Archive for the ‘F:FELSEFİ ANTROPOLOJİ-2’ Category

FELSEFİ ANTROPOLOJİ-2

Perşembe, Ağustos 6th, 2009

  

    ARNOLD GEHLEN : (Biyolojik teori)

 

 Gehlen’in Scheler’e karşı olduğu nokta, metafizik yanıdır. Onun dayandığı yer; eylemdir.

 Gehlen göre; insanı ruh ve beden ikiliğinde ele alan görüşleri ve bir de metafiziği yenmek gerekiyor.

 Ona göre insanla ilgili iki hipotez var:

1-İnsan bir bütün olarak, tek bir bilim konusu olabilir.

2-İnsan kendi içinde bir bütündür.

    Bu bilimin adı felsefi antropoloji olacaktır. Yöntemi de biyolojik yöntem olacaktır. Gehlen’in istediği antropoloji, ampirik bir antropoloji. Gehlen’in temelde aldığı birim; eylem.

 Bu ampirik antropolojinin 3 temel kavramı vardır:

 Eylem; gerçekliğin önceden görülecek ve planlanarak değiştirilmesi.

 Kültür; bu şekilde yapılan değiştirmelerin toplamı, tamamı.

 İnsan topluluğu; kültürün çıktığı yer.

 Gehlen, insan, eylem ve kültürlerini araştırırken neden sonuç ilişkisinden, metafiziğe götüreceğini sandığından özellikle kaçınıyor.

 Gehlen, Scheler’den iki şey alıyor; insan-hayvan karşılaştırnası ve dünyaya açık olma.

 Gehlen’in insan anlayışı, ‘Darwinci evrim anlayışı’na dayanır. İnsan önce dik yürümeye başlamış sonra beyin büyümüş, gelişmeye başlamış çünkü, elleri serbest kalmıştır.

 İnsan, hayvana göre özelleşmemiş bir varlık, bundan dolayı da daha zeki bir varlık. Özelleşmemesi, bir sürü şeyi kendisi yapması, yaratması demek. Bu da zekayı geliştiren bir fonksiyondur.

 Öte yandan insan, hayvana göre gecikmeye uğramıştır. İnsan, tamamlanmadan doğan bir varlıktır. İnsanın her dönemi, gençlik, ihtiyarlık hayvana göre gecikmeye uğramıştır. Hayvana oranla insan, bir eksiklikler bütünü.

 

Gehlen, zekaya dayanan eylemi ikiye ayırıyor:

 *Amaç olan eylemler,

 *Araç olan eylemler.

 Amaç eylemler; içinde doğrudan doğruya bir tatmini, hazzı kendisiyle birlikte getiren eylemler.

 Oysa araç eylemler; başka eylemler için yapılıyorlar. Amaç eylemler sadece kendileri için yapılıyorlar. Araç eylemler, olguların kurulmasına yarayan eylemlerdir.

 Bunlar birbirine dönüşebilirler.

 Rasyonelleşme; amaç eylemlerin araç eylemlere dönüşmesine Gehlen, “rasyonelleşme” diyor. Ona göre amaç, eylemler özünde “irrasyonel” eylemlerdir.

 Rasyonel eylemler şu şekillerde ortaya çıkıyor:

 1-İrrasyonel olan eylemlerin rasyonelleşmesi, amaç haline gelmesi.

 2-Politikalaşma; dilbilim, arkeoloji…gibi bilimlerin devletin hizmetine verilmesi, devlet politikasının dışında kalmaması.

 3-Rasyonelleşme; ticarileşme, örneğin spor etkinliklerinin sonunda ticarete dönüşmesi. Sporun ranta dönüşmesiyle, sağlık için yapılmaktan çıkıp çıkarlara hizmet etmeye başlaması.

 

 İçgüdü sorunu:

 İnsanda instinkt davranışlar var mıdır?  Sorusuna Gehlen, “insanda hemen hemen hiçbir güdü yoktur. Olsa olsa insanda doğuştan olan heyecanlar bulabiliriz” der.

 Kendi çocuğu olmayan bir çocuğu ağlarken gören anne, ona göre sadece heyecanlanır.

 Gehlen’e göre zeka ile içgüdü ters orantılıdır. Hayvanın içgüdüsü fazla olduğundan zekası azdır. İnsanın içgüdüsü az olduğundan zekası fazladır.

 

 Dil, idrak, algı sorunu:

 Gehlen’e göre, insanın hayvana oranla alabildiğine bir algılama alanı vardır. Çünkü hayvan, içgüdüye sahip bu nedenle algılaması sınırlı. İçgüdüsü hayvanı uyardığından güven içinde. Oysa insanın içgüdüsü olmadığından tehlikelerle karşı karşıya. İnsanların hukuk kuralları olsa da yasaya rağmen suç işlenebilir.

 İnsanın algı alanı çok geniş olduğundan bir ‘algı seli’ içinde.

 İnsan bu algı selinden nasıl kurtulur? Bunun için Gehlen, insan eylemlerine bakıyor:

 1-Oyun; çocuk belli bir yaşa geldiğinde, nesnelerin belli başlı özelliklerini ayırt etmeye başlıyor. Madeni bir şey gördüğünde onun ağırlığını ölçüyor. Böylece algı seli bir düzene sokulmuş olur.

 2-Oynayarak ilişki; örneğin bazı şeyleri yere bıraktığında artık ne olacağını biliyor. Bazı şeylerin kırılacağını bazılarının kırılmayacağını anlıyor.

 3-Gözün işlevi; giderek dokunma duyusunun işlevi azalırken gözün işlevi artıyor. Dokunmasına gerek kalmadan sadece o şeyi görmesiyle ne olacağını anlıyor. Bu da algı selinin yükünü oldukça azaltıyor.

 4-Dil; gözün görme işlevini de azaltıyor. Sözcüklerle ne olacağını, dille düşünerek tasarımını çıkarabiliyoruz.

 Dil, algı selini hepsinden fazla azaltıyor.

 

 İnsan ve teknik:

 Teknik, insanın özelleşmemişliğini, organ eksikliğini gideriyor. Gehlen bunu da tekniğin 3 ilkesiyle açıklıyor:

 1-Teknik aletler; bulunmayan organların yerini tutuyor. Kanatlarımız yok ama uçabiliyoruz.

 2-Teknik araçlar; işimizi azalttığından organlarımızın gücünü artırıyor.

 3-Organlarımızı aşma ilkesi; çıplak gözle göremediğimizi, teleskop, mikroskopla görebiliyoruz. Yine telefonda böyle.

 Teknik sınırsız değil, sınırlıdır. Örneğin otomobil, son elli yıl içinde son sınırına ulaşmıştır.

 Gehlen’e göre felsefe de insanın yükünü azaltmaktadır. İnsanın kendisini daha iyi tanımasına yardımcı olarak.

 Aslında Gehlen’e göre ne teknik ne de felsefe insanı hayatın zahmetlerinden kurtarmaz.

 Gehlen, ampirik bir yolda yürürken, metafiziğe düşmekten kaçınırken, metafiziğin sınırına geliyor.

 Birdenbire biyolojik yöntemin, hayatın bilinmeisine hayatın elverişli olup olmadığını soruyor ve şu sonuca ulaşıyor:

“Hayat, bilinmeye elverişli değil onu yaşamak gerek”. Bu ifade düpedüz metafiziktir.

 

  Ruh sorunu:

 

 İnsan ilgili ihtiyacını doyurmak için eyleme geçer. Bu doyurulmadan sonra ihtiyaçlar görünmez olurlar. Bunlar uyku durumunda saklıdırlar. Eyleme kadar gidemeyen ihtiyaçlar, insanın iç dünyasını oluştururlar. Ruh dediğimiz şey, metafizik değil işte bu iç dünyadır. Böylece dualizmin olmadığını gösteriyor.

 

 

 ERNST CASSİRER: (Kültür Antropolojisi)

 

 İnsan nedir?

 

 İnsan dolaysız gereksinmeleri ve kullanımsal çıkarları için fiziksel çevresine bağımlıdır. Kendisini çevresindeki dünyanın koşullarına sürekli olarak uyarlamazsa yaşayamaz. Ama insan, kültürü geliştikçe karşımıza insan yaşamının karşıt bir yönelişi çıkıyor. İnsan bilinçliliği ile ilgili ilk düşüncelerde bu dışadönük görüşe katılan ve onu tamamlayan içedönük bir yaşam görüşü buluyoruz. İnsan kültürünün gelişimini bu başlangıçlardan daha ileriye doğru izlediğimizde, içedönük görüşün gittikçe öne doğru çıktığını görüyoruz.

 İçebakış yani duyguların, heyecanların, algıların, düşüncelerin doğrudan doğruya bilinçliliği olmaksızın insan ruhbiliminin alanını tamamlayamayız. Yine de yalnız bu yöntemi izlemekle insan doğasına ilişkin kuşatıcı bir görüşe hiçbir zaman varamayacağımız onaylanmalıdır.

 İçebakış bize ancak insan yaşamının bireysel deneylerimizle kavranabilen küçük bir bölümünü açıklar. Hiçbir zaman tüm insan olayları alanını kuşatamaz.

 İnsan sürekli olarak kendisini araştıran bir yaratık. Varoluşunun her anında, varoluşunun koşullarını incelemesi ve denetlemesi gereken bir yaratık.

 İnsanın özü dış koşullara değil, yalnızca kendisine verdiği değere dayanır. Zenginlik, toplumsal ayrıcalık, sağlık tüm bunlar önemsizdirler. Tek başına önem taşıyan şey, ruhun içsel tutumudur. Bu içsel etkiyi hiç kimse etkileyemez.

 Kendi kendisiyle, tanrısıyla uyum içinde yaşayan insan, evrenle de uyum içindedir. Çünkü evrensel düzen de, kişisel düzen de ortak bir temel ilkenin ayrı anlatım ve dışlaşmalarından başka bir şey değildirler. İnsan doğal eleştirisi, yargılama ve algılama gücünü kanıtlar ve kendisiyle evren arasındaki ilişkide öncü rolünü evrenin değil, kendisinin gördüğünü kavrar.

 İnsanın işlevsel çevresi yalnız niceliksel bakımdan genişlemekle kalmaz, niteliksel bir değişmeye de uğrar. İnsan kendisini çevreye uydurmak için yeni bir yöntem bulmuştur. Hayvan türleri arasında, rastlanan alıcı ve etkileyici dizgeler yanında insanda simgesel dizge olarak betimleyebileceğimiz bir üçüncü halka buluyoruz. Bu yeni halka insan yaşamının tümünü değiştirir.

 İnsan kendi başarılarından kaçamaz. Kendi yaşamının koşullarını benimsemekten başka bir şey yapamaz. İnsan yalnız fiziksel bir evrende değil, bir simgesel evrende de yaşamaktadır. Dil, din, mitos, sanat bu evrenin parçalarıdırlar.

 İnsanın simgesel etkinliği geliştikçe, fiziksel gerçeklik bu gelişmeye oranla art alanda kalır gibi görünür. İnsan nesnelerin kendileriyle uğraşacak yerde bir anlamda sürekli olarak kendi kendisiyle konuşmaktadır. Kendisini dilsel biçimler, sanatsal imgeler, mitolojik simgeler veya dinsel törenler içine öylesine kapanmıştır ki, bu yapay ortam araya girmeden hiçbir şeyi görüp bilemez.

 İnsan eylemsel alanda bile katı bir olgular dünyasında veya doğrudan doğruya gereksinme ve isteklerine göre yaşamaz. Tersine imgesel duyguların umut ve korkuların, yanılgı ve yanılsamaların, kuruntu ve düşlerin ortasında yaşar.

 

“İnsan simgeleştiren bir hayvandır”.

 

 Simgesel düşünce ile simgesel eylemin insan yaşamının özyapısal özellikleri olduğu ve insan kültürünün tüm gelişiminin bu koşullara dayandığı yadsınamaz.

 Simgesel imgelem ve anlığı, yalnızca insan geliştirmiştir. İnsan, el-kol devinimlerini yerlerine koyacak sözcüklere sahip olur olmaz bıraktı.

 Simgecilik ilkesi, insanın kültür dünyasına girişini sağlayan büyülü bir sözcüktür.

 İnsanın her şeyi simgeleştirmesi en büyük ayrıcalıklarındandır. Hayvanlar, bir gelişme gösteremezler. Çünkü, bir simgeler dizgesinde yoksundurlar.

 İnsanın doğal süre durumunu yenip, ona yeni bir yetenek, insan evrenini sürekli bir yeniden biçimlendirme yeteneği bağışlayan simgesel düşüncedir.

 Cassirer’e göre simgesel biçimler felsefesi, şu varsayımla başlıyor; insanın özüne, doğasına ilişkin herhangi bir tanım varsa bu tanım tözsel değil, ancak işlevsel bir tanım olarak anlaşılabilir. İnsanı ne metafiziksel özünü oluşturan doğuştan bir ilke ile ne de deneysel bir gözlemle araştırılabilecek herhangi doğal bir yeti veya içgüdü aracılığıyla tanımlayabiliriz. İnsanın göze çarpan karakteristiği, metafiziksel yanı değil, yaptığı iştir.

 İnsanlık halkasını tanımlayıp belirleyen bu iş, insan etkinliklerinin bir dizgesidir. İnsan felsefesi, bu insansal etkinliklerin temel yapısını kavramamıza ve aynı zamanda onları bir bütün olarak anlamamıza yardımcı olacak bir felsefedir.

 Burada olgular biçimlere indirgenmiştir ve bu biçimlerin kendilerinin, içsel bir varlığa sahip oldukları varsayılır. Burada insanın, tözsel birliğini kanıtlamak gibi bir yükümlülüğümüz yoktur. İnsan artık kendi başına varolan ve kendi başına bilinmesi gereken basit bir töz olarak düşünülmez. Onun birliği işlevsel bir birlik olarak algılanır. Böyle bir birlik, kendiliğinden oluştuğu çeşitli öğelerin ayrı cinstenliğini önceden varsayar.

 Dil, sanat, mitos, din, bilim; bu daha yüksek toplum biçiminin yani insansal toplum biçiminin kurucu koşullarıdır.

 Onlar organik doğada rastladığımız toplumsal yaşam biçimlerini yeni bir duruma yani toplumsal bilinçliliğe dönüştüren araçlardır.

 İnsan bu toplumsal yaşam ortamı olmaksızın kendini bulup, kendi bireyselliğinin bilincine varamaz.

 Hayvanlar gibi insanlar da toplumun kurallarına boyun eğer ama onun buna ek olarak toplumsal yaşamın biçimlerini oluşturmada ve değiştirmede etkin bir payı ve etkin bir gücü vardır.

 İnsan kendi yaşamını dile getirmeksizin sürdüremez. İşte bu dile getirmenin çeşitli biçimleri, yeni bir alan oluşturur. Onların kendilerine özgü bir yaşamları, kendisiyle insanın bireysel ve gelip geçici varoluşunu sürdürdükleri, bir tür ölümsüzlükleri vardır.

 Tüm insan etkinliklerinde, çeşitli biçimlerde betimlenebilecek olan temel bir kutuplaşmaya rastlıyoruz. Denkleştirme ve evrim yani belirli ve dingin yaşam biçimlerine götüren bir eğilimle bu katı.. kıracak bir başka eğilim arasındaki bir gerilimden sözedebiliriz.

 Gelenek-yenilik arasında dinmeyen bir savaş vardır. Bu ikililiğe, kültürel yaşamın bütün alanlarında rastlayabiliriz. Bir bütün olarak ele alındığında insan kültürü, insanın gittikçe gelişen, kendini özgürleştirme süreci diye betimlenebilir. Dil, sanat, bilim, din… bu süreçteki çeşitli evrelerdir. Her biri önümüzde yeni bir çevre açıp bize insanlığın yeni bir yönünü gösterir.

 

 TAKIYEDDİN MENGÜŞOĞLU: (Eleştirel antropoloji)

 

 Mengüşoğlu’na göre, insan için bilgi ortaya koymada bu teorilerin hiçbiri dikkate alınmamalıdır.

 Ona göre Cassirer’in kültür antropolojisi, bir felsefi antropoloji değil, tarih felsefesidir.

 Ona göre insan, öncelikle bölünmez bir bütündür. Onu parçalayarak ele alan hiçbir teori dikkate alınmamalıdır. Bir kere Mengüşoğlu, metafiziğe baştan karşı. Geist gibi bir ilkeden yola çıkarak, insan bütünlüğünü ortaya koymak yanlış bir yoldur.

 Mengüşoğlu, kendi antroplojisinin çıkış noktası olarak Kant’ı gösterir.

Felsefi antroploljinin kuruculuğunun başlangıcı olarak da, Kant’ı görür.

Kant’’ın üç sorusu var:

1-Neyi bilebilirim?

2-Ne yapmam gerekir?

3-Ne umut edebilirim?

Mengüşoğlu’na göre bu üç soruyu “insan nedir?” sorusuna indirgeyebiliriz. Ona göre Kant’ın asıl problemi; insandır.

 

 Kant’ta da insan, ikili bir varlık (fenomen ve numen). Ancak ne kadar ikili bir varlık olsa da, nihayetinde otonom bir varlık. İşte Kant, bunu göstermesi açısından felsefi antropolojinin kurucusudur.

 Otonom olması, kendi yasalarını koyabilecek olması, bağımsız, özgür olması.

 Mengüşoğlu’na göre insanın otonomluğunu gören ilk Kant’tır. Ona Scheler, insanın otonomluğunu parçalıyor. Kant ise insanı, bilgisel olarak ortaya koyuyor. Böylece insanın bütünlüğü bozulmuyor. Kant’a göre insanın akıl yanı, ahlak yasaları tarafından belirlenmiştir. Bu da ona eylem özgürlüğü veriyor ve otonomluğunu sağlıyor.

 Kant’a göre insan bu yeteneklerini (çalışmak, öğrenmek, devlet kurmak, eğitim öğretim…) gerçekleştirmedikçe kendisinde bulunan hamlığı işleyemez. Yani yeteneklerini geliştiremez.

 

Mengüşoğlu’na göre insanı bir bütün olarak incelemek isteyen antropoloji şu hususlara dikkat etmelidir:

1-Kesinlikle önyagılardan uzak, yalın bir görüşten yola çıkmalıdır.

2-Herhangi bir ön hipotezi olmamalıdır.

3-Doğrudan insanın yapıp etmelerine bakmalıdır.

 

 Mengüşoğlu’na göre insan; yapıp-eden, bilen, önceden gören ve tayin eden, özgür ve tarihsel bir varlık olan, çalışan, eğiten, eğitilen konuşan, inanan… biopsişik bir varlıktır.

 Mengüşoğlu, Üxküll’ün biyoloji alanında yaptığı araştırmalar şu açıdan önemlidir der:

 Üxküll, biyolojide bir bütünlük araştırmasına girişmiştir; ona göre bir fil ile bir amip arasında yetkinlik bakımından hiçbir fark yoktur. Her hayvan kendi yapı bütünlüğü içinde yetkindir ve bu şekilde ele alınmalıdır. Varlık şartı incelenmek gerekirse, içinde bulunduğu çevre ile ele alınmalıdır.

 

* Mengüşoğlu, “Üxküll’ün biyolojideki araştırma tutumunu örnek alıyorum” der.

*Ona göre felsefi antropoloji, bir ilk kaynak aramaktan kaçınmalıdır.

* Mengüşoğlu kendi anropolojisinde, bütün antropolojileri eleştirir.

*Kant’ı  kendi antropolojisine başlangıç olarak görür.

*İnsan bütündür.

*Bu bütünü açıklayacak olan ise insanın yapıp etmeleridir.

*Dünya insana açıktır, Scheler’in dediği gibi “insan dünyaya açıktır” değil.

*İnsanın varlıkta,  özel bir yeri vardır. Bunu sağlayan ise dildir.

*Yine kendi antropolojisinde insanla hayvan arasındaki zıt fenomenleri ortaya koyuyor:

*İnsanın çevresi, kendi eseridir. Hayvanın çevresi ise içinde bulunan şeylerdir.  *Hayvanın başarısı avını yakalamasıdır ama bunlar insana zıt şeylerdir.

*Hayvan armonik, insan ise disarmoniktir.

*İnsan kendisine verilen şeye ‘hayır’ diyebiliyor, hayvan ise hep ‘evet’ der.

*İnsan kendisini saklar oysa hayvan olduğu gibi gösterir.