“Kendi inancının kendine özgülüğünü daha derinden kavramak, başka inançları daha derinden tanıyarak olabilir”.
“Marks’ın söylediklerini harfi harfine değişmez kanunlar gibi ele alan ve kuramları her yanlışlandığında da ek kuramlarla (ad-hock) yama yapan bugünkü marksizm, sadece bir doğa ve tarih felsefesinden ibarettir…Özgürlük adına milyonlarca insanı katleden, Stalin’in Sovyet marksizminin güç isteği ve büyüme modeli ise Batı ile tamamen aynıdır”.
“Hiçbir kilise bugün topluma bir ruh verme yeteneğine sahip değildir. Çünkü bugünkü hristiyanlık 17 yüzyıldır hastadır. Son iki yüzyılda Kierkegaard ve Blondel’le modern sorgulamasını bulmuşsa da onlar da hastayı iyileştirememişlerdir. Daha 3. asırda İznik konsiliyle, İsa’nın hakkı Sezar‘a verilerek politik ve ideolojik Konstantinciliğin afyonu haline getirilmiştir. Bu nedenle bugünkü hristiyanlık, İbrahimi gelenekten kopmuş ‘Filistinli hristiyanlık’ değildir”.
Batı, Heraklitos’tan sonra aşkınlık postülatını reddederek, sofistlerle birlikte ‘yeterlilik’ postülasını seçmiştir. Böylece Batılı insan tanrıyı reddederek ya da onu akla indirgeyerek ‘tanrı merkezli’den ‘insan merkezli’ tasarıya geçip kendini putlaştırmıştır. Artık herşeyin ölçüsü, insandır. Böylece Batılı paradigmada dinsel yobazlığın yerini bilimsel yobazlık alır. Tanrıyı kabul etmek ya da reddetmek, sözkonusu iki hayat biçimi veya iki toplum modeli arasında bir seçim yapmaktır. Böylece bilim bilimciliğe, teknik teknokrasiye, politika Makyavelizme, amaç yoksunluğu umutsuzluğa varan pozitivizme ve sonu herkesin herkesle savaştığı korku dengelerine varan bireyselciliğe dönüşür.
Batılı dünyamız yalnızca ateist değildir, çok tanrıcıdır da. Her birey ve her grup parayı, gücü, tekniği, cinselliği, ulusu, ideolojiyi, büyümeyi, kendi içinde bir amaç ve mutlak bir değermiş gibi görerek kendi arzusundan bir tanrı ediniyor. Kendisine hizmet edeni bağnazlaştıran ve parçalayarak yiyen, yayılmasına karşı gelen diğer bütün değerleri ve başka tüm insani varlıkları tepeleyen sahte, etobur bir tanrı.
“Aşkın bir gerçeklik bulmak sözkonusudur. Fakat bu tanrı değil dünyadır” diyen Sartre‘la beraber Heidegger ve Husserl, katıksız içkin (immanent) olandan bir aşkınlık (trancendent) elde etmeye çalıştılarsa da bunu başaramamışlardır. Çünkü bu, insanın gölgesinin üzerinden atlamaya çalışmaktır.
“1968’e kadar herşey normaldir. Sistem iyi gitmektedir. İşsiz yok enflasyon azdır. Buna rağmen iki ay boyunca tarihimizin en büyük patlaması gerçekleşir ve milyonlarca çalışan grevdedir ve bütün üniversiteler kaynamaktadır. Karışıklık içinde yeni bir bilinç doğuyordu. İnsanın ezilişi ve yabancılaşması konusunda sistemin başarıları ve başarısızlarından çok, sistem daha tehlikelidir. Bu kökten değişimi, parti (Fransız komünist partis) inkar ederek orada anarşist olaylardan başka birşey görmez”.
“Tüm Batılı diyaloglardan uygarlıklar arası diyaloğa geçmek gerekir”.
“İslami yeniden doğuş, Batıyı ve geçmişi taklitten kaçınmakla mümkündür…İslamın geleceği, Batının geçmişi değildir…Batıyı taklit konusunda en kötü şey, Türkiye’de Ziya Gökalp‘in yaptığı gibi, modernleşme ile Batılılaşmayı birbirine karıştırmaktır”.
(Bu yazı; çevirisini A.Zeki Ünal’ın yaptığı, benim de 1990 yılında tanıtım için yazdığım ve zamanın Girişim dergisinde yayınlanan yazıdan alınmıştır. A.Ağı)