iradeye bağlanmalarını emreder. Ancak Thomas’a göre bu derece katı ve sert emirler devlet nizamında aranmaz. İçinda yaşadığımız devlet nizamı tenkit edilebilir, eleştirilebilir. Gerçi bu sosyal nizamda tanrının eseridir ama bu devlet nizamı içinde, insanın iradesi vardır.

 Ona göre tanrı, devlet nizamına kimin hakim olacağını önceden tayin etmiştir. Bu nedenle baştaki kişi, tanrının gölgesi değildir ve değiştirilebilir de.

 S.Thomas ve arkadaşları, o devirde bu fikirleri ileri sürme cesaretini göstermişlerdir. Bu cesaret, sosyal düşünce tarihinde büyük bir adım olarak kabul edilmektedir. Ancak yine de topluma karşı devleti ön planda tutmuşlardır.

 

 İBN-İ HALDUN (1334 – 1406) :

 

 Tunus’da doğmuş, Kahire’de ölmüştür.

 Haldun’a göre sosyal hayat insanlar için bir zorunluluktur. Tek başına tüm ihtiyaçlarını yerine getiremeyeceğini ya da çok uzun zaman uğraşması gerektiğinden sözeder. Ona göre fert, muhtaç olduğu gıdayı temin etmekten acizdir. Aynı zamanda her birey, kendini koruyabilmek için kendi cinsinden olan fertlerden yardım almaya mecburdur.

 Haldun, ihtiyaçlardan doğan sosyal hayatın sonunda kaçınılmaz olarak cemiyetten sözeder. Devlet, hükümet, kültür, medeniyet örf ve adetler, kavim ve göçebe hayat, yerleşik şehir hayatı gibi sosyal konularla ilgilenmiştir.

 Cemiyet hayatını ve kavramını, bugünkü modern sosyolojik görüşlere yakın fikirlerle ele almıştır. Devlet ve otoritesi meselelerine temas etmiştir. Sosyal düşüncenin değişmesinde gözleme önem vermiştir. İlk defa cemiyet ve devlet ayrımı yapan düşünürdür. Cemiyet çeşitlerini de incelemiştir.

 Ona göre insanlar sosyal bir hayat yaşamak için bir araya gelmeye ve birbirlerinin ihtiyaçlarını gidermeye muhtaç ve mecburdurlar. Aksi halde varlıklarını sürdürmeleri olanaksızdır.

 Haldun, hayatıdevam ettirme yani yaşama ihtiyaçlarından, yardımlaşmaya ve oradan da korunma ihtiyacına geçerek, devletin varlığına değinmiştir.

 Devletin içyapısını incelemiştir, irade çeşitlerini analiz etmiş, şehirleri incelemiş hatta ‘şehir sosyolojisi’nin ilk adımlarını atmıştır.

 Ayrıca hüner ve zanaat çeşitleri hakkında dafikirler öne sürmüş, muhtelif mesleklerden bahsetmiştir. Bir bakıma ‘meslek sosyolojisi’ne de değinmiştir diyebiliriz.

 Çiftçilik, yapı sanatı, marangozluk, dokumacılık, terzilik, tıp, ebelik, şarkıcılık ve musikinin bir meslek ve sanat olduğununa dair bugün de bize ışık tutan ilginç düşünceleri olmuştur.

 Mukaddime’ adlı eserinde uzunca bir bölümünü şehirlere ayırmış, şehirleri anlatmış ve şehir hayatını açıklamıştır. Bu bakımdan kendisi şehir sosyolojisinin kurucuları arasında gösterilir.

                                        ../..

İ.KUÇURADİ, ‘TÜRK KAMU HAYATINDA FELSEFE’

Cuma, Ağustos 21st, 2009

 

 Bu dersin amacı, felsefenin toplumsal hayattaki işlevini gösterebilmek.

 Kamu ≠ toplum ≠ devlet

 Toplum ≠ topluluk ≠ grup

 İnsan ≠ kişi ≠ birey

 Temel hak ≠ temel özgürlükler

 

            Kamu

           å      æ

Devletààà Toplum

 

Kişi; bir insanın eşsizliğinde tek olan.

Birey; toplumsallığında tek olan.

Kamu; bir devletteki herkesin ve her birinin olan her şey.

Toplum; bireyler arası ilişkiler ve bunların oluşturduğu ilişki bütünleri arasındaki ilişkiler.

Topluluk; aralarında ortak bir özellik bulunan (örneğin aynı türden olmaları) teklerin oluşturduğu bir bütün. Bu tekler gerçek teklerdir. Örneğin bir ağaçtır, bir insandır. Aralarındaki ilişki geçicidir.

 Toplum da ise sadece ilişkiler vardır, tekler yoktur. Olan ilişkinin kendisidir.

Bir ilişkiler bütünü olması nedeniyle bunun içine o toplumdaki kamusal ilişkiler de girer.

 Devlet; toplumsal ilişkilerin hukuksal biçim almasıyla kamuyu temsil etme ve işleyişini sağlama amacıyla kurulmuş organlar bütünüdür.

 Bu hukuksallık nedeniyle, kamuyu temsil etme ve işleyişini sağlama devletin görevidir.

 Bu organlar bütünü devlet, hem toplumsal hem de kamusal ilişkileri düzenler. Devlet, herkesin ve her birinin olan her şeyin nasıl işleyeceğini belirler, düzenler dolayısıyla kamuyu temsil eder.

 Örneğin, bir kamu kurumu olan Türk Hava Kurumu’nun işleyişinin devlet tarafından düzenlenmemesi halinde bu kurum ya güçlü birinin özel mülkiyetine girecek ya da paylaşamamaktan dolayı çıkan kargaşa ve çatışmalar sonucu ortadan kalkacak. Dolayısıyla her iki halde de bir kamu kurumu olma özelliğini yitirecektir.

 Bu nedenle, işleyişi yasalar tarafından düzenlenmeyen bir kamu kurumu ya da kuruluşu sözkonusu olamaz. Esasen kamu ile devleti değil, kavramları ayırıyoruz.

 Temel hakların belli bir ülkede korunması, o devlet tarafından tanınan haklar aracılığıyla olmaktadır. Kamu kurum ve kuruluşları ise, bir ülkede belirli gerçeklik koşullarında, o devlet tarafından tanınan haklarla korunan; temel haklardan yararlanmaya ilişkin olan temel özgürlüklerin, sürekli gerçekleşmesini sağlarlar ya da sağlayacak olanlardır. Sağlamıyorsa, amacına aykırı hareket ediyor demektir.

 Örneğin; ‘Basın Özgürlüğü’, bir kamu özgürlüğüdür. İlgili kamu kurum ve kuruluşlarının, bu özgürlükten yararlanmasının sürekliliğini sağlamaktır.

 Kamu kurum ve kuruluşları, hakların getirdiği talepleri gerçekleştirenlerdir ya da gerçekleştirecek olanlardır.

 Bir kamu kurum ya da kuruluşunun, bir temel hakkı ya da grup hakkını korumak için kurulduğunu göremiyoruz.

 Kamu kurum ve kuruluşlarının amacını, belirli gerçeklik koşullarında gerçekleştirmeleri için onların dayandığı bazı temel fikirler (örneğin, özerklik) ve ilkeler sözkonusudur. Bu ilkeler zaman içinde yerlerini başka ilkelere verebilirler.

 Bu ilkeler; düzenleme ilkeleri yani işleyiş ilkeleridir. Aslında bu ilkeler, gereklilik düşünceleridir. Bu gereklilik düşünceleri ya indüktif çıkarımlar ya da insanın değerinin bilgisiyle yapılmış olan çıkarımlardır.

 Bu çıkarımların kaynaklandıkları yerin farklı olması, çıkarımların da farklı olmasına dolayısıyla gereklilik düşüncelerinin farklı olmasına yol açmaktadır.

 

 ÖZERKLİK:

 

Özerklik (otonomi), kamu kurum ve kuruluşlarının belirli gerçeklik koşullarında amaçlarını gerçekleştirmesine yardımcı olmak amacıyla getirilen bir taleptir. Ancak özerklik, kamu kurum ve kuruluşlarının amacını gerçekleştirmesine yardımcı olmak şöyle dursun; o amaca aykırı bir şekilde kullanılabiliyor.

 Özerklik; bir kamu kurumunun kendi kuruluş amacını gerçekleştirirken; -bu amaç herkes için ayırt etmeden iş yapması- kendi dışında olan(siyasal iktidarlar, moraller, ideolojiler, ‘hava’) başka bir şey tarafından belirlenmemesini/müdahale edilmemesini talep eden bir durumdur.

 Özerklik, indüktif bir çıkarım değil, diğer ilkelerin bir emplikasyonudur. Mevcut çağın toplumsal, siyasal, ekonomik durumu içinde bir emplikasyon olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer kamu kurum ve kuruluşlarının amaçlarına uygun davranmaları isteniyorsa ‘özerk’ olmalıdır, deniliyor.

 Özerklik genellikle kendi başına bir amaç olarak görülüyor. Siyasal iktidarlardan korunmak olduğu sanılıyor. Hatta devlet tarafından denetlenmeme olarak anlaşılıyor. Yani denetimsizlik, başıboşluk, istediğini yapma olarak görülüyor.

 Oysa bir kamu kurumunun işleyişinin içinde bulunduğu siyasal iktidarlar, moraller, ideolojiler ve hava tarafından etkilenmemesi sözkonusu değildir.

 Hava; kamu kurum ve kuruluşlarının yaygın anlayışlara göre iş yapması. Belirli bir havada yaptığının farkına varmadan zaman içinde tam tersi hareket etmesi. Yaygın değer biçmelere göre amacına aykırı hareket etmesidir.

 Tarafsızlık; kamu kurum ve kuruluşları tarafsız olmalı deniliyor. Bu sözkonusu değildir. Çünkü tarafsızlık demek, aynı konuda anlaşmazlığa düşen iki taraf olması ve yargıcın bu iki taraf arasında adalete uygun karar vermesidir. Yani tarafsızlıkta anlaşmazlığa düşen iki taraf ve bu anlaşmazlığı giderecek olan bir üçüncü kişi olması gerekir.

 

 BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ:

 

 Basın özgürlüğü, bir kanun özgürlüğü olup, basının özerk olması anlamına gelir. Yani basının kendi amacını gerçekleştirirken, kendi amacı dışında olan (siyasal iktidarlar, moraller, ideolojiler ve hava) başka bir şey tarafından belirlenmemesi ya da müdahale edilmemesidir.

 Genellikle basın özgürlüğü derken, basını siyasal iktidarlardan korunması hatta devlet tarafından denetlenmemesi ve basını istediğini yapması olarak anlaşılıyor. Bu yaygın yanlış anlayışı, ‘Basın ahlak yasası’nda da görüyoruz.

 Örneğin bu yasanın birinci maddesi; “Basın serbesttir” demekte, bu şu demektir; “bası istediğini yapar ve onu hiçbir merci denetleyemez”.

 

 “Herkes doğru bilgiyle, kendi kanaatini geliştirebilmeli ve bu kanaatine uygun davranabilmelidir”.

 Bu talep, kitle iletişim araçlarının doğru bilgi vererek koruması gereken taleplerden yalnızca biridir.

 

 KAMU – TOPLUM – DEVLET İLİŞKİSİ:

 

 Toplumsal bir grupta herkesin ve her birinin olan ne varsa işte kamu budur. Devlet ise, toplumsal ilişkilerin, hukuksal biçim alması nedeniyle herkesin ve her birinin olanı düzenleyen, yöneten, temsil edendir. Kamu ile devleti değil, kavramalrı birbirinden ayırıyoruz.

 Toplumsal bir gruptaki ilişkiler, kamu kurum ve kuruluşlardaki ilişkiler, devletin dayandığı hukuksl ilişkiler hep değişkendir.

 Kamu kurum ve kuruluşlarının amacı, herkesin temel kişi haklarını yaşayabilmesini sağlamaktır.

 

 Eşitlik; olan bir şey değil, bir muamele talebidir. Bu muamele talebi genellikle, doğrudan doğruya ya da dolaylı korunan temel haklarda sözkonusu oluyor.

 Eşitlik özellikler bakımından aynılıkta sözkonusudur. Yani talep edilen aynı özellikleri olanın aynı muameleyi görmesidir. Örneğin, mevcut diyaliz makinelerinden hastaların hepsinin eşitçe yararlanmasıdır. Vatandaş olmaları nedeniyle, eşit muamele görmeleri talep ediliyor.

 İnsanlar eşit değildir. Çünkü bütün insanların yetenekleri birbirinden farklıdır. İnsanların eşit olup olmamaları bazı haklar açısından sözkonusudur.

 

 EĞİTİM HAKKI: (Dolaylı korunan bir hak)

 

 Eğitim, belirli davranışların gerçekleşmesi için yapılan etkinliklerdir. Eğitim, yine o işin kendisinden çıkılarak yapılmalıdır. Örneğin, uçak kullanacaklara uçak eğitimi verilmesi.

 Eğitimde amaç, eğitimin kendisi değil, eğitilen insanlar olmalıdır. Eğitim, benim kafamı yıkamak için değil, benim olanaklarımı geliştirmek, benim kendi olanaklarımla ayakta durmamı sağlamak içindir.

 Eğitimde amacın ‘iyi yurttaş’ yetiştirmek olması halinde, insanlar eğitim için birer araç olmaktadır. Eğitimin kendisi amaç haline gelmektedir.

 ‘İyi bir yurttaş’ değil, ‘insan yurttaşı’ yetiştirmek. İnsan yurttaşı önce insan olduğunun bilincinde olan yurttaştır.

 Eğitimde amaç, insanların ‘insan olma’ olanaklarını geliştirici olmalıdır.

 Temel eğitim yasası, Türkiye’de insansal bir hak olan eğitim etkinliğini düzenlemek için amacıyla yapılmıştır. Bu yasada eğitimden amaç, iyi bir yurttaş yetiştirmek anlaşılıyor. Dolayısıyla eğitimin kendisi amaç olarak görülüyor.

 Bu yasada eğitim hakkı, bir temel hak olarak görülmeyip, temel ilkeler arasında görülmektedir.

 

 Kamulaştırma; özel olan şeylerin; kuruluşların, işletmelerin herkesin yararına sunulması. Kamulaştırılan artık, kamunun malı oluyor.

 Devletleştirme ise, devletleştirilenin örneğin bir işletmenin bir devlet organı tarafından denetimi veya işletilmesidir. Gelirinin de devlet bütçesine eklenmesi sözkonusudur.