Posts Tagged ‘Milliyetçilik’

A. TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

Perşembe, Aralık 2nd, 2010

   A.TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

 – Sanatçıların, edebiyatçıların eserleri, işadamlarının, askerlerin ve devlet adamlarının yaptıklarından daha uzun ömürlü oluyor. Şairler ve düşünürler, tarihçilerden daha uzun süre hatırlanırken, peygamberler ve azizler hepsinden üstün ve uzun ömürlüdürler.

– Belli başlı tezlerimden biri, tarihsel çalışmada en küçük birimin ‘bütün toplumlar’ olduğu ve Greko-Romen dünyasının ‘şehir devletleri’ veya çağdaş Batının ‘ulus devletleri’ gibi gelişi güzel parçalara ayrılamayacağı idi. İkinci tezim de, ‘medeniyet’ dediğimiz bütün toplumların tarihlerinin bir anlamda paralel ve çağdaş olduğu idi.

Spengler’e göre medeniyetle doğar, gelişir, geriler ve belirli bir zaman çizelgesine uyarak yıkılırdı. Bu aşamaların hiçbirisi hakkında bir açıklama getirilmiyordu.

– Siyah ırkın, günümüze kadar sözü edilmeye değer bir katkısı olduğunu söyleyemiyoruz ancak, medeniyet deneyinin gündemde olduğu anın kısalığını düşünürsek, bunu inandırıcı bir yeteneksizlik kanıtı olarak göremeyiz. Sadece dürtü veya fırsat yoksunluğunun bir sonucu da olabilir.

– Eğer Jung’un eserlerini tanısaymışım bana gereken ipuçlarını vereceklermiş. Yaklaşımımın temellerini, okulda esaslı bir biçimde öğrendiğim Aeschylus’un Agamemnon’u ile Goethe’nin Faust’unda buldum.

– Bizim Batılı kafalarımıza göre, eğer bu ‘çevrimsel tarih görüşü’ ciddiye alınırsa, tarihi bir aptalın anlattığı saçmasapan bir hikaye haline getiriverir.

– Medeniyetler yükselip alçalırken ve bu alçalışta kendilerininkinden daha anlamlı amaçları olan başkalarına yol açarken aslında sürekli ilerliyor olabilirler ve medeniyetlerin gerilemesinin sebep olduğu acı ile elde edilen öğrenme, pekala bir plan içinde gelişen ilerlemenin en ala yolu da olabilir.

– …Büyümenin olduğu yerde, çürüme de olur…

Komünizmin ortaya çıkışından yüzyıllar önce atalarımız aynı umacıyı İslamda bulmuşlar. Günümüzde komünizmin yaptığını aynı nedenlerle 16.yüzyılda İslam, Batılı kalplere bir isteri ilham ederek yapmaktaydı. İslam da komünizm gibi Batılı inanışın belli bir doktrine dayanmayan bir uyarlaması olan ‘anti-batıcı’ bir hareketti. Ve komünizm gibi o da ruhun kılıcını, maddi donatımdan yoksun olarak kullanmaktaydı.

 Batılılar bugün komünizmden, Nazi Almanyası’ndan, Japonlardan korktuğundan daha çok korkuyor.

‘Bloksuzlar’ ile Batılılar 400 yıl önce ‘Türk olmak’ tehlikesinde kaldıkları gibi bugün de komünist olmak tehlikesi ile karşı karşıyalar. Komünistler de kapitalizm tehlikesinden emin değiller…

– Geçmişte kalan 5-6 bin yıl içinde ‘medeniyetin babaları’, bizim arıların balını çaldığımız gibi kölelerin emekleri sonucu ortaya çıkan meyvaları çaldılar.

– Genellikle olduğu gibi belki de kurtuluş, bir orta yol bulmaya bağlı. Politikada bu orta yol, ne dar görüşlü devletlerin sınırsız hükümranlığında ne de merkezi bir ‘dünya hükümeti’nin tekdüze istibdatında aranmalı, ekonomide ise ne sınırsız özel teşebbüse ne de katıksız sosyalizme yer vermeli.

– Kurtulmak için ne yapmamız gerekiyor? Politka alanında ‘dünya hükümeti’ni başaracak kurucu bir sistem hazırlayın. Ekonomi alanında, serbest yatırım ile sosyalizm arasında uzlaştırıcı çalışma düzenleri bulun. Ruh alanında laik üst yapıyı dinsel kurumlarla birleştirin.

– Eğer Birleşmiş Milletler etkili bir dünya hükümeti kurmayı başarabilirse, bu bizim siyasal sorunsalımız için en iyi çözüm olacaktır.

– Her medeniyet deneyinde insanlık, ilkel insanlığın seviyesini aşmaya ve daha yüksek bir ruh seviyesine ulaşmaya çalıştı.

– Bana göre medeniyetler kurulduktan sonra tehditlere karşılık vererek büyürler. Üstesinden gelemedikleri bir tehditle karşılaştıklarında yıkılır ve parçalanırlar.

Alışkanlık, hayal gücünün afyonudur.

Babür, dünyayı bir merkezden yayılarak birleştirme amacını güden Timur’un torunlarındandı. Babür’ün zamanında (1483-1530) Colomb, İspanya’dan Amerika’ya ulaşmış, Vasco da Gama, Portekiz’den Hindistan’a ulaşmıştı.

 Babür’ün amacı neydi? Fergane’nin doğusunda Hindistan ve Çin’e, batısında da kendi akrabaları olan Osmanlı topraklarına kadar uzanmaktı.

– Türkler de ulusların ana ailesiydi. Günümüzde Türk merkezli bir tarih, Osmanlı Türklerinin büyük batıcılarından Mustafa Kemal tarafından gerçekleştirilmişti.

– …Şimdi büyük bir devrimle karşı karşıyayız. Batılıların yaşayan diğer bütün medeniyetlerin üstüne çıktığı ve dünyayı tek bir toplum halinde birleştirdiği teknolojik devrim.

Bir tarafta Hristiyan çok tanrıcılığı, öbür tarafta Hint çok tanrıcılığı arasında İslam, tek tanrıcılığın ışığını yakarak dünyayı yeniden umutlandırdı.

– …II. Mahmut ve Sultan Selim’in altı nesil önce Osmanlı-Türk hayatında giriştiği totaliter devrimi gerçekleştiren komutan Mustafa Kemal Atatürk.

– İslamın insanlığa verdiği yaratıcı hediye, tek tanrıcılıktır ve bu hediyeyi iyi korumak zorundayız.

– Eğer bütün dünya Avrupalılaşıyorsa, Avrupa dünyadaki üstünlüğünü kaybetse ne farkeder?

Rusya’da batılılaşma işlemi diğer yerlerden çok daha uzun sürdü. Rusya’da Batı Avrupa etkisi, Japonya ve Çin’den iki yüzyıl, Müslümanlar ve Hintlilerden de yüzyıl fazla sürdü.

– İki dünya savaşı sırasında Naumann’ın ‘Merkezi Avrupa’ fikri diğer siyasetçiler tarafından yine Zollverein’e (1818 de Almanya’da oluşturulan gümrük birliği) dayanan bir ‘Panavrupa’ fikrine dönüştürüldü…II.Dünya savaşından sonra ‘Avrupa Birliği’ fikri tekrar ortaya çıktı ve Amerika’nın ‘Marshall Planı’ ile oldukça cesaret kazandı.

– Hristiyanlık batıda değil, bugün İslam medeniyetine ait sınırların içinde doğmuştur. Biz Batılı hristiyanlar bir zamanlar dinimizin geliştiği Filistin’i Müslümanlardan almaya çalıştık. Eğer haçlı seferleri başarılı olsaydı, Hristiyan alemi Asya’nın en önemli kısımlarına uzanmış olacaktı. Ne var ki, haçlı seferleri başarısızlıkla sonuçlandı.

– Büyük medeniyetlerin etkileşiminden büyük dinler doğmuştur. Suriye ve Babil medeniyetlerinin etkileşiminden doğmuş olan Yahudilik ve Zerdüştlük, Suriye ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden Hristiyanlık ve İslam, Hint ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden de Mahayana Budizmi ve Hinduizm bunlara örnektir.

– Ruslar, Batı tarafından fethedilip içinde zorla erimemek için, kendilerini sürekli Batı teknolojisine sahip olmaya zorlamışlardır.

– Batıda Rusya’nın saldırgan bir ülke olduğu kanaati vardır. Batılı gözle bakıldığında bu doğrudur da, 18. yüzyılda Polonya’yı hırsla parçalayan, 19. yüzyılda Polonya ve Finlandiya’ya zulmeden günümüz savaş sonrası dünyasının baş saldırganlarından biri olarak görüyoruz. Ruslara göre ise bu tam tersi, onlar da kendilerini Batının sürekli kurbanları olarak görüyorlar.

– 1453’ten itibaren Rusya, Müslümanların elinde olmayan tek Ortodoks ülkesiydi ve İstanbul’un Türkler tarafından alınışının intikamını yüzyıl sonra Tatarlardan Kazan’ı alarak gerçekleştirmiştir.

Bizanslı Yunanlılardan, Ruslar tarafından devralınan bu ortodoksluk ve kader duygusu, Doğu Ortodoks Hristiyanlığının dağılışından sonra kurulan komünist rejimin de özelliklerindendir. Şüphesiz Marksizm batılı bir inanış fakat Batı medeniyetini hesaplaşmaya çağıran bir Batılı inanış.

Roma imparatorluğu, Yunanlılar için hem yaşam koşulu hem de gururları için dayanılmaz bir hakaret kaynağı idi. Bu durum onlarda korkunç bir ikilem yaratıyordu. Bundan çıkış yolunu Roma imparatorluğunu, Yunanın bir ürünü saymakta buldular.

– …Bizans gururu korkunç iki saldırı ile karşılaştı. Batıdan gelen Frenkli hristiyanlarla, doğudan gelen Müslüman Türkler, sırasıyla Bizans’a saldırdı….iki yabancı iğrenç boyunduruktan birini seçmek zorunda kalmışlardı. Bu üzücü seçimle karşılaşan Yunanlı ortodoks hristiyanlar, Batılı hristiyan hizipçi kardeşlerinin boyunduruğunu şiddetle reddederek, gözleri açık Müslüman Türklerin boyunduruğunu seçtiler. Onlar İstanbul’da “kardinalin ya da papanın tacını görmektense, Muhammed’in sarığını görmeyi tercih ederiz” demişlerdir.

– Bu sefer islam, ortodoks alemini fethederek Arapların ve Romalıların gibi bir ‘dünya devleti’ kurarak, Osmanlılar tarafından temsil edilmiştir.

Mussolini bir keresinde, işçi sınıfının olduğu gibi işçi ulusların da olduğunu hatırlatmıştı ki, Batılı olmayan günümüz insanlarının dahil olduğu kategori de bu olsa gerek.

– …Irkçılık ve alkol bağımlılığı kabul edildiği taktirde islami ruh bu hastalıkları, yüce bir ahlak ve toplumsal değerle yokedecek kadar kuvvetlidir.

– Çağdaş İslam dünyasının en ilginç olaylarından birisi, Türkiye Cumhuriyetinin geleneksel islamla dayanışmayı reddetmesidir. Türkler, “kendi kurtuluşumuzu kendi ellerimizle sağlamak inancındayız. Bize göre bu kurtuluş ekonomik olarak kendi kendine yeterli, siyasal olarak bağımsız bir devletin Batılı modeli üzerine kurulmasına bağlı. Diğer Müslümanlar kendi kurtuluşlarını istedikleri yerde arayabilirler. Onlardan yardım beklemediğimiz gibi, onlar da bizden beklemesinler. Herkes başının çaresine baksın, her koyun kendi bacağından asılır” diyorlardı.

– …Gerçekte milliyetçilik, müslümanların içine düştükleri bir oyun. Müslümanların büyük çoğunluğu için milliyetçiliğin kaçınılmaz sonucu, Batı dünyasının proleter kalabalığı içinde erimek olacaktır.

Selahaddin Eyyubi ve Memlüklüler zamanında İslam, haçlı seferlerine ve Moğol istilasına karşı durdu. Eğer insanlığın bugünkü durumu bir ‘ırk savaşı’na yol açacaksa İslam tarihi görevini yapmak için bir kere daha çağrılmalıdır. Dileyelim ki, böyle bir savaş çıkmaz.

– Ruslar, Batının laik sosyal felsefesinin bir ürünü olan marksizmi alıp onu bir İncil gibi yorumladılar. Ruslar, batıya ait olan bu dini alıp onu kendilerine malettiler, şimdi yeni bir anlamla sunuyorlar.

Gibbon’a göre, hayatın tek amacının tanrıya yakınlaşmak ve ruhun kurtulması olduğunu telkin eden, doğulu dinlerin ahlaksız bencilliğinin sonucu, dindarların halk hizmetinden çekilip, düşüncelerini kendi ruhsal gelişmelerine vermeleri oldu. Dindarlar dünya hayatını, daha iyi ve sonsuz bir hayat için, bir onay yeri olarak gördüklerinden küçümsemeye başladılar.

– Gibbon’a göre, Roma imparatorluğu batarken hristiyanlık yükselişe geçiyor, hristiyanlığın yükselişiyle de medeniyet gerilemeye başlamaktadır.

B. RUSSELL, “DÜNYA GÖRÜŞÜM”

Salı, Kasım 23rd, 2010

 

 B. RUSSELL, “DÜNYA GÖRÜŞÜM”

 

– Felsefe yapmak, üzerinde henüz belirli bir bilginin olmadığı konularda kurgular yapmaktır.

– Kabaca bilim; bildiğimiz felsefeyse bilmediğimiz şeydir.

– Felsefe, bir yandan bizi hep tetikte tutar diğer taraftan da öğrenebileceğimiz şeyi düşünmemizi önerir bize.

Filozofun gerçek işlevi, dünyayı değiştirmek değil anlamaktır. Bu ise Marx’ın söylediğinin tam tersidir.

– İncelenen nesnenin derinine varmak için analiz yapmak gerekir ve bu yöntemi, çözümlenmesi olanaksız nesnelere rastladığınız ana dek kullanabilirsiniz ki, bunlar “mantıksal atomlar”dır. Çünkü bunlar maddenin değil de düşüncelerin küçük parçacıklarıdır.

– Felsefe henüz bitmemiş, tamamlanmamış bir bilim gibi görülebilir.

– Hiçbir şey emin olmaya değmez. Çünkü, insan inandığı şeyler içinde her zaman biraz kuşkuya da yer bırakmalıdır ve bu kuşkuya rağmen yine de enerjiyle hareket edebilmelidir.

– Ben bir miktar şaşırma ve bocalamanın zihnin antrenmanı için çok gerekli olduğunu düşünüyorum.

– Bana öyle geliyor ki, bilimin gelişmesi, ilerlemesi felsefenin önemini kaçınılmaz biçimde azaltmaktadır.

Tanrı kanıtlarının hepsi değerden yoksundur. Bunlardan bir sonuç çıkarıp ona inanmak gereksinmesi olmasaydı, hiç kimse onları hiçbir zaman kabul etmezdi.

Dinin tarih boyunca ortaya çıkan sonuçları bakımından çoğunun zararlı olduklarına inanıyorum.

 Genellikle dinin birçok kötülükler yaptığına inanıyorum. Tutuculuğu, geçmişin alışkanlıklarına bağlılığı kutsallaştırmıştır. Özellikle de hoşgörmezliği ve hıncı kutsallaştırmıştır. Hele Avrupa’da hoşgörmezlik olarak dine girebilmiş ne varsa hepsi korkunçtur gerçekten.

– Dine duyulan ihtiyaç, herşeyden önce korkudandır. Onu korkutan üç şey var:

 Birincisi; doğanın kendisine yapabileceği şeyler. İkincisi; başka insanların kendisine yapabilecekleri, üçüncüsü de insanoğlunun kendi tutku ve arzularının etkisiyle onu bazı şeyler yapmaya iteleyebilir.

 Din onların bu korkudan daha az etkilenmelerine yardımcı olmaktadır.

– Orta halli Çinliler hiçbir dine sahip değiller ve bundan ötürü daha az mutlu da değillerdir.

– Bu büyük savaşlar, bu büyük baskı rejimleri sürüp giderse ve büyük çoğunluk yine yoksul, mutsuz bir yaşam sürmeye devam ederse din de varolmaya devam edecektir.

 – Toplumsal sorunlar çözüldü mü din de ölecektir. Tersine bu sorunlar ortada kaldıkça, onun öleceğini sanmıyorum.

Sosyalizmin bana göre arzu edilir bir yanı yok. Çünkü hiçbir özgürlük vermiyor, bir bilginin engelsizce edinilmesine izin vermiyor. Dogmacılığı teşvik ediyor. Bir düşünceyi yaymak için baskı kullanılmasını öneriyor. Ben ki eski bir liberalim, onun yapıp ettikleri çoğu kez pek az hoşuma gidiyor.

 – Orta halli bir Rus, Stalin zamanında Çarlık zamanına göre daha az mutluydu.

 Lenin, kendisi için değil de bir inancı cisimlendirmek için ortaya çıkmıştı. Fakat inancı çok dar göründü bana. Marxçı yörüngenin dışında hiç mi hiç düşünemeyen bir bağnaz gördüm ben onda.

 – Lenin’in bir proleter sayıldığını gördüm. Fakat dilenciler, yiyecek bir lokması olmayan zavallılar için “burjuvazinin uşakları” deniyordu.

– Cehennemi zalim insanlar yaratmıştır.

– Eğer bir eylemin kimseye bir zararı dokunmuyorsa onu yerin dibine batırmak için bir neden yoktur. Çağdışı bir tabu kötü saydı diye onu yerin dibine batırmamak gerekir. Yapılacak iş, bu eylemin iyi mi, kötü mü olduğunu görmektir. Bütün ahlakların olduğu gibi cinsellik ahlakının temeli de budur.

Mutluluğun dört boyutu; birincisi sağlık, ikincisi yoksulluk çekmemek için gerekli araçlar, üçüncüsü başkalarıyla iyi ilişkiler sürdürmek, dördüncüsü de insanın işinde başarılı olmasıdır.

Devlet özellikle yabancıları öldürmek için kurulmuş bir örgüttür.

– Doğu ile Batı arasındaki gerginliği ve savaş tehlikesini bir tarafa bırakırsam milliyetçilik, insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı en büyük tehlikedir.

– Herhangi bir yönde ilerlemeler yapan insanlar genel olarak halkın tam bir engellemesiyle karşılaşıyorlar.

– Toprağında büyük miktarda petrol var diye küçücük bir ulusun bu petrolden kendi keyfince yararlanması saçma şeydir.

– Dürüst insanlar köpeklere eziyet edilmemesini kınarlar. Fakat köpeklere yapılan eziyet, başka hiçbir eziyete benzemeyen bir zulüm gibi görülürse bu bağnazlıktır.

Yahudi aleyhtarlığı, hristiyanlıkla birlikte doğmuştur…Roma iktidarı hristiyanlaşınca Yahudi aleyhtarı oldu. İsa’yı Yahudilerin öldürdükleri söyleniyor, böylece Yahudilere beslenen hınç haklı hale geliyordu. Gerçek nedenler ekonomikti hiç kuşkusuz. Fakat herkes kendini böyle haklı gösteriyordu.

 

B.RUSSELL(Felsefe Kulübü/Oğuz Turgut)

– Ne kadar az bilirseniz, onu o kadar şiddetle savunursunuz.

– Akıllılar hep kuşku içindeyken aptallar küstahça kendinden emindir.

– Mutluluğun sırrı; dünyanın korkunç, korkunç bir yer olduğu gerçeğiyle yüzleşmektir.

– Kendi refahımızı, herkesin refahının güvence altına alınmasının dışında bir yolla güvence altına alamayız. Kendinizin mutlu olmasını diliyorsanız, başkalarının da mutlu olmasına rıza göstermek zorundasınız.

– Bir kasabın ekmeğe, bir fırıncının da ete ihtiyacı vardır. Bu nedenle kasapla fırıncının birbirini sevmesi için mantıklı bir neden vardır. Her ikisi de birbirine yararlı olur.

– Tek kitaplı adamdan kork!

– Eğitimin amacının zihinsel özgürlük olduğu bir dünya isterdim. Gençlerin aklını, onları bütün hayatları boyunca nesnel kanıtların oklarından koruyacak olan bir zırhın içine sokmamalı. Dünyanın açık kalplere ve aydın insanlara ihtiyacı var ve bunu statik sistemlerle elde edemeyiz.

– Ne yazık ki, çoğu insan daha önce mutlu olduğunu ancak mutsuzluğa düştüğü zaman anlıyor.

– Aşktan korkmak, yaşamdan korkmak demektir ve yaşamdan korkanlar şimdiden üç kez ölmüşlerdir.

– Manevi bir çöküşün en büyük belirtisi, kişinin yaptığı işin çok önemli olduğunu düşünmeye başlamasıdır.

– Eğitimin insanları, kanıtı olmayan önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı amaçlaması ilkelerinin, bütün dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa, bunun yalnızca aydın bir kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleştirilebileceğini söyleyebilirim. Aydın bir kamuoyu da ancak onun varolmasını isteyenlerin çabalarıyla oluşturulabilir.

TÜRK KAMU HAYATINDA FELSEFE -3

Pazartesi, Eylül 7th, 2009

   TÜRK FELSEFE CEMİYETİ ve FELSEFİ İDEALİZM:

 Bu dönem II.Meşrutiyetten, 1940’lara kadar sürer. 1927’de kurulan felsefe cemiyeti, ilk felsefe cemiyetidir.

 Kurucular; Orhan Saadettin, Mehmet Servet, Mehmet İzzet, Mustafa Şekip, H.Ziya Ülken’dir.

 Bunlar metafiziği bir araç olarak görürler. Bu dönemde, sosyal yaklaşımlarla Marxizm, kaynaştırılarak uygulanmaya çalışılmıştır. Dini bir araç olarak görürler. İnsanların toplum menfaatini korumaları amaçlanır.

 Felsefe cemiyetinin en önemli katkılarından biri; öğrenmenin pratik alana uygulanmasıdır.

 Mehmet İzzet, beden ve ruhun uygun bir şekilde birleşmesiyle sağlıklı bir millet olunacağını iddaa eder.

 Mehmet Servet, Durkheim sosyolojisi ile Marxist sosyolojiyi birleştirerek yeni bir senteze gitmeye çalışmaktadır.

 Felsefe cemiyetini kuranlar, kendi görüşlerini oluşturmamışlar sadece Batının felsefesini kendi toplumumuza adapte etmeye çalışmışlardır. Batının felsefesini de ikinci elden almaktadırlar. Çoğunlukla da rastgele değerlendirmeler yapılmaktadır.

 

 İSMİAL HAKKI BALTACIOĞLU:

 

 Ona göre toplumsal bütünlüğü yaratan üç kurum vardır; din, dil ve sanat.

 Bütün bu kurumların değişmesine karşılık, toplumda değişmeyen bir bakış açısı vardır.

 Baltacıoğlu, felsefe, dünya görüşü ve yaşam felsefesini bir bütün olarak görür.

 

Düşünce:

Dil – Mitos,

Sanat – Bilim:

Din  – Töre/gelenek:

GeleneklerTürk felsefesi

 

 Gelenekler, toplumun iyiliği, mutluluğu içindir. Onun için de hep iyidir, olumludur.

 Baltacıoğlu’na göre, din de kültür yumağı içindedir. Din de, düşünceden çıkmıştır. Bu kültür yumağı içinde her şey değişir. Örneğin 10. yüzyıldaki İslam ile bugünkü İslam aynı değildir.

 Onun eğitim görüşüne göre ise eğitimin amacı; gerçek kişilikler kazandırmaktır. Eğitim, iş başında, uygulamalı olmalıdır. Burada J. Dewey’den etkilenmiştir.

   Ünlü sözü:

 “Filozofsuz millet olur ama felsefesiz millet olmaz” der.

 

 MEMLEKETÇİLİK VE FELSEFİ AKIMLARLA İLİŞKİSİ:

 

 Memleketçilik; Turancılık, Osmanlıcılık ve İslamcılığa tepki olarak doğmuştur.

 Milliyetçilik ise halkın istiklaline kavuşmak için verdiği mücadele döneminde doğmuştur.

 “Bizim milliyetçiliğimiz, insanın yurdunu, vatanını sevmesidir. Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok, kimseye de bir karış toprak vermeyiz”, şeklinde ifadesini bulmuştur.

*Milliyetçilik, dinin yerini tutmaktadır.

*Milliyetçilikte esas vasıf; demokrasidir. Tek tek fertlere şahsiyet kazandırılmasıdır.

*Milliyetçiliği belirleyen, statik ve dinamik ilkelerdir.

*Artık; Turancılık, İslamcılık, Osmanlıcılık etkisini yitirmeye başlamış, sınırları belli olan bir vatan parçası; memleketçilik önem kazanmıştır.

*Memleketçilikde belirleyici olan, maddi ve manevi olandır. Maddi olan, manevi olana bağlıdır. Manevi olan kültür yumağıdır. Maddi olan, manevi olanın bir ürünüdür.

*Milliyetçilik de uluslar arası olan teknolojidir. Ulusal olan onun içindeki duygudur.

*Milliyetçilik önce Türk ırkı olarak algılanmış, sonra Türkiye’de oturanlar olarak algılanmıştır.

 

 GÜNÜMÜZ DÜŞÜNCESİNDE FELSEFEYE GENEL BAKIŞ:

 

  NUSRET HIZIR:

 

  Onu etkileyen en onemli isim Hans Reichenbach’tır. Reichenbach’a göre bilim ve felsefe birlikte bir bütün oluşturur. Ona göre bilgi edinmede yöntem, tümevarımdır. Tek dayanağımız bilimsel yöntem olmalıdır. Reichenbach, metafiziğe karşıdır.

 Reichenbach, Türkiyede felsefenin gelişmediğini görünce dışarıdan büyük kişileri çağırarak yetkin bir kadro kurmaya çalışmıştır. Tanınmayan, Kant, Descartes, Einstein, Newton gibi düşünürler hakkında konferanslar vermiştir. Ancak amacına tam olarak ulaşamamıştır.

 Nusret Hızır onun amacını anlayan ve onun devamı gibidir.

 Hızır’a göre mistik yan felsefeden atılmalıdır. Ona göre felsefe bir etkinliktir. Felsefe, gerçekliğin üstünde bir üst dil’dir. Nerede bir dil varsa orada felsefe olabilir.

 Felsefe ile bilim arasında yardımlaşma ve etkileşim olmalıdır. Hızır, Reichenbach’ı bile eleştirmekten kaçınmamıştır.

 Türkiye’de üniversitelerin oluşmasında önce İngiliz sonra Amerikan düşüncesinin etkisi olmuştur. Türkiye’de yerleşen felsefe ekolü ise Alman ekolüdür.

 

 TAKIYEDDİN MENGÜŞOĞLU:

 

 Felsefi antropolojisi; hiçbir bilim, insanın kendisi ile ilgilenmez. İnsanın kendisini inceleyen felsefedir. Ontolojik olmayan insan felsefeleri de insanı parçalayarak ele almaktadır.

 Oysa ona göre insan felsefesi, insanın somut varlığını parçalamadan bir bütün içinde ele almalıdır.

 

 NERMİ UYGUR:

 

 Felsefenin, gündelik yaşamda gerekli olduğunu yayma çabasındadır. Ona göre her şeyin temelinde dil vardır. Düşünce dili, dil de düşünceyi belirler. Dil, insanın varoluşunda büyük bir güce sahiptir. Dilde bozukluk, düşüncede bozukluktur.

 Kültür, dili olan her toplumda üretilmediği, tüketilebileceği görüşünü de benimser.

 Kültürde herhangi bir boşluk olduğunda, bu boşluk başka alanlara da yansır.

 Uygur’a göre kültür; ekonomi, bilim, felsefe, sanattır.

 Kültürün tüketilmesi, kültür yumağının bir alanında boşluk olduğunda ya alan tarafından o boşluk doldurulur ya da doldurulamadığında en yakın olanlar tarafından doldurulur. Ancak o alan, eskisi gibi sağlam değildir.

 O boşluk giderek genişler. Aslında boşluk kapatılmaz, kamufle edilir. Bastığın an çöker. Birey için de toplum için de bu böyledir.

 Nermi Uygur’daki çelişki; kültür hem milli olacak hem de diğer kültürlerle ilişkili olacak. Bu durumda kültürün milliliği kalmaz. Örneğin, milli bir felsefe olabilir mi?

 

 TÜRK HÜMANİSTLERİ:

 

 NURULLAH ATAÇ:

 Ona göre, eğitimimiz nedeniyle bizim kafamız, Batılı bir kafaya oranla işlenmemiş bir kafadır.

 

 SUAT SİNANOĞLU:

 Türk hümanizminin temel ilkelerini soruşturmuştur.

 Ona göre zihinsel gelişime ulaşılmadan hiçbir verim beklenemez. Bu gelişim, eğitimle o da dille olur.

 Ona göre Batıda eğitim görenlerin geri döndüğünde fikir akımlarının başına geçmeleri beklenirken böyle bir şey olmamıştır.

 Sinanoğlu’na göre bu bozuk düzenden kurtulmanın yolu eğitim sistemini değiştirmektir. Eğitim, zihnin gelişmesine, oluşmasına dönük olmalıdır. Kendi dilinle kendi kendini benimseyeceksin.

 

 HALİKARNAS BALIKÇISI (CEVAT ŞAKİR):

 

 Amacı; eserleriyle Anadolu’ya kendi kültürünü benimsetmek. Ona göre biz, kendi kültürümüze Batılılar tarafından yabancılaştırılmışız.

 Biz bu durumdan, kendi öz kültürümüzü benimsemekle kurtulabiliriz.

 Ona göre, Anadoluda bir Yunan kültürü yoktur.

 Azra Erhat’a göre de “Anadolu Anadolularındır”.

DEVLET FELSEFESİ-2

Pazar, Ağustos 16th, 2009

E.CASSİRER’İN ‘DEVLET EFSANESİ’NDEN;

Machiavelli’nin “MODERN LAİK DEVLET” GÖRÜŞÜ:

Cassirer’e göre Machiavelli, skolastik gelenekten tümüyle kopan ilk düşünür olup, bu geleneğin temeli olan hiyerarşik dizgeyi de (aşağılara yayılmış ve yayılan gücün kaynağının yukarıda olduğu ve bu nedenle de gücün tek sahibinin tanrı olduğu anlayışı) yıkmış bir düşünürdür.

Ortaçağ düşünürleri, St.Paul’ün “tüm güç tanrının gücüdür”, sözünü tekrarlayıp durmuşlardır. Devletin tanrısal kökenli olduğu genellikle kabul edilmiştir. Bu görüş, Rönesans başlangıcında da bütün canlılığını korumaktaydı. Dünyasal gücün en kuvvetli savunucuları dabu ilkeyi yadsıma cesaretini gösteremediler. Machiavelli’ye göre gelince o bu ilkeye saldırmaz bile onu bilmezlikten gelir. O siyasal gücün tanrıdan tanrıdan gelmediğini görmüştür.

Machiavelli, yeni prensliklerin kurucuları olan kimseleri görmüş ve bunları dikkatle izlemiş, sonunda yeni prensliklerin gücünün tanrıdan gelmediğini hatta böyle düşünmenin bile saçmalamaktan başka bir şey olmadığını anlamıştır.

Krallara, haklarının kutsal bir kökeni varmış gibi davranmanın gerçekte hiçbir sağlam temeli olmadığını gören ilk düşünürlerdendir.

Rönesansın yeni kozmolojisinde ve yeni siyaset biliminde aşağı ve yukarı arasındaki ayrım ortadan kalmıştır.

Aşağı ve yukarı dünyalar için aynı ilke (evrenin ayrıcalıklı bir noktasının olmadığı) ve doğal yasalar geçerli olmaktadır.

Laik devlet, Machiavelli’nin yaşadığı dönemden çok önceleri de vardır. Siyasal yaşamın tam anlamıyla laikleşmesinin en erken örneklerinden biri II.Frederick tarafından İtalya’nın güneyinde Machiavelli, ‘Hükümdar’ı yazmadan üç yüzyıl önce kurulmuştu.

Bu tamamen yeni ve ortaçağın başka bir örneği olmayan bir olgusu idi. Ama bu henüz kuramsal anlatımına ve haklı nedenlerine kavuşmamıştı.

Freedrick, siyasal eylenmlerinde modern olduğu halde düşünceleri yönünden kesinlikle modern değildir. “Baş kafir” sayılıp iki kez aforoz edilmesine rağmen o, tanrıyla doğrudan kişisel ilişki kurmak istemektedir.

Machiavelli’ye göre ise tüm mistik görüşler akla aykırıdır. Onun kuramında önce teokratik düşünceler ortadan kaldırılmıştır. O kiliseye karşıdır ama din düşmanı değildir. Hatta dinin toplumsal hayatın zorunlu ögelerinden bir olduğuna inanmaktadır. Bu nedenle din. Machiavelli’nin dizgesinde bile zorunludur. Ama kendi başına bir erek değildir. Din, ancak iyi bir düzen ortaya koyarsa iyidir. Böylece dinin trancendent bir nesneler düzeni ile hiçbir ilişkisi kalmamış ve tüm tinsel değerlerini yitirmiştir. Laikleşme süreci, erginleşmesinin sonuna gelmiştir. Çünkü laik devlet, artık yalnızca olgusal olarak değil, aynı zamanda hukuksal olarak da vardır. Ve kesin olarak, kuramsal meşruiyetine kavuşmuştur.

HEGEL’İN ‘DEVLET’ ANLAYIŞI   (ÖNAY SÖZER):

Hegel’in devlet anlayışı, onun tarih anlayışında çıkar. Hegel, tarihsel yaşamdan, devletin dışında ve devletten önce bahsedilebileceğini yadsır.

Devlette, genel irade ile bireysel irade tam bir uyum içindedir. Devlet, doğrudan doğruya genel iradenin gerçekliğidir. Bu iradenin, somut bir varlık kazanmasıdır.

Devlet, bireysel iradelerin bir toplamı değil, akıllı, canlı bir bütündür. Devlet, aklın kendi özüne en uygun, en yakın olarak kendini geçekleştirdiği bir formdur.

Bu nedenle devlet, kendiliğinden akla uygun bir varlıktır. Tek tek devletlerin birbirlerinin karşısına egemen varlıklar olarak çıkarlar. Aralarındaki ilişkiler ancak gerkliliğe dayanabilir. Devletler, kendi üstlerinde bir güç olmadığından aralarındaki anlaşmazlıkları savaşla hallederler.

Herbiri kendi özel yararına dayanan devletler için en son yargıyı tarih verir. Tarih, yüksek dünya mahkemesidir. Devletlerin, ulusların, hak ve alın yazılarını belirleyen; dünya tarihidir.

Tarih, dünya geistının özgürlük bilincine doğru sürekli olan diyalektik bir ilerlemedir. Bu ilerlemede her dönemin temsilcisi, tarihi bir ulustur. Her tarihi ulusa, geistın bir amacını gerçekleştirecek bir ödev ayrılmıştır. Ödevini yerine getiren ulus tarih sahnesinden ayrılır. Yerini geistın bundan sonraki amacını yerine getirecek olan başka bir ulus alır.

Nasıl uluslar ile devletler anlamlarını tarih denilen bağlam içinde kazanırlarsa, tek tek kişiler de anlam ve belirlenimlerini devlet içinde kazanırlar. Devlet, tek tek kişilerle konuşup, iş görür. Bu nedenle bireyler de, devlet için alet ve araçtırlar. Bu durum, büyük kişiler için de geçerlidir.

Tarih onları, kendi amaçları emrinde bir araç olarak kullanır. Onları kendi tutkuları peşinde koştururken, bu arada kendi isteğini de gerçekleştirir.

Buna erişince de onları bir kenara atar. İşte bu ‘aklın hilesi’dir.

Kendini, tüm varlık olarak açan geistın, gelişmesindeki en son, en yüksek aşama ise; ‘mutlak geist’tır.

Mutlak geist, sırayla sanat, din, felsefede kendini gerçekleştirir. Tarih boyunca, sayısız devlet birbiri ardından ortaya çıkmış ve görevlerini yerine getirdikten sonra göçüp gitmişlerdir. Devletlerin ölümlü oluşuna karşılık sanat, din ve felsefe ölümsüzdürler. Bunlar da geistın, bütün insanlık tarihi boyunca uzayıp giden bir bir gelişmesini buluruz.

Bu ölümsüzlük, geistın özüne en uygun olan bir formdur. Bu nedenle geist, ereği olan kendi bilinç ve özgürlüğüne, en yetkin olarak ‘mutlak geist’a, bunun da en son basamağı olan ‘felsefe’de ulaşır.

M.SOYSAL’IN “100 SORUDA ANAYASA”:

Anayasa deyince ne anlaşılır? Ne anlamak gerekir?

Anayasa, öyle bir yasa ki, devletin temel yapısını ve bu yapının başlıca işleyiş kurallarını göstermekle kalmayıp, aynı zamanda çıkarılacak yasaların uymak zorunda olduğu temel ilkeleri de gösteriyor. Bu temel ilkeler ise çoğu zaman, vatandaşların hakları ve özgürlükleri için yapılan uzun uğraşların sonunda ortaya çıkmıştır. Onun için anayasalardaki temel ilkeler daha çok vatandaşların temel hakları ve özgürlükleri ile ilgilidir. Bu bakımdan bir devletin anayasası, vatandaşların temel haklarını ve özgürlüklerini koruyan başlıca belge oluyor.

Yalnız şunu da unutmamak gerekiyor; bir devletin kuruluşuyla genel yapısıyla ilgili işleyiş kuralları, vatandaşların temel hak ve özgürlükleri hep anayasa adını taşıyan metinlerde gösterilmezler.

Anayasaların bir de ‘bükülgen-bükülmez’ diye birbirinden ayrıldığı görülür. Bu terimler anayasanın değiştiriliş biçiminden doğuyor. Anayasaların değiştirilmesini sıkı kurallara bağlamış olan devletlere, “bükülmez anayasalı devlet”, sıkı kurallara bağlamamış olan devletlere ise “bükülgen anayasalı devlet” denir.

Unutmamak gerekir ki, anayasa değişikliği yapmak isteyenler, hukuk kurallarının ötesinde örneğin kamuoyunun ve örgütlenmiş güçlerin tepkisini göz önünde bulundurmak zorundadır. Siyasal partiler başta olmak üzere, sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları, üniversiteler, anayasa değişikliğinde bireylerin tepkilerinden daha da etkili olurlar.

Anayasaların değiştiriliş gibi yapılışları da çoğu zaman toplumsal güçlerin tam bir denge içinde bulundukları sırada olmaz. Anayasaların birçoğu, bir ihtilalin ya da yerleşik düzeni altüst edici büyük bir olayın arkasından yapılır. Bu gibi durumlarda ister istemez o ihtilali ya da o büyük olayı gerçekleştiren güçlerin çıkarları birer anayasa ilkesi niteliğine bürünür.

Örneğin 1982 anayasası, 12 Eylül hareketinin ardından siyasal partilerin kapatıldığı bir ortamda bir danışma meclisinin katılmasıyla doğrudan doğruya silahlı kuvvelerin üst komuta düzeyindeki güçlere uygun olarak yapılmıştır.

Aslında anayasa yapmak da, değiştirmek de sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.

Anayasa yapıcılığındaki hüner, toplumsal dengeyi daha doğrusu toplumsal güçlerin gelecekteki gelişmelerini gözönünde bulundurabilmektir.

“Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”nden ne anlamak gerekir?

Bu hüküm her şeyden önce, bölücülük hareketlerine bir tepki olarak anayasaya girmiştir. Bölünmezlik ilkesi, anayasa hukukunda, egemenlik kavramıyla birlikte ele alınması gereken bir ilkedir.

Egemenlik, en yüksek karar ve eyelem gücüne sahip olmak, başkasının otoritesi altında bulunmamak, otoriteyi başkasıla paylaşmamak demektir. Egemen devlet, kendi ülkesi üstünde en üstün güç olduğu için, yine o ülke üzerinde başka devletlerin otoritesine tabi değildir. Ve başka ülkelerle bağlantılı duruma gelmesi ancak kendi iradesiyle olur.

Fransız ihtilalcilerinin, “egemenlik bölünmez” deyişleri, devletle bütünleşmiş olan ulusun egemenliği, başka herhangi bir güçle paylaşmayacağını belirtmek içindir.

Ulusal devletin toprak unsuru ‘ülke’, insan unsuru da ‘ulus’tur. Ülke ve ulusun bütünlüğü, ‘ulusal devlet’i meydana getirir. Bu anlayış içinde; ülke, ulus, egemenlik ve devlet kavramları birbirinden ayrılmayan, ayrılmaması gereken bir bütünlük oluşturmuşlardır.

Bölünmezlik ilkesi, bölgeciliğin bölücülüğe dönüşmesini önleyecek olan en önemli ilkedir.

Bölünmezlik ilkesinin, anayasa hukuku alanında yarattığı zorunluluklar, olanaksızlıklar, yasaklamalar şunlardır:

1-Vatan toprağının devredilemezliği; ülke, ulusla egemenlikle ve devletle bütünleştiği için rastgele bir toprak olmaktan çıkmış, vatan toprağı niteliğini kazanmıştır. Başkasına devredilemez. Bir bölümünü başkasına devretmek demek; ulustan, egemenlikten ve devletten bir parçayı da devretmek demektir.

2-Federalizmin (çokulusluluk) olanaksızlığı; bölünmezlik ilkesinin, devlet yapısı bakımından hukuksal sonucu tek olan egemenliğin yine ulus ve ülke bütünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısıyla bütünleşmesidir. Nasıl ulusal devlet ilkesi, çokuluslu bir devlet anlayışını olanaksız kılıyorsa, bölünmezlik ilkesi de federatif yapıyı olanaksız kılıyor.

Bölünmezlik ilkesi devletin kendi iç yapısında federal devlette olduğu gibi birden çok egemenliğin yan yana bulunmasını engeller. Yani o devletin bir federasyonun federe devleti durumuna gelmesini önler.

3-Sınıf egemenliğinin yasaklanması; tek olan egemenlik ulus tarafından kullanılır. Egemenliğin kullanılışı bir tek toplumsal sınıf için olanaklı kılan ya da tam tersine bir toplumsal sınıfı egemenliğin kullanılışına katılmaktan alıkoyan düzenlemeler, bölünmezlik ilkesine ters düşer.

Bölünmezlik ilkesinden aşağıdaki gibi sonuçlar çıkarılamaz. Çünkü bunlarda egemenliğin bölünmesi ya da paylaşılması sözkonusu değildir:

1-Serbest bölgelerin kurulması; bir devletin kendi toprakları üzerinde bazı yasaların uygulanmadığı yabancı ya da yerli girişimcilere bazı kolaylıkların gösterildiği bölgeler kurması, orada egemenlikten vazgeçtiği anlamına gelmez. Çünkü, güvenlik ve yönetim türünden temel devlet görevleri devam ettiği gibi orada egemenliği paylaşan başka bir devlet yoktur. Bu durum askeri üsler için de geçerlidir.

2-Yerel yönetimlerin gelişmesi; yerel yönetimler, devlet yönetiminin bütünlüğünden kopuk kuruluşlar değildir. Bunların karar organları yerel olarak seçilir ama ellerindeki yetkiler, devletin egemenlik yetkilerinden ayrı yetkiler değildir.

3-Sınıf gerçeğinin kabul edilmesi; bölünmezlik ilkesi, sınıf egemenliğine dayalı devlet kavramını reddeder. Ve anayasa sınıf veya zümre egemenliğini amaçlayan siyasal partilerin kurulmasını yasaklar ama bu durum toplumun çeşitli sınıflardan oluştuğunu kabule engel değildir.

Önlenen, bir sınıfın iktidarı ele geçirerek diğer sınıfları egemenliğin kullanılmasına katılmaktan alıkoyması, kendi durumunu sürekli ve değişmez kılmasıdır. Yani önlenen, devletin bir sınıf egemenliğine dönüşmesi, bir tek sınıfın tekeline geçmesidir.

İktidar bir süre için, siyasal partiler yoluyla ağırlıklarını duyuran zümre ya da sınıfların eline geçebilir, geçmesi de doğaldır.

MİLLİ DEVLET :

1961 Anayasasında ‘Türk milliyetçiliği’ diye tanımlanan gerçek ‘Atatürk milliyetçiliği’nden farklı olup, bireyin toplum içinde daha çok eğitici bir milliyetçiliktir.

1982 Anayasasında ise ‘Atatürtk milliyetçiliği’ sözü yalnız bırakılmıştır.

Bu yaklaşım değişikliği ve milli devlet ilkesinin, anayasa metninde artık yer almayışı, devletin bir ‘milli devlet’ olma niteliğini, hukuksal açıdan değiştirmiş değildir. T.C. yine hukuk tanımlamalarına göre, ulusal bir devlettir. Devlet yine, bir ulus bütünlüğüne dayanıyor. Örneğin ‘ümmet’ esası üzerine kurulacak bir devlet öngörülmüyor.

1982 Anayasası yapılırken, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” maddesi, “milletlerarası yetkileri bulunan kuruluşlara, üyeliği öngören anlaşmalar ve hükümleri saklıdır” biçiminde bir fıkra içermekteydi. Bu hüküm ulusal egemenlikleri, ortak egemenliğe tabi kılan kuruluşlara (örneğin; AB) Türkiye’nin girmesini sağlamak amacıyla konmuştu. Ancak MGK bu fıkrayı maddeden çıkardı.

Ulusal devlet, kendi içindeki gruplar bakımından kendisininkinden başka egemenlik kabul etmediği gibi, kendi üstünde de başka egemenlik kabul etmez.

Şimdi Türkiye, AB’ne tam üyelik için başvurmuştur. Oysa Anayasa üye olamazsın diyor. O halde yapılmsı gereken ilk iş, anaysanın hayır demeyeceği uygun değişikliği yapmak. Aksi halde AB’ye girme imkanı yoktur.

“İnsan haklararına dayanan devlet” kavramından, “insan haklarına saygılı devlet” kavramına geçişin anlamı nedir?

1961 Anayasası, “insan haklarına dayanan devlet”ten sözetmekteydi. 1982 Anayasasının aynı maddesin de ise “insan haklarına saygılı devlet” deyimi var.

Acaba bu durum basit bir üslup değişikliği midir? Yoksa bu derin bir yaklaşım farkından mı kaynaklanmaktadır?

Önce ‘insan hakları’ nedir ona bakalım:

İnsan hakları, bütün insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin yalnızca insan oluşları nedeniyle, insanlık onurunun gereği olarak sahip oldukları hakların bütününü kapsar ve gerçekleştirilmiş bir durumdan çok, varılmak istenen bir amacı bir ideali belirler.

İnsan haklarına dayalı devlet ise, insanı temel değer olarak kabul eden, kendi varoluş nedenini insan haklarının korunması ya da gerçekleştirilmesi amacına dayandıran devlet demektir. Devlet, insan için vardır. İnsanın, insanca yaşaması için.

1982 Anayasası ile devletin, insan haklarına dayanan değil saygılı hale gelmesi, diğer değişiklikler de düşünüldüğün de çok temel bir yaklaşım farkını anlatıyor. İnsan hakları artık devletin temeli sayılmaktan, onun dayandığı kavramalr ve değerler bütünü olmaktan çıkmıştır. Devlet başka amaçlar için vardır. Devletin, insan haklarına saygıdan da öne aldığı ve devleti içine yerleştirdiği kavramlar olan “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı için vardır”. Bu çerçeve içinde yeralan devlet yine insan haklarına saygılı olacaktır. İnsana değer verilmesi, insan onurunun korunması gerekecektir ama insan hakları artık devletin varoluş nedeni olmaktan çıkmıştır.

Özgürlüğü ikinci plana iten ve otoriteye ön sıraya veren 1982 anayasası, bireyle toplum arasında; toplumu. İnsanla devlet arasında da kesinlikle devleti tercih eden bir anayasadır. İnsan hakları sadece bu tercihten sonra yine de uyulması ve saygı gösterilmesi gerekli değerler olarak vardır.

“Temel haklar ve Ödevler” konusunda 1982  Anayasasının genel yaklaşımı nedir?

Genel hükümler bakımından 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası arasındaki fark; 1982 Anayasasının “temel hak ve özgürlükler”i, ödev ve sorumluluk kavramıyla birlikte ifade etmiş olmasıdır.

“Temel hak ve özgürlükler kişinin ailesine, topluma ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder”.

Kişiden, topluluğa doğru bir ödevin doğması için topluluğun da kişiye, kişiliğini serbest ve tam olarak geliştirebilme olanağı sağlamış olması gerekir.  Bu olanağın bulunmadığı, önemli ölçüde sınırlamalar getirildiği yerde 1982 Anayasası, bireyle- toplum arasında, kesinlikle toplumu tercih eden bir anayasadır. Ödev de yoktur, kişi bu ödev duygusunu duymayacağı gibi toplumun da duymayacağı açıktır.

‘Sosyal Devlet’ ne demektir?

1961 Anayasasında olduğu gibi 1982 Anayasasına göre de T.C. devleti, bir sosyal devlettir. Gerçi 1982 Anayasasında ‘sosyal devlet’ yerine ‘sosyal hukuk devleti’nden sözedilir ama sosyal devlet ilkesi devletin nitelikleri arasından çıkarılmış değildir.

Sosyal devlet genellikle, vatandaşların sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı ödev bilen, devlet demektir.

Devletin sosyal devlet olma derecesini, anayasadaki ekonomik ve sosyal hakların gerçekleştirilme derecesi belirler. Ancak sosyal devlet,

yalnız bunları sağlamakla yetinen devlet değildir. Sosyal devlet, bir toplumdaki güçsüzlerin ezilmesini ve toplumda düzensizlikler yaratılmasını önlemek, milli gelirin adaletle uygun biçimde dağıtılmasını sağlamak gibi amaçlar güdüyorsa; devletin bu amaçlara yönelmesi, devlet için bu gerçekleşmeyi gerekli kılan, güçlerin bulunması da zorunludur. Sadece iyi niyetle, lütuf dağıtmayla sosyal devlet olunmaz. Bu olsa olsa ‘sadaka devleti’ olur. Devletin sosyal devleti olması, güçsüzlerin gücünü devlet yapısında hissettirecek kurumların, mekanizmaların ve yolların mevcut oluşuna bağlıdır.

Bu nedenle sosyal devlet ile ‘demokratik devlet’ kavramları birbirine sıkı sıkıya   bağlıdır. Demokratik olmayan bir yönetim altında, sosyal görünümlü politikaların izlenmesiyle devlet, sosyal devlet olmaz.

Devletin güçler dengesine dayalı bir sosyal devlet olabilmesi çalışanların örgütlenme ve hak elde etme haklarıyla da yakından ilgilidir. Bu devlette güçsüzlerin örgütlenip, ağırlık koyabilmeleri için yalnızca siyasal mekanizmalar yetmez. Çalışma yaşamına ilişkin hakların ve özgürlüklerin de bu ağırlığın serbestçe konulmasına olanak sağlayacak biçimde düzenlenmesi gerekir.

‘Hukuk Devleti’ ne demektir?

Hukuk devleti, vatandaşlarına hukuk güvenliği devlet demektir. Hukuk güvenliği sağlamak sözü tek başına bir şey ifade etmiyor. Bu güvenliğin sağlanabilmesi için bir takım koşullar gerekli. Bu koşullar:

1-Temel hakların güvence altına alınması; temel hakları kolayca değiştirilmeyen metinlerde ve anayasalarda saymak. Bunların düzenlenmesi ve sınırlanmasını da yasalarla yapılacak bir iş durumuna getirmek. Temel hakların güvence altına alınabilmesi için de devlet içindeki güçlerin bir elde toplanmasını engellemek, yetki kullananları karşılıkları denetlemeye tabi tutmak, belli görevleri belli dönemlere ve belli yetkilere bağlamak, iktidarın sınırlılıklarını üstün bir metinde dile getirmek gerekmektedir. Aslında hukuk devletini gerçekleştirme çabaları anayasacılık hareketlerinin bir başka yönü sayılabilir.

2-Yasalarda anayasaya uygunluğun sağlanması; hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi için çıkarılan yasaların, anayasaya uygun olması gerekir. Aksi halde hukuk devletinin ortadan kalkması sözkonusu.

3-Yönetimde hukuka bağlılığın sağlanması; hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi, yalnız yasaların anayasaya uygun olmasıyla tamamlanmaz. Bundan daha önemlisi, anayasa uygun kuralları uygulayacak ve devlet işlerini yürütecek yönetim mekenizmasının da hukuk düzenine bağlı kalmasıdır.

4-Yargı kuruluşlarının bağımsızlığını ve güvenilirliğini sağlayacak koşulların yerleştirilmesi; gerek yasaların anayasaya uygunluğunun denetlenmesinde gerek yönetimin hukuka bağlılığını sağlamakta gerek genel olarak bütün yasaların uygulanmasında yargı organlarının bağımsızlığı son derece önemlidir.

Hukuk devleti ilkesi ancak anlamlı ve yaratıcı bir tutumla uygulandığı zaman vatandaşa gerçek bir güvence sağlar. İlkenin yerleşmiş hukuk düzenine ve kurulu toplum ilişkilerine körü körüne uymak biçiminde uygulanması farkına varmadan yerleşik düzendeki ekonomik ve sosyal güçlerin egemenliğini pek ulu hukuk kurallarının gölgesinde sürdürmek olur.

‘Laik Devlet’ nedir?

Laik devlet, mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmi bir dini olmayan, dinsel kurallarla işgörmeyen bir devlet olup, bunun yanında laik olma vasfını korumak amacıyla dinin vicdanlara itilmesi için gerekli önlemleri de alabilen devlettir.

Laik bir devlette, diyanet işleri başkanlığının genel idare içinde yer alması nasıl yorumlanabilir?

1961 Anayasası gibi 1982 Anayasası da diyanet işleri başkanlığının genel idare yani doğrudan doğruya hükümete bağlı merkez kuruluşları içinde kalmasını sağlamaya çalışıyor. Bunun nedeni, çoğunluğu müslüman bir toplumun çözülmesini kolaylaştıran bir durumun kaybedilmemesi içindir.

Eğer din hizmetleri genel idare içinde değil de toplulukların kendi paralarıyla yürütecekleri hizmetler haline getirilmiş olsaydı devletten ayrı ve ister istemez devlete karşı bir güç olarak belirecek kuruluşların ortaya çıkmasına da katlanmak gerekecekti.

Atatürk’ün laiklik konusundaki politikası her şeyi hesaba katan ustaca bir politikadır. Din işleriyle toplum düzeni kesinlikle birbirinden ayrılırken, bu ayrılma dine karşı açıkça bir baskıyla sonuçlanmadı. Amaç dini, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirmek, onu toplum işlerinden ve toplum görevlerinden sıyrılıp vicdanlara itmekti. Eğer bir cemaat teşkilatı kurulsaydı, bu örgütün kısa bir zamanda büyük para gücüyle ve kenetlenmiş adamlarıyla devletle çarpışan bir güç haline geleceği muhakkaktı.

Laik bir devlette, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde ye alması Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlamı yoktur.

‘Demokratik Devlet’ nedir?

Bir devletin demokratik sayılması için aranması gereken koşullar nelerdir? Bu koşullar:

1-Seçim ve temsil ilkesi; bütün ülkelerde benimsenen tutum, halkın bir süre için belli sayıda temsilci seçmesi ve halk adına kararların bu temsilciler tarafından alınması yolundadır. Buna ‘temsili demokrasi’ ya da ‘aracılı demokrasi’ deniyor.

2-Genel ve eşit oy; ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun vatandaşın oy sahibi olmasına ‘genel oy’ ve yine bütün ayrılıklar göz önünde tutulmadan herkesin eşit ağırlıkta bir tek oya sahip olmasına da ‘eşit oy’ denir.

3-Çoğunluğun yönetim hakkı; genel oydan geçip seçimlerle iş başına gelmiş bir çoğunluğun belli bir süre için toplum işlerini yürütmesi klasik demokrasinin ilkelerinden biridir.

Çoğunluk ister bir partide toplanmış olsun, ister çeşitli partilerin anlaşarak bir araya gelmesinden oluşan koalisyon çoğunluğu olsun, kendisine tanınmış olan alanlarda kamu işlerini yürütmek hakkına sahip olacaktır. Gelecek seçime kadar bu hak onundur.

4-Azınlığın korunması ve çoğunluğun sınırlanması; azınlıkta kalan kimseler ve kuruluşlar, kamu işlerini yürütmek hakkına sahip olmayacaklardır ama yürütenleri eleştirmek ve uyarmak da onların hakkıdır.

Çoğunluk kazanmamış görüşleri yasaklamak klasik demokrasinin kendi temel felsefesiyle çatışan bir durumdur. Klasik demokraside azınlığın korunması bir zorunluluk olarak çoğunluğun sınırlanmasını gerektiriyor.

5-Devlete karşı bireysel temel haklar; hükümdarlara karşı girişilen uğraşların başlıca amacı, bireyi onların keyfi davranışlarından korumaktır. Egemenlik çoğunluğun eline geçince bu koruma, çoğunluğa daha doğrusu onun elinde bulunan devlet gücüne karşı yöneldi.

6-Yasalar önünde eşitlik ilkesi; yasalar herkese ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun aynı şekilde uygulanacaktır. Herhangi bir aileye, zümreye ya da sınıfa ayrıcalık tanınmayacaktır.

Seçim ve temsil ilkesi ile devletin ‘cumhuriyet’ oluşu arasında, nasıl bir ilişki vardır?

Gerçek bir cumhuriyette baştaki kişinin cumhurbaşkanı sıfatını taşıması yetmez, devlet başkanının da devletin bütün organları gibi seçimden çıkması ya da seçimden çıkmış kişilerce atanmaları gerekir. Cumhuriyet, bu genel kuralın devlet başkanını da içine alarak, istisnasız uygulandığı devlet biçimidir.

Seçim ve temsil ilkesinin devlet başkanına uygulanmayışı ve devletin başında hem devleti hem de halkı değil sadece devleti temsil eden bir hükümdarın bulunuşu. Devletin demokratik olma niteliğini ortadan kaldırmaz. Yalnızca adının cumhuriyetten başka bir şey olmasını gerektirir. Yani demokratik olmak ille de cumhuriyet olmak demek değildir ama cumhuriyet olmak ille de demokratik olmak demektir.