DENEMELER -1 (AHMET AĞI)

   DENEMELER – AHMET AĞI

   “Her din, bir tanrı anlayışı her tanrı anlayışı da bir varlık anlayışıdır. İOANNA KUÇURADİ

 – Kuantum fiziğine göre, “evren; bir enerji okyanusudur.” Buna göre bu okyanusta,  her şey birbiriyle etkileşim halinde olup, hem tek başına hem de herşeyle birlikte var. Yani tek bir vücutmuş gibi. Etkileşimin yoğunluğu ise uzaklık ve yakınlığa göre. “Bilinç” maddeye, “madde” de bilince etki ediyor. “Madde” dediğimizse, Einstein‘ın ifadesiyle “yoğunlaşmış enerji”den başka birşey değil. 

  Bu enerji okyanusunda her şey hem “ezeli” hem de “ebedi”dir. Sürekli “sonsuz çeşitlilikte”, “sonsuz biçimlere” dönüşmekte, “sonsuz ölümü”, “sonsuz dirilişler” kovalamakta. Enerji ne artıyor ne de eksiliyor, sürekli değişim ve dönüşüm halinde. Ölüm dediğimiz ise, bir varoluş formundan diğerine geçiş…

  En küçük birimler bir araya gelerek bir sistemi, sistemler de bir araya gelerek daha büyük yapıları oluşturmaktadır. Herşey hem kendi içinde bir sistem hem de daha büyük bir sistemin parçası olarak var. “Sistem” demekse, büyüklüğüyle orantılı bir aklın ortaya koyduğu organizasyon, kaosu sürekli düzene sokan mekanizma. 

  Herşey hem tek başına var hem de herşeyle içiçe, bir bütünün parçası olarak var.

  Bir damla, “okyanus” değildir ama okyanus damlalardan oluşur. Bir atom, “dünya” değildir ama dünyayı atomlar oluşturur. Aynı şekilde bir hücre de “insan” değildir ama hücreler bir araya gelip “organları”, organlar da “bir insanı” oluşturmaktadır.

 Hepimiz, okyanustaki bir sal misali  bu küçük dünyanın bir parçasıyız. Ve bu dünya, başka bir gezegenin cehennemi olabilir mi? Yoksa, yeni dünyalar bulmak için bir başlangıç mı?  

 Her ölüm, “dünyanın rahmine” düşen bir “tohum” olarak, yeniden hayat bulmaktadır. Sihirbazın şapkası gibi, şapkanın içine giren herşey başka birşey olarak yeniden varolmakta.

  Dünya “galaksimizin”, galaksimiz ise “evrenin” bir parçası, ya ötesi? “Hücreler”, düşünen bir birlik olarak “bizi” oluştururken, “bizler” hangi birliğin hücrelerini oluşturuyoruz? Tüm insanlık, “dünyamızın beyin hücreleri” olabilir miyiz?  

  Bütün insanlık tarihi, nasıl bir bütünün parçası olduğumuzu anlama çabasıdır. Şu kadarını söyleyebiliriz ki; sonsuzca bir varoluş ve aklın, küçük bir parçası olarak varız.

***

  İnsan, tanrının taklitçisidir.” Onu en iyi anlayacak olanlar, onun gibi davrananlar olacaktır.

  “Tanrıya inandığını” söylemekten daha önemlisi, onun gibi davranabilmektir. Ona benzeyen, onun gibi davranan insan, “birey”dir ve tüm yaptıklarından sorumludur. Kutsal kitaplara göre de yaratıcı, insanı “kendi suretinde” yaratmıştır. Halife olmak da “özgür iradeye” sahip olmaktır. “Suçların en büyüğü” ise iradesini tamamen bir başkasına “biat” ederek devretmektir.

 Kutsal kitaplara göre tanrı, “mutlak” ve “özgür” bir irade olarak, iyiliğin yanında, tüm kötülüklerin ise karşısında olduğunu söylüyor. Buna göre, her kim aynı ahlak anlayışına sahipse tanrıyla aynı saftadır. Velev ki, O’nu inkâr ettiğini söylemiş olsun. Buna göre, “güzel ahlaka” sahip herkes de O’nunla beraberdir.

 “Birey” olmadan, “tanrı” anlaşılmaz. Birey olmadan, “sorumluluk” da olmaz. Cemaatler, halife olmak yerine sorumluluk almayıp, tümüyle başkasına “biat” edenlerden oluşan, organizasyonlardır.

– Aslında “biat kültürü” dine değil, siyasal iktidarlara özgüdür. Çünkü dinin özünde insan, “halife” (özgür iradeye sahip olan) olduğundan, “kula kulluk” yoktur. Siyasal iktidarlar ise kitlelere hükmetmek adına, kendilerine tam bir “itaat” yani“biat” isterler. Bu amaçla, cemaatlerin insanlar üzerindeki etkisinden yararlanarak öyle ya da böyle cemaatleri de kendi kontrolleri altında tutarlar.

 “Cemaat” olmanın amacı, merkezdeki kişi ya da kişilerce insanlar üzerinden güç devşirmektir. Diğer baskı unsurları arasında, bir baskı grubu haline gelmek, gücün sağladığı menfaatlerden yararlanmaktır.

 Tanrıya daha yakın olacağınıza inanıyorsanız; onun hoşuna gideceği için değil, doğru olduğu için yapın. Ve onu daha iyi anlamak istiyorsanız, onun gibi düşünerek davranmalısınız. 

 – Eğer tanrı, insanı “kendi suretinde”  yaratmışsa (kendi ruhundan üflemişse), insanın  ona inanmasından çok, onun gibi özgürce davranmasının zorunluluğundan bahsedilebilir.

   İşin hülasası; insanın “tanrıya inanmasından” çok, “tanrılaşması” önemlidir. Peki “tanrı varmı dır?” diye sorarsak; gerçek, bizim “tanrı” kavramımızdan çok daha fazlasıdır. 

  Herşey hem tek başına hem de herşeyle birlikte, içiçe ve zıtlarıyla beraber var. Dışardan içe etki eden, içerden de dışa yayılan, sonsuz çeşitlilikte sonsuz biçimlere dönüşen, ezelden ebede sürekli bir devinim. 

  İnsan dünyada, dünya galakside, galaksiler evrende…nasıl başlıyor ve nerede bitiyor, belki başlangıç ve son da yok! Bütün bu olup bitenleri, “kuantum mekaniği” ile açıklamak daha olası görünüyor fakat her zaman şaşırmaya da hazır  olmalı.

***

  “Her şeyin bir nedeni vardır”, ifadesi aslında varolanı açıklamaya yönelik temel bir paradoksdur.

  Şöyle ki; “bir ilk nedende durmazsak, her şeyin bir nedeni olmaz, durduğumuz da ise nedensiz olan bir şeyi kabul etmiş oluruz.”

  Tam da bu noktada “tanrıya” yer açılmakta, ilk nedenden soyut bir varlığa geçiş yapıp, “sonsuz”, “öncesiz” ve “sonrasız” gibi hafsalamızın almayacağı metafizik kavramları kabul etmiş oluyoruz.

   Kozalite (neden – sonuç) ilişkisi, bilimselliğin aksine bizi dogmatik bir ilişkiye götürmekte. Bu durum, Thomas Kuhn’un ifadesiyle, bilimin temelindeki “us dışı” şeydir.

   Bu mantıkla, bu bilim anlayışıyla, varolmanın ne demek olduğunu anlamamız olası görünmüyor.

   Umuyorum ki, Cern’deki muhteşem deneyden elde edilecek bulgular, bizi bu konuda bir paradigma değişikliğine götürecektir.

***

  – Varlığı açıklama gayreti, sonuçta hep metafizik önermelere dayanmaktadır. Ancak yine de elimizdeki en sağlam yöntem, bilimsel  bulgulardan hareketle  öndeyide bulunmak.

  Bir takım kabullere dayalı ispat çabalarıyla, birşey ne varolur ne de yok olur.

 – İlk olanı ezeli kabul ettiğinizde, sonrakilerin hepsini de ezeli ve de ebedi kabul etmiş olursunuz.

***

 – Epistemolojik olarak varlık alanını; “bilgi” ve “inanç” alanı diye ikiye ayırmak da bizi, “ontolojik dualizme” götürür.

 “Tanrı” tanımı gereği, “zaman ve mekan”la sınırlanmamak adına hiçbir soyutlama kabul etmez.(Oysa her şeyden soyutlayarak kabul ederiz onu) Bu da bizi, her şeyin tanrısal olduğu sonucuna götürür. Ancak bu sonuç; “tanrı, mutlak iyiliktir”  ifadesiyle çelişir.

  Panteist, vahdet-i vücutcu “tanrı anlayışları”, ontolojik olarak ne kadar tutarlı görünse de; bu anlayış bizi, kötülükleri de içinde barındıran, Max Scheler’deki gibi “kötülükleri altederek gelişen, oluşum halinde bir tanrı” anlayışına götürmektedir. “Başlangıçta mükemmel olmayan, giderek mükemmelleşen bir tanrı (!)”

  Dualite ontolojik değilse, hepimiz “tanrı”, hepimiz “kul” ve hepimiz de “günahkarız” demektir. Öyleyse  “yargılayan ve yargılanacak” olan kim?

  Farklı ontolojik alanlar var dersek, bu kez de tanrıyı sınırlamış oluruz.

  Görüldüğü gibi bu mantıksal yaklaşımlar ne bilimi ne de tanrıyı kurtarmakta. Kesin olan şu ki, yeni bir paradigmaya ihtiyacımızın olduğudur.

 “Ontolojik dualizm” (iki ayrı varlık alanı), tek “bir sonsuz” olduğu fikrini yadsır. Oysa Zenon‘un da dediği gibi “iki sonsuz olmaz, bir yerde gelip kesişeceklerdir.

 Tanrı düşüncesi, “sonsuz” kavramı açısından da paradokstur. Şöyle ki; tanrı sonsuzsa “kendilik bilinci” olmaz, sonluysa da “kuşatılmış” demektir.

 – Dualite ontolojik değilse, tek “bir sonsuz” varsa ve hem doğadan hem de tanrıdan bahsediyorsak, her ikisinin de “aynı” olduğunu kabul etmemiz gerekir.

  Nihayetinde bu yaklaşımların hepsi, “spekülatif düşünceden” ibarettir.

***

 – Tanrı; “doğanın nedeni” ise doğa da “tanrının nedeni” olmalıdır. Eğer bir birlikten sözediyorsak.

  “Doğanın nedeni; tanrıdır, tanrı ise kendi kendisinin nedenidir”, dediğimizde tanrıyı açıklayamadığımıza göre aslında hiçbir şey açıklamış olmuyoruz.

  Doğayı “tanrıyla” açıklarken, tanrıyı açıklamak istemeyişimiz niye? Bu duruş, bilme arzumuza gem vurabilir mi? Bana kalırsa gem vurmak bir yana, araştırma isteğini daha fazla motive etmektedir.

 “Tanrı, hem doğadır hem de daha fazlasıdır” demek, belki “vahdet-i vücutçu”, “panteist” felsefeleri açıklar ama doğa ile özdeşliği, özgürlük ve etik açısından çelişki yaratır.

***

 –  Sonsuzlukta her varoluş, yeni bir başlangıçtır ve onunla kıyaslandığında hiçbir şey büyük değildir. 

“Herşey zıddıyla var.” “Hayat ve ölüm”, “varolmak ve olmamak”…hepsi aynı oluşun iki yönüdür. Tarih, formun, biçimin tarihidir; sonsuz çeşitlilikte sonsuz biçimlere dönüşen “özdeğin formel tarihidir.” Varoluşun “negatif” hali, yeni bir forma geçiş durumudur.

  Şimdi olan, ezelden ebede bir döngü içinde, bir varoluştan diğerine durmaksızın dönüşmekte. 

  Her varoluş biçiminin bir başlangıcı ve sonu varken, “varolma enerjisi” sayısız varoluş biçimlerine dönüşmektedir.

  Buna göre, “varolmak, sonsuzluktur.”

 Sonsuzluk”; başlangıcı ve sonu olmayan!

 Peki, başı sonu olmayan, oluşu nasıl başlatıyor?

 Varolmanın, tek bir boyutuna yönelik bir mantıkla bunu anlamak, olası görünmüyor.

 Öyle görünüyor ki “varolmak”, ne ilk nedenlerini bilebileceğimiz ne de son prensiplerini kestirebileceğimiz bir süreç. Bu nedenle, varlık hakkında “kesin yargılar” yerine, “olanaklı bilgiler”den yana tavır almak daha mantıklıdır.

 ***

 – Odağında “insan” olan, insanın “dilinden ve elinden” çıkan her şey, tarihsel kültürün bir parçasıdır.

 Din, bilim, felsefe, sanat… gerçeği farklı yöntemlerle birer kavrama çabasıdır. Bu bilme etkinliklerince elde edilen sonuçların, tüm gerçekliğin kendisi veya tam bir ifadesi olduğunu söylemekse, boş bir iddaadan öte bir anlam taşımamaktadır. Her bilme etkinliği, kuramının yanlışlanması halinde daha kuşatıcı yeni bir kuramla kendisini geliştirmektedir.

 Kültürel gerçeklik”, “insani gerçekliğin” bir ürünüyken, insani olanın da daha büyük bir gerçekliğin sonucu ve bir parçası olduğu ortadadır.

 Kültürel olan, “ussal” olandır. Bu sonuç aynı zamanda, insansal olanı başlatan nedenin de “ussal nitelikler” ve daha fazlasına sahip olduğunun bir göstergesidir.

 Kültürel gerçeklik; çevrelenmiş olduğu dış gerçekliğin kendisi değil, onu anlamaya, kavramaya yönelik insansal başarılardır. Ve onu anlamaya yönelik, atmış olduğu adımların tutarlılığı oranında da yeryüzündeki medeniyetini daha fazla hakim kılmaktadır. 

 ***

Evrensel yasa, ifadesini evrensel düşüncede bulur.

Düşünmenin yasaları, doğanın yasalarıyla çelişen değil onunla örtüşen yasalardır.

 – Her türlü “yabancılaşmadan” kurtulup kendinize döndüğünüzde, varlığın sizinle konuştuğunu duyarsınız.

 – Her türlü “öze dönüş” meditasyonu, bir ibadettir.

 Baskıcı bir din anlayışı; insanın tanrıya karşı kendisine yabancılaşmasıdır.

 – Bir “inancın tutucusu” ile “bir fikrin tutucusu” arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de dogmatik ve fanatiktir.

 – Varlık anlayışınız nasılsa, mantığınızda ona göre kurulur.

 – Gerçekte olan “çelişmezlik mantığı” değil, “çelişki mantığı”dır. Herşey zıddıyla beraber var.

 – İnsani aklını, tüm alemde “evrimin son aşaması” ve “tek akıl” olarak görmek, olsa olsa safdilliktir. Evrende “bir akıl” varsa ki var, bu başka türden akılların da olduğunu ve olabileceğini gösterir. “Evrensel mekanizm”, “yasalı oluş” aklın bir göstergesidir.

 – En küçük varolma güç ve yeteneği bile, olağanüstü bir aklın ve bilginin sonucudur. Vorolmanın başlangıcı ve evrenlerin evrimi için gerekli aklı ise insan zekasının ifade edebilmesi imkansızdır.

 Vaolmak; akıl, bilgi, güç ve yetenektir.

***

 – Sonuç öncüllerden çıkar. İlk söylediklerinizle, son söyledikleriniz tutarlı değilse, uyduruyorsunuz demektir.

 Her varlık felsefesi, bir metafiziktir.

 – İnsanlar sadece “bildiklerinden” değil, “anlayabileceklerinden” de sorumludur.

Gerçeğin hakikatleri kavramada, totemlerle değil, akılcı ve gerçekçi olunmalıdır.

 – Bir insanda felsefe, varoluşunun anlamını aramakla başlar.

 

Tags: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.