MEHMET ALTAN
– Neyi yapamıyorsan, onun esirisindir.
– Eleştiremediğin şeyi övme!
– ‘Siyasetçi’, övünmek ve övülmek istiyor, eleştiriye tahammülü yok. Oysa eleştiri ona karşı olan düşmanca bir tutum değil, ona dünyanın gelişmişliği açısından geldiği yeri göstermek, oraya taşımaktır.
– ‘Vicdan’; yerel değil küreseldir, empati yapmaktır. Vicdanın, kendine başka ötekine başka çifte standardı olmaz. Dindarım diyen insan, herkese karşı vicdanlı olacağı için saygıyı hakeder, aksi halde o da etmez.
– ‘Din’ sadece başkasına ‘ayar verme’ değil, çok önemli manevi bir tarafı vardır; bir iç yolculuktur, derinliktir, hakikati aramak, varlığına bir mana katmaktır.
– Bilimadamıyla, entellektüellerle, siyasetçi arasında çıkar çatışması vardır. Bilimadamı, olana bakarak olacak olanı okur ve geleceğe bakar. Siyasetçi ise seçildiği süreyle sınırlı olarak, olandan nasıl nemalanacağına bakar.
– Biz padişahlık kültüründen geldiğimiz için, hep “padişah kim olacak” diye bakıyoruz. Dünyanın gelişmişlik açısından gelmiş olduğu insani parametrelerle hiç ilgilenmiyoruz. Oysa önemli olan; işsizlikte, gelir dağılımında, insan haklarında, kadın-erkek eşitliğinde… dünyada nerede olduğumuzdur.
– Siyasetçiler iktidarı kaybetmekten korktukları için, kendilerini dünyanın gelişmiş insani parametreleriyle değil, iç siyasetteki başarılarla mukayese ederler.
– Mukayese olmadan, toplumların gelişmişliği anlaşılamaz. Toplumlar, devletler kendilerini kendisiyle değil, dış dinamiklerle yani gelişmişlik açısından dünya nerelere gelmiş onunla kıyaslarsa gelişir. Ülkenin gelişmişliğini görmek için, yedi milyonun yetmiş milyon içindeki yerine değil, yetmiş milyonun yedi milyar içindeki yerine bakmak gerekir.
– Farklı olana karşı olmak, onu yoketmeye çalışmak, kişinin değişen dünya koşullarına uyum sağlayamayıp, rekabet edememesinden kaynaklanır.
– Kişiler, işini koruyabilmek adına, “tükenmekte olan milliyetçi” söylemlere sığınırlar.
– İnsanlar; bilmediğine, anlamadığına karşı her zaman hamasi bir siyasetle karşı durup savunmaya geçerler.
– Ordu; milletin değil, diğer kurumlar gibi devletin bir parçasıdır. “Milletin bir parçasıdır” dediğinizde, milletin her yapılanı meşru kabul edip, sahip çıkmasını sağlarsınız. “Devletin bir parçasıdır” dediğiniz de ise ‘vatan haini’ olmadan her yapılanın hesabını sorabilir, herşeyiyle eleştirebilirsiniz.
– Her türlü vesayetten, hem ordu hem de sivil/siyasi vesayetten kurtulmak lazım. Hiçbir vesayet altında olmayan Avrupa Birliği standardında bir demokrasi istiyorum. Bunun için, AB görüşmelerinin devamını çok önemsiyorum. Böyle tam bir demokrasi için de mecburi askerliğin kalkması lazım.
“MARKSİST LİBERAL” ADLI ESERİNDEN:
– 1980 darbesi islamcılığı, sola karşı örgütledi ve kışkırttı.
– Devletçilik, toplumların zenginleşmesini sağlayamıyor aksine bürokrasinin ve devletin bir soygun batağına düşmesine yol açıyordu.
– Anglo-Sakson firmaları ‘kâr artışı’ gözetir. Japon firmaları ‘stratejik yarış’ diye bilinen oyunu oynarlar. Amerikalılar ‘tüketim ekonomisine’ inanır, Japonlar ‘üretim ekonomisine’…
– Sermaye sınıfının boy atmadığı, proleteryanın güldür güldür çağlamadığı yerde de ister istemez ‘solculuk’ adına binbir türlü sahtekarlık yaşanabiliyor…
– Bizde hiçbir zaman ‘üretim ilişkileri’ sözkonusu edilmedi. Demokrasiyi bir yana koyarak halkı ordu sopası ile modernleştirmeye kalkmak, ‘ilericilik’ olarak yutturuldu.
– Solculuk, en ileri üretim biçimlerine sahip çıkmaktır. En ileri üretim biçimi, insanın refahını ve özgürlüğünü pekiştirir.
– Fransız faşist lider; J.Marie Lepen, ‘evrenselliği’ en büyük düşman ilan ediyor, küçülen dünyayı tehlikeli buluyordu. Bildirgelerinde; sınırları kaldırıp, ulusal farklılıkları azaltacak her türlü girişime karşı çıkılıyordu.
Fransa’da yabancılara tanınan hakların geri alınacağı kanbağı ile oluşmayan ‘vatandaşlığın’ kaldırılacağı, kürtaja son verileceği ilan edilmekteydi…İktidar olunması halinde, Avrupa Birliği’nin temel antlaşması Maastrich’e son verileceği de haber verilmekteydi.
– Sol, ırka değil bizatihi insana, ulus-devlet anlayışına değil, ‘evrenselleşmeye’, kültürlerin zıtlaşmasına değil küreselleşmeye sahip çıkan bir kimliğe bürünüyor. Ayrıca ‘içe kapalı anlayış’; ekonomide dünyaya kapalılık, bölgesel ekonomik ittifaklara karşı çıkmak da ‘faşizmin yeni yüzü’ olarak görülüyor.
Sol, serbest değişimi, ekonomik ittifakları, dünyaya açılmayı savunuyor.
– Leninizm ölürken, Marksizm kendi anlayışını yeniden gözden geçiriyor.
Liberalizm, bireyin özgürlüğünü, devlet karşısında bireyin korunmasını amaçlayan bir düşünce biçimidir. Odağı bireydir, birey ve onun özgürlüğü için vardır.
Marksizm de evrenin değişimini araştıran, toplumsal dinamiklerin kaynaklarını irdeleyen bir felsefedir. Değişim bilimidir.
– Osmanlı iktisadi düzenini saray ve özgür köylü ikilisi oluşturuyordu. Özgür köylü üretiyor, saray da buna el koyuyordu. Bu sistemin bozulmaması için özgür köylünün ‘küçük üretici’ olarak kalması bir zorunluluktu.
Saray, Cumhuriyet dönemiyle birlikte ruhunu daha kalabalık padişahlardan oluşan bir devlet örgütüne devretti…Köylü, birey ve vatandaş olmadı…Bireyin iktisadi ve siyasal özgürlüğünün üzerine, saray yönetiminin çağdaş yorumu olan devletçilik abandı…Saray geleneklerini devralan devletti.
– Osmanlı’da ‘yeniçeri’ ile ‘ulema’ birlikte hareket ederdi. Bu birlik ilk kez 1826’da bozuldu. Din adamlarından oluşan ‘ulema’, yeniçeri ocağının feshedilmesi için fetva verdi. Çünkü Batı kendine bağlı ‘laik bir ordu’ kurmak istiyordu. Bu başarıldı.
Modernist ordu da, hilafet kurumunu kaldırdı. Hilafetin kaldırılması, Müslüman dünyanın liderliği vasfını yok ettiği gibi, içerdeki Osmanlıdan kalma İslam geleneğini de abartılı ve demokratik olmayan bir laiklik anlayışıyla bastırdı.
Ulema camiye, yeniçeri mirasçıları kışlaya yaslandı…Aydınlar cami ile kışla arasındaki tercihlere göre düşünce ufkunu belirlediler…Cami muhafazakar gericilerin kalesi, kışla Batılı laik ilericilerin odağı sayıldı.
Bugün de liberal ve Marksist paradigma, Türk düşünce hayatını beslemiyor. O nedenle ortalıkta zavallı bir seviyesizlik var.
Cami, kendi inanç diktasını yıkacak olanlara ‘kafir’ diyor. Kışla üç asırlık liberal düşünceye ‘liboş’, Marksizme de ‘Rus uşağı’diyerek durumu idareye çalıştı. Ancak bu ucuz yaklaşımlara rağmen cami ve kışla paradigmasının da çürüdüğü ve hiçbir toplumsal talebe cevap vermediği inkar edilmeyecek kadar belirginleşiyor.
– Profesör Peter Drucker’ “Kapitalizm Sonrası Toplum” adlı eserinde “ulus-devlet” kavramını hırpalayan ve gittikçe güçsüzleştiren olguları şöyle sıralar:
İlki, “paranın kontrolü”, bugün hiçbir merkez bankasının tek başına kontrol edemeyeceği bir para akımı sözkonusu…paranın vatanı yok. İkincisi, para gibi denetim dışı dolaşan “enformasyon”. O da sınırları aştı vatansız hale geldi. Üçüncüsü çevre, o da ulus-devlet sınırlarını aşarak, uluslararası bir örgütlenmeyi dayatır oldu. Çünkü insanlığın serası olarak bilinen atmosferin, gene insanların ciğeri olarak bilinen ormanların, okyanusların, su ve havanın kirlenmesi, herkesin sorunu. Dördüncüsü, terör de uluslararasılaştı. Çok küçük bir grubun, koca bir ülkeyi altüst edebileceği anlaşıldı. Beşinci olguysa silah. Silahların kontrolüyle egemenlik kavramı çelişir hale geldi. Silahlanma (nükleer silahlar) tüm dünyayı tehdit ediyor. Altıncı olgu, “bölgecilik”; yüksek teknolojili sektör klasik, neoklasik ya da Keynesyen iktisadını arz-talep dengelerini izlemez. Bu teorilerde üretim maliyeti üretim hacmiyle doğru orantılı olarak artar. Buna karşılık yüksek teknolojilerde, üretim hacmi arttıkça üretim maliyeti hızla düşer.
Ulus-devlet zayıfladıkça, ‘ulus’ kavramının yerini daha küçük birimlerin alma ihtimali artıyor. Drucker buna ‘kabilecilik’ adını veriyor.
– Lenin, “kapitalizmin ilerici tarihi rolünün” ikinci aşaması olan “emeğin toplumsallaşma” sürecini ise şöyle tanımlar:
…Kapitalizm gelişmesi ne kadar büyük olursa, üretimin kollektif niteliği ile mal edinmenin bireysel niteliği arasındaki çelişki o kadar güçlenir.
– 1870’lerde Narodnik siyasal hareketi sosyalizmin kaynağını köylülükte arıyordu. Rusya’da Batı’yı yozlaştıran kapitalizmin kötü etkilerinden böylece kurtulacağını düşünüyordu. Narodnik hareketinin muhalifi ise G.Plekhanov idi. Lenin’in de aralarında yer aldığı bir grup marksisti o yetiştirdi.
Nitekim 1890’larda Plekhanov’un öngörüleri gerçekleşti. Kapitalizm Rusya’da hızla gelişti. 1914 yılında henüz 3 milyon sanayi işçisi olmakla birlikte, devrim proletarya öncülüğünde gerçekleşti.
– Joseph Schumpeter,…büyük firmaların gelişmenin en büyük motoru olduğunu belirtip, toplam üretimi uzun vadede artırıcı güç olarak tanımlamaktadır. Ona göre, bu nitelikleriyle kapitalizm insanlığın hiç tanımadığı bir biçimde ekonomik kalkınmanın en önemli ve güçlü aleti olarak kabul edilmelidir.
– Üretim biçimi değiştikçe toplum ve insan da değişir…Bilimsel bilgi, çok daha az kol gücüyle çok daha fazla üretim yapar hale geldi.
1989 yılından sonra sosyalist dünyadaki “merkezi bürokratik planlama” iflas etti. İnsan iradesiyle, ekonominin daha verimli çalıştırılabileceği iddiası sona erdi. Piyasa ekonomisi, ekonomik kaynakların en bereketli şekilde kullanıldığı mekanizma olarak ortaya çıktı.
Gorbaçov’un sözünü ettiği marksizmle liberalizm sentezini ilk yakalayan parti eski İtalyan Komünist Partisi oldu. Adını “Demokratik Sol Parti”ye dönüştürerek, “Marksistliberal” bir kimlik edindi.
– Marx, Hegel’in düşüncesinin dış dünyayı rastgele kendi istediği gibi algılayabileceği iddiasına karşı çıkıyor. Bilincin, doğanın bir parçası olduğu için, kendi dışındaki dünyayı doğru algıladığını vurguluyor.
– Marksist değer teorisine göre, emeğin sömürüsü sermayenin birikimine imkan veriyordu.
– Engels, mezarı başında yaptığı konuşmada Marx’ın iki büyük keşifte bulunduğunu söylemiştir. Bunlardan biri, “insanlık tarihinin gelişme yasası”, diğeri ise “kapitalist üretim tarzının yarattığı burjuva toplumunun işleyiş yasasıdır”.
– Mustafa Suphi, Türkiye Komünist Parti Genel Sekreteri idi. Ankara kendisini Türkiye’ye davet etti ve tuzağa düşürerek 15 arkadaşıyla birlikte Trabzon’da boğdurttu…Marksist bakış açısı, kısaca yeryüzündeki değişimi izleme rehberi yok edildi.
– Bilgisayar devrimine bağlı olarak hayatımıza giren “iletişim devrimi” de “otoriter ve totaliter” yasakçı devlet anlayışını ve “yerel ölçüleri” tuz buz ediyor.
Çoktan aşılmış bir Kemalist ulus-devlet anlayışında direnmeye çalışıyor. Halbuki bilgisayar devrimiyle başlayan dönemin, üç altın ilkesi var; piyasa ekonomisi, insan hakları ve demokrasi…
– Yeryüzünün çağdaş toplumlarında, teknolojik devrim sayesinde, emek-sermaye çelişkisi sona ermekte…Üretim ilişkileri hızla değişmekte…Türkiye ise hala köylü…Hala köylülükten işçiliğe bile geçemedik. Halbuki, dünya işçilik dönemini bile geride bırakıyor.
…Solculuğu, çarpık bir laikliğe indirgiyorlar. Sanki bütün laikler değişimden yanaymış gibi. Ordunun resmi ideolojisini de sosyal demokrasiye yamamaya kalkıyorlar.
– Dünyayı değiştirmek isteyen Marksistlerin hedefleriyle, bu liberal değişim çelişmiyor çakışıyor.
– Batı’da demokrasi, gelişmiş sosyal sınıflarla çok çeşitli sosyal grupların “ortak çıkarları” üzerine kuruludur. Biz de ise Batı’daki çoksesliliğin yerini resmi görüş almıştır.
– Padişahlık geçimini savaşarak elde ettiği ganimetlerle sağlıyor. O nedenle üretim pek yok…Üretim olmayınca ülkede iş de yok sendika da…8 saatlik çalışma için talep de yok…
– Liberalizm ilk başta, devlete karşı bireyi koruyan bir özgürlük anlayışı olarak doğdu.
Liberalizm, bütün girişimcilere sonsuz özgürlük demek…
– …Eski bir eğitimcinin dediği gibi “bizde lise eğitiminin bilgisi altı ayda öğretilebilir. Ancak lise öğretiminin amacı eğitim değil, demokrasiden mahrum edilmiş cumhuriyete militan yetiştirmektir”.
– Memur öğretmen yaratıcılıktan uzak, bürokratik zihniyeti sürdürür. ‘Büyüklerine’ karşı hal ve tavrı önemser ama patent sayısını artıracak çocuklar yetiştirmeyi amaçlamaz. Çocuk oyunlarına bile yenilerini ekleyemez. Türkiye hızla silkinecekse, memur öğretmen kitlemizi nasıl entellektüel öğretmene dönüştürebileceğimizin formülünü bulmalı.
– Türkiye, federasyon kurabilecek gelişmişlik düzeyinden çok uzak. Bizde gelinen en üst aşama; ‘laik devlet’ kavramı…Üstelik, demokrasiyi kendine tehdit olarak gören bir ‘laik devlet’ algısı bu.
– Robert King Merton, bir inceleme sırasında Rovere (New Jersey) sakinlerinin belirgin bir şekilde ikiye ayrıldığını tespit etmiş. Birinci grup, “dünyaya dönük yaşayanlar” İkinci grupsa “yaşadıkları çevreye endeksli olanlar”. Birincileri, “kozmopolitler” ikincileri ise “yerliler” olarak nitelemiş.
Kozmopolitler, tüm tartışma konularını yerküre ölçeğinde ele alırken, yerliler tartışmayı kendi yaşadıkları yerle kısıtlıyormuş.
Kozmopolitler, başarılarını genel kültüre bağlarken, yerliler yakınlarına, akrabalarına bağlıyormuş.
Kozmopolitler, kendi kentlerinde herkesi tanımaya, olup bitenden haberdar olmaya yatkın değilken, yerliler tam tersi herkesi tanımak istiyormuş. Kozmopolitler, bilgi sahibi olanlarla ilgilenirken, yerliler inandıkları kişileri dinlemeye yatkın oluyormuş.
– Modern bir ekonomide, bir değişim ve yenilenme ekonomisinde kâr diye bir şey olmadığını artık biliyoruz. Yalnızca maliyetler vardır; geçmişin maliyetleri ve belirsiz bir geleceğin maliyetleri.