Posts Tagged ‘Kesin bilgi’

DENEMELER -1 (AHMET AĞI)

Perşembe, Mart 25th, 2010

   DENEMELER – AHMET AĞI

   “Her din, bir tanrı anlayışı her tanrı anlayışı da bir varlık anlayışıdır. İOANNA KUÇURADİ

 – Kuantum fiziğine göre, “evren; bir enerji okyanusudur.” Buna göre bu okyanusta,  her şey birbiriyle etkileşim halinde olup, hem tek başına hem de herşeyle birlikte var. Yani tek bir vücutmuş gibi. Etkileşimin yoğunluğu ise uzaklık ve yakınlığa göre. “Bilinç” maddeye, “madde” de bilince etki ediyor. “Madde” dediğimizse, Einstein‘ın ifadesiyle “yoğunlaşmış enerji”den başka birşey değil. 

  Bu enerji okyanusunda her şey hem “ezeli” hem de “ebedi”dir. Sürekli “sonsuz çeşitlilikte”, “sonsuz biçimlere” dönüşmekte, “sonsuz ölümü”, “sonsuz dirilişler” kovalamakta. Enerji ne artıyor ne de eksiliyor, sürekli değişim ve dönüşüm halinde. Ölüm dediğimiz ise, bir varoluş formundan diğerine geçiş…

  En küçük birimler bir araya gelerek bir sistemi, sistemler de bir araya gelerek daha büyük yapıları oluşturmaktadır. Herşey hem kendi içinde bir sistem hem de daha büyük bir sistemin parçası olarak var. “Sistem” demekse, büyüklüğüyle orantılı bir aklın ortaya koyduğu organizasyon, kaosu sürekli düzene sokan mekanizma. 

  Herşey hem tek başına var hem de herşeyle içiçe, bir bütünün parçası olarak var.

  Bir damla, “okyanus” değildir ama okyanus damlalardan oluşur. Bir atom, “dünya” değildir ama dünyayı atomlar oluşturur. Aynı şekilde bir hücre de “insan” değildir ama hücreler bir araya gelip “organları”, organlar da “bir insanı” oluşturmaktadır.

 Hepimiz, okyanustaki bir sal misali  bu küçük dünyanın bir parçasıyız. Ve bu dünya, başka bir gezegenin cehennemi olabilir mi? Yoksa, yeni dünyalar bulmak için bir başlangıç mı?  

 Her ölüm, “dünyanın rahmine” düşen bir “tohum” olarak, yeniden hayat bulmaktadır. Sihirbazın şapkası gibi, şapkanın içine giren herşey başka birşey olarak yeniden varolmakta.

  Dünya “galaksimizin”, galaksimiz ise “evrenin” bir parçası, ya ötesi? “Hücreler”, düşünen bir birlik olarak “bizi” oluştururken, “bizler” hangi birliğin hücrelerini oluşturuyoruz? Tüm insanlık, “dünyamızın beyin hücreleri” olabilir miyiz?  

  Bütün insanlık tarihi, nasıl bir bütünün parçası olduğumuzu anlama çabasıdır. Şu kadarını söyleyebiliriz ki; sonsuzca bir varoluş ve aklın, küçük bir parçası olarak varız.

***

  İnsan, tanrının taklitçisidir.” Onu en iyi anlayacak olanlar, onun gibi davrananlar olacaktır.

  “Tanrıya inandığını” söylemekten daha önemlisi, onun gibi davranabilmektir. Ona benzeyen, onun gibi davranan insan, “birey”dir ve tüm yaptıklarından sorumludur. Kutsal kitaplara göre de yaratıcı, insanı “kendi suretinde” yaratmıştır. Halife olmak da “özgür iradeye” sahip olmaktır. “Suçların en büyüğü” ise iradesini tamamen bir başkasına “biat” ederek devretmektir.

 Kutsal kitaplara göre tanrı, “mutlak” ve “özgür” bir irade olarak, iyiliğin yanında, tüm kötülüklerin ise karşısında olduğunu söylüyor. Buna göre, her kim aynı ahlak anlayışına sahipse tanrıyla aynı saftadır. Velev ki, O’nu inkâr ettiğini söylemiş olsun. Buna göre, “güzel ahlaka” sahip herkes de O’nunla beraberdir.

 “Birey” olmadan, “tanrı” anlaşılmaz. Birey olmadan, “sorumluluk” da olmaz. Cemaatler, halife olmak yerine sorumluluk almayıp, tümüyle başkasına “biat” edenlerden oluşan, organizasyonlardır.

– Aslında “biat kültürü” dine değil, siyasal iktidarlara özgüdür. Çünkü dinin özünde insan, “halife” (özgür iradeye sahip olan) olduğundan, “kula kulluk” yoktur. Siyasal iktidarlar ise kitlelere hükmetmek adına, kendilerine tam bir “itaat” yani“biat” isterler. Bu amaçla, cemaatlerin insanlar üzerindeki etkisinden yararlanarak öyle ya da böyle cemaatleri de kendi kontrolleri altında tutarlar.

 “Cemaat” olmanın amacı, merkezdeki kişi ya da kişilerce insanlar üzerinden güç devşirmektir. Diğer baskı unsurları arasında, bir baskı grubu haline gelmek, gücün sağladığı menfaatlerden yararlanmaktır.

 Tanrıya daha yakın olacağınıza inanıyorsanız; onun hoşuna gideceği için değil, doğru olduğu için yapın. Ve onu daha iyi anlamak istiyorsanız, onun gibi düşünerek davranmalısınız. 

 – Eğer tanrı, insanı “kendi suretinde”  yaratmışsa (kendi ruhundan üflemişse), insanın  ona inanmasından çok, onun gibi özgürce davranmasının zorunluluğundan bahsedilebilir.

   İşin hülasası; insanın “tanrıya inanmasından” çok, “tanrılaşması” önemlidir. Peki “tanrı varmı dır?” diye sorarsak; gerçek, bizim “tanrı” kavramımızdan çok daha fazlasıdır. 

  Herşey hem tek başına hem de herşeyle birlikte, içiçe ve zıtlarıyla beraber var. Dışardan içe etki eden, içerden de dışa yayılan, sonsuz çeşitlilikte sonsuz biçimlere dönüşen, ezelden ebede sürekli bir devinim. 

  İnsan dünyada, dünya galakside, galaksiler evrende…nasıl başlıyor ve nerede bitiyor, belki başlangıç ve son da yok! Bütün bu olup bitenleri, “kuantum mekaniği” ile açıklamak daha olası görünüyor fakat her zaman şaşırmaya da hazır  olmalı.

***

  “Her şeyin bir nedeni vardır”, ifadesi aslında varolanı açıklamaya yönelik temel bir paradoksdur.

  Şöyle ki; “bir ilk nedende durmazsak, her şeyin bir nedeni olmaz, durduğumuz da ise nedensiz olan bir şeyi kabul etmiş oluruz.”

  Tam da bu noktada “tanrıya” yer açılmakta, ilk nedenden soyut bir varlığa geçiş yapıp, “sonsuz”, “öncesiz” ve “sonrasız” gibi hafsalamızın almayacağı metafizik kavramları kabul etmiş oluyoruz.

   Kozalite (neden – sonuç) ilişkisi, bilimselliğin aksine bizi dogmatik bir ilişkiye götürmekte. Bu durum, Thomas Kuhn’un ifadesiyle, bilimin temelindeki “us dışı” şeydir.

   Bu mantıkla, bu bilim anlayışıyla, varolmanın ne demek olduğunu anlamamız olası görünmüyor.

   Umuyorum ki, Cern’deki muhteşem deneyden elde edilecek bulgular, bizi bu konuda bir paradigma değişikliğine götürecektir.

***

  – Varlığı açıklama gayreti, sonuçta hep metafizik önermelere dayanmaktadır. Ancak yine de elimizdeki en sağlam yöntem, bilimsel  bulgulardan hareketle  öndeyide bulunmak.

  Bir takım kabullere dayalı ispat çabalarıyla, birşey ne varolur ne de yok olur.

 – İlk olanı ezeli kabul ettiğinizde, sonrakilerin hepsini de ezeli ve de ebedi kabul etmiş olursunuz.

***

 – Epistemolojik olarak varlık alanını; “bilgi” ve “inanç” alanı diye ikiye ayırmak da bizi, “ontolojik dualizme” götürür.

 “Tanrı” tanımı gereği, “zaman ve mekan”la sınırlanmamak adına hiçbir soyutlama kabul etmez.(Oysa her şeyden soyutlayarak kabul ederiz onu) Bu da bizi, her şeyin tanrısal olduğu sonucuna götürür. Ancak bu sonuç; “tanrı, mutlak iyiliktir”  ifadesiyle çelişir.

  Panteist, vahdet-i vücutcu “tanrı anlayışları”, ontolojik olarak ne kadar tutarlı görünse de; bu anlayış bizi, kötülükleri de içinde barındıran, Max Scheler’deki gibi “kötülükleri altederek gelişen, oluşum halinde bir tanrı” anlayışına götürmektedir. “Başlangıçta mükemmel olmayan, giderek mükemmelleşen bir tanrı (!)”

  Dualite ontolojik değilse, hepimiz “tanrı”, hepimiz “kul” ve hepimiz de “günahkarız” demektir. Öyleyse  “yargılayan ve yargılanacak” olan kim?

  Farklı ontolojik alanlar var dersek, bu kez de tanrıyı sınırlamış oluruz.

  Görüldüğü gibi bu mantıksal yaklaşımlar ne bilimi ne de tanrıyı kurtarmakta. Kesin olan şu ki, yeni bir paradigmaya ihtiyacımızın olduğudur.

 “Ontolojik dualizm” (iki ayrı varlık alanı), tek “bir sonsuz” olduğu fikrini yadsır. Oysa Zenon‘un da dediği gibi “iki sonsuz olmaz, bir yerde gelip kesişeceklerdir.

 Tanrı düşüncesi, “sonsuz” kavramı açısından da paradokstur. Şöyle ki; tanrı sonsuzsa “kendilik bilinci” olmaz, sonluysa da “kuşatılmış” demektir.

 – Dualite ontolojik değilse, tek “bir sonsuz” varsa ve hem doğadan hem de tanrıdan bahsediyorsak, her ikisinin de “aynı” olduğunu kabul etmemiz gerekir.

  Nihayetinde bu yaklaşımların hepsi, “spekülatif düşünceden” ibarettir.

***

 – Tanrı; “doğanın nedeni” ise doğa da “tanrının nedeni” olmalıdır. Eğer bir birlikten sözediyorsak.

  “Doğanın nedeni; tanrıdır, tanrı ise kendi kendisinin nedenidir”, dediğimizde tanrıyı açıklayamadığımıza göre aslında hiçbir şey açıklamış olmuyoruz.

  Doğayı “tanrıyla” açıklarken, tanrıyı açıklamak istemeyişimiz niye? Bu duruş, bilme arzumuza gem vurabilir mi? Bana kalırsa gem vurmak bir yana, araştırma isteğini daha fazla motive etmektedir.

 “Tanrı, hem doğadır hem de daha fazlasıdır” demek, belki “vahdet-i vücutçu”, “panteist” felsefeleri açıklar ama doğa ile özdeşliği, özgürlük ve etik açısından çelişki yaratır.

***

 –  Sonsuzlukta her varoluş, yeni bir başlangıçtır ve onunla kıyaslandığında hiçbir şey büyük değildir. 

“Herşey zıddıyla var.” “Hayat ve ölüm”, “varolmak ve olmamak”…hepsi aynı oluşun iki yönüdür. Tarih, formun, biçimin tarihidir; sonsuz çeşitlilikte sonsuz biçimlere dönüşen “özdeğin formel tarihidir.” Varoluşun “negatif” hali, yeni bir forma geçiş durumudur.

  Şimdi olan, ezelden ebede bir döngü içinde, bir varoluştan diğerine durmaksızın dönüşmekte. 

  Her varoluş biçiminin bir başlangıcı ve sonu varken, “varolma enerjisi” sayısız varoluş biçimlerine dönüşmektedir.

  Buna göre, “varolmak, sonsuzluktur.”

 Sonsuzluk”; başlangıcı ve sonu olmayan!

 Peki, başı sonu olmayan, oluşu nasıl başlatıyor?

 Varolmanın, tek bir boyutuna yönelik bir mantıkla bunu anlamak, olası görünmüyor.

 Öyle görünüyor ki “varolmak”, ne ilk nedenlerini bilebileceğimiz ne de son prensiplerini kestirebileceğimiz bir süreç. Bu nedenle, varlık hakkında “kesin yargılar” yerine, “olanaklı bilgiler”den yana tavır almak daha mantıklıdır.

 ***

 – Odağında “insan” olan, insanın “dilinden ve elinden” çıkan her şey, tarihsel kültürün bir parçasıdır.

 Din, bilim, felsefe, sanat… gerçeği farklı yöntemlerle birer kavrama çabasıdır. Bu bilme etkinliklerince elde edilen sonuçların, tüm gerçekliğin kendisi veya tam bir ifadesi olduğunu söylemekse, boş bir iddaadan öte bir anlam taşımamaktadır. Her bilme etkinliği, kuramının yanlışlanması halinde daha kuşatıcı yeni bir kuramla kendisini geliştirmektedir.

 Kültürel gerçeklik”, “insani gerçekliğin” bir ürünüyken, insani olanın da daha büyük bir gerçekliğin sonucu ve bir parçası olduğu ortadadır.

 Kültürel olan, “ussal” olandır. Bu sonuç aynı zamanda, insansal olanı başlatan nedenin de “ussal nitelikler” ve daha fazlasına sahip olduğunun bir göstergesidir.

 Kültürel gerçeklik; çevrelenmiş olduğu dış gerçekliğin kendisi değil, onu anlamaya, kavramaya yönelik insansal başarılardır. Ve onu anlamaya yönelik, atmış olduğu adımların tutarlılığı oranında da yeryüzündeki medeniyetini daha fazla hakim kılmaktadır. 

 ***

Evrensel yasa, ifadesini evrensel düşüncede bulur.

Düşünmenin yasaları, doğanın yasalarıyla çelişen değil onunla örtüşen yasalardır.

 – Her türlü “yabancılaşmadan” kurtulup kendinize döndüğünüzde, varlığın sizinle konuştuğunu duyarsınız.

 – Her türlü “öze dönüş” meditasyonu, bir ibadettir.

 Baskıcı bir din anlayışı; insanın tanrıya karşı kendisine yabancılaşmasıdır.

 – Bir “inancın tutucusu” ile “bir fikrin tutucusu” arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de dogmatik ve fanatiktir.

 – Varlık anlayışınız nasılsa, mantığınızda ona göre kurulur.

 – Gerçekte olan “çelişmezlik mantığı” değil, “çelişki mantığı”dır. Herşey zıddıyla beraber var.

 – İnsani aklını, tüm alemde “evrimin son aşaması” ve “tek akıl” olarak görmek, olsa olsa safdilliktir. Evrende “bir akıl” varsa ki var, bu başka türden akılların da olduğunu ve olabileceğini gösterir. “Evrensel mekanizm”, “yasalı oluş” aklın bir göstergesidir.

 – En küçük varolma güç ve yeteneği bile, olağanüstü bir aklın ve bilginin sonucudur. Vorolmanın başlangıcı ve evrenlerin evrimi için gerekli aklı ise insan zekasının ifade edebilmesi imkansızdır.

 Vaolmak; akıl, bilgi, güç ve yetenektir.

***

 – Sonuç öncüllerden çıkar. İlk söylediklerinizle, son söyledikleriniz tutarlı değilse, uyduruyorsunuz demektir.

 Her varlık felsefesi, bir metafiziktir.

 – İnsanlar sadece “bildiklerinden” değil, “anlayabileceklerinden” de sorumludur.

Gerçeğin hakikatleri kavramada, totemlerle değil, akılcı ve gerçekçi olunmalıdır.

 – Bir insanda felsefe, varoluşunun anlamını aramakla başlar.

 

SOSYOLOJİ TARİHİ-3

Pazartesi, Ekim 12th, 2009

 

 Sosyoloji dışında farklı farklı görüşler, karmaşık bir obje olan ‘insan’ı açıklamaya çalışıyor ama bu açıklama, hep teori düzeyinde kaldığından bu açıklamayı, sosyoloji tarihi üstünü alıyor.

 Neden her teori, farklı farklı ortaya çıkıyor?  Çünkü; süje – obje arasındaki bağ, hep farklı kurulduğu için.

 Süje ile obje arasındaki bağ; din, bilim, felsefe, ideoloji şeklinde kurulabilir. Ancak gerçeğe en yakın bilgiyi ortaya koyan bilimdir. Oysa diğerlerinin bilgisi inançla karışık olduğundan sonuçlarına inanılır. Bilimsel bilginin ise, sınanılabilir olma özelliği vardır, doğrluğu ya da yanlışlığı ölçülebilir.

 Bilim, metafizikle ilgilenmiyor, niçin diye sormuyor, nasılı soruyor. Felsefe ise bilinemeyen alanın bilgisini edinmeye çalışıyor. Neden ve niçinini soruyor. İlk nedenler ve son prensiplere ulaşmaya çalışıyor.

 Doğa bilimlerinin en büyük yanılgısı, insanı doğadan ayrı olarak düşünüyorlar ve insana doğaya egemen olması gözüyle bakıyorlar. Oysa insan, bütün içinde bir parça olarak hem doğa tarafından sınırlı hem de bu sınırı kurabilen, etkileyen bir varlık.

 Neden sosyal bilimlerde, doğa bilimlerinde olduğu gibi daha kesin ve evrensel bilgilere ulaşamıyoruz?

 Çünkü, sosyal bilimlerde süjenin incelediği obje yine süje. Böyle olunca, objeyi inceleyen süjenin yanılgıları, olanaksızlıkları gibi durumlar sözkonusu olduğu gibi, obje edindiği süje de bizi yanıltabilir. Oysa doğa bilimlerinde, objenin araştırıcıyı yanıltması sözkonusu değildir.

 Bilimsal bilginin bir diğer özelliği de kesinliğin geçici olmasıdır. Yani bugün doğru olan yarın yanlış olabilir. Örneğin Newton fiziği, yanlışlanmış yerini Einstein fiziği almıştır.

 Bilinen alanlar içinde bilinmeyenler de sözkonusudur. Bu durumda bilim adamları teoriler geliştirmektedir. Teori, bir sistemin ışığında oluşan bakış açısı, olgular arasındaki etkileşimi açıklayabilmek için sınanmak üzere ileri sürülen ve içinde varsayımlar çıkarılabilen, birbiriyle çelişmeyen kavramlar, ifadeler ve fikirler sistemidir.

 

 Her teoride:

 a) Doğruluğu ispatlanmış varsayımlar, hükümler,

 b) Sınanmak üzere ileri sürülen varsayımlar,

 c) Bunların arkasında, temelinde henüz ispatlanması mümkün olmayan ancak teorisyen tarafından doğru olarak kabul edilen sayıtlılar (postülatlar) vardır. Yani henüz varsayım haline getirilememiş kabullerdir.

 

 Sosyolojinin konusu; toplumun kaynağı olarak insan, evrenin bilinmeyen yönleriyle en karmaşık varlıklarından biridir. Bu sosyolojide sayıtlılar, teorilerin kurulmasında ve şekillenmesinde önemli rol oynar. Birbirlerine benzer teorilerin varlığı da bu sebepten kaynaklanır.

 Bilimde açıklamaya giden yol teorilerden geçer. Güçlü teorilerin de açıklama sürecinde daha verimli oldukları bir gerçektir.

 Amaç; genel kanunlara ulaşmak. Biz bu genel kanunları bilebilirsek, geleceği de bilebiliriz veya ne olacağını kuvvetli bir biçimde önceden kestirebiliriz.

 Bir teori bir olgunun bir tarafını görürken, diğeri başka bir tarafını görmektedir. Oysa gerçek, bir bütün içinde ve etkileşimde olan aynı gerçektir. Sesi daha yüksek çıkan teori, kendisininkinin doğru olduğunu söylüyor. Bu nedenle, teorilerin tercihi sözkonusu olmaktadır.

 Sosyal bilimci, teorilerin oluşumu ve açıklama güçleri hakkında bilgi sahibi olmak zorundadır. Bu bilgi birikimi boyunca sosyal bilimci olguların gerçeğe yakın bilgisini verebilecek en güçlü teoriyi seçme imkânına kavuşacaktır.

 Şüphesiz, teori seçiminden önce de sosyal bir varlık olarak insanın, kendisine göre değer yargıları, beklentileri ve istekleri vardır. Ancak, bilim anlayışında önemli olan bilgi bağını realiteye uygun bir şekilde kurabilmektir. Sadece bilgi bağının sınanması değil, bilgi bağını kuruluş safhasında, süjenin kendi bilgilerini, değer yargıları, beklentilerinden oluşan bilgi birikimini de sınaması gerekir.

 Bilimde önemli olan olgunun nitelikleri ve diğer olgularla etkileşimidir. Yoksa gerçeğin yakın bilgisini elde etmek için ileri sürülen varsayımlarla haklı çıkarmak tutkusu bilimin, bilim anlayışının dışındadır.

 Metodoloji; gerçeğe yakın bilgi bağına erişmek için ortaya çıkan, süjeden ve objeden gelen bütün engellerin nasıl aşılacağının yollarını gösterir. Bu yüzden bilim, metodoloji demektir. Bilimsel bilginin büyümesi aynı zamanda metodolojinin güçlenmesiyle olmuştur. Aslında her bilgi bağının kendine göre bir metodolojisi vardır.  

 

 Düşünce tarihinin aşamaları: (Sosyoloji öncesi geleneksel sosyoloji paradigmalarının evrimi)

 

 a) İlkçağ, metafizik paradigma; mistik bakış açısı:

 *Mitolojik bakış:

  Dünya ve insanın yaradılışı hakkındaki açıklama, efsanelerden ibaret. Hint, Yunan, Türk, Germen efsaneleri vs.

 *Astrolojik bakış:

   Açıklama, gök cisimlerini hareketlerine göre yapılıyor. Her medeniyette bu tür açıklamalar vardır.

 

 b) Ortaçağ, teolojik paradigma:

   Realite; irrasyonel, kutsal, mistik ve dıştadır. Amaç, insanın özünü kontrol etmek.

 

 c)Felsefi paradigma: (16.yüzyılın sonu, 19.yüzyılın başı):

    Realite; rasyoneldir, dünyevidir ve içtedir.

    Amaç; fertlerin hayatı anlaması ve kontol etmesidir. Toplum ve fert için inançlar da dünyevidir.

 d) 19. yüzyıl sosyolojinin bilim olarak ortaya çıktığı çağ:

     *Pozitif paradigma; 19. yüzyıl bilimsel yöntemin gelişimi.

     *Organik paradigma; aydınlanma pozitivizminin ortaya çıktığı dönem.

 

 Bütün bu çağların özellikleri:

 

 1- Dünyevileştirmenin (inançların dünya uygun olma hali) artması ve bilimsel metodun gelişimi.

 2- Sosyal, felsefi ve makro seviyedeki görüşlerden, ferdi, bilimsel ve mikro seviyedeki görüşlere gidiş.

 3-Akılcılığa dayalı ve sosyal çevrenin değiştiğini ileri süren sosyolojik teoriler.

    Her safha birbirinden ayrı değil, her safha diğer bir safhayı hazırlamıştır.

   

    Felsefi paradigma:

        

    Kant (1704-1801), bu döneme subjektif bir anlam vererek ‘aydınlanma çağı’ terimiyle açıklamıştır. Esasen aydınlanma çağı, 17. yüzyılın ilk yıllarından itibaren başlıyor.

 Aydınlanma çağı; insan hayatının mutlak yöneticisi olarak, kendisini koyan ve herhangi bir insanın anlayış ve bilinç yönünden bilgiyle donatılması ve hararetli gayretlerle ayırt edilen kültürel bir dönemdir.

 Bu gayretler, Batı Avrupa çerçevesinde belirli bir milletle maledilmemektedir. Fakat genellikle Avrupa aydınlanma çağı 17. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın sonlarına doğru uzanır. Ve özellikle İngiliz, Danimarka, Fransız ve Alman filozofları tarafından beslenmiştir.

 Çeşitli uluslara mensup filozoflar, bu çağa adını veren belirli ortak temelleri farklı bakış açılarından ele aldılar.

 Bu düşünürler, felsefelerini ve bilgilerini sosyal ve politik meselelere de uygulamışlardır.

 

 Aydınlanmacıların temel düşünceleri:

 

 1-İnsan – toplum – doğa ilişkisi hakkındaki düşünceler, bir önceki paradigmanın aksine, felsefi çerçeve içinde ele alınmaya başlandı.

 2- Bilginin merkezi olarak tanrı ve hakikat yerine insanı ve akılcılığını rasyonalist tarzda ele aldılar.

 3- İnançları kontrol merkezi bireye yöneldi.

 4- Dinden, rasyonalizme geçildi. Dolayısıyla, dini inancın insan tabiatı içindeki yansımasına yönelindi.

 5-Tabiat ve tabii düzen konusundaki ilgi, rasyonalizmin ve materyalizmin artmasına neden oldu. Ve bilimin başlangıcını sağladı.

 6- Aydınlanmacılar, bireyi kontrol etmeye yönelmiş mukaddes bir inançtan çok insanlar ve tabiatı anlama inancını benimsemişlerdir.

 Yani genel sosyal evrime ulaşmak için, kutsal inanç sisteminden, dünyevi inanç sistemine geçilmiştir.

 Fiziki ve sosyal realitenin, rasyonel olmayan kutsal kavramlaştırılmasına karşı çıkılmıştır. Bunun yerine, sosyal ve fiziki realitedeki olgular hakkında dünyevi ve rasyonel kavramlaştırmalara önem verilmiştir.

 Bu gayretler, bilimin gelişimesi ve bilimsel metodun gelişmesinin en önemli kaynaklarından biri olmuştur.

 Aydınlanmacılar yine de insanın realite içindeki yerinden, teolojik açıklamalardan, tam anlamıyla kopamamışlardır. Özellikle pozitivist dönemde, insan hep doğanın dışında düşünülmüştür.

 İnsanın doğanın bir parçası olduğu fikri tamamen 20. yüzyılda gelişmeye başlamıştır.

 İngiltere’de aydınlanma çağı, ampiristler; Bacon, Hume, Locke gibi düşünürlerle gelişmeye başlamştır.

 Fransızlar ise siyasal düzene önem vermişlerdir. Bunların başında da Rousseau, Montesqieu gibi düşünürler gelir. Hepsinin de amacı, bilginin kanunlarını ortaya koymak.

 Aydınlanma çağı, ilk sosyoloji teorilerinin bağımsız olarak ortaya konulduğu dönemdir. Ancak sosyoloji bilim olarak, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır.

 

 Pozitivist paradigmanın özellikleri:

 

 Bu paradigma, 19. yüzyılı kapsar. Realitenin, felsefi paradigma içinde insanın anlayabileceği ve kontrol edeceği rasyonel bir sistem olarak görülmesi, pozitivizmin en önemli temelini oluşturmaktadır.

 Realitenin anlaşılması ve kontrol edilmesinin mümkün olduğu inancı, 19.yüzyılda bilimsel bir metot şeklinde kurumlaştırıldı.

 F. Bacon, deneyci metodun kurucularından birisi olarak, aydınlanma felsefesinin bu inancının, pozitivist paradigmanın temeli haline gelmesine sebep oldu.

 Bu paradigma; bilimsel metodu, düzenin altında yatan değişmezleri keşfeden ve böylece kaçınılmaz olan sosyal ilerlemeyi yani sosyal evrimi kuvvetlendirme ve hızlandırma imkanlarını sağlayan bir araç olarak görmüştür.

 

 19. yüzyılın pozitivist bilim anlayışının temel özellikleri:

 

 1-Bilimin konusu, somut elle tutulur, gözle görülür olgulardır.

 2-Bilimsel metot; deney – gözlem, karşılaştırma ve tarihsel tümdengelim metodur.

 3-Olgular arasında kesintisiz, mutlak bir determinizmin olduğu inancı vardır.

 4-Tek nedenlilik inancı vardır. Yani ilk neden bunduğunda, neden- sonuç zinciri takip edilerek evrenin evrenin bütün sırları çözülecektir.

 5-Amaç, genel bilimsel kanunlara ulaşmaktır.

 6-Bu kanunlar keşfedildiğinde sosyal ve fiziki realite kontrol altına alınacaktır.

 

 Sadece somut olguların olmadığı, soyut olguların da olduğu ortaya çıkınca pozitivist anlayış sarsılmıştır.

 19. yüzyıl pozitivist bilim anlayışının neden sonuç ilişkisi 20. yüzyıl bilim anlayışında etki-tepki ilişkisi şeklinde yorumlanmıştır.

 20. yüzyılda mutlak determinizm anlayışı da yıkılmıştır. Bu yüzyıl da ise daha yumuşak determine ilişkiler sözkonusudur.

 Tek sebeplilik ilkesine karşı da modern mantığın getirdiği birden fazla sebebin olma ihtimali anlayışı hakim olmuştur.

 Yine 20. yüzyıl bilim anlayışı ‘kesin bilgi’ anlayışı yerine geçici bir kesinliği kabul etmiştir. Bir takım şeylerin değişebileceği değişmez olarak kesinlik kazanıyor. Yani “her şey bir şeye göre değişir”.

 Görülüyor ki; önceki felsefi paradigma 19. yüzyılda bilimsel metot şeklinde ifadesini bulmuş ve bu yeni bilim anlayışı pozitivist paradigmayı oluşturmuştur.

 Pozitivist paradigma 19. yüzyıl Batı Avrupasının ekonomik, sosyal ve siyasi şartları içinde meydana gelmiştir.

 

 Pozitivist paradigmanın oluşumu:

1-Avrupa’da Fransız ihtilali sonrasında siyasi karışılıklar ve sosyal yapının sarsılması süreci içinde siyasi ve sosyal düzeni yeniden kurmak ihtiyacı doğmuştur.

2-Bu kökten değişme süreci şüphesiz iktisadi faaliyetleri de kapsamaktadır. Sanayideki gelişmeler hızlanmış, siyasi ihtiyaçlar kadar ekonomik ihtiyaçlarda önem kazanmaya başlamıştır. Zaten bu olguları birbirinden ayırarak bir öncelik ve sonralık sırasına göre dizmek mümkün değildir. Bir içiçelik, birlikte oluş sözkonusudur. Çeşitli değişmelerle birlikte bu çağda sanayi devrimi başlamıştır.

3-Sanayideki gelişmeler, sosyal yıkılışların ve siyasi karışıklıkların yarattığı problemler felsefenin temel konularını oluşturdu.

 18. yüzyıl aydınlanma felsefesi ışığında yeni anlayışlar, 19. yüzyıl pozitivizmini doğurmuştur.

4-Düşünürler bu karışılıklardan kurtularak yeni bir toplum düzenine kavuşabilmenin yollarını aradılar.

 

 Pozitivizmin temelindeki sayıtlılar:

 

1-Naturalizm; “tabiat neden-sonuç ilişkisindedir”, sayıtlısı.

2-Rasyonalizm; “insanlar rasyoneldir”, sayıtlısı. İnsan bu mutlak determinizmi, bilimsel metotla kavrayabilir.

3-Sosyal evrim; toplumu yönlendiren bir evrimin mevcut olduğu hakkındaki sayıltı. Yani fiziki ve sosyal realite daima iyiye, mükemmele doğru bir değişme gösterir.

 Sonuç olarak; neden-sonuç ilişkisi genel bir kanun halinde ortaya konabilir. Somut nesneler gözlenip, deneye tabi tutularak tarihi süreç içinde mukayese edilir. Bu determine ilişkileri başlatıcı tek neden bize evrim sürecinin sırrını verecektir.

 

 Sosyolojinin başlangıcı:

 

 19. yüzyılda yaşanan sosyal ve iktisadi karışıklıkların yarattığı bunalımlar felsefede yoğun bir problemler alanı oluşturdu. Bu alanın çözümlenmesi felsefeden ayrı yeni bir çalışma alanını gerektiriyordu. Zaten pozitivist anlayış fewlsefeyi spekülatif bir metoda sahip metafizik konular olarak göemeye başlamıştır. İşte sosyoloji böyle bir düşünce ortamında ortaya çıkmıştır.

 Ancak şu önemli hususun gözden kaçırılmaması gerekir:

 19. yüzyılda sosyoloji kurulurken bir ölçüde Durkheim, M.Weber ve Pareto’nun dışında kalanların şu aortak özelliği var; felsefeye olan büyük tepkilerine rağmen amaçlanan pozitivist anlayışı (yani metafizikten kesinlikle ayrılmış olmak) teorilerinde tam anlamıyla gerçekleştiremediler.

 Sosyoloji ancak 20. yüzyıl bilim paradigması içinde konu ve metodunu aydınlatabildi.

 19. yüzyılda sosyoloji kurulurken felsefeye olan tepkiye rağmen teoriler felsefenin egemenliği altında kaldı.

 Doğa bilimlerine benzeme gayreti bırakıldıktan sonra sosyal bilimlerin ve sosyolojinin bir bilim olarak gelişmesi hızlandı.

 

  AUGUSTE COMTE (1798 – 1857):

 Comte, katolik ve monarşi yanlısı bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da doğdu. Fizyoloji ve tıp eğitimi gördü. Daha sonra pozitivist felsefe ile ilgilendi. Aydınlanma felsefesi geleneği içinde eğitimini sürdürdü. İhtilal sonrası Fransa’da meydana gelen siyasi karışıklıklar ortamı kadar yeni başlayan sanayi devrimi ve din-bilim arasında giderek artan çatışmalar döneminde yaşadı.

 Önemli eserleri:

 -Pozitif Felsefe

 -Pozitivizmin Genel Bakış Açısı (1848 işçi devrimlerinin olduğu yılda yazmıştır)

 Comte, sosyolojinin isim babası olarak bilinir. Bunun yanında pozitivist bilim anlayışının en büyük temsilcisi ve kurucularındandır.

 

 Comte’un sosyolojiden bekledikleri:

 

 Comte, yaşadığı dönemin şartları içinde sosyal düzeni kuracak bir bilimin gerektiğine inanıyordu. Ona göre, bu görevi ‘sosyoloji’ adını verdiği bilim üstlenebilirdi.

 Sosyoloji, ahlaki çözülmeyi önlemek için modern toplumun ihtilalci yapısını inceleyecekti.

 Comte, kendi pozitivist, hümanist felsefesi içinde toplumun yeniden şekillendirilmesiyle ilgilenmiştir. Ona göre, toplumun temeli fikirlere dayandığı için sosyoloji de ahlaki düzeni kuvvetlendirerek bu fikirleri kurmaya yönelmeliydi. Sosyal kanunları bulan ‘sosyal fizik’ bu amacı gerçekleştirecekti.

 Comte, aydınlanma felsefesinin ilkelerini, pozitivist metot haline getirerek, yaşadığı dönemin ihtilalci problemlerine uygulamaya çalışmıştır.

 

 Comte sosyolojisinin dayandığı temel kabuller:

 

1-Comte göre, evren anlayışının ve belirgin sosyal değerlerin gelişmesi ve evrimi görünmez doğa kanunları tarafından düzenlenmiştir.

2-İnsanlığın bu evrimleşme süreci üç temel aşamadan geçer:

   Teolojik, metafizik ve pozitivist safha.

  a) Teolojik safha; son sebebleri açıklamak için tabiatüstü açıklamalar temel oluşturur.

  b) Metafizik safha; şahsileştirilmiş soyutlamalarla ilk ve son nedenleri açıklama safhasıdır.

  c) Pozitivist safha da ise olguların kanunlarını bulmak için bilimsel metot uygulanabilir. Böylece bir tek metotla zihni birlik ve ahlaki düzen gelişecektir. Bunun sonucunda mevcut kaostan, düzen ve ilerlemeye geçilecektir.

 Sosyoloji, doğal ahkaki düzenin evrimini sağlayacak olan pozitivist metot temelinde birleştirici bir bilimdir.

3- Comte’a göre bütün bilgiler içinde geliştiği sosyal düzeni yansıtır (üç aşama). Bu yüzden ‘bilgi, sosyaldir’.

4- Comte’un sosyal sistemi; ‘sosyal statik’ ve ‘sosyal dinamik’ diye iki kısma böler.

    Sosyal statik; insan tabiatı ve insani sosyal varlığın kanunlarını bulmaya çalışır.

    Sosyal dinamik; sosyal değişmenin kanunları ile ilgilidir.

5- Ona göre, insan içgüdülerinin üç genel tipi vardır:

   a)Korunma içgüdüleri; seksüel veya maddi içgüdüler.

   b)Gelişme içgüdüleri; askeri ve endüstriyel vs.

   c)Sosyal içgüdüler; dostluk, bağlılık, hürmet, evrensel sevgi vs.

 

   Comte’a göre sosyal ilerleme, sosyal içgüdülerin diğerlerine üstün gelmesi nedeniyle meydana gelir. Teolojik ve askeri unsurlar arasındaki etkileşim düşüncenin pozitif tarza doğru yer değiştirmesi sonucunu doğurmuştur.

  Ona göre, hümanistik değerler ve ortalama hayat standardı, nüfus artış oranı, entelektüel evrim oranı gibi faktörler de sistemin düşük içgüdülerden yüksek içgüdülerin bulunduğu modern topluma doğru gitmesini sağlamak evrimi destekler.

 

 Özetleyecek olursak:

 

1-Comte, evreni doğa kanunlarınca düzenlenmiş olarak görür.

2-Bu kanunlar, sosyal statik ve sosyal dinamiğin gerektirdiği üç safha içinde egemen sosyal değerler veya düşünce ve insani içgüdüler arasındaki ilişkilerde vardır.

3- Sosyal sistem, bir bütün olarak daha bilimsel ve ahlaki bakımdan bütünlenmiş olan pozitif safhaya doğru entelektüel gelişmenin üç safhasından geçer.

4-Pozitif bir bilim olarak sosyolojinin görevi; sosyal problemlerin, bilimsel çözümünü sağlamak için bu sistemi incelemek ve anlamaktır.

 

 Comte’un metodolojisi:

 

 Ona göre pozitif metot, insanlığın gelişmesini sağlayacaktır. Sosyal statik ve dinamiklerin ayrıntılarını anlamak için, deney gözlem ve karşılaştırma yapmak gerekir. Bu metotlarla, dolaylı ve dolaysız olarak deneyler yaparak genel sosyal evrimin detaylı bilgisi kadar, sosyal kanunun soyutlamaları sağlanacaktır. Ve bütün bilimler için, tek metot budur.

 

 Comte’un tipolojisi:

 

a)Sosyal statikler:

 

  *Sosyal tabiat; din, sanat, aile, mülkiyet, sosyal organizasyon vs.

  *İnsani tabiat; duygular, faaliyet, zekâ :

    Duygular; egoistik (bencil) ve alturistik (bencil olmayan).

    Zeka; anlama ve ifade etme.

 

b)Sosyal dinamikler: (sosyal değişme kanunları)

 

   1-Sosyal ve tarihi çerçeve.

   2-Entelektüel ve maddi ilerleme.

   3-Ölüm oranı, nüfus artışı.

   4-Entelektüel evrim.

   5-Düşük seviyeli içgüdülerden medeniyete doğru temayül.