Posts Tagged ‘TANRI’

ÖMER HAYYAM

Cuma, Haziran 20th, 2014

ÖMER HAYYAM – RUBAİLER

– Mutlu olmak için ya elindekini kullanacaksın ya da elindekileri çoğaltacaksın.
-Tanrı hepimizi affedip cennetine alacak, kötü olana kötülükle karşılık verirse, ne farkı kalır bizden?

***

 Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar

Güneş yalnız da olsa etrafına ışık saçar

Üzülme, doğruların kaderidir yalnızlık

Kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar

Var mı dünyada günah işlemeyen söyle
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle
Bana kötü deyip, kötülük edeceksen
Yüce tanrım, ne farkın kalır benden söyle
*
Bir elde kadeh bir elde Kuran
Bir helaldir işimiz bir haram
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz ne de Müslüman
*
Cennette huriler varmış, kara gözlü
İçkinin de ordaymış en güzeli
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz
Bak bir yanda şarap, bir yanda sevgili
*
“Irmaklarından şarap akacak” diyorsun
Cennet-i âla meyhane midir?
“Her mümine iki huri” diyorsun
Cennet-i âla kerhane midir?
*
Kim senin yasanı çiğnemedi ki, söyle?
Günahsız bir ömrün tadı ne ki, söyle?
Yaptığım kötülüğü, kötülükle ödetirsen,
Sen ile ben arasında ne fark kalır ki, söyle?
*
Şarap testimi kırdın tanrım
Zevk yolumu tıkadın tanrım
Nar rengi şarabımı yere çaldın tanrım
Tövbeler olsun, yoksa sarhoş musun tanrım?
*
Beni sana getiren yoksulluk muydu?
İstekleri basitse, kimse yoksul değil.
Dürüstü ve özgürü onurlandırabiliyorsan
Beklediğim onur vermen, başka birşey değil.
*
Cennette cehennem de senin içinde
*
Denizde boğulan su damlacığı,
Toprakta eriyen toz zerreciği,
Bu dünyadan geçişimiz nedir ki?
Değersiz bir böcek! Bir göründü bir yok oldu.
*
Oyunu oynayan tanrı, bizlerse dama taşı!
İşin doğrusu bu, gerisi laf-ı güzaf
Onun için dünya dama tahtası, bizler birer oyuncak
Bıkar sonunda, salıverir hiçliğin kuyusuna
*
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde
Senden ayığız bu sarhoş halimizde
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı
İnsaf be sultanım, kötülük hangimizde?
*
Bu dünyadan başka bir dünya yok, arama
Senden benden başka düşünen yok, arama!
Vazgeç ötelerden, yorma kendini
O var sandığın şey yok mu, o yok arama!
*
Şu dünyada üç beş günlük ömrün var,
Nedir bu dükkanlar, bu konaklar?
Ev mi dayanır, bu sel yatağına?
Bu rüzgarlı yerde mum mu yanar?
*
Ben ne camiye yararım, ne hayvana!
Bir başka hamur benim ki, başka maya.
Yoksul gavur, çirkin orospu gibiyim:
Ne din umrumda, ne cennet, ne dünya!
*
Bir su, bir damla suymuşuz, bele düşmüşüz
Şehvet ateşiyle dışarı savrulmuşuz
Yarın yel savuracak toprağımızı
İçelim, hoş geçsin üç nefeslik ömrümü
*
Kim görmüş o cenneti, cehennemi?
Kim gitmiş de getirmiş haberini?
Kimselerin bilmediği bir dünya
Özlenmeye, korkulmaya değer mi?
*
Dinle dinsizliğin arası bir tek soluk
Düşle gerçeğin arası bir tek soluk.
Aldığın her soluğun değerini bil
Bütün yaşamak macerası bir tek soluk
*
Bir put demiş ki kendine tapana
Bilir misin niçin taparsın bana?
Sen kendi güzelliğine vurgunsun
Ben ayna tutar gibiyim sana
*
Biz aşka tapanlarız, müslüman değil
Cılız karıncalarız, Süleyman değil
Biz eskiler giyen benzi soluklarız
Pazarda sırma satan bezirgan değil
*
Nerdesin? Sana baş kaldırmışım işte
Karanlık içindeyim, ışığın nerde?
Cenneti ibadetle kazanacaksam
Senin ne cömertliğin kalır bu iş de?
*
Dert de neymiş? O mu bizi ağlatacak?
O mu sevinç bayrağımızı yırtacak?
Gelin, atalım şunu gönül yurdundan
Yoksa içimizde fitne çıkartacak
*
Sensiz camide, namazda işim ne?
Seninle buluşma yerim meyhane.
Benim sevmem de böyle, yüce Tanrı
İstersen kaldır at cehennemine
*
Hep bir çember, dolanıp durduğumuz!
Ne önümüz belli, ne sonumuz.
Kim varsa bilen, çıksın söylesin
Nerden geldik? Nereye gidiyoruz?
*
Bir rint gördüm, binmiş dünya denen kır ata
Aldırmıyor dine, islama, şeriata
Ne hak dinliyor, ne hakikat, ne marifet
Gelmiş mi böylesi kahraman kainata?
*
Kimi gizlenir, kimselere görünmezsin
Kimi renk renk dünyalarda görünür yüzün
Kendi kendinle sevişmek bu seninki
Çünkü seyreden sen, seyredilen de sensin
*
Seni kuru sofraların softası seni!
Seni cehenneme kömür olası seni!
Sen mi Hak’ tan rahmet dileyeceksin bana?
Hakka akıl öğretmek senin haddine mi?
*
Önce kendine gel, sonra meyhaneye
Kalender ol da gir kalenderhaneye
Bu yol kendini yenmişlerin yoludur
Çiğsen başka bir yere git eğlenmeye
*
Dileğin Tanrı dileği değil ki senin
Muradına ermeyi nasıl beklersin?
Doğru olan Tanrının dilekleriyse
Yanlış demek senin bütün dileklerin
*
Tanrım, hayır şer kaygısından kurtar beni
Kendimden geçir, seninle doldur içimi
Aklım ayıramıyor iyiyi kötüden
Sarhoş et bari ne kötü kalsın, ne iyi
*
Putların, Kabenin istediği; kölelik
Çanların, ezanın dilediği; kölelik
Mihraptı, kiliseydi, tespihti, salipti
Nedir hepsinin özlediği? Kölelik
*
Benim yasam artık şarap, çalgı, eğlenti
Dinim dinsizlik, bıraktım her ibadeti
Nişanlım dünyaya ne çeyiz istersin, dedim
Çeyizim, senin gamsız yüreğindir, dedi
*
Benden Muhammet Mustafa’ ya saygı ve selam
Deyin ki, hoş görürse, bir şey soracak Hayyam
Neden Yüce Efendimizin buyruklarında
Ekşi ayran helal da güzelim şarap haram?
*
Benden Hayyam’a selam söyleyin demiş peygamber
Sözlerimi yanlış anlamışsa çiğlik eder
Ben şarabı herkese haram etmiş değilim ki,
Hamlara haramdır, doğru, ama olgunlar içer
*
Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam?
Ben haramı helalı karıştırmam
Seninle içilen şarap helaldir,
Sensiz içtiğimiz su bile haram
*
Dünya yıldıramazsın beni ne yapsan
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan.
Ölmemek elimizde değil ki bizim
İyi yaşamamak beni korkutan
*
Yerin üstüne baktım, uykuya dalmışlar
Altına baktım, çürüyüp toprak olmuşlar
Yokluk ovasında başka ne var ki zaten
Daha gelmemişler var, gelip gitmişler var
*
Bilge, yüce varlığın seyrine dalar
Gafil ise onda dostluk düşmanlık arar
Deniz, deniz olduğu için dalgalanır
Çöpe sor, hep onun içindir dalgalar
*
Ben kendimden geçtikçe kendime gelirim
Yücelere çıkar, alçalmayı bilirim
Daha da garibi, varlığın şarabıyla
Ne kadar ayık da olsam, sarhoş gibiyim
*
Kalk, kalk, çalgılara çalgı katalım gitsin
Adımızı kötüye çıkartalım gitsin.
Sofuluk şişesini çalalım taşa,
Seccadeyi bir kadehe satalım gitsin
*
Şarabın adı kötüye çıkmış, kendi hoş
Hele bir güzelle içersen daha bir hoş
Harammış şarap, olsun, bana göre hava hoş
Hem, bana sorarsan, haram olan herşey hoş
*
Can bir şaraptır, insan onun destisi
Beden bir ney gibidir, kan o neyin sesi.
Hayyam, bilir misin nedir bu ölümlü varlık
Hayal fenerinde bir ışık pırıltısı
*
Tekkede, medresede, manastırda, kilisede,
Bir cennet cehennem kaygısıdır sürüp gitmede.
Oysa yüce varlığın sırlarına eren kişi
Bunların tohumunu uğratmaz düşüncesine
*
Seccadeye tapanlar eşek değil de nedirler?
Küfelerle riya çamuru yüklenirler gezerler.
İşin kötüsü, din perdesi arkasında bunlar,
Müslüman geçinirken gavurdan beterdirler
*
Ben kendiliğimden var değilim bu varlığımla
Kendim çıkmış değilim elbet bu karanlık yola
Bir başka varlıktan gelmiş bendeki varlık
Ben dediğin kim ola, nerde, ne zaman var ola?
*
Ben hangi şarapla sarhoş olursam olurum,
Ateşe, puta, neye taparsam taparım
Herkes bir türlü görmek istiyor beni
Ben kendimi ne türlü yaparsam yaparım
*
Hayyam, şarap iç, sarhoş olmak ne hoş
Sevgilin de varsa, sarılmak ne hoş
Er geç sonu yokluk madem bu dünyanın,
Yok say kendini, bak var olmak ne hoş
*
Gören göze güzel, çirkin hepsi bir
Aşıklara cennet, cehennem, hepsi bir
Ermiş ha çul giymiş, ha atlas
Yün yastık, taş yastık, seven başa hepsi bir
*
Yüreğim, kimselerden ihsan dileme
Bu amansız felekten aman dileme
Bil ki, derman aradıkça artar derdin
Derdinle haldaş ol, derman dileme
*
Tanrı gülüşünle öfkeni almış senin,
Birinden cennet yapmış, birinden cehennem
Sen cennetimsin benim, ben senin uslu kulun
Açılsın kapıları bana cennetimin!
*
Feleğin çarkı dönmeyecek madem muradımca
Gökler ha yedi kat olmuş, ha sekiz, bana ne?
Ölüm bütün isteklerimi yok ettikten sonra
Ha dağda kurt yemiş beni, ha mezarda karınca
*
Sevenlerinden yer yok ben garibe
Derdine düşenlerle başım dertte
Sarmışlar seni kum bulutu gibi
Gül yüzünden ışık mı düşer bize
*
Yoksula, yoksulluğa yakın ettin beni
Dertlere, gurbetlere alıştırdın beni
Yakınların ancak ere bu mertebeye
Tanrım, ne hizmet gördüm de kayırdın beni?
*
Ben şarabı eskimiş acı acı severim
En çok da ramazanda cumaları içerim
Helal üzümünü ezdim doldurdum küpe
Ne olur, içinceye dek ekşitme Tanrım
*
Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok
*
Bilmem, Tanrım, beni yaratırken neydi niyetin
Bana cenneti mi, cehennemi mi nasip ettin
Bir kadeh, bir güzel, bir çalgı bir de yeşil çimen
Bunlar benim olsun, veresiye cennet de senin
*
Tanrı evrenin canı, evrense tek bir beden
Melekler bu bedenin duyuları hep birden
Yerde gökte canlı, cansız ne varsa birer uzuv
Budur Tanrı birliği, boştur başka her söylenen
*
İki günde bir somun geçiyorsa eline
Soğuk suyu da olursa bir kırık testide
Niçin kendinden kötüsüne kul olur insan,
Ne diye girer kendi gibisinin hizmetine?
*
Bu varlık denizi nerden gelmiş bilen yok
Öyle bir inci ki bu büyük sır delen yok
Herkes aklına eseni söylemiş durmuş
İşin kaynağına giden yolu bulan yok
*
Ezel avcısı bir yem koydu oltasına
Bir canlı avladı “Adem” dedi adına
İyi kötü ne varsa yapan kendisiyken
Tutar suçu yükler kendinden başkasına
*
Bu dünyada nedir payıma düşen, hiç
Nedir ömrümün kazancı felekten, hiç
Bir sevinç mumuyum, sönüversem hiçim
Bir kadehim kırılsam, ne kalır benden hiç
*
Kendi çarkını döndürmeye bak döndükçe dünya
Keyfinin tahtına çık kadehle dudak dudağa
Tanrının umrunda mı senin günahın sevabın
Sen kendi muradını kendi güzelinde ara
*

Meyhane rintlerinin sergerdesi benim
Yersiz sözlerle günaha giren benim
Gecesini kızıl şaraba kurban eden
Ciğerinin kanıyla dua eden benim
*
Yetmiş iki ayrı millet, bir o kadar da din!
Tek kaygısı seni sevmek benim milletimin
Kafirlik, Müslümanlık neymiş, sevap günah ne?
Maksat sensin, araya dolambaçlar girmesin
*
Şarap beden gücüdür, can gücüdür bana
Çözülmedik ne sırları çözdürür bana
İstemem dünyayı ahreti şarap varken
Bir damlası iki dünyadan yeğdir bana
*
Akılla bir konuşmam oldu dün gece
Sana soracaklarım var, dedim
Sen ki her bilginin temelisin,
Bana yol göstermelisin.
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.
Nedir; dedim bu yaşamak?
Bir düş, dedi; birkaç görüntü.
Evi barkı olmak nedir dedim
Biraz keyfetmek için
Yıllar yılı dert çekmek, dedi.
Bu zorbalar ne biçim adamlar dedim
Kurt, köpek, çakal, makal, dedi.
Ne dersin bu adamlara, dedim
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
Benim bu deli gönlüm, dedim
Ne zaman akıllanacak?
Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
Hayyam’ ın bu sözlerine ne dersin, dedim
Dizmiş alt alta sözleri,
Hoşbeş etmiş derim, dedi.

B. RUSSELL, “DÜNYA GÖRÜŞÜM”

Salı, Kasım 23rd, 2010

 

 B. RUSSELL, “DÜNYA GÖRÜŞÜM”

 

– Felsefe yapmak, üzerinde henüz belirli bir bilginin olmadığı konularda kurgular yapmaktır.

– Kabaca bilim; bildiğimiz felsefeyse bilmediğimiz şeydir.

– Felsefe, bir yandan bizi hep tetikte tutar diğer taraftan da öğrenebileceğimiz şeyi düşünmemizi önerir bize.

Filozofun gerçek işlevi, dünyayı değiştirmek değil anlamaktır. Bu ise Marx’ın söylediğinin tam tersidir.

– İncelenen nesnenin derinine varmak için analiz yapmak gerekir ve bu yöntemi, çözümlenmesi olanaksız nesnelere rastladığınız ana dek kullanabilirsiniz ki, bunlar “mantıksal atomlar”dır. Çünkü bunlar maddenin değil de düşüncelerin küçük parçacıklarıdır.

– Felsefe henüz bitmemiş, tamamlanmamış bir bilim gibi görülebilir.

– Hiçbir şey emin olmaya değmez. Çünkü, insan inandığı şeyler içinde her zaman biraz kuşkuya da yer bırakmalıdır ve bu kuşkuya rağmen yine de enerjiyle hareket edebilmelidir.

– Ben bir miktar şaşırma ve bocalamanın zihnin antrenmanı için çok gerekli olduğunu düşünüyorum.

– Bana öyle geliyor ki, bilimin gelişmesi, ilerlemesi felsefenin önemini kaçınılmaz biçimde azaltmaktadır.

Tanrı kanıtlarının hepsi değerden yoksundur. Bunlardan bir sonuç çıkarıp ona inanmak gereksinmesi olmasaydı, hiç kimse onları hiçbir zaman kabul etmezdi.

Dinin tarih boyunca ortaya çıkan sonuçları bakımından çoğunun zararlı olduklarına inanıyorum.

 Genellikle dinin birçok kötülükler yaptığına inanıyorum. Tutuculuğu, geçmişin alışkanlıklarına bağlılığı kutsallaştırmıştır. Özellikle de hoşgörmezliği ve hıncı kutsallaştırmıştır. Hele Avrupa’da hoşgörmezlik olarak dine girebilmiş ne varsa hepsi korkunçtur gerçekten.

– Dine duyulan ihtiyaç, herşeyden önce korkudandır. Onu korkutan üç şey var:

 Birincisi; doğanın kendisine yapabileceği şeyler. İkincisi; başka insanların kendisine yapabilecekleri, üçüncüsü de insanoğlunun kendi tutku ve arzularının etkisiyle onu bazı şeyler yapmaya iteleyebilir.

 Din onların bu korkudan daha az etkilenmelerine yardımcı olmaktadır.

– Orta halli Çinliler hiçbir dine sahip değiller ve bundan ötürü daha az mutlu da değillerdir.

– Bu büyük savaşlar, bu büyük baskı rejimleri sürüp giderse ve büyük çoğunluk yine yoksul, mutsuz bir yaşam sürmeye devam ederse din de varolmaya devam edecektir.

 – Toplumsal sorunlar çözüldü mü din de ölecektir. Tersine bu sorunlar ortada kaldıkça, onun öleceğini sanmıyorum.

Sosyalizmin bana göre arzu edilir bir yanı yok. Çünkü hiçbir özgürlük vermiyor, bir bilginin engelsizce edinilmesine izin vermiyor. Dogmacılığı teşvik ediyor. Bir düşünceyi yaymak için baskı kullanılmasını öneriyor. Ben ki eski bir liberalim, onun yapıp ettikleri çoğu kez pek az hoşuma gidiyor.

 – Orta halli bir Rus, Stalin zamanında Çarlık zamanına göre daha az mutluydu.

 Lenin, kendisi için değil de bir inancı cisimlendirmek için ortaya çıkmıştı. Fakat inancı çok dar göründü bana. Marxçı yörüngenin dışında hiç mi hiç düşünemeyen bir bağnaz gördüm ben onda.

 – Lenin’in bir proleter sayıldığını gördüm. Fakat dilenciler, yiyecek bir lokması olmayan zavallılar için “burjuvazinin uşakları” deniyordu.

– Cehennemi zalim insanlar yaratmıştır.

– Eğer bir eylemin kimseye bir zararı dokunmuyorsa onu yerin dibine batırmak için bir neden yoktur. Çağdışı bir tabu kötü saydı diye onu yerin dibine batırmamak gerekir. Yapılacak iş, bu eylemin iyi mi, kötü mü olduğunu görmektir. Bütün ahlakların olduğu gibi cinsellik ahlakının temeli de budur.

Mutluluğun dört boyutu; birincisi sağlık, ikincisi yoksulluk çekmemek için gerekli araçlar, üçüncüsü başkalarıyla iyi ilişkiler sürdürmek, dördüncüsü de insanın işinde başarılı olmasıdır.

Devlet özellikle yabancıları öldürmek için kurulmuş bir örgüttür.

– Doğu ile Batı arasındaki gerginliği ve savaş tehlikesini bir tarafa bırakırsam milliyetçilik, insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı en büyük tehlikedir.

– Herhangi bir yönde ilerlemeler yapan insanlar genel olarak halkın tam bir engellemesiyle karşılaşıyorlar.

– Toprağında büyük miktarda petrol var diye küçücük bir ulusun bu petrolden kendi keyfince yararlanması saçma şeydir.

– Dürüst insanlar köpeklere eziyet edilmemesini kınarlar. Fakat köpeklere yapılan eziyet, başka hiçbir eziyete benzemeyen bir zulüm gibi görülürse bu bağnazlıktır.

Yahudi aleyhtarlığı, hristiyanlıkla birlikte doğmuştur…Roma iktidarı hristiyanlaşınca Yahudi aleyhtarı oldu. İsa’yı Yahudilerin öldürdükleri söyleniyor, böylece Yahudilere beslenen hınç haklı hale geliyordu. Gerçek nedenler ekonomikti hiç kuşkusuz. Fakat herkes kendini böyle haklı gösteriyordu.

 

B.RUSSELL(Felsefe Kulübü/Oğuz Turgut)

– Ne kadar az bilirseniz, onu o kadar şiddetle savunursunuz.

– Akıllılar hep kuşku içindeyken aptallar küstahça kendinden emindir.

– Mutluluğun sırrı; dünyanın korkunç, korkunç bir yer olduğu gerçeğiyle yüzleşmektir.

– Kendi refahımızı, herkesin refahının güvence altına alınmasının dışında bir yolla güvence altına alamayız. Kendinizin mutlu olmasını diliyorsanız, başkalarının da mutlu olmasına rıza göstermek zorundasınız.

– Bir kasabın ekmeğe, bir fırıncının da ete ihtiyacı vardır. Bu nedenle kasapla fırıncının birbirini sevmesi için mantıklı bir neden vardır. Her ikisi de birbirine yararlı olur.

– Tek kitaplı adamdan kork!

– Eğitimin amacının zihinsel özgürlük olduğu bir dünya isterdim. Gençlerin aklını, onları bütün hayatları boyunca nesnel kanıtların oklarından koruyacak olan bir zırhın içine sokmamalı. Dünyanın açık kalplere ve aydın insanlara ihtiyacı var ve bunu statik sistemlerle elde edemeyiz.

– Ne yazık ki, çoğu insan daha önce mutlu olduğunu ancak mutsuzluğa düştüğü zaman anlıyor.

– Aşktan korkmak, yaşamdan korkmak demektir ve yaşamdan korkanlar şimdiden üç kez ölmüşlerdir.

– Manevi bir çöküşün en büyük belirtisi, kişinin yaptığı işin çok önemli olduğunu düşünmeye başlamasıdır.

– Eğitimin insanları, kanıtı olmayan önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı amaçlaması ilkelerinin, bütün dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa, bunun yalnızca aydın bir kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleştirilebileceğini söyleyebilirim. Aydın bir kamuoyu da ancak onun varolmasını isteyenlerin çabalarıyla oluşturulabilir.

ROGER GARAUDY “20.YÜZYIL BİYOGRAFİSİ”

Cumartesi, Ekim 16th, 2010

 

 

“Kendi inancının kendine özgülüğünü daha derinden kavramak, başka inançları daha derinden tanıyarak olabilir”.

“Marks’ın söylediklerini harfi harfine değişmez kanunlar gibi ele alan ve kuramları her yanlışlandığında da ek kuramlarla (ad-hock) yama yapan bugünkü marksizm, sadece bir doğa ve tarih felsefesinden ibarettir…Özgürlük adına milyonlarca insanı katleden, Stalin’in Sovyet marksizminin güç isteği ve büyüme modeli ise Batı ile tamamen aynıdır”.

“Hiçbir kilise bugün topluma bir ruh verme yeteneğine sahip değildir. Çünkü bugünkü hristiyanlık 17 yüzyıldır hastadır. Son iki yüzyılda Kierkegaard ve Blondel’le modern sorgulamasını bulmuşsa da onlar da hastayı iyileştirememişlerdir. Daha 3. asırda İznik konsiliyle, İsa’nın hakkı Sezar‘a verilerek politik ve ideolojik Konstantinciliğin afyonu haline getirilmiştir. Bu nedenle bugünkü hristiyanlık, İbrahimi gelenekten kopmuş ‘Filistinli hristiyanlık’ değildir”.

Batı, Heraklitos’tan sonra aşkınlık postülatını reddederek, sofistlerle birlikte ‘yeterlilik’ postülasını seçmiştir. Böylece Batılı insan tanrıyı reddederek ya da onu akla indirgeyerek ‘tanrı merkezli’den ‘insan merkezli’ tasarıya geçip kendini putlaştırmıştır. Artık herşeyin ölçüsü, insandır. Böylece Batılı paradigmada dinsel yobazlığın yerini bilimsel yobazlık alır. Tanrıyı kabul etmek ya da reddetmek, sözkonusu iki hayat biçimi veya iki toplum modeli arasında bir seçim yapmaktır. Böylece bilim bilimciliğe, teknik teknokrasiye, politika Makyavelizme, amaç yoksunluğu umutsuzluğa varan pozitivizme ve sonu herkesin herkesle savaştığı korku dengelerine varan bireyselciliğe dönüşür.

Batılı dünyamız yalnızca ateist değildir, çok tanrıcıdır da. Her birey ve her grup parayı, gücü, tekniği, cinselliği, ulusu, ideolojiyi, büyümeyi, kendi içinde bir amaç ve mutlak bir değermiş gibi görerek kendi arzusundan bir tanrı ediniyor. Kendisine hizmet edeni bağnazlaştıran ve parçalayarak yiyen, yayılmasına karşı gelen diğer bütün değerleri ve başka tüm insani varlıkları tepeleyen sahte, etobur bir tanrı.

   “Aşkın bir gerçeklik bulmak sözkonusudur. Fakat bu tanrı değil dünyadır” diyen Sartre‘la beraber Heidegger ve Husserl, katıksız içkin (immanent) olandan bir aşkınlık (trancendent) elde etmeye çalıştılarsa da bunu başaramamışlardır. Çünkü bu, insanın gölgesinin üzerinden atlamaya çalışmaktır.

“1968’e kadar herşey normaldir. Sistem iyi gitmektedir. İşsiz yok enflasyon azdır. Buna rağmen iki ay boyunca tarihimizin en büyük patlaması gerçekleşir ve milyonlarca çalışan grevdedir ve bütün üniversiteler kaynamaktadır. Karışıklık içinde yeni bir bilinç doğuyordu. İnsanın ezilişi ve yabancılaşması konusunda sistemin başarıları ve başarısızlarından çok, sistem daha tehlikelidir. Bu kökten değişimi, parti (Fransız komünist partis) inkar ederek orada anarşist olaylardan başka birşey görmez”.

“Tüm Batılı diyaloglardan uygarlıklar arası diyaloğa geçmek gerekir”.

“İslami yeniden doğuş, Batıyı ve geçmişi taklitten kaçınmakla mümkündür…İslamın geleceği, Batının geçmişi değildir…Batıyı taklit konusunda en kötü şey, Türkiye’de Ziya Gökalp‘in yaptığı gibi, modernleşme ile Batılılaşmayı birbirine karıştırmaktır”.

 

       (Bu yazı; çevirisini A.Zeki Ünal’ın yaptığı, benim de 1990 yılında tanıtım için yazdığım ve zamanın Girişim dergisinde yayınlanan yazıdan alınmıştır. A.Ağı)

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

EINSTEIN

Pazartesi, Mayıs 31st, 2010

    EINSTEIN:

 

– Ben, Spinoza’nın tanrısına inanıyorum.

– Olumsuz insanlardan uzak durun zira her çözüm için bir problemleri vardır.

– İki şey sonsuzdur birincisi evren, ikincisi aptallık. Birincisinden şüphem var ancak ikincisinden eminim.

             – Önyargıları yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur. 

– Ben atomu insanlığa hizmet için buldum, onlar bomba yapıp birbirlerini yokettiler.

– Üçüncü dünya savaşının hangi silahlarca olacağını bilmiyorum ama dördüncüsünün taş ve sopalarla olacağını biliyorum.

– Gerçek, bitmek bilmeyen bir illüzyondur.

– Eğer arılar yeryüzünden yokolursa, insanın sadece dört yıl ömrü kalır. Arılar olmazsa döllenme, bitki, hayvan, insan olmaz.

– Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık, bütün dünyanın sırrını öğrenmiş olurduk.

– Gerçeği aramak, ele geçirmekten daha değerlidir.

– Büyük güçlere sahip devletler olduğu sürece, savaş kaçınılmazdır.

– Bir hatayı iki defa tekrar etmeyen, kesinlikle mükemmel insandır.

– En değerli insan, alçakgönüllü olandır.

 -Algılayan insana karşı, bağımsız bir dış dünyanın varlığı bütün bilimlerin temelidir.

– Kütle, yoğunlaşmış enerjiden başka bir şey değildir.

– Devimli bir cismin kütlesi, devimiyle birlikte arttığına ve devinim bir enerji biçimi olduğuna göre, devimli bir cismin kütle artışı o cismin artan enerjisinden gelir. Açıkcası enerjinin kütlesi vardır:

“E = mc²”

– Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman arasındaki fark; sadece bir göz yanılmasından ibarettir.

– Özdek; varolan her şeyin temelidir. O, devim, zaman ve uzaydan ayrılamaz. O, kendiliğinden devingen ve gelişkendir.

– Bize akıl almaz gelen, gerçekte var. Doğanın sırlarının ardında anlaşılmaz, soyut ve açıklanamaz birşey duruyor. Anlayabileceğimiz herşeyin ötesindeki bu güce, saygı göstermek benim dinimdir.

– Tanrı, barbut atmaz. Evrende hiçbirşey tesadüfi, şans eseri değildir.

Ey fizik! Sen olmasaydın, tanrıya inanmayacaktım.

– Geleceğin dini, kozmik bir din olacaktır. Bu din, teoloji ve dogmalardan uzak olup, kişisel tanrıya üstün gelecektir.

– Bilimsiz din kör, dinsiz bilimse topaldır.

– Benim özel yeteneğim yok, sadece tutkulu bir meraklıyım.

– Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğim için başarıyorum.

– Güzel bir kızı öperken düzgün araba kullanan birisi, öpücüğe hakettiği dikkati vermiyor demektir.

– Hayalgücü herşeydir, bilgiden daha değerlidir. Hayalgücünüz, geleceğinizi belirler.

– Doğru olan her formül, içinde mutlaka estetik değer barındırır. 

– Hiç hata yapmayan insan, yeni birşey denememiş demektir.

– Başarılı olmak istiyorsanız, hatalarınızı üçe katlayın.

– Ben geleceği hiç düşünmem, ne de olsa gelecektir.

– Başarılı olmaya değil, değerli olmaya çalışın. Değerli olursanız, başarı kendiliğinden gelecektir.

– Hayatınızı değiştirmek istiyorsanız, önce kendinizi değiştirmelisiniz.

– Hergün aynı şeyleri yaparak, hayatının değişeceğini bekleyen kişi hastadır.

– İnsan aklın sınırlarını zorlamadıkça, birşeye erişemez.

– Kendi hayatına ve başkalarınınkine anlamsız gözüyle bakan insan, mutsuz olmakla kalmaz kolay kolay yaşamasını bile beceremez.

– Barışı baskılarla sağlayamazsınız ancak karşılıklı anlaşarak koruyabilirsiniz.

– Sadece “insan” olduğunuzu hatırlayın, geriye kalan herşeyi unutsanız da olur.

– Hayatı yaşamanın iki şekli vardır; ilki, hiçbir şey mucize değilmiş gibi diğeri ise her şey mucizeymiş gibi yaşamaktır.

– Dünyada bir tek çocuk bile mutsuzsa, büyük icatlar ve ilerlemeler yoktur.

– Evrenin en anlaşılmaz özelliği, anlaşılabilir olmasıdır.

– Sorunları, yarattığınız aynı düzlemdeki akılla çözemezsiniz.

ANONİM / 1

Çarşamba, Mart 31st, 2010

ÖZLÜ SÖZLER – ANONİM

 

– Yüreğiyle düşünen olmalısın, hayatı anlamlandırmak zor değil, zor olan; “sevmek ve üretmek”.

*

Çok uzun yaşarsan, sevdiklerinin seni birer birer terkettiğini görürsün!

*

 – Çocukların kalplerindeki “tanrı”, onların anneleridir.

*

– Çocuklarla filozoflar, birbirine benzer. Her ikisi de başkalarının ne dediğine bakmadan, direkt “nedir?” diye sorar.

*

Mutluluk isteyenlerin değil, hakedenlerindir.

*

Hayal etmek, bilgiden daha önemlidir. Bugün gerçek olanların hepsi, geçmişte en az bir kere hayal edilmişti.

*

Edebiyat, hayat eleştirisidir.

*

– “İnsan beyni” bizim anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, onu anlayamayacak kadar da “aptal” olmamız gerekirdi.

*

– Küçük beyinler “kişileri”, orta beyinler “olayları”, büyük beyinler de “fikirleri” tartışır.

*

– Kimi adamların “fikirleri” vardır, kimi fikirlerin de “adamları” vardır.

Mazeret terazisinin, tartamayacağı günah yoktur.

– Kendi yarattığı problemlerden dolayı mağdurmuş gibi davranan insanlardan uzak dur.

*

– “İktidar” “gelin” gibidir, kendine ortak istemez.

*

– Deveye sormuşlar, “inişi mi yoksa yokuşu mu seversin?” diye, o da “düzün suyu mu çıktı” demiş.

*

– Deveye sormuşlar, “boynun niye eğri?” diye, o da “nerem doğru ki?” demiş.

*

– Kurda sormuşlar, “boynun niye kalın?” diye, o da “kendi işimi kendim görürüm de ondan!” demiş.

*

– Gezen kurt, yatan kurttan daha iyidir.

– Kurt kocayınca, itin maskarası olurmuş!

– Ağacı kurt, insanı dert yer.

*

– Kartala, ok değmiş o da kendi teleğinden.

*

– At izi, it izine karışmış.

– Ata et, ite ot verilmez.

– Atın ölümü, arpadan olsun.

– Boş torbaya, kısrak gelmez.

– Dere geçerken, at değiştirilmez.

– Hızlı giden atın boku, seyrek düşer.

– Yumuşak atın, çiftesi pek olur.

*

– İte bak, yattığı yere bak!

– İt ite, it de kuyruğuna buyuruyor.

– Isıracak köpek, dişini göstermez.

*

– İti an, çomağı hazırla!

– İyi adam, lafının üzerine gelirmiş!

*

– Nerde birlik, orda dirlik.

– Nerde çokluk, orda bokluk.

*

– İki çıplak, bir hamama yakışırmış.

– İki gönül bir olunca, samanlık seyran olurmuş.

*

– El elin eşşeğini, türkü çağırarak arar!

 – Eşşeğin sevmediği ot, burnunun dibinde bitermiş!

– Eşşeği seven, ossruğuna katlanır!

 – Eşek ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır.

– Mektep cehaleti alır, merkeplik baki kalır.

– Eşşeğin hatırı yoksa, sahibinin de mi yok?

*

– Bir boklu dana, bütün sürüyü boklamaya yeter.

– El danasından, öküz olmaz.

– Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa!

*

– Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış!

*

– Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır.

*

– Yılanın başını, küçükken ezeceksin.

– Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın.

*

– Ya bu deveyi güdecen ya da bu diyardan gidecen,

– Deliye laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur.

– Elalem deliye hasret, biz akıllıya!

*

– Kasap “et” derdinde, koyun “can” derdinde!

– Her koyun, kendi bacağından asılır!

*

Cin olmadan, adam çarpmaya kalkar,

hakım” diyeceği yerde de “bokum” der çıkar.

*

– İşini bilmeyen çavuşlar, sıçar bokunu avuçlar.

*

Naz ile yetişenin, “mihneti” olmaz.

Mihnetin olmadığı yerde, “aşk” olmaz.

*

– Az verme “hırsız” edersin, çok söyleme “arsız edersin.

*

– Balık, baştan kokar.

– İmam “salarsa“, cemaat orta yere yapar.

*

– Kimi insanları tanıdıkça, büyüdüğünü görürsün,

kiminin de tanıdıkça, küçüldüğünü!

*

-Erkeği toklukta, kadını yoklukta, evladını yaşlılıkta, kardeşini mirasta, arkadaşını yolculukta, dostunu zor durumda tanırsın.

*

– Yüz verdik deliye, sıçtı geldi halıya!

– Birine kırk gün deli dersen, deli olurmuş!

*

– Acele giden, ecele gider.

– Acele işe, şeytan karışır.

*

– Kötü örnek, emsal olmaz.

– Teşbihte hata, olmaz.

*

– Sağır duymaz, uydurur.

– Kelin ilacı olsa, önce kendi kafasına sürermiş!

– Kel başa, şimşir tarak.

– “Kel” ölünce “sırma saçlı”, “kör” ölünce “badem gözlü” olur.

– Körle yatan, şaşı kalkar.

– Körler sağırlar, birbirini ağırlar.

 *

– İnsanoğlu çiğ süt emmiş kimse bilmez fendini, her kime iyilik yaptıysan ondan sakın kendini.

*

– Söylesem tesir etmiyor, sussam gönlüm razı gelmiyor…

– Doğruyu söylesem sizden, yalan söylesem Allah’tan korkuyorum, suskunluğum bundandır.

– Kem söz, sahibine aittir.

*

– Akacak kan, damarda durmaz.

– Bükemediğin bileği, öp.

*

– Her dağın, kendine göre “kar”ı vardır.

*

– Dayanma gücü, galip gelme gücüdür.

*

– Bir hayali olmayanın, “ideali” de olmaz.

*

– Benim ağzım sıkıdır, sadece “camiyle kahve”nin ortasında konuşurum!

*

– Ben herkese inanırım, sadece içindeki şeytana güvenmem!

*

– Şerim şerim, üstüne işerim!

*

– Öğrenci hazır olduğunda, hocası ortaya çıkar.

*

– Taşlanacaksam, ilk taşı “günahsız” biri atsın!

*

– Zulme karşı sessiz kalmak, zulümdür.

*

– Ne verirsen elinle, o da gelir seninle.

– Dünya hayatı; “darılma” değil, “dayanma” yeridir.

– Zaman; “hesaplaşma” değil, “helalleşme” zamanıdır.

*

– Dünya malı dünyada kalır, kefenin cebi yok.

*

– Ahlâksızlığın en kötüsü, “ahlâk” haline gelmesidir.

*

– İktidar olma hırsı, maneviyatı öldürür.

*

– Cinayeti işletemiyorlarsa, “şahit” yapıyorlar.

*

– Ne yaparsan yap, haddini bilerek yap ve sen haketmiş olma.

*

Şeytan, ayrıntıda gizlidir.

– Şeytan da kariyerine melek olarak başlamıştı ama şimdi sadece bir iblis.

En yalnız insan, kendisiyle geçinemeyendir.

*

Bilgelik, emekleyerek gelişir.

*

– Afaki meselelerde “sahil” yoktur.

*

– En tehlikeli yalan, içinde bir parça doğru olandır.

-Yalancının mumu, yatsıya kadar yanar.

– Bozacının şahidi, şıracı.

– Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz.

– Bilgi kutsal, “yorum” hürdür.

– Güneş, balçıkla sıvanmaz.

*

– Hatırda kalmaz, satırda kalır.

*

– Eden kurtulur, diyen tutulur.

*

– Etme bulursun, inleme ölürsün!

*

– Ne ekersen, onu biçersin.

*

– Hamama giren, terler.

*

– Bir adamı en çok, ya düğünde ya cenazede tanırsın!

* 

– Hayatta en çok neyi istersen, o şey olur.

*

– Olmayacak duaya, “amin” denmez.

*

– Herkes, istediği kadarını alır.

*

– Ehem, mühime tercih edilir.

*

– Herşeyi çözdüğünü sandığın an, yanılırsın.

*

– Sen önünü kış tut, bahar gelirse bahtına.

*

– Olağan olan kazalardır, facialar değil.

*

– Her arayan belki bulamayacak ama bulacak olan, mutlaka arayan olacaktır.

*

– Arayan belasını da bulur, mevlasını da!

*

– Yaşam öyle bir öğretmendir ki; önce sınav yapar sonra ders verir.

*

– İnsanları olaylar değil, olaylara getirdiği yorumlar incitir.

*

İnsan, en gelişmiş ilkel yaratıktır.

*

– Zor oyunu bozar.

İş bilenin, kılıç kuşananın.

*

– En iyi savunma, taarruzdur.

*

– İnsan, kaybedeceği şeylere, fazla bağlanmamalı.

– Yenildiğinde değil, vazgeçtiğinde kaybedersin.

*

– Acı bir son yaşamak, “sonsuz bir acı son” yaşamaktan iyidir.

*

– Uzak olan kardeşten, yakın olan “dost” daha iyidir.

*

– Bir insanın ölümünden daha kötü olan, “iki insanın” ölmesidir.

*

– Fazla merhametten, maraz doğar.

– Merhamet; acımak değil, anlamaktır.

– Dinlemek, sevmektir.

*

–  İnancın, vicdanın kadardır.

*

– İnsanları, vicdanları ile cüzdanları arasına sıkıştırmak zulümdür.

*

– Herkes Hz.Ömer‘in adaletini istiyor ama kimse onun gibi yaşamak istemiyor.

*

– Barışmasını bilmeyen, kavga etmesin.

*

– Gülü seven, dikenine katlanır.

*

Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz.

*

Ahlâk; daha çok orta sınıfın uyduğu, çok zengin ve çok yoksulların ise bazen uydukları kurallardır.

*

– Azgelişmiş, yoksul ve yoksun bırakılmış toplumların da kendine özgü bir faşizmi vardır.

*

– Herkes, yargı bağımsız” olsun diyor ama kimse “tarafsız” olmasını istemiyor.

*

– Eğer bir “cezaevi” varsa, içinde kim olduğunun bir önemi yoktur.

*

Masumiyet yargılanamaz.

*

Doktor hata yaparsa bir kişi, hukukçu hata yaparsa herkes zarar görür.

*

– Terzinin hatasını ütü, ahçının hatasını maydonoz, doktorun hatasını ise toprak örter.

*

– Korkaklar hergün, cesurlar bir kere ölür.

*

Korkularımız, arzularımızdır.

*

– Korkunun ecele faydası yok.

*

Korkak insan; konuşması gereken yerde susan, susması gereken yerde de konuşandır.

*

İhtiyaç, korkakları cesaretlendirir.

*

– Dilde bir ejderha gizlidir, kan dökmeden öldürür.

*

– Zihnimin kapıları açıldıkça, yalnızlığım artıyor.

*

– Söyleme sırrını dostuna, o da gider söyler dostuna.

*

– Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!

*

– Nasıl yaşarsan, öyle de ölürsün!

*

– Hayat, kurallarını tanrının koyduğu bir oyundur!

*

– Tanrı akıllıları kendine dost, aptalları ise kul olarak yaratmıştır!

*

Olaylar insanların dışında gelişir, insanlar sadece olaylar karşısında verdiği tepkilerden sorumludur.

*

Tanrı düşüncesi, ilkel toplumlarda bilgeliği temsil eder.

*

– Şeyh uçmaz, mürid uçurur.

*

– “Ama”dan önceki herşey ya önemsizdir ya da yalandır.

*

– Bir memleketin sonunu hazırlayan, kabiliyetsiz muktedirler ile kifayetsiz muhterislerdir.

*

Diktatörlerden en büyük zararı; onu sevenler, ona ençok destek verenler görür.

*

– Aptallar söylediklerine, akıllılar söylemediklerine pişman olur.

*

Akılsız dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun daha iyi!

*

– Davacının akılsızı, mübaşire anlatır derdini.

*

– Zekâsını farkeden için en büyük zaaf, şımarmasıdır.

*

– Biz kuşbakışı diyoruz, o kuş gözüyle görmeye çalışıyor!

*

İyimserler her felaketi bir “fırsat”, kötümserlerse her fırsatı bir “felaket” olarak görürler.

*

– Ne kadar geriye bakabilirseniz, o kadar ileriyi görebilirsiniz.

*

Ekonomi, iktisatçılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.

*

– Onlar paralarını, ben anılarımı biriktirdim.

*

Az para dövüştürür, çok para seviştirir.

*

Tecrübe, yediğin kazıkların toplamıdır!

*

– Aklına satmayı koyanlar, alıncaya kadar ya ürünü değiştiriyor ya bizi.

*

Sabır acıdır, meyvası tatlıdır.

*

Beklemek, kavuşmaktan iyidir.

*

Vuslat ertelendikçe, şehvet artar.

*

Umut ertelendikçe, yerini işkenceye bırakır.

*

Nostaljinin fazlası, gelecekten kopmadır.

*

Karakter olduğun, itibar sandığın şeydir.

*

Dahilik ile delilik komşudur.

*

– Elinde çekiç olan, her şeyi çivi zannediyor.

*

– Gecenin en karanlık olduğu an, sabaha en yakın olduğu zamandır.

*

DENEMELER -1 (AHMET AĞI)

Perşembe, Mart 25th, 2010

   DENEMELER – AHMET AĞI

   “Her din, bir tanrı anlayışı her tanrı anlayışı da bir varlık anlayışıdır. İOANNA KUÇURADİ

 – Kuantum fiziğine göre, “evren; bir enerji okyanusudur.” Buna göre bu okyanusta,  her şey birbiriyle etkileşim halinde olup, hem tek başına hem de herşeyle birlikte var. Yani tek bir vücutmuş gibi. Etkileşimin yoğunluğu ise uzaklık ve yakınlığa göre. “Bilinç” maddeye, “madde” de bilince etki ediyor. “Madde” dediğimizse, Einstein‘ın ifadesiyle “yoğunlaşmış enerji”den başka birşey değil. 

  Bu enerji okyanusunda her şey hem “ezeli” hem de “ebedi”dir. Sürekli “sonsuz çeşitlilikte”, “sonsuz biçimlere” dönüşmekte, “sonsuz ölümü”, “sonsuz dirilişler” kovalamakta. Enerji ne artıyor ne de eksiliyor, sürekli değişim ve dönüşüm halinde. Ölüm dediğimiz ise, bir varoluş formundan diğerine geçiş…

  En küçük birimler bir araya gelerek bir sistemi, sistemler de bir araya gelerek daha büyük yapıları oluşturmaktadır. Herşey hem kendi içinde bir sistem hem de daha büyük bir sistemin parçası olarak var. “Sistem” demekse, büyüklüğüyle orantılı bir aklın ortaya koyduğu organizasyon, kaosu sürekli düzene sokan mekanizma. 

  Herşey hem tek başına var hem de herşeyle içiçe, bir bütünün parçası olarak var.

  Bir damla, “okyanus” değildir ama okyanus damlalardan oluşur. Bir atom, “dünya” değildir ama dünyayı atomlar oluşturur. Aynı şekilde bir hücre de “insan” değildir ama hücreler bir araya gelip “organları”, organlar da “bir insanı” oluşturmaktadır.

 Hepimiz, okyanustaki bir sal misali  bu küçük dünyanın bir parçasıyız. Ve bu dünya, başka bir gezegenin cehennemi olabilir mi? Yoksa, yeni dünyalar bulmak için bir başlangıç mı?  

 Her ölüm, “dünyanın rahmine” düşen bir “tohum” olarak, yeniden hayat bulmaktadır. Sihirbazın şapkası gibi, şapkanın içine giren herşey başka birşey olarak yeniden varolmakta.

  Dünya “galaksimizin”, galaksimiz ise “evrenin” bir parçası, ya ötesi? “Hücreler”, düşünen bir birlik olarak “bizi” oluştururken, “bizler” hangi birliğin hücrelerini oluşturuyoruz? Tüm insanlık, “dünyamızın beyin hücreleri” olabilir miyiz?  

  Bütün insanlık tarihi, nasıl bir bütünün parçası olduğumuzu anlama çabasıdır. Şu kadarını söyleyebiliriz ki; sonsuzca bir varoluş ve aklın, küçük bir parçası olarak varız.

***

  İnsan, tanrının taklitçisidir.” Onu en iyi anlayacak olanlar, onun gibi davrananlar olacaktır.

  “Tanrıya inandığını” söylemekten daha önemlisi, onun gibi davranabilmektir. Ona benzeyen, onun gibi davranan insan, “birey”dir ve tüm yaptıklarından sorumludur. Kutsal kitaplara göre de yaratıcı, insanı “kendi suretinde” yaratmıştır. Halife olmak da “özgür iradeye” sahip olmaktır. “Suçların en büyüğü” ise iradesini tamamen bir başkasına “biat” ederek devretmektir.

 Kutsal kitaplara göre tanrı, “mutlak” ve “özgür” bir irade olarak, iyiliğin yanında, tüm kötülüklerin ise karşısında olduğunu söylüyor. Buna göre, her kim aynı ahlak anlayışına sahipse tanrıyla aynı saftadır. Velev ki, O’nu inkâr ettiğini söylemiş olsun. Buna göre, “güzel ahlaka” sahip herkes de O’nunla beraberdir.

 “Birey” olmadan, “tanrı” anlaşılmaz. Birey olmadan, “sorumluluk” da olmaz. Cemaatler, halife olmak yerine sorumluluk almayıp, tümüyle başkasına “biat” edenlerden oluşan, organizasyonlardır.

– Aslında “biat kültürü” dine değil, siyasal iktidarlara özgüdür. Çünkü dinin özünde insan, “halife” (özgür iradeye sahip olan) olduğundan, “kula kulluk” yoktur. Siyasal iktidarlar ise kitlelere hükmetmek adına, kendilerine tam bir “itaat” yani“biat” isterler. Bu amaçla, cemaatlerin insanlar üzerindeki etkisinden yararlanarak öyle ya da böyle cemaatleri de kendi kontrolleri altında tutarlar.

 “Cemaat” olmanın amacı, merkezdeki kişi ya da kişilerce insanlar üzerinden güç devşirmektir. Diğer baskı unsurları arasında, bir baskı grubu haline gelmek, gücün sağladığı menfaatlerden yararlanmaktır.

 Tanrıya daha yakın olacağınıza inanıyorsanız; onun hoşuna gideceği için değil, doğru olduğu için yapın. Ve onu daha iyi anlamak istiyorsanız, onun gibi düşünerek davranmalısınız. 

 – Eğer tanrı, insanı “kendi suretinde”  yaratmışsa (kendi ruhundan üflemişse), insanın  ona inanmasından çok, onun gibi özgürce davranmasının zorunluluğundan bahsedilebilir.

   İşin hülasası; insanın “tanrıya inanmasından” çok, “tanrılaşması” önemlidir. Peki “tanrı varmı dır?” diye sorarsak; gerçek, bizim “tanrı” kavramımızdan çok daha fazlasıdır. 

  Herşey hem tek başına hem de herşeyle birlikte, içiçe ve zıtlarıyla beraber var. Dışardan içe etki eden, içerden de dışa yayılan, sonsuz çeşitlilikte sonsuz biçimlere dönüşen, ezelden ebede sürekli bir devinim. 

  İnsan dünyada, dünya galakside, galaksiler evrende…nasıl başlıyor ve nerede bitiyor, belki başlangıç ve son da yok! Bütün bu olup bitenleri, “kuantum mekaniği” ile açıklamak daha olası görünüyor fakat her zaman şaşırmaya da hazır  olmalı.

***

  “Her şeyin bir nedeni vardır”, ifadesi aslında varolanı açıklamaya yönelik temel bir paradoksdur.

  Şöyle ki; “bir ilk nedende durmazsak, her şeyin bir nedeni olmaz, durduğumuz da ise nedensiz olan bir şeyi kabul etmiş oluruz.”

  Tam da bu noktada “tanrıya” yer açılmakta, ilk nedenden soyut bir varlığa geçiş yapıp, “sonsuz”, “öncesiz” ve “sonrasız” gibi hafsalamızın almayacağı metafizik kavramları kabul etmiş oluyoruz.

   Kozalite (neden – sonuç) ilişkisi, bilimselliğin aksine bizi dogmatik bir ilişkiye götürmekte. Bu durum, Thomas Kuhn’un ifadesiyle, bilimin temelindeki “us dışı” şeydir.

   Bu mantıkla, bu bilim anlayışıyla, varolmanın ne demek olduğunu anlamamız olası görünmüyor.

   Umuyorum ki, Cern’deki muhteşem deneyden elde edilecek bulgular, bizi bu konuda bir paradigma değişikliğine götürecektir.

***

  – Varlığı açıklama gayreti, sonuçta hep metafizik önermelere dayanmaktadır. Ancak yine de elimizdeki en sağlam yöntem, bilimsel  bulgulardan hareketle  öndeyide bulunmak.

  Bir takım kabullere dayalı ispat çabalarıyla, birşey ne varolur ne de yok olur.

 – İlk olanı ezeli kabul ettiğinizde, sonrakilerin hepsini de ezeli ve de ebedi kabul etmiş olursunuz.

***

 – Epistemolojik olarak varlık alanını; “bilgi” ve “inanç” alanı diye ikiye ayırmak da bizi, “ontolojik dualizme” götürür.

 “Tanrı” tanımı gereği, “zaman ve mekan”la sınırlanmamak adına hiçbir soyutlama kabul etmez.(Oysa her şeyden soyutlayarak kabul ederiz onu) Bu da bizi, her şeyin tanrısal olduğu sonucuna götürür. Ancak bu sonuç; “tanrı, mutlak iyiliktir”  ifadesiyle çelişir.

  Panteist, vahdet-i vücutcu “tanrı anlayışları”, ontolojik olarak ne kadar tutarlı görünse de; bu anlayış bizi, kötülükleri de içinde barındıran, Max Scheler’deki gibi “kötülükleri altederek gelişen, oluşum halinde bir tanrı” anlayışına götürmektedir. “Başlangıçta mükemmel olmayan, giderek mükemmelleşen bir tanrı (!)”

  Dualite ontolojik değilse, hepimiz “tanrı”, hepimiz “kul” ve hepimiz de “günahkarız” demektir. Öyleyse  “yargılayan ve yargılanacak” olan kim?

  Farklı ontolojik alanlar var dersek, bu kez de tanrıyı sınırlamış oluruz.

  Görüldüğü gibi bu mantıksal yaklaşımlar ne bilimi ne de tanrıyı kurtarmakta. Kesin olan şu ki, yeni bir paradigmaya ihtiyacımızın olduğudur.

 “Ontolojik dualizm” (iki ayrı varlık alanı), tek “bir sonsuz” olduğu fikrini yadsır. Oysa Zenon‘un da dediği gibi “iki sonsuz olmaz, bir yerde gelip kesişeceklerdir.

 Tanrı düşüncesi, “sonsuz” kavramı açısından da paradokstur. Şöyle ki; tanrı sonsuzsa “kendilik bilinci” olmaz, sonluysa da “kuşatılmış” demektir.

 – Dualite ontolojik değilse, tek “bir sonsuz” varsa ve hem doğadan hem de tanrıdan bahsediyorsak, her ikisinin de “aynı” olduğunu kabul etmemiz gerekir.

  Nihayetinde bu yaklaşımların hepsi, “spekülatif düşünceden” ibarettir.

***

 – Tanrı; “doğanın nedeni” ise doğa da “tanrının nedeni” olmalıdır. Eğer bir birlikten sözediyorsak.

  “Doğanın nedeni; tanrıdır, tanrı ise kendi kendisinin nedenidir”, dediğimizde tanrıyı açıklayamadığımıza göre aslında hiçbir şey açıklamış olmuyoruz.

  Doğayı “tanrıyla” açıklarken, tanrıyı açıklamak istemeyişimiz niye? Bu duruş, bilme arzumuza gem vurabilir mi? Bana kalırsa gem vurmak bir yana, araştırma isteğini daha fazla motive etmektedir.

 “Tanrı, hem doğadır hem de daha fazlasıdır” demek, belki “vahdet-i vücutçu”, “panteist” felsefeleri açıklar ama doğa ile özdeşliği, özgürlük ve etik açısından çelişki yaratır.

***

 –  Sonsuzlukta her varoluş, yeni bir başlangıçtır ve onunla kıyaslandığında hiçbir şey büyük değildir. 

“Herşey zıddıyla var.” “Hayat ve ölüm”, “varolmak ve olmamak”…hepsi aynı oluşun iki yönüdür. Tarih, formun, biçimin tarihidir; sonsuz çeşitlilikte sonsuz biçimlere dönüşen “özdeğin formel tarihidir.” Varoluşun “negatif” hali, yeni bir forma geçiş durumudur.

  Şimdi olan, ezelden ebede bir döngü içinde, bir varoluştan diğerine durmaksızın dönüşmekte. 

  Her varoluş biçiminin bir başlangıcı ve sonu varken, “varolma enerjisi” sayısız varoluş biçimlerine dönüşmektedir.

  Buna göre, “varolmak, sonsuzluktur.”

 Sonsuzluk”; başlangıcı ve sonu olmayan!

 Peki, başı sonu olmayan, oluşu nasıl başlatıyor?

 Varolmanın, tek bir boyutuna yönelik bir mantıkla bunu anlamak, olası görünmüyor.

 Öyle görünüyor ki “varolmak”, ne ilk nedenlerini bilebileceğimiz ne de son prensiplerini kestirebileceğimiz bir süreç. Bu nedenle, varlık hakkında “kesin yargılar” yerine, “olanaklı bilgiler”den yana tavır almak daha mantıklıdır.

 ***

 – Odağında “insan” olan, insanın “dilinden ve elinden” çıkan her şey, tarihsel kültürün bir parçasıdır.

 Din, bilim, felsefe, sanat… gerçeği farklı yöntemlerle birer kavrama çabasıdır. Bu bilme etkinliklerince elde edilen sonuçların, tüm gerçekliğin kendisi veya tam bir ifadesi olduğunu söylemekse, boş bir iddaadan öte bir anlam taşımamaktadır. Her bilme etkinliği, kuramının yanlışlanması halinde daha kuşatıcı yeni bir kuramla kendisini geliştirmektedir.

 Kültürel gerçeklik”, “insani gerçekliğin” bir ürünüyken, insani olanın da daha büyük bir gerçekliğin sonucu ve bir parçası olduğu ortadadır.

 Kültürel olan, “ussal” olandır. Bu sonuç aynı zamanda, insansal olanı başlatan nedenin de “ussal nitelikler” ve daha fazlasına sahip olduğunun bir göstergesidir.

 Kültürel gerçeklik; çevrelenmiş olduğu dış gerçekliğin kendisi değil, onu anlamaya, kavramaya yönelik insansal başarılardır. Ve onu anlamaya yönelik, atmış olduğu adımların tutarlılığı oranında da yeryüzündeki medeniyetini daha fazla hakim kılmaktadır. 

 ***

Evrensel yasa, ifadesini evrensel düşüncede bulur.

Düşünmenin yasaları, doğanın yasalarıyla çelişen değil onunla örtüşen yasalardır.

 – Her türlü “yabancılaşmadan” kurtulup kendinize döndüğünüzde, varlığın sizinle konuştuğunu duyarsınız.

 – Her türlü “öze dönüş” meditasyonu, bir ibadettir.

 Baskıcı bir din anlayışı; insanın tanrıya karşı kendisine yabancılaşmasıdır.

 – Bir “inancın tutucusu” ile “bir fikrin tutucusu” arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de dogmatik ve fanatiktir.

 – Varlık anlayışınız nasılsa, mantığınızda ona göre kurulur.

 – Gerçekte olan “çelişmezlik mantığı” değil, “çelişki mantığı”dır. Herşey zıddıyla beraber var.

 – İnsani aklını, tüm alemde “evrimin son aşaması” ve “tek akıl” olarak görmek, olsa olsa safdilliktir. Evrende “bir akıl” varsa ki var, bu başka türden akılların da olduğunu ve olabileceğini gösterir. “Evrensel mekanizm”, “yasalı oluş” aklın bir göstergesidir.

 – En küçük varolma güç ve yeteneği bile, olağanüstü bir aklın ve bilginin sonucudur. Vorolmanın başlangıcı ve evrenlerin evrimi için gerekli aklı ise insan zekasının ifade edebilmesi imkansızdır.

 Vaolmak; akıl, bilgi, güç ve yetenektir.

***

 – Sonuç öncüllerden çıkar. İlk söylediklerinizle, son söyledikleriniz tutarlı değilse, uyduruyorsunuz demektir.

 Her varlık felsefesi, bir metafiziktir.

 – İnsanlar sadece “bildiklerinden” değil, “anlayabileceklerinden” de sorumludur.

Gerçeğin hakikatleri kavramada, totemlerle değil, akılcı ve gerçekçi olunmalıdır.

 – Bir insanda felsefe, varoluşunun anlamını aramakla başlar.

 

İBRAHİM KİRAS, “POET İS PRIEST”

Çarşamba, Eylül 30th, 2009

  

SEZAİ KARAKOÇ:

MONNA ROSA

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan…
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi..
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.

Açma pencereni, perdeleri çek
Monna Rosa, seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Monna Rosa, ben öteliyim…
Açma pencereni, perdeleri çek.

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.
Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları…

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar… Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler…
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.

Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!

Monna Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

///

Sezai Karakoç’un bu şiiri, üniversitedeyken aşık olduğu okul arkadaşı, Muazzez Akkaya’ya yazdığı söylenir. İlanı aşk da yapar ancak reddedilir ve çok üzülür.

Okullar tatil olur ve Muazzez Hanım Geyve´de yazlıklarında kalmaya başlar. Sezai Karakoç’ta tam karşısındaki yazlığın bahçesinde, bahçıvan olarak çalışmaya başlar. Her gün, karşılıksız sevgi duyduğu sevgilisini seyreder. Ona şiirler yazar. “Monna Rosa” şiiri, Muazzez Akkaya’nın isminin baş harflerinden ortaya çıkar yani akrostiştir.

Okul biter ve mezuniyet töreni olur ve o törende Sezai Karakoç, ”Monna Rosa” şiirini okur. Muazzez Akkaya ise tam karşısındadır. Şiiri bittikten sonra bir alkış tufanı kopar. Herkes bir daha okuması için ısrar eder ve tam 3 kez, bu şiiri ard arda okur. Sahneden tam ineceği sırada, Muazzez Hanım koşarak yanına gelir ve ona hala teklifinin geçerli olup olmadığını sorar. Sezai Karakoç, “senin aşkın artık benimkine yetişemez” der ve hayır cevabını verir. Muazzez Hanım bayılır. Sezai Karakoç da hiç evlenmez.

*******

*******

  POET İS PRİEST ( ŞAİR BİR RAHİPTİR)

 

  İnsan annesini sever ve tanrıya inanır

  bir orta noktası yoktur dünyanın

  garip şekiller çizilebilir

  değişim bir yerde mutlaka gereklidir

  su beyaz ama yalnız beyaz değil

  yanında ötekiler var

  yeryüzü dar dünya küçük mü neymiş

  herkes sefer tasını alsın

  bozuk paralar hazır olsun diyorlar

  sen mi konuşuyorsun kim konuşuyor

  benim bildiklerimi de sen bilmiyorsun

  ben boşlukları dolduruyorum

  …………….

  bazı boşluklar dolmuyor

  üstünü çizdiğim yerler doğruymuş

  mesela Türkiye’yi kimse sevmiyor

  çünkü Ginsberg yalancının tekidir

  (ama o kadar yalanı boşa mı söyledi?)

  sevgilini dağa kaldırmış haydut bile gelsin

  ona da güleryüz göstereceksin

  felsefesinden hareket ediliyor

  ölü kırlangıçlar bulunuyor yolda

  insan gülerken gömecek sevdiğini çukura

  nasılsa her şey bir gök altında

  bir gökyüzünde güleryüz gösterir

  ışık kırılır…toprak ağırdır…su beyaz

  başkası nereye kadar gitmişti

  oraya kadar gösterdin bana

  herkesin kendi elinde tuttuğu kağıtları

  yanındakine göstermeden okuması

  zor biliyorsun ama ben bilmiyordum

  nasıl duruyor yerli yerinde

  diye bir soru sormuştuk bir kubbenin altında

  belki kendime doğru bir konuşsam

  bir yerde sakallarıyla Fidel

  bir yerde sakallarıyla imam

  ve Kaddafi rengi gözlerin senin

  nereye doğru bakacaklar?

  diye de sorulabilirdi

  şimdi yalnız soruları kaldırsam

  kendimi görebilirim yalnız

  çığlıklar atarak geçen gençliğimi

  bile bir yere kaldırıyor sorular

  orada o var sen varsın

  burada kendini ayıklayan ben

  yine de kaçmıyorum

  sığınacak bir yer de aramıyorum

  bir hain var aramızda ona yer açıyorum

  ne de olsa sonsuza kadar ihanete açığız

  artık soru da sormuyorum

  artık iyice anladım

  insan yalnız annesini sever

  ve tanrıya inanır yalnız

                                        

    İBRAHİM KİRAS

LUDWİG FEURBACH

Pazar, Haziran 28th, 2009

MATERYALİZM:

 

LUDWİG FEURBACH (1804-1872)

 

Temel eseri; ‘Hristiyanlığın Özü’.

 Başından beri ataeist bir tutum içindedir. Din ve tanrı konusu temel uğraşı alanıdır. Bir ara Hegel’in etkisindedir ancak felsefi spekülasyonu çok çabuk bırakır.

 Onun için önemli olan; insandır. Mutlak geist ise insanla alakası olmayan, insana yabancı bir şeydir. Ona göre mutlak geist fikri, dine paralel olarak ortaya çıkmıştır. Hegel’in mutlak felsefesi; spekülatif bir teolojiden başka bir şey değildir. Hatta daha iler giderek; ‘mutlak felsefe’ hakkında ‘mutlak ahmaklığın felsefesi’ der.

 Ona göre felsefe, bu sarhoşluktan ayılmalıdır. Artık spekülatif felsefe kapanmalıdır. Çünkü bu, teolojiden başka bir şey değildir.

 Feurbach, felsefesinin temelinde; tanrısal bir hareket etmeme kararlılığı vardır. Felsefe bir tek şeyden yola çıkabilir; o da insandır; insanın doğa içindeki somut varlığından. Ona göre insan için ilk nesne yine insandır. İnsan kendisi için tüm gerçekliğin ölçüsüdür.

 Felsefenin konusu; tanrı değil, insan olmalıdır. Asıl gerçeklik; şimdi ve burada olan insandır.

  İnsanı insan yapan ise duyusallığıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran aklı değildir. Bu akıl, her zaman spekülatif eğilimleri olan akıldır. İnsan aklı yüzünden bu çıkmaz sokağa girebilir. Bu nedenle insanı insan yapan akıl değil, duyusallıktır. Duyusallık; hakikatin ve gerçekliğin yeridir. O hiçbir zaman spekülasyona girmez. Feurbach, duyular üstü olanı reddeder, duyuların ötesine geçmez. Bu da onu ateist yapar. Ona göre Hegel’in yaptığı, insanın dışında varolduğu sanılan hayalet/mutlak geist, zorlamayla yapılmış bir soyutlamadan başka bir şey değildir.

 Felsefe, gerçek olmak istiyorsa kendini sonlu insanla sınırlandıran, ateist bir felsefe olmalıdır. Ona göre, hristiyanlık çöküş içinde olan bir dindir. Hristiyan olmayan bir felsefe zorunludur.

 Feurbach, insanın neden inandığını antropolojik olarak açıklamaya çalışır. Bunun içinde dini tanrıya değil, insana indirgeyerek açıklar.

 Ona göre tanrı, insanın tasarımlarında, hayal gücünde vardır. Yoksa trancendent bir tanrı yoktur. İnsan özüyle ilgili tasarımlarını dışa vurup tanrılaştırır.

 ‘Tanrı insanın dışa vurulmuş kendiliğidir’. İnsanın kendinin idealleştirilmiş halidir. O tanrıyı, insandan yola çıkarak açıklamaya çalışır. İnsan, kendindeki tanrı idesini idealleştirerek ortaya koyuyor. İnsan her şeyi bilmediğinden bunu idealleştirip tanrıya atfediyor. İnsan kendini nasıl görmek istiyorsa bunu tanrıya atfediyor.

 İnsan neden kendisine trancendent bir alan yaratıyor?

 Feurbach, bunun nedenini insanın biyopsişik varlığında bulur. Ona göre insan, kendinden üstün her şeye bağımlı olmak, saygı duymak ve emin olmak ihtiyacındadır. Aslında insan, kendinden üstün bir şeyi yaratıyor ve saygı duyuyor.

 Oysa insanın asıl bağımlı olduğu tanrı değil, doğadır. Doğa:

1-İnsanın kendi içindeki doğa, 2-Kendi dışındaki doğa.

İnsanın kendi dışındaki doğa bir gerçeklik. Oysa insanın kendi içindeki doğa, arzuları, istekleri olan bir doğa. İnsan doğayı kavradığında sahte bağımlılıklardan da kurtulacaktır.

 İnsan, mutlu olmak ihtiyacında ve bu ihtiyacına erişmek içinde aşkın bir varlık arayışında. İnsan bu yüzden bencil bir varlık; kendisiyle hesaplaşmasında aşkın bir varlığa ihtiyaç duyuyor.

 Feurbach; Hegel’in söylediği ‘ruhun bedeni bilinçli olarak belirlediği’ni kabul eder ancak ‘ruh da bilinçsiz olarak beden tarafından belirlenir’ der. Ona göre, din ve felsefedeki sonsuzluk, sonlu ve duyusal olarak belirlenmiş bir şeyin mistisize edilmiş halidir.

 Felsefenin başlangıcı ne tanrı ne de varlık olabilir; başlangıç sonlu ve duyusal olandır.

 Tanrı, insanın en yüksek yere konmasıdır. Devleti kuran ve tarihi yapan sadece insandır. ‘İnsan insanın tanrısıdır’. Feurbach, ilk tutarlı tanrı tanımaz filozoftur. Antropolojik çıkış noktası; insandır. Teoloji dediğimiz alanın sırrı, insandan çıkmadır yani antropolojiktir.

GABRİEL MARCEL

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

                  

 

1929’da Katolik inancını seçmiş ve ona bağlanmış, tanrı tanıyan bir varoluşçudur.

Diğer varoluşçular gibi edindiği problem; insanın yabancılaşmasının, törpülenmesinin, kitleler içinde kaybolmasının önüne nasıl geçebilir?

Marcel’e göre paramparça bir dünyada yaşamaktayız. Dünya, insanların toplumsal yaşamda gittikçe daha fazla işlevleri olan bir dünya haline gelmekte. İnsan sosyal yaşamda bir vida haline gelmiş. İnsanlar, istatiksel sayılar haline getiriliyor. Böyle bir dünyada sahip olmak, varolmaktan daha önemli hale getiriliyor. Herkes belirli işlevlere, mala-mülke sahip.

Marcel, sahip olmayı ikiye ayırıyor:

1-Mal, mülk sahibi olmak.

2-belli bir niteliğe (acıya, neşeye) sahip olmak.

Sahip olmanın, yabancılaşmanın asıl kaynağı; gerçekte bizim sahip olduklarımız aslında bize sahip.

Sürekli sahip olma yolunda olanlar, sahip oldukları şeyler tarafından hapis ruhlu insanlar oluyorlar. Bu insanlar diğer insanların farkında olmayan insanlardır. Böylece bu insanlar varlık kaybına uğramaktadırlar. Marcel buna, ‘ontolojik azalma’ diyor. Bu insanlar aslında yokturlar. Bunlar sürekli senin için ne yapacaklarını konuşurlar. Tehlikede olduğunda ise senin tanımadıklarını söylerler. Aslında yaşadığımız dünya, bir ihanet dünyasıdır.

İnsanlar varlığı yitirdiler ve ontolojik azalmanın acını çekiyorlar. Varlığı isteme, varlığı arzu etme hisleri var. Marcel buna da, ‘ontolojik gereksinme’ diyor.

Özlerini yitirmiş insanlar varlığı istiyorlar, sorun burada. Ontolojik gereksinme olmama durumundan kaynaklanıyor. Ve bu ‘olma’ durumuna işaret ediyor. İnsanlar arası bir ilişkinin bir özelliğine işaret ediyor.

Benimle aynı uzantıda olan insanlar orada olmayabilir ama başka bir kıtadaki insan ise olabilir.

Sadakat; ihanetin, umut; karamsarlığın, yanında olma; olmamanın yerini almalı. Bu aynı zamanda hristiyan Marcel’in, umut görüşünü oluşturuyor.

Buraya kadar Marcel, çağın durumunu ortaya koyuyor. Peki bu durum, umuta nasıl dönüşecek?

Marcel felsefeye, ‘ontolojik sır’ kavramını kazandırıyor. Ve bu kavramı ikiye ayırıyor; ‘sorun’, ve ‘sır’.

Sorun; önümde duran ve bana yabancı olan bir şey.

Sır; benim içimde olan ve bu nedenle de bütünlüğü ile benim karşıma konulamayan şey. Ben nasılsam, içimdeki sırra örülmüş biçimdeyim. Önemli olan, sorunu aşmak ve sırra doğru yol alabilmek.

Sır; insanın içindeki varoluşu. Bunun sözcüklerle ifadesi imkansız.

Gerçek sır; hiçin olmaması, varlığın olması. İşte bu meta problem.

Marcel bu problemi, ‘cogito’ gibi açıklıyor. İçimde sır olarak bulunan varlığa baktığımda, şüpheye maruz kalacak hiçbir şey görmeyeceğim. Marcel işte burada, ‘cogito ergo sum’ yerine ‘credo ergo sum’ yani ‘inanıyorum öyleyse varım’ önermesini koymak gerekir diyor. ‘Ben düşünüyorum’ yerine ‘biz düşünüyoruz’. ‘Ben varım’ insanlığı yalnızlığa sürüklemektedir.’İnanıyorum’, ‘biz düşünüyoruz’ ise insanları yalnızlıktan kurtarmaktadır.

Amaç; kolektifliğe karşı topluluk içinde özgür insanları kurtarmak.

Marcel’de varolmak, kendi kendine ve dünyayla, diğer insanlarla iletişimde bulunmaktır. İnanç; tanrıya, başka insanlara duyulan inanç, sadakat. Bu inanç, insana umut getirir. Bu umut da insanı ,kelepçelerden ve zaman-mekandan kurtarır. Böylece Marcel’in felsefesi ‘umut felsefesi’ne dönüşür.

Aslında varoluş tek başına değil, başka varoluşlarla birlikte olmakla olur. Bu da sevgi ile olur. Sevgi temelinde bir arada olmak.

Yaşadığımız dünyada birlikte olmak, birbirine sahip olmak taşlaşmış bir şekilde ortaya çıkıyor. Marcel buna ‘el koyucu sevgi’ diyor. Bu sevgi, kendine bağımlı kılmak için, bu sevgide ‘karşılıklılık’ gelişmez. Nesnel bir ‘o’ olur. Bu ‘o’ değiştirilebilir, karşılaştırılabilir.

Sevilenin değeri, sahip olanın çıkarına bağlıdır. Sahip olan onu kullanır. Çünkü merkezde, sen yok ben var.

Bu el koyucu sevgi; karşılıklı fedakarlığı ortadan kaldıran bir sevgidir. Sen yok, nesnel bir o var. Bu yabancılaşmış bir sevgidir.

Yabancılaşmamış sevgi, ‘adayıcı sevgi’dir. Koşulsuzluk, bu sevginin en önemli özelliği. Sen’e kendini koşulsuz olarak adamak. Sevginin ölümle son bulmasında, ölen sen değil; birisi, hiçbir zaman o haline gelmez.

Gerçekten seven, ‘sen ölmeyeceksin, koşulsuz olarak birbirini sevenler ölmez’ der.

Sonlu insanların mutlak sevgileri tanrıda geliyor. Bir insanı gerçekten sevmek onu tanrı içinde sevmektir. Böylece sevgi, inanç ve umut işte bunlar insanın varoluşudur.

İyilik; gelecekte olacak her şeyin iyi olacağı beklentisidir.

Umut; karanlıkta kalmamaktır. Sen için umut etmektir. Böyle bir umutla seven, inanıyor demektir. Sadece sevgide ve umutta koşulsuz inanç sözkonusu. Umut ve sevgi, yabancılaşmamış bir varoluşun nitelikleri.

Karşılıksız, koşulsuz, çıkarsız bir sevgi, bu temelini tanrıda buluyor. Çıkarcı sevgide böyle bir şey sözkonusu değil.

Adayıcı sevgide, ne sen ne de ben var sadece ‘ilişki’ var. Merkezde de sadece tanrı var. Burdaki tanrı, Jaspers’teki gibi şifrelerle okunan tanrı değil, hristiyanlığın tanrısı.

Jaspers’teki inancın felsefi olmasına karşılık, Marcel’in inancı dinseldir.

Ayrıca Marcel’de sınır bilinci yok.