Posts Tagged ‘trancendent’

ROGER GARAUDY “20.YÜZYIL BİYOGRAFİSİ”

Cumartesi, Ekim 16th, 2010

 

 

“Kendi inancının kendine özgülüğünü daha derinden kavramak, başka inançları daha derinden tanıyarak olabilir”.

“Marks’ın söylediklerini harfi harfine değişmez kanunlar gibi ele alan ve kuramları her yanlışlandığında da ek kuramlarla (ad-hock) yama yapan bugünkü marksizm, sadece bir doğa ve tarih felsefesinden ibarettir…Özgürlük adına milyonlarca insanı katleden, Stalin’in Sovyet marksizminin güç isteği ve büyüme modeli ise Batı ile tamamen aynıdır”.

“Hiçbir kilise bugün topluma bir ruh verme yeteneğine sahip değildir. Çünkü bugünkü hristiyanlık 17 yüzyıldır hastadır. Son iki yüzyılda Kierkegaard ve Blondel’le modern sorgulamasını bulmuşsa da onlar da hastayı iyileştirememişlerdir. Daha 3. asırda İznik konsiliyle, İsa’nın hakkı Sezar‘a verilerek politik ve ideolojik Konstantinciliğin afyonu haline getirilmiştir. Bu nedenle bugünkü hristiyanlık, İbrahimi gelenekten kopmuş ‘Filistinli hristiyanlık’ değildir”.

Batı, Heraklitos’tan sonra aşkınlık postülatını reddederek, sofistlerle birlikte ‘yeterlilik’ postülasını seçmiştir. Böylece Batılı insan tanrıyı reddederek ya da onu akla indirgeyerek ‘tanrı merkezli’den ‘insan merkezli’ tasarıya geçip kendini putlaştırmıştır. Artık herşeyin ölçüsü, insandır. Böylece Batılı paradigmada dinsel yobazlığın yerini bilimsel yobazlık alır. Tanrıyı kabul etmek ya da reddetmek, sözkonusu iki hayat biçimi veya iki toplum modeli arasında bir seçim yapmaktır. Böylece bilim bilimciliğe, teknik teknokrasiye, politika Makyavelizme, amaç yoksunluğu umutsuzluğa varan pozitivizme ve sonu herkesin herkesle savaştığı korku dengelerine varan bireyselciliğe dönüşür.

Batılı dünyamız yalnızca ateist değildir, çok tanrıcıdır da. Her birey ve her grup parayı, gücü, tekniği, cinselliği, ulusu, ideolojiyi, büyümeyi, kendi içinde bir amaç ve mutlak bir değermiş gibi görerek kendi arzusundan bir tanrı ediniyor. Kendisine hizmet edeni bağnazlaştıran ve parçalayarak yiyen, yayılmasına karşı gelen diğer bütün değerleri ve başka tüm insani varlıkları tepeleyen sahte, etobur bir tanrı.

   “Aşkın bir gerçeklik bulmak sözkonusudur. Fakat bu tanrı değil dünyadır” diyen Sartre‘la beraber Heidegger ve Husserl, katıksız içkin (immanent) olandan bir aşkınlık (trancendent) elde etmeye çalıştılarsa da bunu başaramamışlardır. Çünkü bu, insanın gölgesinin üzerinden atlamaya çalışmaktır.

“1968’e kadar herşey normaldir. Sistem iyi gitmektedir. İşsiz yok enflasyon azdır. Buna rağmen iki ay boyunca tarihimizin en büyük patlaması gerçekleşir ve milyonlarca çalışan grevdedir ve bütün üniversiteler kaynamaktadır. Karışıklık içinde yeni bir bilinç doğuyordu. İnsanın ezilişi ve yabancılaşması konusunda sistemin başarıları ve başarısızlarından çok, sistem daha tehlikelidir. Bu kökten değişimi, parti (Fransız komünist partis) inkar ederek orada anarşist olaylardan başka birşey görmez”.

“Tüm Batılı diyaloglardan uygarlıklar arası diyaloğa geçmek gerekir”.

“İslami yeniden doğuş, Batıyı ve geçmişi taklitten kaçınmakla mümkündür…İslamın geleceği, Batının geçmişi değildir…Batıyı taklit konusunda en kötü şey, Türkiye’de Ziya Gökalp‘in yaptığı gibi, modernleşme ile Batılılaşmayı birbirine karıştırmaktır”.

 

       (Bu yazı; çevirisini A.Zeki Ünal’ın yaptığı, benim de 1990 yılında tanıtım için yazdığım ve zamanın Girişim dergisinde yayınlanan yazıdan alınmıştır. A.Ağı)

DEVLET FELSEFESİ-2

Pazar, Ağustos 16th, 2009

E.CASSİRER’İN ‘DEVLET EFSANESİ’NDEN;

Machiavelli’nin “MODERN LAİK DEVLET” GÖRÜŞÜ:

Cassirer’e göre Machiavelli, skolastik gelenekten tümüyle kopan ilk düşünür olup, bu geleneğin temeli olan hiyerarşik dizgeyi de (aşağılara yayılmış ve yayılan gücün kaynağının yukarıda olduğu ve bu nedenle de gücün tek sahibinin tanrı olduğu anlayışı) yıkmış bir düşünürdür.

Ortaçağ düşünürleri, St.Paul’ün “tüm güç tanrının gücüdür”, sözünü tekrarlayıp durmuşlardır. Devletin tanrısal kökenli olduğu genellikle kabul edilmiştir. Bu görüş, Rönesans başlangıcında da bütün canlılığını korumaktaydı. Dünyasal gücün en kuvvetli savunucuları dabu ilkeyi yadsıma cesaretini gösteremediler. Machiavelli’ye göre gelince o bu ilkeye saldırmaz bile onu bilmezlikten gelir. O siyasal gücün tanrıdan tanrıdan gelmediğini görmüştür.

Machiavelli, yeni prensliklerin kurucuları olan kimseleri görmüş ve bunları dikkatle izlemiş, sonunda yeni prensliklerin gücünün tanrıdan gelmediğini hatta böyle düşünmenin bile saçmalamaktan başka bir şey olmadığını anlamıştır.

Krallara, haklarının kutsal bir kökeni varmış gibi davranmanın gerçekte hiçbir sağlam temeli olmadığını gören ilk düşünürlerdendir.

Rönesansın yeni kozmolojisinde ve yeni siyaset biliminde aşağı ve yukarı arasındaki ayrım ortadan kalmıştır.

Aşağı ve yukarı dünyalar için aynı ilke (evrenin ayrıcalıklı bir noktasının olmadığı) ve doğal yasalar geçerli olmaktadır.

Laik devlet, Machiavelli’nin yaşadığı dönemden çok önceleri de vardır. Siyasal yaşamın tam anlamıyla laikleşmesinin en erken örneklerinden biri II.Frederick tarafından İtalya’nın güneyinde Machiavelli, ‘Hükümdar’ı yazmadan üç yüzyıl önce kurulmuştu.

Bu tamamen yeni ve ortaçağın başka bir örneği olmayan bir olgusu idi. Ama bu henüz kuramsal anlatımına ve haklı nedenlerine kavuşmamıştı.

Freedrick, siyasal eylenmlerinde modern olduğu halde düşünceleri yönünden kesinlikle modern değildir. “Baş kafir” sayılıp iki kez aforoz edilmesine rağmen o, tanrıyla doğrudan kişisel ilişki kurmak istemektedir.

Machiavelli’ye göre ise tüm mistik görüşler akla aykırıdır. Onun kuramında önce teokratik düşünceler ortadan kaldırılmıştır. O kiliseye karşıdır ama din düşmanı değildir. Hatta dinin toplumsal hayatın zorunlu ögelerinden bir olduğuna inanmaktadır. Bu nedenle din. Machiavelli’nin dizgesinde bile zorunludur. Ama kendi başına bir erek değildir. Din, ancak iyi bir düzen ortaya koyarsa iyidir. Böylece dinin trancendent bir nesneler düzeni ile hiçbir ilişkisi kalmamış ve tüm tinsel değerlerini yitirmiştir. Laikleşme süreci, erginleşmesinin sonuna gelmiştir. Çünkü laik devlet, artık yalnızca olgusal olarak değil, aynı zamanda hukuksal olarak da vardır. Ve kesin olarak, kuramsal meşruiyetine kavuşmuştur.

HEGEL’İN ‘DEVLET’ ANLAYIŞI   (ÖNAY SÖZER):

Hegel’in devlet anlayışı, onun tarih anlayışında çıkar. Hegel, tarihsel yaşamdan, devletin dışında ve devletten önce bahsedilebileceğini yadsır.

Devlette, genel irade ile bireysel irade tam bir uyum içindedir. Devlet, doğrudan doğruya genel iradenin gerçekliğidir. Bu iradenin, somut bir varlık kazanmasıdır.

Devlet, bireysel iradelerin bir toplamı değil, akıllı, canlı bir bütündür. Devlet, aklın kendi özüne en uygun, en yakın olarak kendini geçekleştirdiği bir formdur.

Bu nedenle devlet, kendiliğinden akla uygun bir varlıktır. Tek tek devletlerin birbirlerinin karşısına egemen varlıklar olarak çıkarlar. Aralarındaki ilişkiler ancak gerkliliğe dayanabilir. Devletler, kendi üstlerinde bir güç olmadığından aralarındaki anlaşmazlıkları savaşla hallederler.

Herbiri kendi özel yararına dayanan devletler için en son yargıyı tarih verir. Tarih, yüksek dünya mahkemesidir. Devletlerin, ulusların, hak ve alın yazılarını belirleyen; dünya tarihidir.

Tarih, dünya geistının özgürlük bilincine doğru sürekli olan diyalektik bir ilerlemedir. Bu ilerlemede her dönemin temsilcisi, tarihi bir ulustur. Her tarihi ulusa, geistın bir amacını gerçekleştirecek bir ödev ayrılmıştır. Ödevini yerine getiren ulus tarih sahnesinden ayrılır. Yerini geistın bundan sonraki amacını yerine getirecek olan başka bir ulus alır.

Nasıl uluslar ile devletler anlamlarını tarih denilen bağlam içinde kazanırlarsa, tek tek kişiler de anlam ve belirlenimlerini devlet içinde kazanırlar. Devlet, tek tek kişilerle konuşup, iş görür. Bu nedenle bireyler de, devlet için alet ve araçtırlar. Bu durum, büyük kişiler için de geçerlidir.

Tarih onları, kendi amaçları emrinde bir araç olarak kullanır. Onları kendi tutkuları peşinde koştururken, bu arada kendi isteğini de gerçekleştirir.

Buna erişince de onları bir kenara atar. İşte bu ‘aklın hilesi’dir.

Kendini, tüm varlık olarak açan geistın, gelişmesindeki en son, en yüksek aşama ise; ‘mutlak geist’tır.

Mutlak geist, sırayla sanat, din, felsefede kendini gerçekleştirir. Tarih boyunca, sayısız devlet birbiri ardından ortaya çıkmış ve görevlerini yerine getirdikten sonra göçüp gitmişlerdir. Devletlerin ölümlü oluşuna karşılık sanat, din ve felsefe ölümsüzdürler. Bunlar da geistın, bütün insanlık tarihi boyunca uzayıp giden bir bir gelişmesini buluruz.

Bu ölümsüzlük, geistın özüne en uygun olan bir formdur. Bu nedenle geist, ereği olan kendi bilinç ve özgürlüğüne, en yetkin olarak ‘mutlak geist’a, bunun da en son basamağı olan ‘felsefe’de ulaşır.

M.SOYSAL’IN “100 SORUDA ANAYASA”:

Anayasa deyince ne anlaşılır? Ne anlamak gerekir?

Anayasa, öyle bir yasa ki, devletin temel yapısını ve bu yapının başlıca işleyiş kurallarını göstermekle kalmayıp, aynı zamanda çıkarılacak yasaların uymak zorunda olduğu temel ilkeleri de gösteriyor. Bu temel ilkeler ise çoğu zaman, vatandaşların hakları ve özgürlükleri için yapılan uzun uğraşların sonunda ortaya çıkmıştır. Onun için anayasalardaki temel ilkeler daha çok vatandaşların temel hakları ve özgürlükleri ile ilgilidir. Bu bakımdan bir devletin anayasası, vatandaşların temel haklarını ve özgürlüklerini koruyan başlıca belge oluyor.

Yalnız şunu da unutmamak gerekiyor; bir devletin kuruluşuyla genel yapısıyla ilgili işleyiş kuralları, vatandaşların temel hak ve özgürlükleri hep anayasa adını taşıyan metinlerde gösterilmezler.

Anayasaların bir de ‘bükülgen-bükülmez’ diye birbirinden ayrıldığı görülür. Bu terimler anayasanın değiştiriliş biçiminden doğuyor. Anayasaların değiştirilmesini sıkı kurallara bağlamış olan devletlere, “bükülmez anayasalı devlet”, sıkı kurallara bağlamamış olan devletlere ise “bükülgen anayasalı devlet” denir.

Unutmamak gerekir ki, anayasa değişikliği yapmak isteyenler, hukuk kurallarının ötesinde örneğin kamuoyunun ve örgütlenmiş güçlerin tepkisini göz önünde bulundurmak zorundadır. Siyasal partiler başta olmak üzere, sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları, üniversiteler, anayasa değişikliğinde bireylerin tepkilerinden daha da etkili olurlar.

Anayasaların değiştiriliş gibi yapılışları da çoğu zaman toplumsal güçlerin tam bir denge içinde bulundukları sırada olmaz. Anayasaların birçoğu, bir ihtilalin ya da yerleşik düzeni altüst edici büyük bir olayın arkasından yapılır. Bu gibi durumlarda ister istemez o ihtilali ya da o büyük olayı gerçekleştiren güçlerin çıkarları birer anayasa ilkesi niteliğine bürünür.

Örneğin 1982 anayasası, 12 Eylül hareketinin ardından siyasal partilerin kapatıldığı bir ortamda bir danışma meclisinin katılmasıyla doğrudan doğruya silahlı kuvvelerin üst komuta düzeyindeki güçlere uygun olarak yapılmıştır.

Aslında anayasa yapmak da, değiştirmek de sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.

Anayasa yapıcılığındaki hüner, toplumsal dengeyi daha doğrusu toplumsal güçlerin gelecekteki gelişmelerini gözönünde bulundurabilmektir.

“Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”nden ne anlamak gerekir?

Bu hüküm her şeyden önce, bölücülük hareketlerine bir tepki olarak anayasaya girmiştir. Bölünmezlik ilkesi, anayasa hukukunda, egemenlik kavramıyla birlikte ele alınması gereken bir ilkedir.

Egemenlik, en yüksek karar ve eyelem gücüne sahip olmak, başkasının otoritesi altında bulunmamak, otoriteyi başkasıla paylaşmamak demektir. Egemen devlet, kendi ülkesi üstünde en üstün güç olduğu için, yine o ülke üzerinde başka devletlerin otoritesine tabi değildir. Ve başka ülkelerle bağlantılı duruma gelmesi ancak kendi iradesiyle olur.

Fransız ihtilalcilerinin, “egemenlik bölünmez” deyişleri, devletle bütünleşmiş olan ulusun egemenliği, başka herhangi bir güçle paylaşmayacağını belirtmek içindir.

Ulusal devletin toprak unsuru ‘ülke’, insan unsuru da ‘ulus’tur. Ülke ve ulusun bütünlüğü, ‘ulusal devlet’i meydana getirir. Bu anlayış içinde; ülke, ulus, egemenlik ve devlet kavramları birbirinden ayrılmayan, ayrılmaması gereken bir bütünlük oluşturmuşlardır.

Bölünmezlik ilkesi, bölgeciliğin bölücülüğe dönüşmesini önleyecek olan en önemli ilkedir.

Bölünmezlik ilkesinin, anayasa hukuku alanında yarattığı zorunluluklar, olanaksızlıklar, yasaklamalar şunlardır:

1-Vatan toprağının devredilemezliği; ülke, ulusla egemenlikle ve devletle bütünleştiği için rastgele bir toprak olmaktan çıkmış, vatan toprağı niteliğini kazanmıştır. Başkasına devredilemez. Bir bölümünü başkasına devretmek demek; ulustan, egemenlikten ve devletten bir parçayı da devretmek demektir.

2-Federalizmin (çokulusluluk) olanaksızlığı; bölünmezlik ilkesinin, devlet yapısı bakımından hukuksal sonucu tek olan egemenliğin yine ulus ve ülke bütünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısıyla bütünleşmesidir. Nasıl ulusal devlet ilkesi, çokuluslu bir devlet anlayışını olanaksız kılıyorsa, bölünmezlik ilkesi de federatif yapıyı olanaksız kılıyor.

Bölünmezlik ilkesi devletin kendi iç yapısında federal devlette olduğu gibi birden çok egemenliğin yan yana bulunmasını engeller. Yani o devletin bir federasyonun federe devleti durumuna gelmesini önler.

3-Sınıf egemenliğinin yasaklanması; tek olan egemenlik ulus tarafından kullanılır. Egemenliğin kullanılışı bir tek toplumsal sınıf için olanaklı kılan ya da tam tersine bir toplumsal sınıfı egemenliğin kullanılışına katılmaktan alıkoyan düzenlemeler, bölünmezlik ilkesine ters düşer.

Bölünmezlik ilkesinden aşağıdaki gibi sonuçlar çıkarılamaz. Çünkü bunlarda egemenliğin bölünmesi ya da paylaşılması sözkonusu değildir:

1-Serbest bölgelerin kurulması; bir devletin kendi toprakları üzerinde bazı yasaların uygulanmadığı yabancı ya da yerli girişimcilere bazı kolaylıkların gösterildiği bölgeler kurması, orada egemenlikten vazgeçtiği anlamına gelmez. Çünkü, güvenlik ve yönetim türünden temel devlet görevleri devam ettiği gibi orada egemenliği paylaşan başka bir devlet yoktur. Bu durum askeri üsler için de geçerlidir.

2-Yerel yönetimlerin gelişmesi; yerel yönetimler, devlet yönetiminin bütünlüğünden kopuk kuruluşlar değildir. Bunların karar organları yerel olarak seçilir ama ellerindeki yetkiler, devletin egemenlik yetkilerinden ayrı yetkiler değildir.

3-Sınıf gerçeğinin kabul edilmesi; bölünmezlik ilkesi, sınıf egemenliğine dayalı devlet kavramını reddeder. Ve anayasa sınıf veya zümre egemenliğini amaçlayan siyasal partilerin kurulmasını yasaklar ama bu durum toplumun çeşitli sınıflardan oluştuğunu kabule engel değildir.

Önlenen, bir sınıfın iktidarı ele geçirerek diğer sınıfları egemenliğin kullanılmasına katılmaktan alıkoyması, kendi durumunu sürekli ve değişmez kılmasıdır. Yani önlenen, devletin bir sınıf egemenliğine dönüşmesi, bir tek sınıfın tekeline geçmesidir.

İktidar bir süre için, siyasal partiler yoluyla ağırlıklarını duyuran zümre ya da sınıfların eline geçebilir, geçmesi de doğaldır.

MİLLİ DEVLET :

1961 Anayasasında ‘Türk milliyetçiliği’ diye tanımlanan gerçek ‘Atatürk milliyetçiliği’nden farklı olup, bireyin toplum içinde daha çok eğitici bir milliyetçiliktir.

1982 Anayasasında ise ‘Atatürtk milliyetçiliği’ sözü yalnız bırakılmıştır.

Bu yaklaşım değişikliği ve milli devlet ilkesinin, anayasa metninde artık yer almayışı, devletin bir ‘milli devlet’ olma niteliğini, hukuksal açıdan değiştirmiş değildir. T.C. yine hukuk tanımlamalarına göre, ulusal bir devlettir. Devlet yine, bir ulus bütünlüğüne dayanıyor. Örneğin ‘ümmet’ esası üzerine kurulacak bir devlet öngörülmüyor.

1982 Anayasası yapılırken, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” maddesi, “milletlerarası yetkileri bulunan kuruluşlara, üyeliği öngören anlaşmalar ve hükümleri saklıdır” biçiminde bir fıkra içermekteydi. Bu hüküm ulusal egemenlikleri, ortak egemenliğe tabi kılan kuruluşlara (örneğin; AB) Türkiye’nin girmesini sağlamak amacıyla konmuştu. Ancak MGK bu fıkrayı maddeden çıkardı.

Ulusal devlet, kendi içindeki gruplar bakımından kendisininkinden başka egemenlik kabul etmediği gibi, kendi üstünde de başka egemenlik kabul etmez.

Şimdi Türkiye, AB’ne tam üyelik için başvurmuştur. Oysa Anayasa üye olamazsın diyor. O halde yapılmsı gereken ilk iş, anaysanın hayır demeyeceği uygun değişikliği yapmak. Aksi halde AB’ye girme imkanı yoktur.

“İnsan haklararına dayanan devlet” kavramından, “insan haklarına saygılı devlet” kavramına geçişin anlamı nedir?

1961 Anayasası, “insan haklarına dayanan devlet”ten sözetmekteydi. 1982 Anayasasının aynı maddesin de ise “insan haklarına saygılı devlet” deyimi var.

Acaba bu durum basit bir üslup değişikliği midir? Yoksa bu derin bir yaklaşım farkından mı kaynaklanmaktadır?

Önce ‘insan hakları’ nedir ona bakalım:

İnsan hakları, bütün insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin yalnızca insan oluşları nedeniyle, insanlık onurunun gereği olarak sahip oldukları hakların bütününü kapsar ve gerçekleştirilmiş bir durumdan çok, varılmak istenen bir amacı bir ideali belirler.

İnsan haklarına dayalı devlet ise, insanı temel değer olarak kabul eden, kendi varoluş nedenini insan haklarının korunması ya da gerçekleştirilmesi amacına dayandıran devlet demektir. Devlet, insan için vardır. İnsanın, insanca yaşaması için.

1982 Anayasası ile devletin, insan haklarına dayanan değil saygılı hale gelmesi, diğer değişiklikler de düşünüldüğün de çok temel bir yaklaşım farkını anlatıyor. İnsan hakları artık devletin temeli sayılmaktan, onun dayandığı kavramalr ve değerler bütünü olmaktan çıkmıştır. Devlet başka amaçlar için vardır. Devletin, insan haklarına saygıdan da öne aldığı ve devleti içine yerleştirdiği kavramlar olan “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı için vardır”. Bu çerçeve içinde yeralan devlet yine insan haklarına saygılı olacaktır. İnsana değer verilmesi, insan onurunun korunması gerekecektir ama insan hakları artık devletin varoluş nedeni olmaktan çıkmıştır.

Özgürlüğü ikinci plana iten ve otoriteye ön sıraya veren 1982 anayasası, bireyle toplum arasında; toplumu. İnsanla devlet arasında da kesinlikle devleti tercih eden bir anayasadır. İnsan hakları sadece bu tercihten sonra yine de uyulması ve saygı gösterilmesi gerekli değerler olarak vardır.

“Temel haklar ve Ödevler” konusunda 1982  Anayasasının genel yaklaşımı nedir?

Genel hükümler bakımından 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası arasındaki fark; 1982 Anayasasının “temel hak ve özgürlükler”i, ödev ve sorumluluk kavramıyla birlikte ifade etmiş olmasıdır.

“Temel hak ve özgürlükler kişinin ailesine, topluma ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder”.

Kişiden, topluluğa doğru bir ödevin doğması için topluluğun da kişiye, kişiliğini serbest ve tam olarak geliştirebilme olanağı sağlamış olması gerekir.  Bu olanağın bulunmadığı, önemli ölçüde sınırlamalar getirildiği yerde 1982 Anayasası, bireyle- toplum arasında, kesinlikle toplumu tercih eden bir anayasadır. Ödev de yoktur, kişi bu ödev duygusunu duymayacağı gibi toplumun da duymayacağı açıktır.

‘Sosyal Devlet’ ne demektir?

1961 Anayasasında olduğu gibi 1982 Anayasasına göre de T.C. devleti, bir sosyal devlettir. Gerçi 1982 Anayasasında ‘sosyal devlet’ yerine ‘sosyal hukuk devleti’nden sözedilir ama sosyal devlet ilkesi devletin nitelikleri arasından çıkarılmış değildir.

Sosyal devlet genellikle, vatandaşların sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı ödev bilen, devlet demektir.

Devletin sosyal devlet olma derecesini, anayasadaki ekonomik ve sosyal hakların gerçekleştirilme derecesi belirler. Ancak sosyal devlet,

yalnız bunları sağlamakla yetinen devlet değildir. Sosyal devlet, bir toplumdaki güçsüzlerin ezilmesini ve toplumda düzensizlikler yaratılmasını önlemek, milli gelirin adaletle uygun biçimde dağıtılmasını sağlamak gibi amaçlar güdüyorsa; devletin bu amaçlara yönelmesi, devlet için bu gerçekleşmeyi gerekli kılan, güçlerin bulunması da zorunludur. Sadece iyi niyetle, lütuf dağıtmayla sosyal devlet olunmaz. Bu olsa olsa ‘sadaka devleti’ olur. Devletin sosyal devleti olması, güçsüzlerin gücünü devlet yapısında hissettirecek kurumların, mekanizmaların ve yolların mevcut oluşuna bağlıdır.

Bu nedenle sosyal devlet ile ‘demokratik devlet’ kavramları birbirine sıkı sıkıya   bağlıdır. Demokratik olmayan bir yönetim altında, sosyal görünümlü politikaların izlenmesiyle devlet, sosyal devlet olmaz.

Devletin güçler dengesine dayalı bir sosyal devlet olabilmesi çalışanların örgütlenme ve hak elde etme haklarıyla da yakından ilgilidir. Bu devlette güçsüzlerin örgütlenip, ağırlık koyabilmeleri için yalnızca siyasal mekanizmalar yetmez. Çalışma yaşamına ilişkin hakların ve özgürlüklerin de bu ağırlığın serbestçe konulmasına olanak sağlayacak biçimde düzenlenmesi gerekir.

‘Hukuk Devleti’ ne demektir?

Hukuk devleti, vatandaşlarına hukuk güvenliği devlet demektir. Hukuk güvenliği sağlamak sözü tek başına bir şey ifade etmiyor. Bu güvenliğin sağlanabilmesi için bir takım koşullar gerekli. Bu koşullar:

1-Temel hakların güvence altına alınması; temel hakları kolayca değiştirilmeyen metinlerde ve anayasalarda saymak. Bunların düzenlenmesi ve sınırlanmasını da yasalarla yapılacak bir iş durumuna getirmek. Temel hakların güvence altına alınabilmesi için de devlet içindeki güçlerin bir elde toplanmasını engellemek, yetki kullananları karşılıkları denetlemeye tabi tutmak, belli görevleri belli dönemlere ve belli yetkilere bağlamak, iktidarın sınırlılıklarını üstün bir metinde dile getirmek gerekmektedir. Aslında hukuk devletini gerçekleştirme çabaları anayasacılık hareketlerinin bir başka yönü sayılabilir.

2-Yasalarda anayasaya uygunluğun sağlanması; hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi için çıkarılan yasaların, anayasaya uygun olması gerekir. Aksi halde hukuk devletinin ortadan kalkması sözkonusu.

3-Yönetimde hukuka bağlılığın sağlanması; hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi, yalnız yasaların anayasaya uygun olmasıyla tamamlanmaz. Bundan daha önemlisi, anayasa uygun kuralları uygulayacak ve devlet işlerini yürütecek yönetim mekenizmasının da hukuk düzenine bağlı kalmasıdır.

4-Yargı kuruluşlarının bağımsızlığını ve güvenilirliğini sağlayacak koşulların yerleştirilmesi; gerek yasaların anayasaya uygunluğunun denetlenmesinde gerek yönetimin hukuka bağlılığını sağlamakta gerek genel olarak bütün yasaların uygulanmasında yargı organlarının bağımsızlığı son derece önemlidir.

Hukuk devleti ilkesi ancak anlamlı ve yaratıcı bir tutumla uygulandığı zaman vatandaşa gerçek bir güvence sağlar. İlkenin yerleşmiş hukuk düzenine ve kurulu toplum ilişkilerine körü körüne uymak biçiminde uygulanması farkına varmadan yerleşik düzendeki ekonomik ve sosyal güçlerin egemenliğini pek ulu hukuk kurallarının gölgesinde sürdürmek olur.

‘Laik Devlet’ nedir?

Laik devlet, mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmi bir dini olmayan, dinsel kurallarla işgörmeyen bir devlet olup, bunun yanında laik olma vasfını korumak amacıyla dinin vicdanlara itilmesi için gerekli önlemleri de alabilen devlettir.

Laik bir devlette, diyanet işleri başkanlığının genel idare içinde yer alması nasıl yorumlanabilir?

1961 Anayasası gibi 1982 Anayasası da diyanet işleri başkanlığının genel idare yani doğrudan doğruya hükümete bağlı merkez kuruluşları içinde kalmasını sağlamaya çalışıyor. Bunun nedeni, çoğunluğu müslüman bir toplumun çözülmesini kolaylaştıran bir durumun kaybedilmemesi içindir.

Eğer din hizmetleri genel idare içinde değil de toplulukların kendi paralarıyla yürütecekleri hizmetler haline getirilmiş olsaydı devletten ayrı ve ister istemez devlete karşı bir güç olarak belirecek kuruluşların ortaya çıkmasına da katlanmak gerekecekti.

Atatürk’ün laiklik konusundaki politikası her şeyi hesaba katan ustaca bir politikadır. Din işleriyle toplum düzeni kesinlikle birbirinden ayrılırken, bu ayrılma dine karşı açıkça bir baskıyla sonuçlanmadı. Amaç dini, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirmek, onu toplum işlerinden ve toplum görevlerinden sıyrılıp vicdanlara itmekti. Eğer bir cemaat teşkilatı kurulsaydı, bu örgütün kısa bir zamanda büyük para gücüyle ve kenetlenmiş adamlarıyla devletle çarpışan bir güç haline geleceği muhakkaktı.

Laik bir devlette, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde ye alması Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlamı yoktur.

‘Demokratik Devlet’ nedir?

Bir devletin demokratik sayılması için aranması gereken koşullar nelerdir? Bu koşullar:

1-Seçim ve temsil ilkesi; bütün ülkelerde benimsenen tutum, halkın bir süre için belli sayıda temsilci seçmesi ve halk adına kararların bu temsilciler tarafından alınması yolundadır. Buna ‘temsili demokrasi’ ya da ‘aracılı demokrasi’ deniyor.

2-Genel ve eşit oy; ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun vatandaşın oy sahibi olmasına ‘genel oy’ ve yine bütün ayrılıklar göz önünde tutulmadan herkesin eşit ağırlıkta bir tek oya sahip olmasına da ‘eşit oy’ denir.

3-Çoğunluğun yönetim hakkı; genel oydan geçip seçimlerle iş başına gelmiş bir çoğunluğun belli bir süre için toplum işlerini yürütmesi klasik demokrasinin ilkelerinden biridir.

Çoğunluk ister bir partide toplanmış olsun, ister çeşitli partilerin anlaşarak bir araya gelmesinden oluşan koalisyon çoğunluğu olsun, kendisine tanınmış olan alanlarda kamu işlerini yürütmek hakkına sahip olacaktır. Gelecek seçime kadar bu hak onundur.

4-Azınlığın korunması ve çoğunluğun sınırlanması; azınlıkta kalan kimseler ve kuruluşlar, kamu işlerini yürütmek hakkına sahip olmayacaklardır ama yürütenleri eleştirmek ve uyarmak da onların hakkıdır.

Çoğunluk kazanmamış görüşleri yasaklamak klasik demokrasinin kendi temel felsefesiyle çatışan bir durumdur. Klasik demokraside azınlığın korunması bir zorunluluk olarak çoğunluğun sınırlanmasını gerektiriyor.

5-Devlete karşı bireysel temel haklar; hükümdarlara karşı girişilen uğraşların başlıca amacı, bireyi onların keyfi davranışlarından korumaktır. Egemenlik çoğunluğun eline geçince bu koruma, çoğunluğa daha doğrusu onun elinde bulunan devlet gücüne karşı yöneldi.

6-Yasalar önünde eşitlik ilkesi; yasalar herkese ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun aynı şekilde uygulanacaktır. Herhangi bir aileye, zümreye ya da sınıfa ayrıcalık tanınmayacaktır.

Seçim ve temsil ilkesi ile devletin ‘cumhuriyet’ oluşu arasında, nasıl bir ilişki vardır?

Gerçek bir cumhuriyette baştaki kişinin cumhurbaşkanı sıfatını taşıması yetmez, devlet başkanının da devletin bütün organları gibi seçimden çıkması ya da seçimden çıkmış kişilerce atanmaları gerekir. Cumhuriyet, bu genel kuralın devlet başkanını da içine alarak, istisnasız uygulandığı devlet biçimidir.

Seçim ve temsil ilkesinin devlet başkanına uygulanmayışı ve devletin başında hem devleti hem de halkı değil sadece devleti temsil eden bir hükümdarın bulunuşu. Devletin demokratik olma niteliğini ortadan kaldırmaz. Yalnızca adının cumhuriyetten başka bir şey olmasını gerektirir. Yani demokratik olmak ille de cumhuriyet olmak demek değildir ama cumhuriyet olmak ille de demokratik olmak demektir.

KARL JASPERS – 1

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

    KARL JASPERS (1883-1969)

 

 20.yüzyılın en çok eser veren filozofudur. ‘Felsefe Nedir?’ adlı eseri ölümünden 6 yıl sonra 1975’te asistanı tarafından derlenerek oluşturuluyor. Bu derleme Jaspers’in 1950 de bizzat yaptığı 12 radyo konuşmasından oluşmaktadır.

 

1- FELSEFE NEDİR ? (12 radyo konuşmasının ilki):

 

Bilime inanan kişi, bilimin herkes için genel geçer, zorunlu önermeleri ortaya koyacağına inanan kişidir. Felsefe bilimden yaralanır ancak onun bambaşka bir kaynağı vardır.

Felsefe, insanın olduğu her yerde, insanın uyandığı her yerde vardır. Felsefe yapmak için illa bilime ihtiyaç yoktur. Bilimsiz felsefe, insanların belirli anlarda uyanarak yaptığı felsefedir.

İnsan olmak; 1-kendisinin insan olduğunun farkına varmak

                    2-varlığın farkına varmakla mümkündür.

Jaspers’e göre bizim çocuk felsefesi yapmamıza imkan yok. Çünkü saflığımız eğitimle örtülmüştür. Çocuk ve deliler ise örtülmemiştir. Bu nedenle çocuklar ve deliler doğruyu söyler.

Felsefe, bilimin sınırlarında başlar. Kişinin düşünerek kendi kendisiyle ilişkiye girmesiyle, uyanması ve ‘ben kimim?’ diye sormasıyla başlar. İçimizde bilimlerin ulaşamadığı bir yan vardır; ebedi olan.

İletişimi sağlayan; akıl. İnsanın sürekli uyanık olmasını, sürekli soru sormasını sağlayan. İnsanın kendisine ulaşmasını sağlayan, insanın bütün içindeki ilişkisini, yerini gösteren ise felsefedir.

İnsan, insan olarak kaldığı sürece de felsefe sürecek. İşte bu ebedi felsefedir.

Felsefe, insanın uyandığı her yerde, her bilimden öncedir. Felsefe yapmak, insan ihtiyaçlarını gideren bir uyanma gibidir, felsefe yapmak herkese açıktır.

 

2- FELSEFENİN KAYNAKLARI:

 

Bizi felsefe yapmaya götüren kökenler:

a)Hayret, b)kuşku, c)güçsüzlük; kendi yetersizliğini ve güçsüzlüğünü bilmektir.

Hayret; bir varlık karşısında duyulan taaccüb.

Hayret-bilgi/ kuşku-kesinlik/ güçsüzlük- kendi bilincinde olma.

Her insan günün birinde, yapmakta olduğunun anlamını kendisine sorar. İşte tek kişide felsefe yapma edimi, bu sorunun sorulmasıyla başlar.

Jaspers’e göre felsefe yapmak insanın kendi varoluşunun içinde. Felsefenin tüm amacı; insanın bu varoluşu gerçekleştirmesine yardımcı olmak.

 Jaspers’e göre, yukardaki 3 köken olmadan da felsefe yapılabilir.

Bilim, ‘sınır durumları’nı obje edinemez. Bunları ancak felsefe obje edinebilir. İnsan hep bir durum içindedir. Bu durumun dışına çıkması sözkonusu değil. İnsanın bulunduğu durum hakkında soru sorması, kendine dönmesi ve ve onda felsefenin başlaması demektir.

Bana ne toplumsal yaşam ne de doğa kanunları güven veriyor. Ben bunlar karşısında güvensizlik duyuyorum. Bu köken benim içimde.

‘Başarısızlık’; benim dünya karşısında, dünya ile, aile ile, genellikle toplumla yetinmemem. Dünyaya olan güvensizlik, bana mutlak başarısızlığı gösteriyor. Ben bundan kaçamazsam ne yapabilirim?

Dünyada başarısız olmak, bu felsefenin yolunu açıyor. Beni varlığa götüren bu başarısızlık.

Sınır durumları ya hiçliği ya da en halis olanı gösterir. Bu en halis olan, benim içimdeki köken.

Çağdaş felsefe yapmak için, bu 3 kökeni tüketmek yetmez. İletişim, varoluştan varoluşa gider; birbirini seven, kendi varoluşunu arayan iki insanın karşılıklı durumunda.

Gerçek felsefe, insanlar arasındaki ilişkide var.

Felsefenin kökeni; hayrettedir, kuşkudadır ve sınır durumlarının bilincinde olmadadır. Fakat bunların hepsini içine alan, halis-özlü iletişim isteğidir. Felsefenin ereğine ancak iletişimde ulaşılabilir ki; burada bütün amaçların, varlığın farkına varma, sevginin aydınlatılması, sükunetin mükemmel hale gelmesi, bunlar ancak iletişimle olur.

 

3-KUŞATICI VARLIK:

 

Özne kendisi de dahil her şeyi nesne edinebilir. Bu nedenle her an özne-nesne yanılması içindeyiz. Biz daima dünyanın içindeyiz. Bu nedenle dünyanın kendisini obje edinemeyiz. Dünyanın kendisi olsa olsa benim dünya içindeki nesnelere yönelmemi sağlayan bir idedir. Dünyanın kendisini obje edinebilmemiz için evrenin dışına çıkmamız gerekir ki; bu da imkansızdır.

‘Biz dünyada çok kere, nesnelere bakarak, başka nesnelerle ilgili sonuçlar çıkarırız. Dünya bir bütün olarak nesne değildir.’.

Biz kuşatıcı varlığın, bütününün ne olduğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Biz sadece kuşatıcı varlığın, tek tek biçimlerini biliyoruz. Yani biz, kuşatıcı varlığın kuşattığı tek tek nesneleri obje edinebiliriz ve bilebiliriz.

‘Bütünlük içinde varlık, ne nesne ne de özne olabilir. O ancak bu kopuş içinde görünüş alanına çıkabilen bir kuşatıcı varlık olabilir’.

 

   KUŞATICI VARLIK:

              

                                         AKIL

İmmanent: Biz olarak k.varlık I Kendisi olarak

(İÇKİN)              Varolma     I    k.varlık             

                           Bilinç         I        

                           Tin            I    Dünya

                                            I

—————————————————————————-

TRANCENDENT: Varoluş   I Transzendens

                                            I

                                     VAROLUŞ

 

Jaspers, kuşatıcı varlığı; birbiri içine girmiş olarak dönen kürelere benzetiyor. Kuşatıcı varlık içkin olduğu kadar aşkındır da.

Varoluş, bilimlerin konu edinemediği tek alan.

İçkin olanla, aşkın olan arasında nasıl bir ilişki var?

Dünya ile tanrı arasında tek ilişki, insanın varoluşsal özgürlüğünde gerçekleşir.

Varoluş denen şey, bütün bu içkin-aşkın biçimlerinin farkına varan, varoluştur.

Soru soran, kopukluğu gideren kuşatıcı varlığın iç içe girmiş küreler olduğunu bize gösteren bir yeti daha var o da; akıl.

İnsan daha ilkçağdan beri varlığı, kendi karşısında somut bir varlık olarak görüyor ve ele alıyor. Oysa Jaspers, su, hava, ateş, toprak, apeiron vs. bütün bu ögelerin hepsinin, bütünün yani kuşatıcı varlığın sadece bir yanı olduğunu söylüyor.

Varlık, bize kendini madde olarak gösteriyor. Yani görünüşü madde ancak varlığın kendisi; içkin-aşkın/kuşatıcı varlık. Bu kuşatıcı varlığın farkına varanlarda; varoluş ve akıl.

‘Aslında biz şimdiye kadar varlık derken, kuşatıcı varlığın sadece bir yanını ortaya koyuyorduk. Bu nedenle yapılan felsefeler de, özgür olmayan, kuşatıcı varlığın sadece bir biçimiyle sınırlı olan felsefelerdir. Biz kuşatıcı varlığın bilincine varırsak, felsefe yapmanın özgürlüğüne de sahip oluruz’.

Bu düşünce, hiççiliği aşan bir felsefe. Jaspers’in  bu kuşatıcı varlık felsefesine göre, nesnel bilginin mutlak olmadığını, sadece aldatıcı tek tek nesnelere ait bilgi olduğu anlaşıldığında, nesnel bilginin bütün temeli sarsılır. Bu sarsılma sonucu; bir boşluk, bir hiçlik içinde kalınır. Bu hiçlikten/boşluktan ancak kuşatıcı varlık düşüncesi sayesinde kurtulunur. Kurtulamazsak bile en azından, bir düşünce tarzına sahip olmuş oluruz.

‘Bilimsel düşünce, bilimsel bilgi; boşlukta sallanan aldatıcı nesnel bilgiler sonucunda bir anda hiççilik içinde kalınır ama bu hiççilik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Özetle Jaspers, şunu söylüyor:

Kuşatıcı varlık içinde bizim obje edindiğimiz tek tek nesneler varlığın kendisi değil, sadece onun birer görünen biçimidirler. Bilimlerin konu edinip bilgisini ortaya koydukları bu biçimlerdir. Bu nesnel bilgiler, varlığın kendisine ait mutlak bilgiler olmayıp, varlığın bir görünüşünü, biçimini ifade eden aldatıcı bilgilerdir Bilim, bu kendi yaptığından habersiz.

Kuşatıcı varlık düşüncesini kavramakla, bilimin ortaya koyduğu tüm nesnel bilgilerin, sağlam sanılan tüm dayanakları sarsılır ve yıkılır.  Bu yıkılış sonucunda; nesnel bilginin aldatıcı ve sahte olduğu anlaşılınca her şey sağlam olan temelini yitirince bir boşlukta kalınır. Bizi hiçlikle karşı karşıya getiren de bu boşluk duygusudur.

 ‘Bizim felsefe düşüncemiz çok kez gerçek varlığa giden bir kurtuluş anlamı taşıyan bu hiççilikten geçer’.

‘Hiçlik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Boşluk duygusunun bizi karşı karşıya bıraktığı hiçlik de bize; gerçek varlığa giden kurtuluş yolunu açıyor.

Özne-nesne kopuşunun bilincine varma, bizim düşünen varlığımızın ve kuşatıcı varlığın temel olayı olarak, felsefe yapmanın özgürlüğünü getirir.

Jaspers’in bununla söylemek istediği şudur:

Normal olan, hiçbir surette bilgiye indirgenemez. Çünkü bilgi, öznel olana aittir. Öznel olan ile nesnel olan arasında örtüşmez bir kopukluk vardır. Bu nedenle öznenin, nesnel olan hakkında ortaya koyduğu bilgi, nesnel olanın kendisi değil, onun sadece öznedeki bir biçiminin, bir görünüşünün algısının bir ifadesidir. Oysa ortaya konulan bilgiler, varlığın kendisiymiş gibi ortaya koyuluyor. İşte bu bir tuzaktır, bir aldatmacadır. (Özne, dingansichi bilemez ya da bilgiye indirgenemez.)