Posts Tagged ‘sebep-sonuç’

DAVİD HUME

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

   DAVİD HUME ( 1711 – 1776 ) :

 

   ‘ANLAMA YETİSİ ÜZERİNE BİR SORUŞTURMA’ adlı eserinden:

 

   Canlılıklarına ve güçlülüklerine göre insan zihninin algıları ikiye ayrılır:

  1-İzlenimler; şeyler tam algıladığımız an.

   2-İdealar; izlenimlerden sonra oluşanlar.

 

   Locke’da da, Berkeley’de de sadece idealar vardı. Oysa Hume, idealardan önce izlenimlerin olduğunu söylüyor. Locke’da da, Berkeley’de de o anda algı izlenim değil, baktığın nesnenin sendeki ideasının canlanması yani sen kendi ideanı algılıyorsun.

 

  Kuruluşları bakımından da ideaları ikiye ayırır:

  1-Basit idealar; daha fazla ayırma ve bölmeye izin vermeyen izlenim ve idealar.

  2-kompleks idealar; basit izlenim ve ideaların birleşmesiyle meydana gelen idealar (Burda Locke ile paralel görüşte).

  Her basit idea, kendisini dolaysız olarak; kompleks/karmaşık idealarda, dolaylı olarak da kaynaklarını, izlenimlerde bulur.

  Herhangi bir şekilde iç ya da dış duyularla izlenimi olmayan şeyin ideası da olmaz. Düşünmenin bütün malzemesi, iç ya da dış duyumlardan gelir. Duyulardan gelmeyen idea yoktur. Hume bu görüşleriyle, başta Descartes olmak üzere doğuştan idecilere karşı çıkıyor.

  Hume; Locke ve Berkeley’in yaptığı gibi bilginin kaynağı ile ilgilenmez. Bilmenin işlem yapısını çözümlemeye çalışır.

  İzlenimler daha canlı olup, ideaların kaynağıdır. Bu bakımdan idealar, izlenimlerin kopyasıdır. İzlenimleri algı üretir, ideaları da düşünme.

 

  İki ideayı birbirine bağlayan ilkeler:

 1-Benzerlik

 2-Zamanda ya da mekanda yakınlık

 3-Neden ya da etki

    Basit ideaları birleştiren bu ilkeler evrenseldir.

  Hayal gücü için iki sınır:

 1.si hayal gücü için izlenimler şart.

 2.si ise çelişme. Hayal gücü her şeyi uydurabilir ama çelişmeyi uyduramaz. Çünkü; zihin böyle bir ideayı kavrayamaz. Burda çelişme iki ideanın yan yana duramaması. Örneğin hiç kimse vadisiz dağ tasarlayamaz.

  İzlenim ve idea düzeyinde henüz bilme sözkonusu değil, bu düzeyde henüz  bilmeye malzeme hazırlama sözkonusu.

  

   Bilmeye Malzeme Hazırlayanlar :

 

 1-İç duyu ve dış duyu

 2-Hayalgücü; izlenimleri idea olarak tekrar eden yeti.

 3-Bellek; geçmiş algılarımızı geri çağırma

 4-Zihin.

 

Peki ‘bilme’ ne? Ya da bu malzemeleri kim kullanıyor?

 

Bilme ya da bu malzemeleri kullanan yetiler:

1-Anlama yetisi

2-Akıl

3-Yargı gücünün işlemlerini gerektirir bilme.

 

İki çeşit bilme var:

1-Dolaysız bilme (pasiftir); duyuların ve belleğin tanıklığına sahip. Bilenin tanıklığına sahip olmak. Şu anda/zamanda ve mekanda tanık oluyorsun, belirli bir zamanda ve mekanda bildiğine tanık oluyorsun.

2-Dolaylı bilme; akıl yürütmeyle bilme. Bu bilmede duyuların ve belleğin tanıklığının ötesine geçiliyor.

  a) İdea ilişkileri (demostratif akıl yürütme);tanıtlama yoluyla bilme.

  b) Olgu sorunları (moral akıl yürütme); neden-etki ilişkisi sözkonusu.

         /              \

İspat                İhtimal

                       /           \

       Rastlantı ihtimali    Sebepler ihtimali         

 

     TECRÜBE – DENEY FARKI :

 

 Tecrübe edinme, deneyler edinmedir. Tecrübe edinen neden- etki halinde o şeyi görmüştür. Şeyin deneyinin olmaması; neden –etki halinde o şeyin görmemesidir. Tecrübe o andaki zaman ve mekana ait. Akıl yürütme, tecrübelerden yararlanarak o andaki zaman ve mekanın dışında olanları bilmeye çalışmaktadır.

 İdea ilişkileri:

Zamanda ve mekanda değil, zihinsel olarak kuruluyor. Belli bir zaman ve mekanda olmadıklarından her zaman kesindirler. Demostrasyon yoluyla bilme, kesin olarak bilmeyle aynı şey.

 Örneğin; ‘bir dik üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir’. Burada neden- sonuç ilişkisi var.

  Olgu sorunları:

 Burada ileri sürülen bilgi, idea ilişkilerindeki kadar kesin değil ama ona çok yakın. Buradaki bilgi kesin değil; olasılıklı ama olasılığı çok yüksek.

 Örneğin; ‘yarın güneş doğacak’ bunu moral akıl yürütme ile bilebiliyoruz.

 Moral akıl yürütmenin de, demostratif akıl yürütmenin ortaya koyduğu bilgi gibi, gerçeğin o andaki ve mekandaki durumu değil ama o gerçeğe ait ve ona çok yakın.

 Moral akıl yürütmenin ortaya koyduğu bilginin yanlış olma durumu/olasılığı var. Örneğin, ‘yarın güneş doğmayabilir’ gibi tam tersi de söylenebilir. Bunu söylemek mantıksal açıdan da bir çelişki yaratmaz. Bunu üçgenin iç açıları için söylediğimiz de ise bir çelişme yaratır. ‘Üçgenin iç açılarının toplamı 180 derece değildir’ diyemeyiz. Yani idea ilişkilerinde, demostratif akıl yürütmenin ortaya koyduğu bilginin, tersinin olanaksızlığı sözkonusu.

 Olgu sorunları, gerçek varolmayla ilgili ama duyuların ve belleğin tanıklığına sahip değiller.

 Bir olgu sorununun bilinmesi ancak neden- etki bağlantısının kurulması ile olur. Neden- etki bağlantılarını ancak tecrübe ile bilebiliriz. Tecrübe edindikçe, tecrübesini edindiğimiz şeyin benzer durumlarını da bilebiliriz. Tecrübemize dayanarak, geleceğe ait sonuçlar çıkarabiliriz. Bu da geleceğin, geçmişe uygun olacağı sayıltısına dayanır.

 Biz ‘yarın güneş doğacak’ çıkarımını akılla bilmiyoruz. Akılla bilseydik, bu demostratif akıl yürütme olup tecrübeye gerek kalmazdı. O halde geriye sadece tecrübe kalıyor. Güneşin yarın doğacağını biz tecrübe ile biliyoruz.

 

              Neden/etki – Sebep/sonuç :

 

 Hume’a göre, doğadaki neden-etki ile mantıktaki sebep-sonuç karıştırılıyor. Doğa olanı veriyor, geleceği değil. Geleceğin bilgisini biz, moral akıl yürütmeyle elde ediyoruz.

 Mantıktaki sebep-sonuç; olanı da olacak olanı da veriyor. Bunların hepsi bizden geliyor. Oysa neden-etki olayı doğada.

 ‘İnsanlar bir olayın oluşumunu, birçok kez gördüğünde aynı olayın, aynı şartlar altında geliştiğinde yine aynı sonucun olacağını akıl yürütmeyle bilemez. Akıl yürütmeyle bilseydik, Şu nedenin şu sonucu çıkardığını hiç görmeden de yani ilk defasında da bilirdik. O halde biz bunu, alışkanlıkla biliyoruz. Birçok kez, şu nedenin şu sonucu ortaya çıkardığını görüyoruz ve bu bizde bir alışkanlık yaratıyor. Daha sonraki durumları biz bu alışkanlık sayesinde biliyoruz.

 Nedeni gördüğümüzde sonucu bekleme bizde doğuştan içgüdüsel olarak var ama biz bunu akıl yürütme ile bildiğimizi sanıyoruz. Birçok kez o şeyin izlenimine sahip olduktan sonra bizde alışkanlık oluşuyor ve bu alışkanlık sayesinde de o şeyin sonucunun gelecekte de aynı olacağını biliyoruz.

 Bir olayı birden çok gördüğümüzde, bizde nedensellik ilişkisi kuruluyor. Tecrübeyi deneylerle, nedensellik ilişkisini ise alışkanlıklarla ediniyoruz.

 Hume’un tüm derdi; geleceğin, geçmişe uygun olacağı sayıltısına nasıl varıyoruz? Bunu ne akıl yürütmeyle ne de tecrübe ile bilmiyoruz. Mantıksal bir zorunluluğa varıyoruz. Oysa gelecekte mantıksal zorunluluk yok. Biz güneşin her sabah doğacağını ne akıl yürütmeyle ne de tecrübeyle bilmiyoruz sadece alışkanlıkla biliyoruz.

 Güneş yüz kere, bin kere doğuyor ama yarın da doğacağım demiyor. Bizde böyle bir izlenim olmadığı halde biz bir çıkarım yaparak güneşin yarın da doğacağını söylüyoruz. Alışkanlıktan dolayı öyle olacağına inanıyoruz.

 Nedenden etkiye geçiş, alışkanlık yoluyladır. Bu durum sadece insanda değil diğer canlılarda da sözkonusu.

 Doğa bu işi, nedenden etkiye geçişi akıl yürütmeye bırakmamıştır. Çünkü akıl bunu başaramazdı. Doğa bu işi alışkanlığa bırakarak işi sağlama almıştır. Aksi halde akıl yürütmeyle olsaydı; her yapıp etmemiz için akıl yürütecektik.

 En temelde şeyleri bilme yetimiz hayal gücüdür. Hayalgücü, basit ideaları hem birleştirip hem de ayırarak bilmemizi sağlıyor. Bunu da alışkanlık sayesinde biliyoruz.

 Locke, Berkeley ve Hume’un her üçünün de hareket noktaları aynı; ‘bir şey algı konusu/nesnesi olmadan bilgi konusu olamaz’.

 Hume’a göre sadece algıladıklarımızı bilseydik, bir önümüzdekini bir de belleğimizde olanları bilirdik. Oysa algının ötesine de gidiyoruz. Algıladığımızdan fazlasını biliyoruz. Berkeley, algılamada duruyor, ona göre her şey; ‘idea’. Oysa Hume, ‘evet algıladıklarımız var ama algılamadıklarımız da var’  diyerek algıların ötesine geçiyor. Biz nesnelere bir şey katıyoruz da biliyoruz. Bu kattığımız şey ise alışkanlık. Hume’da apriori; edinilmemiş tecrübeden sonuç çıkarmak.

 

İSLAM FELSEFESİ

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

İSLAM FELSEFESİ

 

 

 FARABİ (870- 950):

 

Aristoteles çizgisinde felsefeyle ilgilenmiş, ayrıca Platon ve Platinos’tan da etkilenmiştir.

 

Varlık Görüşü:

Zorunlu varlık

        

     İlk akıl:

                                                               

1-Zorunsuz (akıl):                                  

Kendi özü bakımından kendini                 

mümkün olarak bilmesi                        

(Olmasa da olur)                                    

        

Kendini zorunsuz olarak

Bilen 2. Akıl

        

Yüksek felek (galaksiler, 7 gökler)

        

Soyut akıllar

 

 

2- Zorunlu (akıl):

   Tanrıyı zorunlu olarak bilmesi ve tanrının

   bir parçası olduğunun bilgisi (olmaması imkansız)

 

Herşey, zorunlu varlıktan sudur etmesiyle çıkmıştır. Bizler mümkün varlıklarız, olmasak da olur. Dünya olmasa da olur, olup olmaması bir şey değiştirmiyor. Çünkü; zorunlu varlıktan ayrılmış artık. Zorunsuz akıldan aşağı inildikçe, varlıklar daha rastlantısal olarak varoluyorlar.

                                     

RUH

  

AKIL   (Aristoteles’de tanrı, faal akıldır)

                                                                                              

a) Güç, imkan halinde akıl:                                     

Soyutlamalar yapmasının imkan halindeolması                 

 

b)Fiil halinde akıl:

Güç halinde olanın ortaya çıkması, etkin olması

Saf imkanın kullanılabilir hale getirilmesi.

                                        

c) Kazanılmış akıl:                    

akleden temaşa edebilen           

akıl. Düşünülebilir şeyleri         

düşünen akıl. 

 

d) Faal akıl:

İnsanla tanrı arasında köprü kurabilen akıl.                          

 

 

İBN-İ SİNA (980- 1037):

 

    İnsan Ruhu (Akıl):

                                                             

1- Yapan (pratik akıl)

 İrade:

 – İyi huylar

 – Serbestlik

 – kötü huylar

              

 2- Bilen (teorik akıl)

 

  -Mutlak güç:

  Hiçbir şeyin fiil haline çıkmadığı durum

  Örneğin; çocuğun yazı yazma gücü var,

  fakat daha açığa çıkmamıştır.

                                                           

 -Mümkün güç:

  Güç halinde olanın bir aletle fiil haline                        

  geçebilmesinin  mümkün olması.

  Örneğin;  yazıyı kalemle yazabilme.

  

-Yeti kazanma:

  Mümkün gücün fiil haline geçmesi.

  Birşeyin aletle fiile geçebilmesidir.

                                                            

-Mutlak fiil (kazanılmış akıl)

 Saf aklın mutlak fiil haline geçmesi.

 İnsandaki akıl bu düzeyde

 – Kutsal akıl (sezgi):

  Faal aklı görebilen akıldır.

  Bazı kişilerde bulunur.

                         

 Varlık

    

 İlk akıl

     

 Etkin akıl:

– Cisimlerin maddesi

– Cisimlerin formu

– İnsanların ruhu

                                                 

  VARLIK: 

                                                                                               

1-Zorunsuz Varlık     2- Zorunlu Varlık (Tanrı)         

Zaman – mekan      Varoluşunu kendinden alan.          

 içinde varolan ve   Özgürlükle, zorunluluk birleşir. 

yokolanlar.

 

3-Zorunsuz zorunlular :

Tümeller ve yasalar

Tümeller 3 şekilde:

  

Tümeller:                                                        

 1-Tanrının düşündüğü idelerdir. Örneğin tanrı, insan idesini düşünüyor ve ona göre yaratıyor.

2-Tümeller, tek tek şeylerin içinde o şeylerin aslı esası olarak vardır. Her tek nasıl kendi teklik özelliklerine sahipse, bir yandan da içine girdiği cismin özelliğini taşır. Örneğin; O hem insan hem de Ahmet’tir.

3-Soyut kavramlar olarak vardır. Bizim oluşturduğumuz kavramlar.

 

 GAZZALİ (1058 – 1111):

 

Gazzali’ye göre, Platon, Aristoteles ve bunların peşinden giden Farabi ve İbn-i Sina yanılmıştır.

 

 FİLOZOFLARIN TUTARSIZLIĞI’ ADLI ESERİNDEN:

 

1-Filozoflar, evrenin yoktan varolduğunu inkar etmişlerdir.

2-Allah’ın yalnız tümelleri bildiğini, tikelleri bilmediğini ileri sürmüşlerdir.

3-Ruhun, ölümden sonra tekrar bedenle birleşeceğini inkar etmişler, ölümden sonra dirilme yok demişlerdir.

 Gazzali’ye göre bunlar, akılla inancı birbirine karıştırmışlardır. Bunları birbiriyle uzlaştırmaya çalışmışlardır. Oysa uzlaşmaz, birine ‘evet’ diyorsan diğerini feda edeceksin.

  Filozoflar, “madde ezelidir” diyorlar ve bunu inançla uzlaştırmaya çalışıyorlar. Olmayacak şeye kalkışıyorlar.

  Allah’ın tikelleri bilmediğini söylemek, Allah’ın ilmini inkar etmektir ki; bu da Allah’ı inkara varır.

  Gök kürelerin, ruhun, bazı şeyleri bildiğini söylüyorlar. Tanrısal yetkinin bu aleme verilmiş olması da doğru değildir. Tanrısal bir şey mesela, güneşe nasıl veriliyor. Tanrısal bir etki olmadan, bir etkinin güneş sisteminde kendiliğinden olduğunu söylemek, tanrı niteliğini güneş sistemine vermektir.

 Ruhların, bir ruh olarak bedensiz birleşmelerinde de çelişki var. Çünkü; ruhların bireyleşmesi, bedenlerle birleşmesiyle olur. Öldükten sonra ruh, bedeniyle dirilecektir.

 Sebeblilik ilişkisi doğruysa, Allah yoktur, lüzumsuzdur. Allah’ın iradesi doğruysa, sebeblilik ilişkisi lüzumsuzdur. Sebeb – sonuç ilişkisinin doğada olduğunu söylersek yine Allah’ın iradesinden sözetmek lüzumsuzdur. Bunlara göre, her sebebin bir sonucu vardır. Gazzali’ye göreyse, sebebsiz sonuç olur. “Güneş yarın doğmayabilir”, “kafası kesik halde düşünebilir”.

 Sürekli olan şeyin zorunlu olduğunu nasıl düşünebiliyorum ve bir çelişki de duymuyorum. Akıl, mantık ve matematikde geçerlidir. Metafizik konularda bilmek değil, inanmak sözkonusudur.

  İnsanın kendi varlığı, tanrının varlığına kanıttır. İnsan biran düşünse, kendi varlığını anlar. Kendi varlığını anlayan insan varsa, onu yaratan tanrı da vardır. Allah’a inanan için sayısız hayatı kazanma ihtimali vardır, inanmayanlar içinse yoktur.