Posts Tagged ‘akıl’

İBRAHİM ÇİFTÇİ

Cumartesi, Nisan 3rd, 2010

– Bazıları bilgiyi yük, beceriyi eziyet olarak görürler.

*

 – Dönmek; yanlışta ısrar etmemek, kendine bir şans tanımaktır.

*

– Herşeyin ilacı, itidaldir.

*

– Bu ülkede üç sınıf insan vardır; cinselciler, dinselciler ve Atatürkçüler. Biz üçüncü sınıfız.

*

– Harcamadığın para, senin değildir.

*

– Para herkesde durmaz, onu kullanabilecek olan da durur.

*

– Biz alışmışız, az parayla çok para kazanmaya!

*

– Aldığımız üç kuruş ama herkesin eli, benim cebimde!

*

– Para bok gibi, huzur yok.

*

– Para gayriciddi işlerde vardır, ciddi işlerle para kazanılmaz.

*

– Akbabalar, damarlarımdaki kanın kokusunu almış, pike üstüne pike yapıyorlar!

*

 – Derya senin olsa, içeceğin bir bardak su!

*

 – Bir bardak süt için, inek beslenir mi?

*

 – Denizden bir kova su almışsın nedir ki? Denizin suyu mu biter!

*

 – İstanbul’u versem bir gözünü verir misin? Dikkat et, iki İstanbul’a sahipsin!

*

– Bizim çilemiz, hem insancıklarla olacaksın hem de kızmayacaksın, kızmak bizi küçültür. İyiden, doğrudan, güzelden bihaber olan adamın nesine kızacaksın…

 *

– Kendini basit ve sıradan görürsen, tüy kadar hafiflersin. Olduğundan daha fazla görünmeye çalışırsan, o yükün altında ezilirsin.

*

– İnsanın değerli olduğu yerde kimseye bir şey olmadan önlem alınır. Bizde de bir kaç adam başı yenmeden, iş yapılmaz.

*

– Bilsem ki siz şu kapının arkasındasınız, ben yine özlerdim.

*

– Koskoca generale bir manga asker vermişler, “bunlara talim yaptır” diyorlar…

paşa napsın!

 *

– Dur bakalım yok, hadi bakalım.

 *

– Beklemek, kavuşmaktan iyidir.

 *

– Bir işi yaparken; kırmadan, yarmadan, kestirmeden, küstürmeden yapacağız.

 *

– Tamir et diye verirsin; kırar, yarar, bozar, sonra da koyup kenara geçip gider…

 *

– Her işimiz; “olmamış ya hadi neyse!”. Bir işinizde tam olsun, yok nerde!..

 *

– “Çam devirdiklerini” çok gördük ama devrimciliklerini hiç görmedik, açlık grevine girerler, kilo alıp çıkarlar!

 *

– İşten kaçıp, meydanda halay çekmenin adını; “devrimcilik” koymuşlar!

*

– Ellerinde sinekli şaraplar, esrar tekkesine çevirdikleri dumanaltı yerlerde, her daim “devrimden” konuşunca, sanırsın ki; yapmışlar da konuşuyorlar…

*

– İstemenin sonu yok! Herkes kendine göre devlet de ister, her yorulduğu yere han da! 

*

– Cümbüşün adını “ibadet”,

içkinin adını “bade”,

cinayetin adını “töre”

halayın adını da “devrim” koymuşlar.

 *

– Bir iş; konuşulabilir, tartışılabilir, uygulanabilir ve rantabıl olacak, değilse konuşmaya bile gerek yok. 

 * 

– Bazıları “büyük” doğar, bazıları yaptıkları işlerle “büyür”, bazılarının da “büyüklük” üzerinde kalır, benim üzerimde kaldı!

*

– Kimseye birşey söylemeye gelmiyor, kimseyi değiştiremiyorsun! Bu yüzden, ben hep kendimi değiştirdim.

*

– İnsan, önce taşı sevip okşuyor, hacetten sonra da en uzağa fırlatıyor.

İnsanlar da birbirini severken, önce “canım cicim” diye kucaklıyor, sonra da kucaklaya kucaklaya bokunu çıkarıyorlar. Daha düne kadar birbirlerinin kucağından inmeyenler, bugün birbirinin suratını, görmek bile istemiyor.

*

– Herşeye gelirim ama boynumdan çekilmeye asla!

*

– Herkesi dinle ama kararı kendin ver.

*

– İşimi yaparım ama kimse daha fazlasını, kendimi feda etmemi beklemesin!

– Bir işe aracı koyarken dikkat et, sana “kız” istiyorum diye gider, kendine alıp gelir!

*

– Acemi zampara işe en yakınından başlarmış!

– Zamparalığa çıkan, kendi şeyinin hesabını da iyi yapmalı!

*

Düşkünle, şaşkınla, pişkinle fazla uğraşmaya gelmez. İyilik mi yapacaksın, yap ama fazla durma!

*

– Ne kadar kaçarsan, o kadar üzerine gelirler. Sana ait sadece bir çekmece kalsa, yine de yer yokmuş gibi ellerine geçeni oraya atarlar!

*

 – Hadi çocuğum, hadi yavrum… kumda oyna gözüne çöp batmasın!

*

 Darpa, gaspa, fuhşa karışma ne yaparsan yap!

*

– Bir kere olsun cepheden gelmeyip, hep arkaya dolanıyorsa, çiz gitsin.

*

– Bazıları “alet” kullanmada bazıları da “adam” kullanmada daha beceriklidir. “Alet” kullanamıyorsan, “adam” kullanmayı iyi bileceksin!

*

– Bazıları kendini sürekli hatırlatmaya çalışırken, biz unutturmaya çalışıyoruz. Kendini bilmezlerin seni hatırlamasındansa, unutması daha iyidir.

*

 – Dengelemek istediğinde; önce dört basıp iki çekersin, fazla gelirse de iki basıp dört çekersin!

*

– İnsan uyanık olmaya görsün, zanneder herkes keriz!

*

– Eğer insan rahat değilse, onu en çok yoracak olan sosyal uyumdur. Ben hep iki yakamı bir araya getirmeye çalıştım.

*

 – Zayıf insanlar sırt sırta verir, güçlü insan buna ihtiyaç duymaz.

*

– Kara mizah, zayıfların güçlülere karşı kullandığı bir silahtır.

*

 – Bir meseleyi bütün açılardan değerlendirmiyorsan, söylediklerin sadece seni ilgilendirir.

*

  – Hayat üzüntüyle, pişmanlıklarla geçirilecek kadar uzun değildir.

*

  – Fazla acırsan, acınacak duruma düşersin. Düşkünle, şaşkınla fazla oyalanmaya gelmez.

*

– İyilik olsun diye verirsin, hak iddia etmeye başlarlar. Birde üstüne, “az verdin, hiç vermedin” diye, seni de suçlarlar.

*

 – Sen rakını iç, rahatına bak “memleket elden gidiyor!” diye ne kendini üz ne de bizi. Herşey çalkalana çalkalana mecrasını bulur. Arkası sağlamsa birşey olmaz, değilse de yıkılmaya müstehaktır. Devletlerin tarihinde yirmi yıl, otuz yıl nedir ki?

 *

– Ben oltamı atar rakımı içerim, gerisi balığın bileceği iş.

 *

– Şans kapısını açık bırak, ola ki gelir de “bulamadım” demesin.

 *

– Deha keşfedilmeyi beklemez, o kendi mecrasını bulur gider.

– İntikali zayıf olanın manevra kabiliyeti de zayıf olur.

 *

– İnsanın kafası rahat değilse, tatile bile gitse götürdüğü sıkıntıdır.

*

“Cek-cak, sak-suk, meli-malı” yok, bir işi üzerine aldıysan yapıp getireceksin.

 *

– Terbiyesi tam ama tahsili noksan olan, “tahsilli terbiyesizlerden” daha iyidir.

 *

– İnsan uğraştığı işe benzer. Malla, mülkle fazla uğraşmaya gelmez, sonra “mal” olur gidersin!

*

 – İnsan gençken, taş yese plastik çıkarır. Bir de yaşlanmaya görsün, şerbet bile içemez hale gelir…

*

– Adetleri bozmayın, büyüklerinizi üzmeyin!

*

– İnsan düşmeye görsün, duyan illet gelir, gelen de gitmez!

*

– İnsanlığa bir faydaları varsa, Allah bizden alsın onlara versin. Yoksa bizden uzak, Allah’a yakın olsunlar!

*

– İnanmak, insanın yükünü azaltır.

*

– İnsanın bir tek borcu vardır, o da Allah’a can borcu!

*

– Allah zalime uyuz versin, tırnak vermesin!

*

– Kafam rahat olsun diyorsan, ne verirlerse al ne istiyorlarsa ver!

*

– Ben size lazım değilsem, siz bana hiç değilsiniz!

– Karı karıda, iş işde bulunur!

*

– Kadın ağzını açtı mı, başlar iş çıkarmaya, masraf yazmaya. Ömrüm, karının ağzını kapamakla geçti!

*

– Huzur istiyorsan üç şeyle kavga etme; “Allah’la, devletle, karıyla!”

*

– İnsan hayatta üç şeyden gülermiş; ya “karıdan” ya “paradan” ya da “çocuktan”. Üçünden de güldüysen senden iyisi yok…

*

– İleri gidenlerden değil, ileri gelenlerden olun.

*

– İstanbul’un sokaklarında yürümek bile bir eğitimdir.

*

“Açtım ağzımı yumdum gözümü” değil, “yumdum ağzımı açtım gözümü!”.

*

– Artık yumruğumu sıktığımda ne başkasına ne de masaya vuruyorum. Sıkıp cebime koyuyorum, mesele kalmıyor.

*

– İnsan sürekli problem çıkarmaya alışırsa, kimseyi bulamadığında da kendi gölgesiyle kavga etmeye başlar.

*

– Herkesi sıçtığı yere kadar kovalamaya kalkarsan, sürekli eksik, gedik ararsan, herşeye ceza vermeye kalkarsan, sonra konuşacak adam bulamazsın. Affetmek, büyüklüğün şanındandır.

*

– Gidecek adam arkasına bakmaz. Biz arkamızı toplamaktan, kollamaktan önümüze bakamaz olduk.

*

– Verdiği zararı karşılayabiliyorsak, biz onu hoşgörürüz. O zarar verecek, biz hoşgöreceğiz. Bizim hayatımız her daim sabır testinden geçmek. Sabır, olgunluğun temelidir.

*

– Ayıpları kusurları örtmek için Nakşilerin, cüppelerinin kolları uzundur. Biz Bektaşiler gibi kimsede kusur, ayıp görmediğimiz için cüppemizin kolları kısadır.

*

– Kendinde akıl yok, başkasına akıl vermeye kalkar!

*

– Zayıf insan için, mevcudu korumak en iyisidir.

*

– Şeyine istikamet veremeyen, iki koyunu güdmekten aciz olan bir de kalkmış şöyle yapacaz, böyle yapacağız diyor. Allahım sen aklıma mukayyed ol!

*

– Kendini idare etmekten acizdir, bir de mercimek kadar aklıyla aleme nizam vermeye kalkar.

*

– Azıcık palazlanan, “ben söyleyim sen yap” diyor. “Ben söyleyim sen yap”. Yok, illa o söyleyecek diğerleri yapacak!

*

– Biz devletde, gidenle değil gelenle ilgileniriz!

*

– Biz eski memuruz, bizde evrak kaybolmaz!

*

– İşinizi ilk gün yapın son güne bırakmayın. Yok! Yirmidokuz gün yatıp son gün iş yapmaya kalkarlar sonra da yetişmedi diye dert yanıp taktir beklerler…

*

– İşinizi doğru dürüst yapın, çoluk çocuğu kendinize nasihat eder hale getirmeyin!

*

– Devlet para veriyormuş gibi millet de çalışıyormuş gibi yapıyor. Böyle geçinip gidiyoruz.

*

– Hizmet için geldik derler, herkesi kendilerine hizmet eder hale getirirler.

*

– Bu adam önümüze geçer diye, “taktir” ederler ama “terfi” ettirmezler!

*

 – Bir makama terfi etmek istiyorsan; karşılaman, ağırlaman ve uğurlaman iyi olacak. Eğilip, bükülmeyi iyi bileceksin!..

*

– Saha işlerini biz yaparız, siz salon işlerine bakın…

*

Müdürlük, aylak adam işidir, ne kadar işten kaçan adam varsa, hepsi müdür.

“Ben söyleyim sen yap!”

*

– Kendini bilmezlerin, önünde durulmaz.

*

– On tane eşşeğin olacağına, adam gibi bir enişten olsun yeter!

*

– Esnek sistem, dinamik program; sistem ne kadar esnek olursa, kimse de sistem dışında kalmaz.

*

– İstatistik, yanlış rakamların doğru toplanmasıdır.

*

– Bir insanın ya “karıcılığı” ya “paracılığı” ya da “rakıcılığı” iyidir. Bunlar için güçlü bir bünye lazım, benim hep zayıftı.

– Kaza geliyorum, namus gidiyorum demez!

*

 – Ziyan olacağına ver bir fakir sebeblensin! Yok, ziyan ederler yine de vermezler!

*

– Delikli taş bile yerde durmaz, illa ki biri alır, bir çiviye takar.

 *

– Sen bu namussuz aşınacak diye beklerken, o yıkılır gider haberin olmaz!..

 *

Mevta kaldırmak, torba ağzı açmaya benzemez!

 *

– İnsan, bazı şeylerin oyuncak olmadığını, üzerine oturunca anlar!

*

– İnsanlar birbirine, dünyanın en ayıp şeyini yaptıktan sonra daha ne yapmazlar ki!..

*

 – Genç geriyorsa, yaşlı sevindir daha iyi!

*

– İşin bitince, içine edesin geliyor!

*

 – Erkek olmak zor zenaat! Ağır tahriğe maruz kalsan da asla taciz yok, edersen “namussuzsun”, etmezsen “sen de adam mısın?” derler…

*

 – Et ile ekmek, eti ete sürtmek, gerisi köpek tüfek!

*

– Kart kedi, taze sıçandan hoşlanır!

*

– Bizimkilerin sevmemesi, sevmesinden daha iyidir. Sevdiğinden ya “vurası” ya da “sığdırası” gelir! Bir de sevmese kimbilir ne yapar?

*

– Herşey mevsiminde güzel; “kuş öterken, diş keserken…!”

*

 – Bizde “yüzsüzlük” yok istemeye, sizde de “insanlık” yok vermeye, namerde muhtaçlığımız hep bundandır.

*

– Yüze gülücü arkadan gömücülere dikkat et!

*

– Elimde bir kova su, “yanıyorum” diyenin taşaklarına serpiyorum. Bir Allah’ın kulu “sen de yanıyor musun?” demez.

*

– Gelen bağrıma yaptı ama ben de hepsini gördüm!

*

– Memur esnek, emekli gevrek olur. Emekliye fazla yüklenmeye gelmez, “tak” diye atar!

*

– Kimse üstün değildir. Herkesin arkasında bir kilo “bok”, önünde de yarım kilo “sidik”!

*

 – Kanı kanla yıkamazlar, suyla yıkarlar…

 *

– Herşeye nasıl bakarsan, öyle görürsün.

 *

– İçkiyi, sigarayı sağlıklı adam içer. Heyhat! Sonra sağlığını da alır gider haberin olmaz.

 *

– Acılarınızla dost olmaya bakın. Acıyorsa hayattasın demektir. Acı sizi olgunlaştırır. Acıyı bilmeyen başkasının halinden anlamaz.

*

– Eğer katili kurtarmak istiyorsanız, maktülü şuçlarsınız; “rahmetli ne yaptı da adamcağız bunu yapmak zorunda kaldı?”

*

 Bize birşey olmaz deme, yerin altı onlarla dolu.

*

– Size hak olan, bize müstehaktır!

*

 – Kazanmak isteyen için, fakirin başucunda durmaktan zenginin ayakucunda olmak daha iyidir!

*

 – Hırsıza kilit dayanmaz.

 *

 – Korku, emniyeti geliştirir.

 *

– Size yarayan, bize bol gelir!

 *

– Ben hadımım diyorum, onlar “kaç çocuğun var ?” diyor!

 *

– Bizim söyleyecek sözümüz çok, sizin yapacaklarınız çok.

 *

– Biz artık bundan sonra ekmeğin içinden, gençlerin kıçından geçineceğiz.

*

– Bir şey olmaz deme, herkes geçer sen takılırsın!

 *

– Ne yerler ne içerler, ne miktarda yaparlar bilmem ama başları sıkışınca nerde olsan gelip bulurlar.

– Baktın ki, işin içinden çıkamıyorsun, “bu durumda İbrahim Çiftçi olsa ne yapardı?” diye kendine sor. Böylece, bir çözüm yolu bulmuş olursun.

 *

– Bizimkisi yaşamak değil, ölüm nöbeti!

– Aramaya başlamadan önce, doğru yerin neresi olduğunu düşün. Bir şeyi yanlış yerde ararsan, bulamadım diye şikayet etme.

          

FELSEFE KAVRAMLARI

Pazartesi, Temmuz 6th, 2009

                                   

 

 

 

 

 Kavram, dille ilgilidir. Dil ise bir iletişim aracıdır.

 İletişim; bir kişi ya da kişi grubunun, başka bir kişi ya da kişi grubuna bir düşünce içeriğini aktarması olayıdır.

Düşünce içeriği; anlatılmak, söylenmek,  aktarılmak istenen şey.

 

Bildirim ≠ düşünce içeriği.

‘Bugün hava çok sıcak’, bir bildirimdir. Bununla ne anlatılmak istendiği, buna verilen anlam, bildirimin düşünce içeriğini oluşturur. Her bildirim sadece düşünce içeriği taşımaz. Örneğin, ‘üşüyorum’ kelimesi hem bir bildirim hem de bir düşünce içeriğidir.

İletişimin ilk koşulu; etkileşim ve anlam üzerine gerçekleşir. İnsanın dünyası dille meydana gelir.

Bildirimin önkoşulu; sözcükler ve kavramlardır.

Sözcük; insanın iletişim kurabilmek için objelere taktığı bir addır, isimdir. Sadece şeyler arasında ayrım yapabilmek ve iletişim kurabilmek için bir adlandırmadan başka bir şey değildir.

 ‘Bu bir elmadır’, ‘elma’ o nesneyi ifade eden sözcüktür.

 ‘Elma bir meyvadır’, ‘elma’ burada da bir sözcüktür ama bütünü düşündüğümüzde bir kavramdır. Kavram, bilme ile ilgili bilişseldir. ‘Bu elma tatlıdır’, buradaki ‘elma’ kavramdır.

 Terim; kavramı özel türden bilme etkinliği. Sözcüğün terimleştirilmesinden sözedilemez.

 Elma bir bitkidir. Bitkileri inceleyen bilim dalı ise botaniktir. Elmanın botanikteki anlamı diğer alanlardaki tanımından farklıdır. Buradaki anlamı başka kavramları gerektirmektedir. Bu nedenle botanikte tanımlanan ‘elma’ kavramı bir terimdir.

 Bir kavram başka kavramlar aracılığı ile anlam kazanır.

 Yağmur è su è sıvı è akıcılık

 Düşüncenin kavramsal bir yapısı vardır. Kavramsal yapı bir bildirimin ya da bir düşünce içeriğinin tek tek karşıladığı, ne anlama geldiğidir.

 Örneğin, ‘bugün hava çok güzel’.

                ‘Bugün’; şu an, bir zaman birimi.

                ‘Hava’; meteorolojik bir durum.

                ‘Çok’; az olmayan.

                ‘Güzel’; çirkin olmayan.

 Düşüncelerimiz, kavramlara anlamlar yükleyerek oluşuyor.

 

 Hakikat – Gerçek; olaylar, olgular, fenomenler, nesneler alanı.

 Hakikat, bilgilerin bir niteliğidir. Doğru ya da yanlış olma hakikatin bir aracı. Doğru bilgi, hakikidir. Bilgiler gerçekliğin bilgisi iseler hakiki olabilirler.

 Gerçekliğin kendisi ise bir bilgi değil, olan bir şey. Bilgi, gerçekliğin bilgisidir ama gerçek değildir. Objesinin gerçekliğe uygun olması halinde de bilgi hakikidir.

 Ayrıca bilgi olabilir ama objesi, gerçekliği olmayabilir.

 

 Soyut – Somut :

 

 ‘Bu heykel,      bronzdan yapılmıştır’

—————     ————————–

     Soyut                         Somut

 

 

Heykel→Bu heykel→Bu heykelin bronzu→Bu heykelin maddesi

 

 

Heykel→Bronz→Madde

 

 

Bronz→Heykel→Madde 

 

Hiçbir zaman tek bir kavram, soyut- somut olamaz. Bu ilişki ancak alttaki gibi bir ilişkiye göre olabilir. Tanrının soyut olduğunu düşünüyorsak bir şeyle bağlantı kurduğumuz için düşünüyoruz.

 

               İnsan                            Oran

                  ê                                 ê

               Meslek adamı                2 / 5

                  ê                                 ê

               Hekim                           Sayı

 

 Soyut ya da somut olan hep kavramdır. Ancak kavramın, kavramla ilişkisinde soyut ya da somut olduğu düşünülebilir. Soyut-somut kavramların bir sıfatıdır.

 Bir kavram, diğer bir kavramı açıklama amacıyla kullandığı müddetçe ve kavramı açıkladığı müddetçe somuttur.

 Bir kavram tek başına soyut ya da somut olamaz. Bir kavram çifti gerekir. Başka kavramlarla bağlamda kullandıktan sonra söylenmelidir.

 

 Kimi felsefe kavramları, belirli filozoflarda kendisinin özel bir olguyu anlatmak için ele alınır. Dolayısı ile anlamları da özeldir. Çok belirli ve sınırlı bir anlamı vardır. Eğer o kavram, o filozofun kullandığı bağlamdan çıkarılarak genelleştirilirse çok yanlış anlaşılmalara yol açar.

 

 Bu tür özel kavramlardan; A.CAMUS VE‘ABSURT’ KAVRAMI :

 

 Sözlük anlamı; uyumsuz, saçma.

 Bu kavramı sadece sözlük anlamı ile kullanırsak, Camus’nün kullandığı bağlamın dışına çıkmış oluruz. Onda bu kavram, özel bir uyumsuzluğu ve özel saçmalığı dile getirir. Bu tür özel kavramların belirli bir tanımları yoktur. Bu kavramlar, belirli fenomen ve kavramlara tekabül eder. Öncelikle bunların anlatılması gerekir. Çoğunlukla insan fenomenini içerir.

 Özel felsefe kavramları, diğer felsefe kavramlarına göre daha bir karmaşıklık içerir.

 Absürt; kişi için bir yaşantıdır, insan içinse bir yaşam tarzıdır. Bu ayrım, insanın varolmasıyla ilgilidir. İnsan hem doğadaki varolanlardan farklıdır hem de değildir. Akıl-isteme yanıyla farklıdır, fiziksel yanıyla ise farklı değildir.

 Doğada varolmak demek; kendi başına varolmak, durmak, obje olmak demektir. Eğer insanı akıl yanından soyutlarsak, insan da doğada vardır, objedir. Fakat insanın doğada diğer varlıklar gibi olmadığı bir olgudur. Camus’de ideal olan, mutlak bir oluş. Anlamlı bir doğada varoluştur.

 Camus’a göre, insan doğada kedi, ağaç gibi  bir varlık olsa, problemsiz olacağından hayatının da bir anlamı olurdu. İnsanın doğada bir nesne olması ancak, ölmesi ile mümkündür. İşte Camus’nün sorduğu; ‘İnsan yaşarken bu duruma erişebilir mi? Ve bu noktada ‘absürt’ kavramını ileri sürer.

 Ona göre yaşarken ölmek demek; sürekli ölüm düşüncesiyle yani insanın birgün öleceğini bilerek yaşaması değil, absürt yaşantı ile bilinçlenmesi gereklidir. Varlık düzeyinde, önce kendisinin insan olduğunu, belirli ölçüleri, anlama, bilme sınırlılıkları olduğunu bilmesi gerekmektedir. İnsan olarak kendini ortaya koymak ister ama bu son sınırlıdır.

 Camus’ye göre “kesin olarak bildiğim şeyler, dokunduğum şeylerdir” der.

 İnsanla – doğa, birbirinin karşısındadır. Absürt yaşantı için bunun bilincine varmak bir hareketliliktir. Akıl ve isteme insanı doğanın karşıtı yapıyor. Eğer insanda bu özellikler kalkarsa, insan ideal duruma, doğa nesneleri arasına geçer.

 Kişiler, çesitli durum ve olaylar karşısında bu zıt durumun farkına varabilirler. Örneğin; bir yakınımız öldüğünde her şeyin boş olduğunu düşünürüz ama zamanla unutur gideriz.

 İşte absürt yaşantı, kişinin bir durum karşısında bir an her şeyi boş, anlamsız düşünmesi, kişinin böyle durumlarda yaşayabileceği bir durumdur.

 Camus’ye göre insanların hem ölmesi hem de mutlu olmamaları bir tersliktir. Mutluluk insana özgü bir şeydir ama ölüm insana özgü olmamalıdır. İnsan ölecekse hiç olmazsa mutlu ölmelidir.

 Absürt; insanda art arda gelen, devam eden bir yaşam tarzıdır.

 Camus’ye göre, insanın sürekli ölüm düşüncesini taşıması gelecek için bir ümidi, amacı olmaması demektir. Her an ölümü düşünen için, gelecek yoktur. O insan hep, ‘anda yaşar’(carpe diem) ama insanın umutları geleceğe aittir. Anda yaşayan insan, bu umutları bilemez. Onun için umut yoktur, amaç yoktur, her şey anlamsızdır. Onun için yarın yoktur.

 Camus’ye göre kişinin ‘anda yaşama’sı, onun insan olmaması değildir. Andaki insan için her şeyi yapmak önemli değildir. Herşeyi yapmak, kendisini varedecektir. O kendi içinde duran dingin bir varlık olacaktır.

 

BİLGİ FELSEFESİ (Epistemoloji)

Cumartesi, Haziran 27th, 2009

 

 

 

 Kant’ta metafizik, bitmez tükenmez karşıtlıkların savaş alanıdır. Bilgi, bilgi olduğunu ispatlamak zorundadır. İnsan aklının bir eleştirisini yapmalıyız. Neyi bilebiliriz, neyi bilemeyiz?

 

 Descartes, bilgi konusunda rasyonalisttir. Felsefedeki bilgiler de ona göre akla dayanmalıdır. Matematik, kesin bilgilere ulaşmak için nasıl bir yol izliyorsa, biz de aynı yolu izleyip, kesin açık-seçik bilgilere ulaşmalıyız. Bir bütünü parçalayıp, parçalardan bütünü yeniden kurmalıyız. Descartes’in yöntemi doğa bilimlerine dayanıyor. Çünkü doğa, tek tek unsurlardan oluşmuştur.

 

Rasyonalizm; aklı özneye bağlı düşünce ile nesne arasında mantıksal bağlantı kurmak. Duyu verileri ve deneycilikle, bilgi edinilemeyeceğini savunmak.

 Bunlara karşılık da duyumcu sensualistler / amprikler ortaya çıkıyor.

 Rasyonalistlerde insan aklının malzemesi, doğuştan getirdiği bir takım kavramlardır. Hakikate, bunlar arasında sağlam mantıksal bağlantılar kurarak varılır.

 

 Locke’a göre ise, duyulardan geçmemiş hiçbir şey yoktur. İnsan beyni doğduğunda boş bir levha ( tabula rase) gibidir. Zamanla bu levha üst üste dolmaya başlar.

 

Hume, Locke’dan da radikaldir. Olgu sorunları hep nedenselliğe dayalıdır der. ‘Tebeşiri bırakırsam düşer’. Çünkü, bıraktığımızda hep düşüyor. Düşmediğini hiç görmedik. Hume, nedenselliği, izlenimlerde aramış ama bulamamış ve kaynağını inanç olarak açıklamıştır. Biz alışkanlıkla bu nedenselliği kuruyoruz. Gerçekte böyle bir nedensellik yok. ‘Hiçbir şey yok ki, bize duyumlarımızla gelmesin’.

 

 Kant; hem rasyonalizmi hem de amprizmi şu ünlü sözüyle eleştirmiştir:

 

‘Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür’.

 

 Kant’a göre duyu verilerine dayanmayan akıl, boştur. Ancak gerçeği sadece duyularla anlamaya çalışan akılsa kördür.

 Kant, görüyor ki, felsefe aklı aşan metafizik bilgilerin savaş alanı haline gelmiş, bu nedenle aklı, mahkemeye çıkarıyor.

 Ona göre her şeyi zaman ve mekan içinde görürüz. Bu formlar dışarıda değil, bizdedir. Duyu verileri ilk önce, aklın bu formlarından geçer. Anlama yetisi, görüden geçen bu verileri, kategorileri içinde yoğurur, düzene sokar. Nedensellik, anlama yetisinin bir kategorisidir. Bu nedenle onu bilemeyiz.

Aklın formlarının temelinde ideler var. Bunlar; ruh, tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük. Her bilgi bu formlardan da geçer.

Kant; rasyonalizmden apriori yargıları, amprizmden ise deneye dayanmayı alıp, her ikisini de bağdaştırmaya çalışır.

Kant’ta bilgi, deneyden gelen verilerin, aklın formlarında işlenmesiyle ortaya çıkmaktadır. Deney dünyası, bilginin malzemesidir.

 

 

 

  Kant’a göre aklın üç bilme yetisi vardır, bilgi bunlar sayesinde ortaya çıkıyor:

 

  1-Dolaysız görme; insan aklının dış dünya ile ilk kurulduğu yer (zaman-mekan)

  2-Anlama yetisi; bir takım kategorileri var. Deneyden gelene form veriyor.

  3-Akıl; çıkarım yapan yeti. Bunun formları ise ideler.(Ruh, tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük)

 Kant, bilimlerin bilgisinin rastlantısal ve temelinde inanç olan bilgiler olduğunu görüyor. Bu bilgilerin kesinliği her zaman 0,999…dur, hiçbir zaman tam 1 değildir.

 

 Bilgi edinmek için yöneldiğimiz şeyler, nesneler bizim yönelmemizle bir kavram haline gelir. Bilgide, anlama ile kavrama arasındaki fark; nesnellik.

 Bilimsel bilginin nesnesi; bilim adamı incelediği nesneyi önce şeyler sonra bağlamsal açıdan inceler. Bu bakış açıları, birbirine karışmış, iç içedir.

 ‘F=m.a’ da kuvvet, kütle ve ivmenin bağlantısıdır. Kuvvet diye bir şey yoktur. Kuvvet, kendi başına bir şey değil, bir bağlantıdan ibarettir.

 Bilimsel bilginin en temel dayanağı; nedensellik ilkesidir. Bu ilkeye dayanarak bilim, nasıl sorusunu neden sorusuna çevirerek işe başlıyor. Cevap verdiği hep neden sorusu. Nasıl oluyor? Sorusuna cevap veremiyor.

 Doğada, ‘yasa, kavram, bilgi’ yoktur. Sadece nesneler vardır. Doğada ‘5 adet elma’ vardır ama 5 yoktur. Doğada metre yoktur ama ölçülecek nesnelerin kendisi vardır.  İnsan olmadan bilgi olamaz. İnsan doğadaki nesnelerden edindiği imgeleri, bilincindeki bir takım kalıplardan geçirerek, soyutlar, kavramlaştırır. Ve tekrar edindiği bilgileri, doğada uygular. Pratikte uygulanmadıkça, dile getirilip doğrulanmadıkça bilgi olamaz.

 Bilimsel bilgi, neden – sonuç ilişkisiyle birleştirilmiş bilgidir. Felsefi bilgi ise daha tam birleştirilmiş bilgidir. Bu bilgi insanın daha çok anlama ihtiyacından doğmaktadır.

 Bilimsel bilgi bize gerçeğin kendisini değil, gerçeklerin değiştirilmesini, sayılara indirgenmesini sağlar. Bilimin yaptığı iş, betimleme. Ancak bilim H2O’ nun birleşip su olduğunu söylüyor ama nasıl olduğunu açıklayamıyor, nasılı kavrayamıyoruz.

 Elektronların yörünge değiştirmesi ile enerji açığa çıkıyor ve ışık haline geliyor. Ancak nasıl yörünge değiştirdiğini bilim açıklayamıyor.

 Her anlamda önerme doğru değildir ama her doğru önerme anlamlıdır. Doğruluk, anlamlılığı gerektirir ama anlamlılık, doğruluğu gerektirmez. Olmayanı olmuş gibi göstermek yanlıştır.

Bir şeyin doğru olması için düşünsel olması, bilgi olması ve önerme olması gerekir.

 Gerçekte doğruluk ya da yanlışlık yoktur. Düşüncemizi gerçekle karşılaştırdığımızda uyuşursa doğrudur.

 

 Metafizik; evreni tümüyle bilmek. Evrenin tamamını konu edinir. (Bilim ise bir sadece bir yönünü konu edinir.) Varlığın özünü bilmektir. Varlıkta evrenin tümü gibi tek tek varolanlardan başka bir şeydir. Varlık, metafizikçe bir gerçekliktir.

Fizikötesini anlama, varlığın özü fizikötesindedir. Bunu bilen, varlığın tümünü bilir.

 

Metafizikten çıkan sorular:

1-Evren tümüyle nasıl kurulmuştur?

2-Varlığın ne gibi bir özü vardır?

3-Fizikötesinin yapısı nasıldır?

4-Bir şey dolayısıyla her şey derinlemesine ele alındığında nasıldır?

 Bu soruların amacı, evreni en ayrıntılı ve kesin bir şekilde açıklamak. İlkçağ filozoflarına metafizikçi diyebiliriz. Evrenin ana maddesi, hep metafiziki olarak açıklanıyordu.

 Metafizikte açıklama bilgi ötesidir. Doğruluk yada yanlışlığı sözkonusu değildir.

KARL JASPERS – 1

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

    KARL JASPERS (1883-1969)

 

 20.yüzyılın en çok eser veren filozofudur. ‘Felsefe Nedir?’ adlı eseri ölümünden 6 yıl sonra 1975’te asistanı tarafından derlenerek oluşturuluyor. Bu derleme Jaspers’in 1950 de bizzat yaptığı 12 radyo konuşmasından oluşmaktadır.

 

1- FELSEFE NEDİR ? (12 radyo konuşmasının ilki):

 

Bilime inanan kişi, bilimin herkes için genel geçer, zorunlu önermeleri ortaya koyacağına inanan kişidir. Felsefe bilimden yaralanır ancak onun bambaşka bir kaynağı vardır.

Felsefe, insanın olduğu her yerde, insanın uyandığı her yerde vardır. Felsefe yapmak için illa bilime ihtiyaç yoktur. Bilimsiz felsefe, insanların belirli anlarda uyanarak yaptığı felsefedir.

İnsan olmak; 1-kendisinin insan olduğunun farkına varmak

                    2-varlığın farkına varmakla mümkündür.

Jaspers’e göre bizim çocuk felsefesi yapmamıza imkan yok. Çünkü saflığımız eğitimle örtülmüştür. Çocuk ve deliler ise örtülmemiştir. Bu nedenle çocuklar ve deliler doğruyu söyler.

Felsefe, bilimin sınırlarında başlar. Kişinin düşünerek kendi kendisiyle ilişkiye girmesiyle, uyanması ve ‘ben kimim?’ diye sormasıyla başlar. İçimizde bilimlerin ulaşamadığı bir yan vardır; ebedi olan.

İletişimi sağlayan; akıl. İnsanın sürekli uyanık olmasını, sürekli soru sormasını sağlayan. İnsanın kendisine ulaşmasını sağlayan, insanın bütün içindeki ilişkisini, yerini gösteren ise felsefedir.

İnsan, insan olarak kaldığı sürece de felsefe sürecek. İşte bu ebedi felsefedir.

Felsefe, insanın uyandığı her yerde, her bilimden öncedir. Felsefe yapmak, insan ihtiyaçlarını gideren bir uyanma gibidir, felsefe yapmak herkese açıktır.

 

2- FELSEFENİN KAYNAKLARI:

 

Bizi felsefe yapmaya götüren kökenler:

a)Hayret, b)kuşku, c)güçsüzlük; kendi yetersizliğini ve güçsüzlüğünü bilmektir.

Hayret; bir varlık karşısında duyulan taaccüb.

Hayret-bilgi/ kuşku-kesinlik/ güçsüzlük- kendi bilincinde olma.

Her insan günün birinde, yapmakta olduğunun anlamını kendisine sorar. İşte tek kişide felsefe yapma edimi, bu sorunun sorulmasıyla başlar.

Jaspers’e göre felsefe yapmak insanın kendi varoluşunun içinde. Felsefenin tüm amacı; insanın bu varoluşu gerçekleştirmesine yardımcı olmak.

 Jaspers’e göre, yukardaki 3 köken olmadan da felsefe yapılabilir.

Bilim, ‘sınır durumları’nı obje edinemez. Bunları ancak felsefe obje edinebilir. İnsan hep bir durum içindedir. Bu durumun dışına çıkması sözkonusu değil. İnsanın bulunduğu durum hakkında soru sorması, kendine dönmesi ve ve onda felsefenin başlaması demektir.

Bana ne toplumsal yaşam ne de doğa kanunları güven veriyor. Ben bunlar karşısında güvensizlik duyuyorum. Bu köken benim içimde.

‘Başarısızlık’; benim dünya karşısında, dünya ile, aile ile, genellikle toplumla yetinmemem. Dünyaya olan güvensizlik, bana mutlak başarısızlığı gösteriyor. Ben bundan kaçamazsam ne yapabilirim?

Dünyada başarısız olmak, bu felsefenin yolunu açıyor. Beni varlığa götüren bu başarısızlık.

Sınır durumları ya hiçliği ya da en halis olanı gösterir. Bu en halis olan, benim içimdeki köken.

Çağdaş felsefe yapmak için, bu 3 kökeni tüketmek yetmez. İletişim, varoluştan varoluşa gider; birbirini seven, kendi varoluşunu arayan iki insanın karşılıklı durumunda.

Gerçek felsefe, insanlar arasındaki ilişkide var.

Felsefenin kökeni; hayrettedir, kuşkudadır ve sınır durumlarının bilincinde olmadadır. Fakat bunların hepsini içine alan, halis-özlü iletişim isteğidir. Felsefenin ereğine ancak iletişimde ulaşılabilir ki; burada bütün amaçların, varlığın farkına varma, sevginin aydınlatılması, sükunetin mükemmel hale gelmesi, bunlar ancak iletişimle olur.

 

3-KUŞATICI VARLIK:

 

Özne kendisi de dahil her şeyi nesne edinebilir. Bu nedenle her an özne-nesne yanılması içindeyiz. Biz daima dünyanın içindeyiz. Bu nedenle dünyanın kendisini obje edinemeyiz. Dünyanın kendisi olsa olsa benim dünya içindeki nesnelere yönelmemi sağlayan bir idedir. Dünyanın kendisini obje edinebilmemiz için evrenin dışına çıkmamız gerekir ki; bu da imkansızdır.

‘Biz dünyada çok kere, nesnelere bakarak, başka nesnelerle ilgili sonuçlar çıkarırız. Dünya bir bütün olarak nesne değildir.’.

Biz kuşatıcı varlığın, bütününün ne olduğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Biz sadece kuşatıcı varlığın, tek tek biçimlerini biliyoruz. Yani biz, kuşatıcı varlığın kuşattığı tek tek nesneleri obje edinebiliriz ve bilebiliriz.

‘Bütünlük içinde varlık, ne nesne ne de özne olabilir. O ancak bu kopuş içinde görünüş alanına çıkabilen bir kuşatıcı varlık olabilir’.

 

   KUŞATICI VARLIK:

              

                                         AKIL

İmmanent: Biz olarak k.varlık I Kendisi olarak

(İÇKİN)              Varolma     I    k.varlık             

                           Bilinç         I        

                           Tin            I    Dünya

                                            I

—————————————————————————-

TRANCENDENT: Varoluş   I Transzendens

                                            I

                                     VAROLUŞ

 

Jaspers, kuşatıcı varlığı; birbiri içine girmiş olarak dönen kürelere benzetiyor. Kuşatıcı varlık içkin olduğu kadar aşkındır da.

Varoluş, bilimlerin konu edinemediği tek alan.

İçkin olanla, aşkın olan arasında nasıl bir ilişki var?

Dünya ile tanrı arasında tek ilişki, insanın varoluşsal özgürlüğünde gerçekleşir.

Varoluş denen şey, bütün bu içkin-aşkın biçimlerinin farkına varan, varoluştur.

Soru soran, kopukluğu gideren kuşatıcı varlığın iç içe girmiş küreler olduğunu bize gösteren bir yeti daha var o da; akıl.

İnsan daha ilkçağdan beri varlığı, kendi karşısında somut bir varlık olarak görüyor ve ele alıyor. Oysa Jaspers, su, hava, ateş, toprak, apeiron vs. bütün bu ögelerin hepsinin, bütünün yani kuşatıcı varlığın sadece bir yanı olduğunu söylüyor.

Varlık, bize kendini madde olarak gösteriyor. Yani görünüşü madde ancak varlığın kendisi; içkin-aşkın/kuşatıcı varlık. Bu kuşatıcı varlığın farkına varanlarda; varoluş ve akıl.

‘Aslında biz şimdiye kadar varlık derken, kuşatıcı varlığın sadece bir yanını ortaya koyuyorduk. Bu nedenle yapılan felsefeler de, özgür olmayan, kuşatıcı varlığın sadece bir biçimiyle sınırlı olan felsefelerdir. Biz kuşatıcı varlığın bilincine varırsak, felsefe yapmanın özgürlüğüne de sahip oluruz’.

Bu düşünce, hiççiliği aşan bir felsefe. Jaspers’in  bu kuşatıcı varlık felsefesine göre, nesnel bilginin mutlak olmadığını, sadece aldatıcı tek tek nesnelere ait bilgi olduğu anlaşıldığında, nesnel bilginin bütün temeli sarsılır. Bu sarsılma sonucu; bir boşluk, bir hiçlik içinde kalınır. Bu hiçlikten/boşluktan ancak kuşatıcı varlık düşüncesi sayesinde kurtulunur. Kurtulamazsak bile en azından, bir düşünce tarzına sahip olmuş oluruz.

‘Bilimsel düşünce, bilimsel bilgi; boşlukta sallanan aldatıcı nesnel bilgiler sonucunda bir anda hiççilik içinde kalınır ama bu hiççilik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Özetle Jaspers, şunu söylüyor:

Kuşatıcı varlık içinde bizim obje edindiğimiz tek tek nesneler varlığın kendisi değil, sadece onun birer görünen biçimidirler. Bilimlerin konu edinip bilgisini ortaya koydukları bu biçimlerdir. Bu nesnel bilgiler, varlığın kendisine ait mutlak bilgiler olmayıp, varlığın bir görünüşünü, biçimini ifade eden aldatıcı bilgilerdir Bilim, bu kendi yaptığından habersiz.

Kuşatıcı varlık düşüncesini kavramakla, bilimin ortaya koyduğu tüm nesnel bilgilerin, sağlam sanılan tüm dayanakları sarsılır ve yıkılır.  Bu yıkılış sonucunda; nesnel bilginin aldatıcı ve sahte olduğu anlaşılınca her şey sağlam olan temelini yitirince bir boşlukta kalınır. Bizi hiçlikle karşı karşıya getiren de bu boşluk duygusudur.

 ‘Bizim felsefe düşüncemiz çok kez gerçek varlığa giden bir kurtuluş anlamı taşıyan bu hiççilikten geçer’.

‘Hiçlik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Boşluk duygusunun bizi karşı karşıya bıraktığı hiçlik de bize; gerçek varlığa giden kurtuluş yolunu açıyor.

Özne-nesne kopuşunun bilincine varma, bizim düşünen varlığımızın ve kuşatıcı varlığın temel olayı olarak, felsefe yapmanın özgürlüğünü getirir.

Jaspers’in bununla söylemek istediği şudur:

Normal olan, hiçbir surette bilgiye indirgenemez. Çünkü bilgi, öznel olana aittir. Öznel olan ile nesnel olan arasında örtüşmez bir kopukluk vardır. Bu nedenle öznenin, nesnel olan hakkında ortaya koyduğu bilgi, nesnel olanın kendisi değil, onun sadece öznedeki bir biçiminin, bir görünüşünün algısının bir ifadesidir. Oysa ortaya konulan bilgiler, varlığın kendisiymiş gibi ortaya koyuluyor. İşte bu bir tuzaktır, bir aldatmacadır. (Özne, dingansichi bilemez ya da bilgiye indirgenemez.)

IMMANUEL KANT

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

  IMMANUEL KANT (1724 – 1804) :

 

  F. Bacon’un açtığı çığır; Ampirizm, sürdürenler; Locke, Berkeley, Hume.

 

  R.Descartes’in açtığı çığır; Rasyonalizm, sürdürenler; Voltaire, Diderot, Cicero.

 

  Kant, bu iki çığırı yanıtlamaya çalışıyor. Bu konudaki ünlü sözü “görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür”.

  

SAF  AKLIN ELEŞTİRİSİ” adlı eserinden :

 

 Kant’a göre neden – etki; anlama yetisinin şeyleri apriori olarak bilmesini sağlayan tek yol değil. Biz neden –etki bağlantısındaki alışkanlığı deneyden edinmiyoruz. Biz bunu doğuştan apriori olarak getiriyoruz. Bu bilmemizi sağlayan yetiler; deneyden gelen değil, bunlar saf aklın kavramıdırlar. Oysa Hume’a göre bunlar apriori değil, biz bunları deneyden ediniyoruz.

 Hume’un tecrübesi; duyusallıkta, Kant’ın ki ise anlama yetisindedir.

 Kant’a göre, “bütün bilgilerimiz deneyle başlar ama bütün bilgilerimiz deneyden çıkmaz”.

 

 Bilginin Kaynağı Bakımından Yargılar :

 

 1- Aposteriori; deneyden gelen deneyle edindiğimiz yargılar. Buradaki bilgiler, apriori bilgilerin aksine ‘raslantısal’dır.

 

 2- Apriori; deneyden önce gelen. Terminolojisi; tümel, genelgeçer ve zorunlu olması.

 

     a) Saf apriori (saf bilgi); tümel, genelgeçer ve zorunlu olmak, daha çok bilgeler için sözkonusu. Örneğin; ‘her değişmenin bir nedeni olmalıdır’  bu bilgide tamamen bizden gelen kesin bir tümellik var.

 

     b) Saf olmayan apriori; apriori bilgi ama saf değil. Örneğin; “her değişmenin bir nedeni vardır”.

 Saf apriori ile saf olmayan aprioriyi birbirinden ayırma da ölçüt; tümel, genelgeçer ve zorunlu olup olmamalarıdır.

 

 Akıl; anlama yetisinin kavramlarını ilkeler altında birleştirme yetisi.

 

 Saf akıl; bir şeye hiç deney karıştırmadan ilkeler, apriori olarak bilmeye çalışan akıl.

 

Özne-Yüklem Bakımından Yargıların sınıflandırılması:

 

  1- Analitik yargılar (aynı zamanda apriori):

 

      Örnek; “bütün cisimler (özne), yer kaplar (yüklem)”.

      Belli bir kavram daha küçük parçalara ayrılarak analizi yapılıyor. Cismin tanımında zaten yer kaplama vardır. Bu nedenle yukardaki yargı bize yeni bir şey söylemiyor. Bu yargılar; zorunlu, tümel, genelgeçer, deney ve izlenimlere dayanmazlar. Çelişme ilkesine dayanırlar.

 

  2- Syntetik Yargılar (sadece aposteriori olduğu sanılıyor oysa sentetik olduğu halde bazı yargılar aprioridir); burada birbirinin içinde olmayan iki kavram birleştiriliyor.

     Örnek; “bazı cisimler (özne)+ ağırdır (yüklem)”.

      “ 7+5 = 12″

      Bu yargılar bilgimizi artırırlar. Burada yeni bir bilgi sözkonusu. Özneye tanımında olmayan yeni bir şey yükleyerek, yeni bir bilgi elde etme sözkonusu.

 

    a) Syntetik Aposteriori Yargılar; deneye dayanan sentetik yargılar. Örnek; “bazı cisimler ağırdır”.

 

    b) Syntetik Apriori Yargılar (asıl sorun burada); deney öncesi deneye dayanmayan yargılar. Matematiğin bütün önermeleri sentetik aprioridir. ‘7 +5 = 12’ gibi. Bilimin ve geometrinin yargıları da sentetik aprioridir. Bu yargılar bilgimizi hem genişletirler hem de analitik apriori yargıları içerirler. Sentetik deneyle ilişkili yargılar olduğu gibi tümel, genelgeçer ve zorunlu olan apriori yargılardır. Sentetik aprioriyi mümkün kılan; görülerdir.

 

  Bilgilerimizin Oluşumu (Kant bazen bunun tümüne “akıl” diyor) :

 

  1- Duyusallık; duyuları verileri buradan geliyor. Gelen duyu verilerini saf görülere yerleştiriyor. (Trancendental estetik)

 

  2- Saf görüler; kendileri deneyden gelmiyor. İki saf kategorisi var:

 

       a) Zaman (arimetik/artardalık),

       b) Mekan (geometri/ yanyanalık)

           Duyusallık pasiftir. Duyuların verdiğini alır ve saf görülere (saf zaman ve saf mekan) yerleştirir. Bilgilerimiz ancak böyle oluşuyor. Zaman ve mekana yerleştirilmeyen hiçbir bilgi mümkün değil. Sentetik apriori yargılar bunlar sayesinde mümkün. (Trancendental Estetik)

 

  3- Anlama yetisi; aktif olup duyusallığın verdiği üzerine 4 küme halinde 12 kategorisiyle düşünür bağlar kurar, sentez yapar. Deney burada oluyor. Sentetik apriorilerin sentezi yapılınca bilimsel yargılar oluşuyor. (T. Analitik)

 

  4- Akıl; ideleri var. (T. Diyalektik)

 

  Trancendental; nesnelerle değil de, genel olarak nesneleri apriori bilişimizle uğraşan bilgiye diyor.

 

  Trancendental felsefe; bu felsefenin konusu nesnelerin yapısı değil, nesnelerin yapısı üzerine yargıda bulunan anlama yetisi. Oniki çeşit yargıda bulunma var. Bu felsefe nesnelere ait apriori bilginin sistemiyle uğraşan felsefedir, direkt olarak nesnelerle ilgilenmiyor. Nesneleri apriori olarak bilişimizle ilgili bilgilerle ilgileniyor.

 

  Tancendental estetik; duyusallığın apriori ilkeleri.

 

   Trancendental analitik; saf düşünmenin ilkelerini içine alan bilim. Deneyden gelmeyen düşünmenin saf formları.

 

   Trancendental Dialektik; saf aklın idelerinin nasıl ortaya çıktığıyla ilgilenen bilim. Deneyden gelmeyen düşünmenin saf formları ile ilgilenen bilim.

 

   Kant’ın amacı, insan aklının bir eleştirisini yapmak. Neyi bilebiliriz neyi bilemeyiz; kritisizm. Aklın bilimi olan metafizik ile duyusal dünya arasında sınır çizmek. 

 

   Anlama yetisinin yaptığı iş; 1. İdeler üretir, 2. Anlama yetisinin kategorilerini ilkeler altında toplar.

   İde; duyuların kendisine karşılık olarak bir şey sağlamadıkları apriori olan bir saf akıl kavramı. İdeler trancendenttir (aşkındır). İlkeler deneyle ne doğrulanabilir ne de çürütülebilir. İdeler, bilgi değildir.

  

           Saf Aklın İdeleri

             /                  \  

Pratik ideler              Teorik ideler

(bunları duyular sağlamaz, saf akıl kavramlarıdır)

                                                         

   Teorik ideler:

 

 1-Ruh idesi

 

2- Evren idesi; kozmosun nesne olabileceği hiçbir deney olanaklı değildir. Kozmos idesi bütünü içine alır. İnsan aklının ayrılamayan, algılanamayan bir kavramıdır. Bu ide mutlak olarak koşulsuz olanı anlatır. Olanaklı deneyin dünyasında karşılığı yoktur. Bu yüzden deneyin üstünde yükselmeye çalışan düşünce, antinomilere (çelişkilere) düşer. Dört kozmolojik idesi vardır:

a) “Evrenin zaman ve mekan bakımından bir başlangıcı vardır”. Karşıtı; “evren, zaman ve mekan bakımından sonsuzdur”. Zaman ve mekanın bizde olması nedeniyle kesin bir şey söyleyemiyoruz.

b) “Dünyada her şey yalın olandan oluşur”. Karşıtı, “yalın olan hiçbir şey yoktur”. Herşey karmaşıktır.

c) “Dünyada özgürlükten gelen nedenler vardır”. Karşıtı, “özgürlük yoktur”. Herşey doğa yasalarına göredir.

    Çelişkinin olması doğal çünkü bunlar; sentetik apriori değil

d) “Nedenler dizisi sonunda zorunlu bir varlık vardır (ilk neden)”. Karşıtı, “zorunlu olan hiçbir şey yoktur, bu dizide her şey rastlantısaldır”.

 

3- Tanrı idesi; aklın hiçbir koşula bağlı olmayan yanından çıkar.

 

ETİK GÖRÜŞÜ:

 

                         EVREN İDESİ

                                   |

                         ÖZGÜRLÜK :

 

a)Fenomen dünyası (bu dünyayı teorik akıl biliyor); duyulan, algılanan deney dünyası, ‘doğa’.

-Evrende her şey doğa yasalarına göre olup biter.

-Özgürlük yok.

-Doğa yasaları var.

-Zorunluluk var.

-Özgürlük ancak, nedenler zincirini tahrip ederek, varılacak ilk nedende (tanrı) olabilir.

-Bedeni eğilimler nedeniyle insanın beden yanı da bu dünyaya girer.

-Koşullu buyruklar.

-İstekler,  arzular, eğilimler.

-Öznel ilkeler ya da maksimler.

 

b)Numen dünyası (pratik akıl biliyor); düşünülen dünya. Burada özgürlükten gelen nedenler var. Gereklilik yasaları var. Burada özgürlüğü görüyoruz, yaşıyoruz. İnsan kendini özgür olarak biliyor. Eğer zorunlu bir nedensellik olsaydı, insan yasa gereği öyle yaptım derdi.

 “Ben buldum o parayı cebime atarım” değil, bana o paranın sahibini bulmam gerek dedirten ahlak yasaları (gereklilik yasası) var. Oysa doğada zorunluluk var. ‘Bugün yağmur yağması gerekir’ diyemeyiz.

 İnsana “şunu yapmam gerekir, şu gerekmez” dedirten gereklilik yasaları var. Bu ses dışarıdan değil, yine insanın aklından gelen bir ses.

-Koşulsuz buyruklar,

-İsteme,

-Nesnel ilkeler, maksimler.

 

İnsan her iki dünyanın da yurttaşı.

 

YASALAR:

 

 Yalnızca yasa koşulsuz ve gerçekten nesnel. Dolayısıyla; tümel, genelgeçer, zorunlu kavramlarını birlikte getirir. Ve emirler (eğilimler karşı olsa bile) uyulması gereken yasalardır.

 Aslında Kant, yeni bir şey söylemiyor. “Ben varolanı, bilimsel olarak formüle etmeye çalışıyorum” diyor. Ona göre yasa, hem apriori hem de syntetik olmalı. Yani yasa; genelgeçer, tümel ve zorunlu olmalı. Mutlu olmak için yasalar, syntetik apriori olmalı.

 Koşulsuz olarak -yararlı olduğu için değil- iyiyi isteme. Kant, devamlı olarak bunu arıyor. Koşullu olursa apriori olmaz. “Şöyle yapmam gerekir” diyen ahlak yasasının koşulsuz olması lazım. Eğilimleri idare edecek bir yasa değil. Akıldan gelen öyle bir yasa olmalı ki; biz o yasaya uyarız ya da uymayız ama o yasaya uymamız gerektiğini bileceğiz. Önemli olan yasanın, yapılması gerekenin bilinmesi; uyulup, uyulmaması değil. “Hile yapabilirsin ama yapmaman gerektiğini bil”.

 Aslında yapılmaması gerekeni en adi adam bile biliyor. En azından kendisine yapıldığında, yapılmaması gerektiğini biliyor. Kant, eylem ilkesi aramıyor. İnsanın-kendi aklından gelen, koşulsuz olan- eylemlerini yönetecek bir yasa.

 Etiğin bilim olması; etiğin tümel, genelgeçer ve zorunlu olması demek.

 Kant, herkesin yasaya gerekene uymasını beklemiyor. Herkesin, “bu gerekir” diyen yasayı bilmesini istiyor. Burdaki yasa, akıldan gelen koşulsuz buyruk şeklindedir.

 Kant, bilimi bilim yapan syntetik apriorileri görüyor ve etiğin önermelerini de syntetik apriori haline getirerek, etiği bilim yapmaya çalışıyor.

 

 BUYRUKLAR:

 

 Her durumda genel bir yasa olabilecek şekilde olmalı.

a)Koşullu buyruklar(hipotetik); zorunlu, tümel ve genelgeçer değildirler. Koşullara göre eylemde bulunma sözkonusu. İyiyi iyi olduğu için isteme değil, koşullu. Deneye dayalı. “Eğer saygınlık istiyorsan yalan söyleme”.

b)Koşulsuz buyruklar; içeriği yok, biçimi var. Koşulsuz buyruk, koşulsuz olarak iyiyi istemedir. Bu buyruk hem syntetik hem de apriori olmalı. Ancak bu şekilde tümel, zorunlu ve genelgeçer olur. Etik ancak bu şekilde bilim olabilir. Kant. Yasayı buyruk olarak arıyor.

 

  İSTEME :

 

 Kayıtsız şartsız dünyanın dışında bile olsa koşulsuz iyiyi isteme. İyiyi, iyi olduğu için isteme. İnsan iki dünyanın da vatandaşı olduğundan istemeyi, sadece deneysel koşullar belirlemez.

 Yasa hem genel hem de öznel olacak, nesnel değil. Sübjektif ilkelerimize ölçü olacak. Yasa olunca isteme oluyor. İsteme olunca da -yasaya saygıdan dolayı- eylemde bulunuyoruz.

 

 ÖDEV :

 Yasaya saygıdan dolayı yapılan eylemin zorunluluğu ödev, iyiyi istemeyi de içeriyor.

 

 ÖDEVDEN DOLAYI EYLEMDE BULUNMA:

 

        Yasaya saygıdan dolayı yapılan eylemdir.

  Doğanın kendi yasalarına (doğal yasa) uymaması sözkonusu değil ama insan özgür olduğundan ahlak yasalarına uymaması sözkonusu.

  Kişi hiçbir zaman yasaya uymuyor ama yine de yasaya uymam gerekir diyebiliyorsa, kendini aşağılamaya, hor görmeye mahkum etmiş demektir.

  İnsan duyulur dünyada doğa yasalarının altında, düşünülür/numen dünyasında ise ahlak yasalarının altındadır.

  “Gerekir“i deney dünyasından aldığımızdan bir nedensellikle değil, sadece saf akıldan gelen bir nedensellikle diyoruz.

  Düşünülür dünya ile duyulur dünya arasında sentez sözkonusu. Sentetik apriori yargılar, bu iki dünya arasında bizden gelen bağlantı kurmada sözkonusu.

  İnsan, bedeni eğilimleri ile zorunluluk/fenomen dünyasının, dingansich yanıyla da gereklilik/ numen dünyasının üyesidir/yurttaşıdır.

 

      DİNGANSİCH; kendinde şey, şeyin kendisi. Fenomen değil, fenomenin arkasında olan. Bilinç onu bilse de bilmese de olan. Düşüncenin objesi. Duyulur, görülür verisi olmayan. Anlama yetisinin, amprik objenin karşısına koyduğu trancendental bir obje. Böyle bir objeyi düşünebiliriz ama görülemeyi gerçekleştiremeyiz. Ancak ancak teorik akılla bu kavrama belli bir açıdan içerik kazandırabiliriz.

  Özgürlük ahlak yasasının varlık nedeni, ahlak yasası da özgürlüğün bilinme nedenidir.

  Gerekir diyen insan özgür insandır. İnsan diyebildiğine göre özgürdür.

 

DENEY; duyusallık yoluyla elde edilen kavramların bir kategoriye oturtulması

MEKAN; dış nesnelerin saf biçimidir. Her dış nesne zorunlu olarak başka nesnelerle yan yana algılanır. Tek başına bir nesne algı nesnesi olamaz.

 

 Kant, nesnelerle değil, nesneleri apriori olarak bilişimizle ilgili bilgiye bakıyor.Bu nedenle de yatığı işe Trancendental Felsefe diyor.  

   

 Locke, Hume, Berkeley (amprikler), duyusallığı düşünüyor ama anlama yetisini düşünmüyor. Rasyonalistler ise anlama yetisini düşünüyor ama duyusallığı görmüyorlar. Kant, her ikisini de uzlaştırmak için şöyle söylüyor:

 “ Görüsüz/ algısız kavramlar boş, kavramsız görüler kördür”.

 

 ÖZGÜRLÜK; ahlak yasasını isteme.

 

 NEGATİF ÖZGÜRLÜK; zorunluluğa/ doğa yasalarına bağlı olmadan eylemde bulunmak. Belirlenmeme imkanı istiyor. Aklın kendi yasasını, kendisinin koymadan eylemde bulunması.        

POZİTİF ÖZGÜRLÜK; aklın kendi yasasını kendisinin koyarak eylemde bulunması. İnsanı yüce kılan bu özgürlüktür.

 Negatif özgürlük olmadan pozitif özgürlüğe geçemiyoruz.

 Kant’a göre, duyusallığın verdiği, bilgi değildir.

 

Deneysel yargılar:

a)Deney yargıları(nesnel yargılar)

b)Algı yargıları

 

Elmanın ‘tatlı’ olması benim için geçerlidir, ‘elma’ için değil. Algı yargısı, anlama yetisinin kavramlarından birine verilmediğinde mümkündür.

Bir algı yargısının, deney yargısına dönüşmesi:

“Güneş var ve taş ısınıyor” bu bir algı yargısıdır. Bu işi anlama yetisi yapıyor ama anlama yetisinin kavramları verilmiyor. Biz sadece karşılaştırma yaparak nedene de, nedenselliğe de ulaşamayız.

 “Güneş taşı ısıtır”. Algı yargısı+ anlama yetisinin ‘neden’ kavramı.

(Kant, insanın yargılarına bakarak bir ayrım yapıyor)Dar anlamda akıl, duyusallığın verdiği üzerine bir şey katmıyor. Saf aklın ortaya koyduğu yargılar aprioridir ama syntetik değildir. Deneysel bilginin olanaklılığı anlama yetisinin kavramlarıyla olur. Deneyin olanaksızlığının yasaları, doğanın da yasalarıdır.

 

DAVİD HUME

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

   DAVİD HUME ( 1711 – 1776 ) :

 

   ‘ANLAMA YETİSİ ÜZERİNE BİR SORUŞTURMA’ adlı eserinden:

 

   Canlılıklarına ve güçlülüklerine göre insan zihninin algıları ikiye ayrılır:

  1-İzlenimler; şeyler tam algıladığımız an.

   2-İdealar; izlenimlerden sonra oluşanlar.

 

   Locke’da da, Berkeley’de de sadece idealar vardı. Oysa Hume, idealardan önce izlenimlerin olduğunu söylüyor. Locke’da da, Berkeley’de de o anda algı izlenim değil, baktığın nesnenin sendeki ideasının canlanması yani sen kendi ideanı algılıyorsun.

 

  Kuruluşları bakımından da ideaları ikiye ayırır:

  1-Basit idealar; daha fazla ayırma ve bölmeye izin vermeyen izlenim ve idealar.

  2-kompleks idealar; basit izlenim ve ideaların birleşmesiyle meydana gelen idealar (Burda Locke ile paralel görüşte).

  Her basit idea, kendisini dolaysız olarak; kompleks/karmaşık idealarda, dolaylı olarak da kaynaklarını, izlenimlerde bulur.

  Herhangi bir şekilde iç ya da dış duyularla izlenimi olmayan şeyin ideası da olmaz. Düşünmenin bütün malzemesi, iç ya da dış duyumlardan gelir. Duyulardan gelmeyen idea yoktur. Hume bu görüşleriyle, başta Descartes olmak üzere doğuştan idecilere karşı çıkıyor.

  Hume; Locke ve Berkeley’in yaptığı gibi bilginin kaynağı ile ilgilenmez. Bilmenin işlem yapısını çözümlemeye çalışır.

  İzlenimler daha canlı olup, ideaların kaynağıdır. Bu bakımdan idealar, izlenimlerin kopyasıdır. İzlenimleri algı üretir, ideaları da düşünme.

 

  İki ideayı birbirine bağlayan ilkeler:

 1-Benzerlik

 2-Zamanda ya da mekanda yakınlık

 3-Neden ya da etki

    Basit ideaları birleştiren bu ilkeler evrenseldir.

  Hayal gücü için iki sınır:

 1.si hayal gücü için izlenimler şart.

 2.si ise çelişme. Hayal gücü her şeyi uydurabilir ama çelişmeyi uyduramaz. Çünkü; zihin böyle bir ideayı kavrayamaz. Burda çelişme iki ideanın yan yana duramaması. Örneğin hiç kimse vadisiz dağ tasarlayamaz.

  İzlenim ve idea düzeyinde henüz bilme sözkonusu değil, bu düzeyde henüz  bilmeye malzeme hazırlama sözkonusu.

  

   Bilmeye Malzeme Hazırlayanlar :

 

 1-İç duyu ve dış duyu

 2-Hayalgücü; izlenimleri idea olarak tekrar eden yeti.

 3-Bellek; geçmiş algılarımızı geri çağırma

 4-Zihin.

 

Peki ‘bilme’ ne? Ya da bu malzemeleri kim kullanıyor?

 

Bilme ya da bu malzemeleri kullanan yetiler:

1-Anlama yetisi

2-Akıl

3-Yargı gücünün işlemlerini gerektirir bilme.

 

İki çeşit bilme var:

1-Dolaysız bilme (pasiftir); duyuların ve belleğin tanıklığına sahip. Bilenin tanıklığına sahip olmak. Şu anda/zamanda ve mekanda tanık oluyorsun, belirli bir zamanda ve mekanda bildiğine tanık oluyorsun.

2-Dolaylı bilme; akıl yürütmeyle bilme. Bu bilmede duyuların ve belleğin tanıklığının ötesine geçiliyor.

  a) İdea ilişkileri (demostratif akıl yürütme);tanıtlama yoluyla bilme.

  b) Olgu sorunları (moral akıl yürütme); neden-etki ilişkisi sözkonusu.

         /              \

İspat                İhtimal

                       /           \

       Rastlantı ihtimali    Sebepler ihtimali         

 

     TECRÜBE – DENEY FARKI :

 

 Tecrübe edinme, deneyler edinmedir. Tecrübe edinen neden- etki halinde o şeyi görmüştür. Şeyin deneyinin olmaması; neden –etki halinde o şeyin görmemesidir. Tecrübe o andaki zaman ve mekana ait. Akıl yürütme, tecrübelerden yararlanarak o andaki zaman ve mekanın dışında olanları bilmeye çalışmaktadır.

 İdea ilişkileri:

Zamanda ve mekanda değil, zihinsel olarak kuruluyor. Belli bir zaman ve mekanda olmadıklarından her zaman kesindirler. Demostrasyon yoluyla bilme, kesin olarak bilmeyle aynı şey.

 Örneğin; ‘bir dik üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir’. Burada neden- sonuç ilişkisi var.

  Olgu sorunları:

 Burada ileri sürülen bilgi, idea ilişkilerindeki kadar kesin değil ama ona çok yakın. Buradaki bilgi kesin değil; olasılıklı ama olasılığı çok yüksek.

 Örneğin; ‘yarın güneş doğacak’ bunu moral akıl yürütme ile bilebiliyoruz.

 Moral akıl yürütmenin de, demostratif akıl yürütmenin ortaya koyduğu bilgi gibi, gerçeğin o andaki ve mekandaki durumu değil ama o gerçeğe ait ve ona çok yakın.

 Moral akıl yürütmenin ortaya koyduğu bilginin yanlış olma durumu/olasılığı var. Örneğin, ‘yarın güneş doğmayabilir’ gibi tam tersi de söylenebilir. Bunu söylemek mantıksal açıdan da bir çelişki yaratmaz. Bunu üçgenin iç açıları için söylediğimiz de ise bir çelişme yaratır. ‘Üçgenin iç açılarının toplamı 180 derece değildir’ diyemeyiz. Yani idea ilişkilerinde, demostratif akıl yürütmenin ortaya koyduğu bilginin, tersinin olanaksızlığı sözkonusu.

 Olgu sorunları, gerçek varolmayla ilgili ama duyuların ve belleğin tanıklığına sahip değiller.

 Bir olgu sorununun bilinmesi ancak neden- etki bağlantısının kurulması ile olur. Neden- etki bağlantılarını ancak tecrübe ile bilebiliriz. Tecrübe edindikçe, tecrübesini edindiğimiz şeyin benzer durumlarını da bilebiliriz. Tecrübemize dayanarak, geleceğe ait sonuçlar çıkarabiliriz. Bu da geleceğin, geçmişe uygun olacağı sayıltısına dayanır.

 Biz ‘yarın güneş doğacak’ çıkarımını akılla bilmiyoruz. Akılla bilseydik, bu demostratif akıl yürütme olup tecrübeye gerek kalmazdı. O halde geriye sadece tecrübe kalıyor. Güneşin yarın doğacağını biz tecrübe ile biliyoruz.

 

              Neden/etki – Sebep/sonuç :

 

 Hume’a göre, doğadaki neden-etki ile mantıktaki sebep-sonuç karıştırılıyor. Doğa olanı veriyor, geleceği değil. Geleceğin bilgisini biz, moral akıl yürütmeyle elde ediyoruz.

 Mantıktaki sebep-sonuç; olanı da olacak olanı da veriyor. Bunların hepsi bizden geliyor. Oysa neden-etki olayı doğada.

 ‘İnsanlar bir olayın oluşumunu, birçok kez gördüğünde aynı olayın, aynı şartlar altında geliştiğinde yine aynı sonucun olacağını akıl yürütmeyle bilemez. Akıl yürütmeyle bilseydik, Şu nedenin şu sonucu çıkardığını hiç görmeden de yani ilk defasında da bilirdik. O halde biz bunu, alışkanlıkla biliyoruz. Birçok kez, şu nedenin şu sonucu ortaya çıkardığını görüyoruz ve bu bizde bir alışkanlık yaratıyor. Daha sonraki durumları biz bu alışkanlık sayesinde biliyoruz.

 Nedeni gördüğümüzde sonucu bekleme bizde doğuştan içgüdüsel olarak var ama biz bunu akıl yürütme ile bildiğimizi sanıyoruz. Birçok kez o şeyin izlenimine sahip olduktan sonra bizde alışkanlık oluşuyor ve bu alışkanlık sayesinde de o şeyin sonucunun gelecekte de aynı olacağını biliyoruz.

 Bir olayı birden çok gördüğümüzde, bizde nedensellik ilişkisi kuruluyor. Tecrübeyi deneylerle, nedensellik ilişkisini ise alışkanlıklarla ediniyoruz.

 Hume’un tüm derdi; geleceğin, geçmişe uygun olacağı sayıltısına nasıl varıyoruz? Bunu ne akıl yürütmeyle ne de tecrübe ile bilmiyoruz. Mantıksal bir zorunluluğa varıyoruz. Oysa gelecekte mantıksal zorunluluk yok. Biz güneşin her sabah doğacağını ne akıl yürütmeyle ne de tecrübeyle bilmiyoruz sadece alışkanlıkla biliyoruz.

 Güneş yüz kere, bin kere doğuyor ama yarın da doğacağım demiyor. Bizde böyle bir izlenim olmadığı halde biz bir çıkarım yaparak güneşin yarın da doğacağını söylüyoruz. Alışkanlıktan dolayı öyle olacağına inanıyoruz.

 Nedenden etkiye geçiş, alışkanlık yoluyladır. Bu durum sadece insanda değil diğer canlılarda da sözkonusu.

 Doğa bu işi, nedenden etkiye geçişi akıl yürütmeye bırakmamıştır. Çünkü akıl bunu başaramazdı. Doğa bu işi alışkanlığa bırakarak işi sağlama almıştır. Aksi halde akıl yürütmeyle olsaydı; her yapıp etmemiz için akıl yürütecektik.

 En temelde şeyleri bilme yetimiz hayal gücüdür. Hayalgücü, basit ideaları hem birleştirip hem de ayırarak bilmemizi sağlıyor. Bunu da alışkanlık sayesinde biliyoruz.

 Locke, Berkeley ve Hume’un her üçünün de hareket noktaları aynı; ‘bir şey algı konusu/nesnesi olmadan bilgi konusu olamaz’.

 Hume’a göre sadece algıladıklarımızı bilseydik, bir önümüzdekini bir de belleğimizde olanları bilirdik. Oysa algının ötesine de gidiyoruz. Algıladığımızdan fazlasını biliyoruz. Berkeley, algılamada duruyor, ona göre her şey; ‘idea’. Oysa Hume, ‘evet algıladıklarımız var ama algılamadıklarımız da var’  diyerek algıların ötesine geçiyor. Biz nesnelere bir şey katıyoruz da biliyoruz. Bu kattığımız şey ise alışkanlık. Hume’da apriori; edinilmemiş tecrübeden sonuç çıkarmak.

 

İSLAM FELSEFESİ

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

İSLAM FELSEFESİ

 

 

 FARABİ (870- 950):

 

Aristoteles çizgisinde felsefeyle ilgilenmiş, ayrıca Platon ve Platinos’tan da etkilenmiştir.

 

Varlık Görüşü:

Zorunlu varlık

        

     İlk akıl:

                                                               

1-Zorunsuz (akıl):                                  

Kendi özü bakımından kendini                 

mümkün olarak bilmesi                        

(Olmasa da olur)                                    

        

Kendini zorunsuz olarak

Bilen 2. Akıl

        

Yüksek felek (galaksiler, 7 gökler)

        

Soyut akıllar

 

 

2- Zorunlu (akıl):

   Tanrıyı zorunlu olarak bilmesi ve tanrının

   bir parçası olduğunun bilgisi (olmaması imkansız)

 

Herşey, zorunlu varlıktan sudur etmesiyle çıkmıştır. Bizler mümkün varlıklarız, olmasak da olur. Dünya olmasa da olur, olup olmaması bir şey değiştirmiyor. Çünkü; zorunlu varlıktan ayrılmış artık. Zorunsuz akıldan aşağı inildikçe, varlıklar daha rastlantısal olarak varoluyorlar.

                                     

RUH

  

AKIL   (Aristoteles’de tanrı, faal akıldır)

                                                                                              

a) Güç, imkan halinde akıl:                                     

Soyutlamalar yapmasının imkan halindeolması                 

 

b)Fiil halinde akıl:

Güç halinde olanın ortaya çıkması, etkin olması

Saf imkanın kullanılabilir hale getirilmesi.

                                        

c) Kazanılmış akıl:                    

akleden temaşa edebilen           

akıl. Düşünülebilir şeyleri         

düşünen akıl. 

 

d) Faal akıl:

İnsanla tanrı arasında köprü kurabilen akıl.                          

 

 

İBN-İ SİNA (980- 1037):

 

    İnsan Ruhu (Akıl):

                                                             

1- Yapan (pratik akıl)

 İrade:

 – İyi huylar

 – Serbestlik

 – kötü huylar

              

 2- Bilen (teorik akıl)

 

  -Mutlak güç:

  Hiçbir şeyin fiil haline çıkmadığı durum

  Örneğin; çocuğun yazı yazma gücü var,

  fakat daha açığa çıkmamıştır.

                                                           

 -Mümkün güç:

  Güç halinde olanın bir aletle fiil haline                        

  geçebilmesinin  mümkün olması.

  Örneğin;  yazıyı kalemle yazabilme.

  

-Yeti kazanma:

  Mümkün gücün fiil haline geçmesi.

  Birşeyin aletle fiile geçebilmesidir.

                                                            

-Mutlak fiil (kazanılmış akıl)

 Saf aklın mutlak fiil haline geçmesi.

 İnsandaki akıl bu düzeyde

 – Kutsal akıl (sezgi):

  Faal aklı görebilen akıldır.

  Bazı kişilerde bulunur.

                         

 Varlık

    

 İlk akıl

     

 Etkin akıl:

– Cisimlerin maddesi

– Cisimlerin formu

– İnsanların ruhu

                                                 

  VARLIK: 

                                                                                               

1-Zorunsuz Varlık     2- Zorunlu Varlık (Tanrı)         

Zaman – mekan      Varoluşunu kendinden alan.          

 içinde varolan ve   Özgürlükle, zorunluluk birleşir. 

yokolanlar.

 

3-Zorunsuz zorunlular :

Tümeller ve yasalar

Tümeller 3 şekilde:

  

Tümeller:                                                        

 1-Tanrının düşündüğü idelerdir. Örneğin tanrı, insan idesini düşünüyor ve ona göre yaratıyor.

2-Tümeller, tek tek şeylerin içinde o şeylerin aslı esası olarak vardır. Her tek nasıl kendi teklik özelliklerine sahipse, bir yandan da içine girdiği cismin özelliğini taşır. Örneğin; O hem insan hem de Ahmet’tir.

3-Soyut kavramlar olarak vardır. Bizim oluşturduğumuz kavramlar.

 

 GAZZALİ (1058 – 1111):

 

Gazzali’ye göre, Platon, Aristoteles ve bunların peşinden giden Farabi ve İbn-i Sina yanılmıştır.

 

 FİLOZOFLARIN TUTARSIZLIĞI’ ADLI ESERİNDEN:

 

1-Filozoflar, evrenin yoktan varolduğunu inkar etmişlerdir.

2-Allah’ın yalnız tümelleri bildiğini, tikelleri bilmediğini ileri sürmüşlerdir.

3-Ruhun, ölümden sonra tekrar bedenle birleşeceğini inkar etmişler, ölümden sonra dirilme yok demişlerdir.

 Gazzali’ye göre bunlar, akılla inancı birbirine karıştırmışlardır. Bunları birbiriyle uzlaştırmaya çalışmışlardır. Oysa uzlaşmaz, birine ‘evet’ diyorsan diğerini feda edeceksin.

  Filozoflar, “madde ezelidir” diyorlar ve bunu inançla uzlaştırmaya çalışıyorlar. Olmayacak şeye kalkışıyorlar.

  Allah’ın tikelleri bilmediğini söylemek, Allah’ın ilmini inkar etmektir ki; bu da Allah’ı inkara varır.

  Gök kürelerin, ruhun, bazı şeyleri bildiğini söylüyorlar. Tanrısal yetkinin bu aleme verilmiş olması da doğru değildir. Tanrısal bir şey mesela, güneşe nasıl veriliyor. Tanrısal bir etki olmadan, bir etkinin güneş sisteminde kendiliğinden olduğunu söylemek, tanrı niteliğini güneş sistemine vermektir.

 Ruhların, bir ruh olarak bedensiz birleşmelerinde de çelişki var. Çünkü; ruhların bireyleşmesi, bedenlerle birleşmesiyle olur. Öldükten sonra ruh, bedeniyle dirilecektir.

 Sebeblilik ilişkisi doğruysa, Allah yoktur, lüzumsuzdur. Allah’ın iradesi doğruysa, sebeblilik ilişkisi lüzumsuzdur. Sebeb – sonuç ilişkisinin doğada olduğunu söylersek yine Allah’ın iradesinden sözetmek lüzumsuzdur. Bunlara göre, her sebebin bir sonucu vardır. Gazzali’ye göreyse, sebebsiz sonuç olur. “Güneş yarın doğmayabilir”, “kafası kesik halde düşünebilir”.

 Sürekli olan şeyin zorunlu olduğunu nasıl düşünebiliyorum ve bir çelişki de duymuyorum. Akıl, mantık ve matematikde geçerlidir. Metafizik konularda bilmek değil, inanmak sözkonusudur.

  İnsanın kendi varlığı, tanrının varlığına kanıttır. İnsan biran düşünse, kendi varlığını anlar. Kendi varlığını anlayan insan varsa, onu yaratan tanrı da vardır. Allah’a inanan için sayısız hayatı kazanma ihtimali vardır, inanmayanlar içinse yoktur.

 

SKOLASTİK FELSEFE

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

                  

 

Skolastik, ‘okul bilimi’ anlamındadır. Zira bu dönemin anlayışı, felsefeyi; gerçeği aramak yerine, okullarda öğretilen bir takım belli bilgi ve malumatlardan ibaret kabul etmiştir. Bu felsefe, hristiyan mektebinin felsefesidir. Çünkü; bu felsefe, ortaçağda din adamlarını yetiştiren manastır ve katedrallerde geliştirilmiştir.

 Felsefe tarihinde çok uzun bir dönemi kapsayan bu dönem 3 devreye ayrılır:

1-    Erken skolastik  (yaklaşık 800- 1200)

2-    Yüksek skolastik ( 1200 – 1300 )

3-    Geç skolastik ( yaklaşık 1300 – 1500 )

 

                    ERKEN SKOLASTİK

 

ANSELMUS ( 1033 -1109 ):

 

Hakikat Üzerine’ adlı eserinden:

-Hakikatin başının ve sonunun olmayışı-

 

 Tanrının hakikat olduğuna inandığımıza, başka birçok şeyde hakikat olduğuna göre, hakikatden sözederken, tanrının hakikat olup olmadığını söylemek zorundayız.

 Hakikat olmaksızın gerçek olmazsa, hakikatin bir başının ve sonunun olduğunu düşünmek imkansızdır.

 Hakikat olmaksızın, gerçek varolamaz. O halde hakikat başlamadan önce vardır ve sona erdikten sonra da olacaktır. O halde hakikati, bir başlangıç ve son ile sınırlayamayız.

 

  ‘Anlamın ve İfadenin iki hakikati üzerine:

 

 Önce ‘ifade’ de hakikatin ne olduğunu arayalım. Çünkü; sık sık ifadeye doğru ya da yanlış deriz.Bir ifade ne zaman doğrudur? İfade ettiği şey evetlendiğinde ya da değillendiğinde doğrudur. Varolmayan şeyin varolmadığını değillediği zaman da ifade ettiği şeyin doğru olduğunu söylüyoruz.

 Hakikat; tanrı (başlangıcı ve sonu olmayan)

 Gerçek; şeyler.

İfade edilen şey, ifadenin hakikati midir? Hayır, çünkü; hakikatten şey olmanın dışında, hiçbir şey hakiki değildir. Ve bu şekilde doğrunun hakikati, bizzat doğrunun içindedir. Oysa ifade edilen şey, doğru ifadenin içinde değildir. Bu nedenle onun hakikatinden değil, onun hakikatinin nedeninden sözedilmesi gerekir. Bu nedenle bana göre, ifadenin hakikati söylenen içinde aranmalıdır.

 O halde aradığın şey, bizzat söylenen anlam ya da ifadenin tanımında bulunan şeylerin biri olmasın?

 Sanmam niçin? Çünkü; eğer böyle olsaydı, ifade her zaman doğru olurdu. İfadenin tanımındaki şeylerin tümü, ifade ettiği şey varolduğu zaman hem de olmadığı zaman aynı kalırdı.

 Nitekim söylenen ve anlam aynıdır. Ve ötekiler benzer şekildedir. O halde sence  oradaki hakikat nedir? İfadedeki varolan bir şeyin varolduğunu anlattığı zaman. Hakikatin onun için değil, doğru ve hakiki olduğu dışında başka bir şey bilmiyorum. Peki evetleme niçin yapılmıştır? Varolan şeyin, varolduğunu anlatmak için. O halde buna zorunludur. Anlatmak zorunda olduğu şeyi anlattığı zaman doğru bir şekildedir. Öyle doğru bir şekilde anlattığı zamanda anlam doğrudur.İfade varolan şeyin, varolduğunu anlattığı zaman, ifadenin anlamı doğru oluyor hem de hakikidir. İfade için doğru ve hakiki olmak aynı oluyor bu da varolan şeyin varolduğunu anlatmaktır. Bu nedenle hakikat, doğruluktan başka bir şey değildir. Aynı şekilde ifade, varolmayan şeyin varolmadığını anlattığı zaman da doğru ve hakikidir.

 Akıl yürüterek varolduğunu sandığımız şey, varolduğu zaman düşünce doğru, varolmadığı zaman yanlıştır. Düşüncenin doğru olduğunu söylemek, hakikat olduğunu söylemenin ta kendisidir. Varolan şeyin varolduğunu düşünen, düşünmek zorunda olduğu şeyi düşünür ve bu şekildeki düşünce doğrudur.’

 

 Eylem hakikati:

 Doğru davranmak hakikati eylemektir. Yapıp etmelerimizde, doğruyu, iyiyi, hakikati yapmak. Yapmak zorunda olduğu eylemi yapan doğru.

 

Anselmus’ta tanrı ispatları:

 

 Ontolojik tanrı ispatı; Tanrı tanımı gereği en yetkin varlıktır. Onun varolmadığını düşünmek tanımıyla çelişmektedir. O halde, tanrı vardır.

 

 Kozmolojik tanrı ispatı; her şeyin bir nedeni varsa nedeni kendinden olan ve her şeyin nedeni olan zorunlu bir ilk nedeni de kabul etmek zorundayız. Bu da tanrıdır.

 

 Fiziko-teolojik tanrı ispatı; evrende amaca uygun bir uyumluluk, muhteşem bir düzen var. Bu düzeni de ancak tanrısal bir algı yapabilir.

 

YÜKSEK SKOLASTİK( 1200- 1300):

 

Aristoculuğun İslam filozoflarından yapılan tercümeler yoluyla hristiyan dünyada tanındığı bu dönemin iki büyük temsilci filozofu; Albertus Magnus ve Aqinolu Thomas’tır. Thomas yalnız yükseliş döneminin değil, bütün skolastik dönemin en büyük düşünürüdür.

 

 AQİNOLU THOMAS (1225-1274):

 

-‘Varlık ve Öz üzerine’ eserinden-

Ayrı substanslar/ varlıklar ne şekilde vardır?

Farklı substanslar; ruh, akıllı varlıklar ve ilk neden.

 

Maddeden bağımsız  / İlk neden        / Yalın varlıklar

Olarak sadece form             â

Ve varoluştur.           / Akıllı varlıklar/  Form + Varoluş

                                          â

                                / Ruh               /  maddesiz varoluş

                                          â 

                                / Madde           /

 

 

 

 Madde, akıllılığı engelleyen zararlı bir şey. Madde formun karşısında değerden düşmüştür. İnsan ruhunda ya da akıllı bir yapıda hiçbir şekilde madde ve form bileşimi yoktur.

 Bir substansın varoluşu form ve maddeyi içermektedir. Yani bir bileşiktir. Buna karşılık yakın bir substansın varoluşu sadece formdur. Bileşiğinki ise, maddedir.

 Yalın olanlar bütün olarak tek tek vardırlar. Ne türleri ne de cinsleri sözkonusudur.

 

                        SUBSTANS

     â                                   â

Bileşik                                Yalın

Madde                               Akıllı varlıklar

                                           â                   

                                         Ruh

                                         Tek tek vardır

                                     Sadece formdurlar.

 

 İlk Neden                         

  âá           

 

Akıllı varlıklar    Yukarı doğru çıkıldıkça gerçeklikler

                                            artıyor,                    

  âá                  buna karşılık potensleri azalıyor.

                                            azalıyor.

  Ruh                 Aşağı doğru inildikçe gerçeklikleri

                                            azalıyor,

  âá                  buna karşılık potensleri

                                            artıyor.

Madde                                 

 

 

   İlk neden saf edimdir. Ruh da, akıllı varlıklar da edimini ilk nedenden alıyor. Akıllı varlıkların edimi ruha oranla daha fazla çünkü, ilk nedene daha yakın. Akıllı insan, akıllılığını, akıllı varlıklar doğasından aldığından akıllı insandır.

 İlk neden, her şeyin nedeni, kendisi nedensizdir. Bu nedenle potensten sözedilemez.

   Yukarıya çıkıldıkça gerçekliklerin artması nedir? Thomas’a göre gerçek olanlar, hem  zaman-mekan içinde olanlar hem de olmayanlardır. Tanrı, en gerçek varlık çünkü; zaman ve mekanın dışındadır. O gerçeklik ki, daima kaıcıdır.

 Bir takım şeylere dokunamayız, göremeyiz ama vardır; tanrı gibi.

 Thomas’a göre en gerçek tanrıdır. Peki bunun bilgisini nasıl ediniyoruz? Bunun bilgisini ancak değilleyici yüklemlerle bilebiliriz. Ne olduğunu değil, ne olmadığını söyleyerek bilgisine ulaşabiliriz.