Posts Tagged ‘İSLAM’

A. TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

Perşembe, Aralık 2nd, 2010

   A.TOYNBEE, “MEDENİYET YARGILANIYOR”

 – Sanatçıların, edebiyatçıların eserleri, işadamlarının, askerlerin ve devlet adamlarının yaptıklarından daha uzun ömürlü oluyor. Şairler ve düşünürler, tarihçilerden daha uzun süre hatırlanırken, peygamberler ve azizler hepsinden üstün ve uzun ömürlüdürler.

– Belli başlı tezlerimden biri, tarihsel çalışmada en küçük birimin ‘bütün toplumlar’ olduğu ve Greko-Romen dünyasının ‘şehir devletleri’ veya çağdaş Batının ‘ulus devletleri’ gibi gelişi güzel parçalara ayrılamayacağı idi. İkinci tezim de, ‘medeniyet’ dediğimiz bütün toplumların tarihlerinin bir anlamda paralel ve çağdaş olduğu idi.

Spengler’e göre medeniyetle doğar, gelişir, geriler ve belirli bir zaman çizelgesine uyarak yıkılırdı. Bu aşamaların hiçbirisi hakkında bir açıklama getirilmiyordu.

– Siyah ırkın, günümüze kadar sözü edilmeye değer bir katkısı olduğunu söyleyemiyoruz ancak, medeniyet deneyinin gündemde olduğu anın kısalığını düşünürsek, bunu inandırıcı bir yeteneksizlik kanıtı olarak göremeyiz. Sadece dürtü veya fırsat yoksunluğunun bir sonucu da olabilir.

– Eğer Jung’un eserlerini tanısaymışım bana gereken ipuçlarını vereceklermiş. Yaklaşımımın temellerini, okulda esaslı bir biçimde öğrendiğim Aeschylus’un Agamemnon’u ile Goethe’nin Faust’unda buldum.

– Bizim Batılı kafalarımıza göre, eğer bu ‘çevrimsel tarih görüşü’ ciddiye alınırsa, tarihi bir aptalın anlattığı saçmasapan bir hikaye haline getiriverir.

– Medeniyetler yükselip alçalırken ve bu alçalışta kendilerininkinden daha anlamlı amaçları olan başkalarına yol açarken aslında sürekli ilerliyor olabilirler ve medeniyetlerin gerilemesinin sebep olduğu acı ile elde edilen öğrenme, pekala bir plan içinde gelişen ilerlemenin en ala yolu da olabilir.

– …Büyümenin olduğu yerde, çürüme de olur…

Komünizmin ortaya çıkışından yüzyıllar önce atalarımız aynı umacıyı İslamda bulmuşlar. Günümüzde komünizmin yaptığını aynı nedenlerle 16.yüzyılda İslam, Batılı kalplere bir isteri ilham ederek yapmaktaydı. İslam da komünizm gibi Batılı inanışın belli bir doktrine dayanmayan bir uyarlaması olan ‘anti-batıcı’ bir hareketti. Ve komünizm gibi o da ruhun kılıcını, maddi donatımdan yoksun olarak kullanmaktaydı.

 Batılılar bugün komünizmden, Nazi Almanyası’ndan, Japonlardan korktuğundan daha çok korkuyor.

‘Bloksuzlar’ ile Batılılar 400 yıl önce ‘Türk olmak’ tehlikesinde kaldıkları gibi bugün de komünist olmak tehlikesi ile karşı karşıyalar. Komünistler de kapitalizm tehlikesinden emin değiller…

– Geçmişte kalan 5-6 bin yıl içinde ‘medeniyetin babaları’, bizim arıların balını çaldığımız gibi kölelerin emekleri sonucu ortaya çıkan meyvaları çaldılar.

– Genellikle olduğu gibi belki de kurtuluş, bir orta yol bulmaya bağlı. Politikada bu orta yol, ne dar görüşlü devletlerin sınırsız hükümranlığında ne de merkezi bir ‘dünya hükümeti’nin tekdüze istibdatında aranmalı, ekonomide ise ne sınırsız özel teşebbüse ne de katıksız sosyalizme yer vermeli.

– Kurtulmak için ne yapmamız gerekiyor? Politka alanında ‘dünya hükümeti’ni başaracak kurucu bir sistem hazırlayın. Ekonomi alanında, serbest yatırım ile sosyalizm arasında uzlaştırıcı çalışma düzenleri bulun. Ruh alanında laik üst yapıyı dinsel kurumlarla birleştirin.

– Eğer Birleşmiş Milletler etkili bir dünya hükümeti kurmayı başarabilirse, bu bizim siyasal sorunsalımız için en iyi çözüm olacaktır.

– Her medeniyet deneyinde insanlık, ilkel insanlığın seviyesini aşmaya ve daha yüksek bir ruh seviyesine ulaşmaya çalıştı.

– Bana göre medeniyetler kurulduktan sonra tehditlere karşılık vererek büyürler. Üstesinden gelemedikleri bir tehditle karşılaştıklarında yıkılır ve parçalanırlar.

Alışkanlık, hayal gücünün afyonudur.

Babür, dünyayı bir merkezden yayılarak birleştirme amacını güden Timur’un torunlarındandı. Babür’ün zamanında (1483-1530) Colomb, İspanya’dan Amerika’ya ulaşmış, Vasco da Gama, Portekiz’den Hindistan’a ulaşmıştı.

 Babür’ün amacı neydi? Fergane’nin doğusunda Hindistan ve Çin’e, batısında da kendi akrabaları olan Osmanlı topraklarına kadar uzanmaktı.

– Türkler de ulusların ana ailesiydi. Günümüzde Türk merkezli bir tarih, Osmanlı Türklerinin büyük batıcılarından Mustafa Kemal tarafından gerçekleştirilmişti.

– …Şimdi büyük bir devrimle karşı karşıyayız. Batılıların yaşayan diğer bütün medeniyetlerin üstüne çıktığı ve dünyayı tek bir toplum halinde birleştirdiği teknolojik devrim.

Bir tarafta Hristiyan çok tanrıcılığı, öbür tarafta Hint çok tanrıcılığı arasında İslam, tek tanrıcılığın ışığını yakarak dünyayı yeniden umutlandırdı.

– …II. Mahmut ve Sultan Selim’in altı nesil önce Osmanlı-Türk hayatında giriştiği totaliter devrimi gerçekleştiren komutan Mustafa Kemal Atatürk.

– İslamın insanlığa verdiği yaratıcı hediye, tek tanrıcılıktır ve bu hediyeyi iyi korumak zorundayız.

– Eğer bütün dünya Avrupalılaşıyorsa, Avrupa dünyadaki üstünlüğünü kaybetse ne farkeder?

Rusya’da batılılaşma işlemi diğer yerlerden çok daha uzun sürdü. Rusya’da Batı Avrupa etkisi, Japonya ve Çin’den iki yüzyıl, Müslümanlar ve Hintlilerden de yüzyıl fazla sürdü.

– İki dünya savaşı sırasında Naumann’ın ‘Merkezi Avrupa’ fikri diğer siyasetçiler tarafından yine Zollverein’e (1818 de Almanya’da oluşturulan gümrük birliği) dayanan bir ‘Panavrupa’ fikrine dönüştürüldü…II.Dünya savaşından sonra ‘Avrupa Birliği’ fikri tekrar ortaya çıktı ve Amerika’nın ‘Marshall Planı’ ile oldukça cesaret kazandı.

– Hristiyanlık batıda değil, bugün İslam medeniyetine ait sınırların içinde doğmuştur. Biz Batılı hristiyanlar bir zamanlar dinimizin geliştiği Filistin’i Müslümanlardan almaya çalıştık. Eğer haçlı seferleri başarılı olsaydı, Hristiyan alemi Asya’nın en önemli kısımlarına uzanmış olacaktı. Ne var ki, haçlı seferleri başarısızlıkla sonuçlandı.

– Büyük medeniyetlerin etkileşiminden büyük dinler doğmuştur. Suriye ve Babil medeniyetlerinin etkileşiminden doğmuş olan Yahudilik ve Zerdüştlük, Suriye ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden Hristiyanlık ve İslam, Hint ve Yunan medeniyetlerinin etkileşiminden de Mahayana Budizmi ve Hinduizm bunlara örnektir.

– Ruslar, Batı tarafından fethedilip içinde zorla erimemek için, kendilerini sürekli Batı teknolojisine sahip olmaya zorlamışlardır.

– Batıda Rusya’nın saldırgan bir ülke olduğu kanaati vardır. Batılı gözle bakıldığında bu doğrudur da, 18. yüzyılda Polonya’yı hırsla parçalayan, 19. yüzyılda Polonya ve Finlandiya’ya zulmeden günümüz savaş sonrası dünyasının baş saldırganlarından biri olarak görüyoruz. Ruslara göre ise bu tam tersi, onlar da kendilerini Batının sürekli kurbanları olarak görüyorlar.

– 1453’ten itibaren Rusya, Müslümanların elinde olmayan tek Ortodoks ülkesiydi ve İstanbul’un Türkler tarafından alınışının intikamını yüzyıl sonra Tatarlardan Kazan’ı alarak gerçekleştirmiştir.

Bizanslı Yunanlılardan, Ruslar tarafından devralınan bu ortodoksluk ve kader duygusu, Doğu Ortodoks Hristiyanlığının dağılışından sonra kurulan komünist rejimin de özelliklerindendir. Şüphesiz Marksizm batılı bir inanış fakat Batı medeniyetini hesaplaşmaya çağıran bir Batılı inanış.

Roma imparatorluğu, Yunanlılar için hem yaşam koşulu hem de gururları için dayanılmaz bir hakaret kaynağı idi. Bu durum onlarda korkunç bir ikilem yaratıyordu. Bundan çıkış yolunu Roma imparatorluğunu, Yunanın bir ürünü saymakta buldular.

– …Bizans gururu korkunç iki saldırı ile karşılaştı. Batıdan gelen Frenkli hristiyanlarla, doğudan gelen Müslüman Türkler, sırasıyla Bizans’a saldırdı….iki yabancı iğrenç boyunduruktan birini seçmek zorunda kalmışlardı. Bu üzücü seçimle karşılaşan Yunanlı ortodoks hristiyanlar, Batılı hristiyan hizipçi kardeşlerinin boyunduruğunu şiddetle reddederek, gözleri açık Müslüman Türklerin boyunduruğunu seçtiler. Onlar İstanbul’da “kardinalin ya da papanın tacını görmektense, Muhammed’in sarığını görmeyi tercih ederiz” demişlerdir.

– Bu sefer islam, ortodoks alemini fethederek Arapların ve Romalıların gibi bir ‘dünya devleti’ kurarak, Osmanlılar tarafından temsil edilmiştir.

Mussolini bir keresinde, işçi sınıfının olduğu gibi işçi ulusların da olduğunu hatırlatmıştı ki, Batılı olmayan günümüz insanlarının dahil olduğu kategori de bu olsa gerek.

– …Irkçılık ve alkol bağımlılığı kabul edildiği taktirde islami ruh bu hastalıkları, yüce bir ahlak ve toplumsal değerle yokedecek kadar kuvvetlidir.

– Çağdaş İslam dünyasının en ilginç olaylarından birisi, Türkiye Cumhuriyetinin geleneksel islamla dayanışmayı reddetmesidir. Türkler, “kendi kurtuluşumuzu kendi ellerimizle sağlamak inancındayız. Bize göre bu kurtuluş ekonomik olarak kendi kendine yeterli, siyasal olarak bağımsız bir devletin Batılı modeli üzerine kurulmasına bağlı. Diğer Müslümanlar kendi kurtuluşlarını istedikleri yerde arayabilirler. Onlardan yardım beklemediğimiz gibi, onlar da bizden beklemesinler. Herkes başının çaresine baksın, her koyun kendi bacağından asılır” diyorlardı.

– …Gerçekte milliyetçilik, müslümanların içine düştükleri bir oyun. Müslümanların büyük çoğunluğu için milliyetçiliğin kaçınılmaz sonucu, Batı dünyasının proleter kalabalığı içinde erimek olacaktır.

Selahaddin Eyyubi ve Memlüklüler zamanında İslam, haçlı seferlerine ve Moğol istilasına karşı durdu. Eğer insanlığın bugünkü durumu bir ‘ırk savaşı’na yol açacaksa İslam tarihi görevini yapmak için bir kere daha çağrılmalıdır. Dileyelim ki, böyle bir savaş çıkmaz.

– Ruslar, Batının laik sosyal felsefesinin bir ürünü olan marksizmi alıp onu bir İncil gibi yorumladılar. Ruslar, batıya ait olan bu dini alıp onu kendilerine malettiler, şimdi yeni bir anlamla sunuyorlar.

Gibbon’a göre, hayatın tek amacının tanrıya yakınlaşmak ve ruhun kurtulması olduğunu telkin eden, doğulu dinlerin ahlaksız bencilliğinin sonucu, dindarların halk hizmetinden çekilip, düşüncelerini kendi ruhsal gelişmelerine vermeleri oldu. Dindarlar dünya hayatını, daha iyi ve sonsuz bir hayat için, bir onay yeri olarak gördüklerinden küçümsemeye başladılar.

– Gibbon’a göre, Roma imparatorluğu batarken hristiyanlık yükselişe geçiyor, hristiyanlığın yükselişiyle de medeniyet gerilemeye başlamaktadır.

TÜRK KAMU HAYATINDA FELSEFE -1

Pazartesi, Eylül 7th, 2009

 

 Türk düşünce tarihinde felsefe, Türklerin tarihiyle başlamıştır diyebiliriz. Ancak ilk Türklerin felsefe yaptığını da söyleyemeyiz. Çağdaş felsefe anlayışı 20.yüzyılın ortalarından itibaren başlamıştır diyebiliriz.

 

  Türk düşüncesinde felsefe üç kısma ayrılır:

 

1-Çok tanrılı devir ve Şamanizm.

2-İslamlık döneminde, 7. Yüzyıldan itibaren felsefe ve Türklere gelişi (İ.Sina, Farabi, Bektaşilik, Mevlevilik…)

3-Batı etkisinde felsefe (I. ve II. Meşrutiyet, Tanzimat, Cumhuriyet…)

 

 Çok tanrılı devir ve Şamanizm:

 

 Yazılı pek bir şey kalmamış, gelenek görenekle günümüz mistik yaşamına girmiş ögeler var.

 Şamanizm, en yaygın felsefi inançtır. Esasen Moğol Türklerinin inancıdır. Şamanizme salt din olarak bakmak yanlıştır. Çünkü; o devir için bir yaşam tarzının düsturları ile ilgili fizik ötesinden çok fiziği içermektedir.

 Ancak fizik ötesi de var ve üç dönemden oluşuyor:

1-Gök, 2-Yeryüzü, 3-Yeraltı.

 

 İnsanın üç ayrı yaşamın geçtiği alanlardır. Hepsi de daha çok yeryüzü ile bağımlıdır.

 Gökyüzü farklı katmanlardan oluşur. Şamanlara göre göğün en yücesi, en üstünü; aydınlık, paklık alemidir. Bugünkü anlamında nura ulaşmaktır.

 Bir insan, belli sınavlar sonucu bu göğün en yüce katına ulaşabilir. İnsanın bu kata erişmesi, gökler aleminin en yetkin kişisi olması demektir. Bunun adı da ‘ülgen’dir.

 Ülgen, bir aile (Zeus gibi) ve iyi bir ruhtur. İnsanları iyiye, doğruya yönlendiren bir ruhtur.

 Gök ülgenin mekanı, yeryüzü ise insanoğlunun mekanıdır. Yeryüzü geçici bir mekandır. Kendini gösterme, sınama mekanıdır. Sınavda başarı gösterenler Ülgenin davetini kabul ederler. Başaramayanlar yeraltının ‘erlik’ mekanına giderler.

 Erlik, yeraltındadır ve kötülüklerin başıdır. O da bir aile şeklinde yaşar. Erlik katmanları da ateş katmanına kadar iner.

 Evren, ülgenle-erliğin çatışma alanıdır. Sanki iyi ve kötü ruhlar insanı kendisine çekmek için pek çok çeldirici kullanır.

 İyiye ya da kötüye gidişte mutlaka bir yol gösterici; ‘şaman’ gerekir. İnsanoğlunun Ülgenle ya da Erlikle ilişkisinde aracı şamandır ya da buna ‘Ham’ da denir.

 Şamanlık babadan oğula geçer. Belli dönemlerde kadınlara geçtiği de görülmüştür. Çünkü Ülgenin karısı, ‘Umay’ da çok aktif bir ruhtur.

 Şamanlık büyük oğula, küçük oğula geçer diye bir şey yok. Şaman olacak daha doğar doğmaz mucizeler gösterek kendini belli eder.

 Şamanizm, sinirsel dönemin bir karşılığıdır. Bu dönemde insan doğa ile bir yarışa giriyor. Toplumun ilk sinirsel döneminde doğanın bir düzene sokulacağına ait bir his var. İşte şamanın görevi; bu kolektif inancı yerinde kullanmasını bilmektir.

 Şaman, toplumun neleri kabul ettiğini, nelere inandığını iyi bir gözlemci olmasıyla bilir. Mucize göstermiyor ama çevresi onu mucize yaratıyor olarak görüyor. Yani şaman gücünü mistik olandan değil, kendi zekasından alıyor.

 Şamanlık; çıraklık, ustalık şeklinde gelişir. Şaman; şaman olacak olanı eğitir, ruhlarla ilişki kurmasını sağlar.

 Altay Türklerinde şamanlar; ‘ak hamlar’ ve ‘kara hamlar’ olmak üzere ikiye ayrılır. Böylece totemler, tabular başlar. Uçucu hayvanların hepsi kutsal sayılır. Örneğin Hitit kartalı, Selçuklu kartalı gibi. Uçucu kuş daha çok özgürlüğü ifade eder. Sürüngenlerse daha çok kara hamlardandır.

 İslam da ise akham; melek, karaham; şeytan olarak görülmeye başlandı.

 Şaman hiçbir zaman fikir yaratmaz. Bu nedenle ahkamlarla, karahamlar arasında bir yarışma yoktur.

 “Artık onu karaham yoldan çıkarmıştır”, denir.

 Şamanın bütün görevi; toplumsal düzeni sağlamak. İleriye götürmek pek sözkonusu değil.

    

    İslamı kabul eden Türkler, Hz.Muhammed’in fikirlerini ve Pisagor’un Harran okulunun, ‘Harranist’ ekolüne sahip olarak çıkarlar.

 Yeni bir tarz, yeni bir ekol; kılıç + kalem, ilim ve savaş. Muhammediyen akım da böyle.

 İslamlık, tanrının varlığı ve sıfatlarını yani metafiziği mantıkla açıklamaya çalışır. Buna ‘kelam’ ilmi deniyor. Biz ilk felsefeye kelamda rastlıyoruz.

 Dokuzuncu yüzyılda İslam dini kozmopolit bir hal alır. Hem Yunan hem Hint hem de İran karışımı bir din halini alır. İyi olanı alan dört ekol karışımı bir din ve duraklama başlar. Günah ve ayıp icatları engeller. Her şey öbür dünya içindir. Bu dünya cefa dünyasıdır.

 Bunun yanında rasyonel Aristotelesçi, ‘meşşaiyumcu ekol’ ortaya çıkar. Ancak burada akılcılık biraz farklı. Aklın kaynağı; kuran ve hadistir. Bunun üzerine Aristoteles’in akılcı felsefesi oturtulur. Maksat bilimsel bir din kurmak. En tipik temsilcisi; İbn-i Sina’dır.

 Diğer bir ekol; ‘Tabiatçılık-Razilik; bunlarda İslam dinini yorumlayan bir ekol. Razi; felsefe ile dinin birleşmesidir. Razilikte, aklın yerine doğa vardır. Din ise bu tabiat içinde psikososyal bir düzen yaratmak içindir (daha rasyonel bir yaklaşımdır).

 Din; insanın ruhsal, duyusal durumunu dengeleyen bir araçtır. Razilikte duyular ön plana geçiyor, akıl en son.

 Diğer bir ekol; Dehriyyun; bunlar ruhun ölümlü olduğunu ve bedenden ayrılamayacağını savunurlar. Beden öldüğünde ruh da ölür. Sonsuzluk ruhtan değil, doğadan kaynaklanır. Sonsuz olan doğanın kendisidir. Bir anlamda tanrı, doğadır.

 12. yüzyılda bireysel ekolleşmeler başlar; ‘Bektaşilik’, ‘Mevlevilik’ gibi. Din hem psikososyal hem de psikopolitik olur.

 

 Kırgız ve Altay Türklerindeki şamanizmi 6. yüzyılda kurulan Göktürkler, Altay Türklerinden aynen aldılar.

 8. Yüzyılda Uygur Türklerinde ‘manizm’in hakim olduğunu görüyoruz.

 10. Yüzyıl bir dönüm noktası. İlk kez Hazar Türkleri Yahudiliği kabul ederler.

 Şamanizm, tapınaklı bir din haline gelir. İslamdaki camilerin ortaya çıkması da buna bağlıdır.

 Moğol beylikleri, Budizm ve Hristiyanlıkla kaynaşır. Budizm ve hristiyanlık yayılmaya başlar. Ancak ata Moğollarda Budizm yine etkisini korur.

 Nuh peygamberle ilgili yapıtlar da bu yüzyıldan kalmadır.

 Şaman inancına göre insan iki ögeden oluşur; ‘can’ ve ‘ceset’.

 Can; insanlara özgüdür. Ceset; bütün canlılara aittir. Et, kemik ve kan cesedin parçalarıdır.

 Can, 17. ve 18. yüzyıl Avrupasında hem düşünce hem ruh birliği olarak akıl anlamında ve sadece insana aittir.

 Şamanizm de bir başka inanç da; canın bedenden ayrı varolabileceğidir.

  

    TÜRKLER VE MÜSLÜMANLIK:

 

 10. yüzyılın sonuna doğru bütün Selçuklular Müslüman olurlar. Harran okulu ve Hz.Muhammed’in fikirleri uygulama açısından bakıldığında bütün bilimlerin temelini oluşturur. Bu düşünce diğer dinleri de etkisi altına alır.

 İslam, tek tanrılı bir dindir. Aranılan hikmetli olmaktır. Hikmet; bilgelik, doğruluk ve bu bilgeliği rasyonel bir şekilde kullanabilme bilimidir. Doğruyu, gerçeği araştırma yetisidir. Hikmetli olma, tanrıya ulaşmak içindir. Çünkü tanrı, hikmetli olanı över.

 İslam dini, ibadet edin demeden önce düşünün der. Körü körüne inanmayı istemez. Büyük Müslümanlar, en büyük güç; akıldır derler. Akılla insanın doğruyu bulabileceğini söylerler.

 İslamda bilen, bilmeyenden üstündür. Üstünlük sadece bilgidedir. İslamda adaletsizliği yaratan sadece bilgidir.

 İnsanlara hoşgörülü olmanın amacı, öbür dünyaya hazırlık içindir. İyilik bu nedenle yapılmalıdır. Böylelikle her yardımımızda hikmetli olma ve tanrı huzuruna çıkabilme esası konulmuştur.

 İslam dini, kilisenin tutuculuğuna karşı akıl ve güce verdiği önemle hızla yayılır. İslamın ilk çeyreğinde en ünlü iki düşünür; İbn-i Sina ve Gazzali’dir.

 

 İBN-İ SİNA:

 

 Yegane yöntemi; akılcılık ve akla dayalı deney ve gözlemciliktir. İlk İslam rasyonalistidir. Yaptığı iş; akıl ile dini uzlaştırmaktır.

 Varlık Görüşü: (varlık haline geliş bakımından 3 durumda bulunurlar)

 1-Zorunlu varlık (Tanrı)

 2-Mümkün varolanlar (bütün varolanlar)

 3-İmkansız olanlar (bütün güçlerimiz)

 

 Olmuş varlıkların durumu ise iki türlü; vacip(tanrı) ve mümkün.

 Vacip; zorunlu olan olmaması mümkün olmayan, tek vacip tanrıdır. Vacip kuramı, tanrıyı akılla ispatlama çabasıdır. İbn-iSina bu kuramı, hareket ve nedensellik ilkesi ile delillendirmeye çalışır.

 “Vacip öyle bir varlıktır ki, varolmak için kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Oysa diğer tüm varolanlar varolmak için bir başkasına ihtiyaç duyarlar. Bugün varolanlar yarın da varolacak değildir, olmayan da olmayacak değildir.  Kafamızda her şeyin yok olabileceğini düşünebiliriz ancak tanrıyı düşünemeyiz”.

     Vacibin (tanrı) İspatı:

 1-“Vacibi kavram olarak düşünmemiz onun varlığının en önemli kanıtıdır. Zira onun yok olduğunu düşünmek saçmadır”.

 Bu tanrı ispatını beş yüzyıl sonra aynen Descartes’ta da görüyoruz.

2-Vacibin tartışılmadan, varlık kanıtının bir diğeri de, nedenselliktir.

 “Her varolanın bir nedeni vardır. Nedenler silsilesi boyunca geriye doğru gittiğimizde sonunda nedensi varolan vacibe ulaşılır.

3-Bir başka delil de hareketliliktir.

 “Her hareketin bir hareket ettiricisi vardır. İlk hareket ettiricide durmak kaçınılmazdır o da tanrıdır.

 İbn-i Sina’nın diğer bir ilginç savı da:

 Tanrı yarattıklarının ayrıntılarını bilemez”. Ayrıntı tanrı işi değil, bilimin işidir. Bu ayrıntıların değişmesi, bilimin alanı ve niteliğini de değiştireceğinden sabit ve değişmez bir bilimden sözetmek imkansızdır. Tek değişmez olan vacibtir. Bu düşünce, deneysel bilim metodu ile gerçekleşir.

 

 İbn-i Sina aklı da ikiye ayırır:

1-Kuramsal akıl,

2-Pratik akıl.

 

 Kuramsal akıl; insanın organlarının sahibinin kendisinin olduğunu bilmesidir. Ve bu da özgürlüktür. Kendi organlarıma sahipsem, onlarla iradem dahilinde hareket edebilirim demektir. Bu ruhun kendisini bilmesidir. İbn-i Sina buna ‘bilincin ruhu’ der.

 Bedeni, ruh meydana getirir. Ruh bedende bulundukça onu dış etkilerden korur.

 Ruh, bireysel olarak insanda bulunur. Ancak insan toplumun üyesidir. Bu nedenle insanlar toplumsal hayatın devamı için yardımlaşmaya mecburdurlar. Ruh bedeni, bedense toplumu oluşturuyor. Ve toplumda yardımlaşmayı oluşturuyor. Toplumsal yaşamın devamı için bilgi gerekiyor.

 Bilgi, ruhun yaptığı kavramların bir ürünüdür. Ruh, kavramlar üreterek bilinenlerle, bilinmeyenlerin bilinmesini sağlar. İbn-i Sina, bir nevi önseziyi kasteder. Ruhun bilinç yanı olmazsa, insanın duyuları bir anlam ifade etmez. Bedenin yaşlanmasıyla, ruh yaşlanmaz. Kırkından sonra organlar zayıflasa da ruh, olgunluk çağına girer. Akıl yoluyla kavramaya daha çok hizmette bulunur.

 

 Ruhun yararları:

 

 1-Ruh aracılığı ile kavramlar kurulur, bilgi edinilir.

 2-Ruh aracılığı ile bilinenden bilinmeyen çıkarılır.

 3-Ruh aracılığı ile olaylar arasında bağıntı kurulur. Deneye dayalı bilgi edinilir.

 4-Ruh aracılığı ile inanca ulaşılır.

 

 İbn-i Sina’ya göre üç türlü ruh var; nebati, hayvani ve insani ruhtur.

 Bunları üçü de insanda mevcut ve insani ruh diğerlerinden üstündür. Çünkü insani ruh, düşünceyle iş görür. Nebati ve hayvani ruhda düşünme yoktur.

 İnsani ruhun iki yönü var; biri bedene diğeri üstün olana yöneliktir.

Bedene yönelik ruh; eyleme, yapmaya ilişkindir.

Üstün olana yönelik ruh ise; inanca, etik değerlere, değerlendirmeye ilişkindir.

Bu iki yönlü ruhun iki yönü var; yapıcı ve bilici.

 

 İbn-i Sina’nın ahlak felsefesine göre, insan tüm davranışlarından sorumludur. Çünkü davranış bir ayrıntıdır. Akla uyan kişi doğru yolu bulur. Doğru davranış, sonu mutlulukla biten davranıştır. Mutluluk ise, paylaşılan şeylerin tümüdür. Onun için toplum içinde yer alır.

 Sonuç olarak İbn-i Sina, akılcı bir düşünürdür. Akıl aracılığı ile dinle felsefeyi birleştirmeye çalışır. Ruhun, manevi bir cevher olduğunu kabul eder. Ahlak ve eğitim felsefesi üzerinde durur. Akılcı ve deneyci ise de inanç sorununa önem vermiştir.

 

 GAZZALİ:

 

 İslam felsefesine getirdiği en büyük yenilik; kuşku yöntemi ile inanca gitmesidir.

 Gerçeğin ölçüsü nedir? Diye soran Gazali, bu soruya şöyle cevap verir:

 “Gerçek, duyularla elde edilemez. Duyular aldatıcıdır. Duyularımıza, algılarımıza güvenemeyiz” der.

 İkincisi, zorunlu bilgi, akli bilgidir; “bir nesne aynı zamanda hem var hem de yok olamaz”.

 “Her varolanın bir nedeni var. Evren de bir varolandır. O halde onun da bir nedeni vardır. O da yüce tanrıdır”.

 

 Gazzali’ye göre iki türlü bilgi vardır:

 1-Duyularla elde edilen aldatıcı bilgiler

 2Akılla elde edilen; zorunlu, kesin bilgiler.

 Ona göre karineler/deliller, ispatlar sezgilerle elde edilir. Bu sezgi bizi tanrıya götürür.

 

 Gazzali’ye göre üç tür inanç vardır:

 1-Taklitçilerin imanı.

 2-Okumuşların imanı

 3-Bilgelerin, tasavvufçuların imanı (en üst ian).

 

 Gazzali’nin kuşkudan imana ulaşması 10. ve 11. yüzyıllar için oldukça ileri bir yöntemdir. Akli bilginin varlığından tanrının varlığını çıkarmıştır. Bu şüphelerden içi rahat ettiği zaman, tasavvufa dönmüş, akıl ile din birliğini tamamlamıştır.

 

  İslam kültüründe felsefi anlamda okul olarak nitelendirilen iki ekol var; Mevlevilik ve Bektaşilik.

 Her ikisi de 13. yüzyılda ortaya çıkıp, asıl felsefi kurucularından sonra örgütleşmeler, ekolleşmeler başlamıştır.

 

 MEVLANA (1207-1273) – MEVLEVİLİK:

 

 Bize göre Mevlevilik, felsefi bir okul değil, dini-tasavvufi bir tarikattır.

 Mevlana’ın Bektaşi’den önemli bir farkı altı eserini de Farsça yazmış olmasıdır.

 Divanı, tasavvufi-dini şiirlerden oluşur. Altı ciltlik ‘Mesnevi’si ise hikayelerden ibarettir.

 Eserlerinin hepsinin ortak temaları; sevgi, tanrı aşkı, birlik ve beraberliktir.

 Onun siyasi düşüncelerini Antik-Yunan düşünceleri oluşturur.

 Onun tipik özelliği, doğu ile batıyı birleştirici yaklaşımıdır. Akılcı olmakla birlikte akılcılara çatar. Ona göre akıl gerekli ama yeterli değildir. Akıl; iman ve tanrı aşkı tecil ettirirse yeterlidir.

 Mevlana’ya göre varlıkta birlik esastır. Birlik burada teknik anlamdadır. Bir anlamda tanrının insanla birleşmesidir (vahdet-i vücut teorisi).

 Tek gerçek tanrıdır. Ruh, tanrının bir uzantısıdır. Beden öldüğü zaman ruh, gerçek sahibine ulaşır. Kul, tanrıdan gelmiştir tekrar ona dönecektir.

 Ruh, tanrı aşkıyla eridikçe, tanrıya daha fazla yaklaşır. Ona göre muteber olan bu dünya değil, öbür dünyadır.

 İnsanın tanrıya ulaşması; tanrı, birlik ve evren üçlüsünün bir araya gelmesidir ki, bu da gönül temizliği ile olur.

 Mevlana’nın insan felsefesine ait düşüncelerini onun divanında, mesnevisinde ve ‘meclis-i saba’hında buluyoruz.

 Ona göre insan iki temel benlik taşır; ‘özel ben’ ve ‘aşk ben’i.

 Aşk beni özel beni yaratır. Aşk beni kendini tanrıya adamaktır. Üst bendir.

 Dünyevi ilişkileri kuran özel bendir. Aşk beninin ortak olmasına karşılık, özel ben bireyseldir.

 Ancak insan aşk beni sayesinde gerçeği görür. Gerçeği görmek demek bir anlamda ‘kültür yumağı’ oluşturmaktır. Bilinçli, kültürlü insan tanrıya ulaşan insandır.

 

 Akıl ve bilgi kuramı:

 Akılcı filozoflara çatmakla birlikte aklı esas alır. Ona göre akıl, inançla birleşirse oruçtan ve namazdan bile üstündür.

 “Akıl, hakkın yeryüzündeki pusulasıdır”. Adalet, terazisidir. Bu nedenle akıl, doğruyu yaymada tek vasıtadır. Akıl hem aydınlatır hem de iş yapma potansiyelini artırır.

 Mevlana aklı ikiye ayırır; cüzi akıl ve külli akıl.

 Dünya işleri için cüzi akıl, ahret için de külli akıl gereklidir. Külli akıl, tanrının bir kudretidir. Külli akla tanrıyı sevmekle erişilir.

 Mevlana akılcı filozoflara cüzi akılcılar der. Eğer akıl ancak küllilik derecesine ulaşırsa yeterlidir.

 Mevlana’da son derece çağdaş bir özgürlük anlayışı vardır. Her şey tanrının isteği ve dileği ile olur. İnsanı özgür yapan tanrıdır. Öyleyse insan, tanrıyla bağ da dahil her şeyde özgürdür. Özgürlüğün tek ket vurucusu insandır. İnsanın özgürlüğünü iyi ya da kötü yönde kullanması tamamen kendi elindedir. Bu nedenle insan bütün davranışlarından sorumludur.

 Ölüm Mevlana’da asıl yerini bulmaktır. Bedenin mezardan çıkması ve kendi dünyasına ulaşması demektir. Çünkü beden için mezar, dünyadır. Dünya ruh için bir hapisanedir. Ölüm, eğer layıksa tanrı katına kadar çıkmaktır.

 Külli akıl yoluyla insan, tanrının bir temsilcisidir.

 Ahlak felsefesi ise niyete bağlıdır. İyi niyet aklı yönlendirir ve bu sayede akıllı olunur. Eğer cüzi akıl, külli aklı yönlendirirse tanrıya ulaşamazsın.

 Ahlaksızlık, mal düşkünlüğü, öfke, şehvet…insanın doğruyu görmesini engelleyen şeylerdir. Bunlar nefsi köle kılar. Bunlar şeytani şeyler olup, insanı rahmani olandan uzaklaştırırlar.

 Özetle Mevlana, tasavvufi yolla insanı ortaya koymuş, dine özgürlük getirmiştir. Daha liberal bir din anlayışı, onun getirdiği en büyük yeniliktir.

 

 HACI BEKTAŞİ VELİ (1210-1273) – BEKTAŞİLİK:

 

 Doğu kültürüne bağlı bir tarikattır. Mevlana’ya oranla en önemli özelliği halka daha yakın olmasıdır. Bektaşi bütün eserlerini Türkçe vermiştir.

 Başlıca eserleri; Makalat, Vilayetname, Şakiye.

 Kendinden iki yüzyıl sonra 15. yüzyılda Balım Sultan zamanında ekolleşerek günümüze kadar gelmiştir.

 Bektaşinin en büyük mücadelesi; Kapadokya kilisesinin hristiyanlığına karşı Müslümanlığı savunmasıdır. Dağılmakta olan Türklüğü birleştirmiştir.

 Bektaşi’ye göre Türklük, müslümanlıktan daha önemlidir. 1248’te Moğolların Anadoluyu fethetmesi üzerine “eline, diline, beline sahip çık” demiştir. Bununla kastettiği, eline; yurduna, beline; soyuna sopuna, diline; Türkçene sahip çık demektir. 

 Bektaşilik, islama özgürlük anlayışında yenilik getirmek için ortaya çıkmıştır. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” felsefesi vardır. Ona göre insanın tanrıyı bulması, önce kendisini bulması, bilmesi ile olur.

 Bektaşiliğe göre din; ekonomik, sosyal ve siyasi bağımsızlığımız için bir amaç değil, bir araçtır.

 Bektaşilikte akıl-öz birdir. Ezeli ve ebedi olan tanrıdır. Akıl ve özün bir olması İslam için büyük bir tepkidir.

 İnsan, öznesi nesnesinden önce olan varlıktır. Maddi ve manevi olan iç içedir ancak manevi olan maddi olana üstündür.

 İlk aracı, akıl yaratır ama ondan sonra araç, aklın gelişmesine yardımcı olur.

SAMUEL P.HUNTİNGTON

Cuma, Haziran 26th, 2009

 MEDENİYETLER ÇATIŞMASI

– En büyük tehlike, medeniyetlerden gelen devletler veya devlet grupları arasındaki çatışmalardır.

– İnsanlık tarihindeki temel medeniyetler, büyük ölçüde dünyanın büyük dinleriyle tanımlanmıştır.

– Batı medeniyeti dünyayı; düşüncelerinin, değerlerinin veya dinin (diğer medeniyetlerden çok az kişi hristiyanlığa girmiştir) üstünlüğüyle değil daha çok, örgütlenmiş gücü ve zoru kullanmasındaki üstünlüğü sayesinde fethetmiştir. Batılılar çok kez bu gerçeği unuturken, Batılı olmayanlar ise hiçbir zaman bunu unutmazlar.

– Pop kültürünün ve tüketim mallarının bütün dünyaya yayılmasının Batı medeniyetinin bir başarısı olarak gösterilmesi, Batı kültürünü önemsizleştirmektedir. Batı medeniyetinin özü ‘Magna Carta’dır (1215).

– Atatürk, ülkenin islami geçmişini reddederek Türkiye’yi  ‘parçalanmış bir ülke’ haline getirmiştir. Bir yanda dini, gelenek, görenek ve kurumları islama dayanan, ama diğer yanda da ülkeyi batılılaştırmak, modernleştirmek ve Batıyla bir yapmak isteyen yönetici elitlere sahip bir ülke.

– Batının iktidarının yükselişi dört yüzyıl sürmüştür, düşüşü de bu denli uzun olabilir. Batının uluslararası toplumdaki üstünlüğünün 1900 yılında doruğa çıktığı söylenebilir.

– Avrupa sömürgeciliği artık sona ermiştir ve Amerikan üstünlüğü de gerilemektedir. Bunu Batı kültürünün erozyona uğraması ve beraberinde yerel nitelikte ve köklerini tarihten alan töreler, diller, inançlar ve kurumların kendini göstermeye başlaması izlemektedir.

– Siyasal görüşleri bakımından ‘İslami yeniden doğuş’, kutsal kitapları, mükemmel toplum vizyonu, temel değişim isteği, varolan güçlerin inkarı ve ılımlı reformcu çizgiden şiddete dayanan devrimci çizgiye kadar değişiklik gösteren ideolojik farklılığıyla birlikte, belli ölçüde Marksizme benzemektedir.

– M.Kemal, bir dizi dikkatlice hesaplanmış devrim yoluyla halkını, Osmanlı ve müslüman geçmişinden uzaklaştırma girişiminde bulundu. Çok uluslu bir imparatorluk fikrini reddeden Kemal, homojen bir devlet meydana getirmeyi amaçlamış, bu süreçte Ermeniler ve Yunanlılar ülkeden zorla kovulmuş ve öldürülmüştü.

– Kemal, Büyük Petro’ya öykünerek dinsel gelenekselciliğin bir simgesi olduğu gerekçesiyle fesi yasakladı. Halkı şapka giymeye teşvik etti. Türkçenin Arap harfleriyle değil, Latin harfleriyle yazılmasını kararlaştırdı. Bu reform, latin harfleriyle okuma yazma öğrenen yeni kuşakların engin bir geleneksel literatüre erişmesini imkansızlaştırdı…Batılaşma hem modernleşmeyle el ele yürüdü hem de modernleşmenin vasıtası oldu.

– Kemalist tepki başarısız oldu. Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, bunu Batılı tarzda değil, kendi tarzlarında yapmalıdırlar.

– Osmanlının yıkılışı, islamı çekirdek bir devletten yoksun bıraktı.

– Türkiye, kendisini “laik bir devlet olarak” tanımladığı sürece, islamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.

– Türkiye kendisini yeniden tanımladığı taktirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batının temel islami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir.

– Türkiye, laikliği kaldırıp kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak İslam medeniyetinin lideri haline gelebilir…Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri gerektirir.

– Komünizmin çöküşüyle,  Batının “demokratik liberalizm” ideolojisi küresel bir zafer kazandı…Batı ve özellikle de bir “misyoner ulus” olagelen ABD, Batılı olmayan halkların kendilerini, Batının değerleri olarak kabul edilen demokrasi, serbest piyasa, sınırlı hükümet, insan hakları, bireycilik, ve hukuk devleti değerlerine teslim etmeleri gerektiğine ve kendi kurumlarında bu değerleri gerçekleştirmeleri gerektiğine inanır.

– Batı için ‘evrenselcilik’ anlamına gelen, diğer medeniyetler için ’emperyalizm’ anlamına gelir.

– Batı, batılı olmayan toplumların ekonomilerini, kendisinin hakimi olduğu küresel bir ekonomiyle bütünleştirmeye çalışıyor.

– ABD; aralarında beşi Müslüman yedi devleti terörist devletler olarak sınıflandırmıştır. Müslüman ülkeler; İran, Irak, Suriye, Libya ve Sudan, diğerleri de Küba ve Kuzey Kore’dir…1980-1995 yılları arasında ABD, ortadoğuda hepsi de müslümanlara yönelik onyedi askeri operasyona girişmiştir.

– Soğuk savaşın görece basit iki kutupluluğunun yerini çok kutuplu, çok medeniyetli bir dünyanın çok daha karmaşık ilişkileri alıyor.

– İslamın sınırları dahilinde nereye bakacak olsanız, müslümanların komşularıyla barış içinde yaşamada sorunlar yaşadığını görürsünüz.

– Müslümanlar, dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturuyor ama 1990’larda diğer herhangi bir medeniyetin halkından çok daha fazla grup arası şiddete bulaştılar…İslamın sınırları kanlıdır, dolayısıyla iç kısımları da öyle.

James Payne şu sonuca ulaşır; “islam ile militarizm arasında çok kesin bir biçimde bir bağlantı mevcuttur”.

– Müslümanların dövüşkenliği ve şiddet düşkünlüğü, ne müslümanların ne de müslüman olmayanların yadsıyabileceği yirminci yüzyıl olgularıdır.

– İslamın en baştan itibaren kılıç dini olup, askeri erdemleri yücelttiği savı ileri sürülmektedir. İslam “savaşçı Bedevi göçebe kabileleri” arasında doğdu ve bu şiddete dayalı köken islamın kuruluşuna damgasını vurdu. Muhammed’in kendisi çetin bir savaşçı ve becerikli bir komutan olarak anılır. Bu ne İsa için ne de Buda için söylenebilir. İslamın öğretileri, öne sürüldüğü üzere, inançsızlara karşı savaşmayı buyurur…

– Kuran ve müslüman inançların diğer açıklamaları şiddete ilişkin çok az yasaklama içerir ve şiddete başvurmama kavramı, müslüman öğretisi ve pratiğinde eksiktir.

– İslam dünyada istikrarsızlığın kaynağıdır çünkü, baskın bir merkezden yoksundur.

Batı medeniyeti evrensel olduğu için değil, benzersiz olduğu için değerlidir.

 

İSLAM FELSEFESİ

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

İSLAM FELSEFESİ

 

 

 FARABİ (870- 950):

 

Aristoteles çizgisinde felsefeyle ilgilenmiş, ayrıca Platon ve Platinos’tan da etkilenmiştir.

 

Varlık Görüşü:

Zorunlu varlık

        

     İlk akıl:

                                                               

1-Zorunsuz (akıl):                                  

Kendi özü bakımından kendini                 

mümkün olarak bilmesi                        

(Olmasa da olur)                                    

        

Kendini zorunsuz olarak

Bilen 2. Akıl

        

Yüksek felek (galaksiler, 7 gökler)

        

Soyut akıllar

 

 

2- Zorunlu (akıl):

   Tanrıyı zorunlu olarak bilmesi ve tanrının

   bir parçası olduğunun bilgisi (olmaması imkansız)

 

Herşey, zorunlu varlıktan sudur etmesiyle çıkmıştır. Bizler mümkün varlıklarız, olmasak da olur. Dünya olmasa da olur, olup olmaması bir şey değiştirmiyor. Çünkü; zorunlu varlıktan ayrılmış artık. Zorunsuz akıldan aşağı inildikçe, varlıklar daha rastlantısal olarak varoluyorlar.

                                     

RUH

  

AKIL   (Aristoteles’de tanrı, faal akıldır)

                                                                                              

a) Güç, imkan halinde akıl:                                     

Soyutlamalar yapmasının imkan halindeolması                 

 

b)Fiil halinde akıl:

Güç halinde olanın ortaya çıkması, etkin olması

Saf imkanın kullanılabilir hale getirilmesi.

                                        

c) Kazanılmış akıl:                    

akleden temaşa edebilen           

akıl. Düşünülebilir şeyleri         

düşünen akıl. 

 

d) Faal akıl:

İnsanla tanrı arasında köprü kurabilen akıl.                          

 

 

İBN-İ SİNA (980- 1037):

 

    İnsan Ruhu (Akıl):

                                                             

1- Yapan (pratik akıl)

 İrade:

 – İyi huylar

 – Serbestlik

 – kötü huylar

              

 2- Bilen (teorik akıl)

 

  -Mutlak güç:

  Hiçbir şeyin fiil haline çıkmadığı durum

  Örneğin; çocuğun yazı yazma gücü var,

  fakat daha açığa çıkmamıştır.

                                                           

 -Mümkün güç:

  Güç halinde olanın bir aletle fiil haline                        

  geçebilmesinin  mümkün olması.

  Örneğin;  yazıyı kalemle yazabilme.

  

-Yeti kazanma:

  Mümkün gücün fiil haline geçmesi.

  Birşeyin aletle fiile geçebilmesidir.

                                                            

-Mutlak fiil (kazanılmış akıl)

 Saf aklın mutlak fiil haline geçmesi.

 İnsandaki akıl bu düzeyde

 – Kutsal akıl (sezgi):

  Faal aklı görebilen akıldır.

  Bazı kişilerde bulunur.

                         

 Varlık

    

 İlk akıl

     

 Etkin akıl:

– Cisimlerin maddesi

– Cisimlerin formu

– İnsanların ruhu

                                                 

  VARLIK: 

                                                                                               

1-Zorunsuz Varlık     2- Zorunlu Varlık (Tanrı)         

Zaman – mekan      Varoluşunu kendinden alan.          

 içinde varolan ve   Özgürlükle, zorunluluk birleşir. 

yokolanlar.

 

3-Zorunsuz zorunlular :

Tümeller ve yasalar

Tümeller 3 şekilde:

  

Tümeller:                                                        

 1-Tanrının düşündüğü idelerdir. Örneğin tanrı, insan idesini düşünüyor ve ona göre yaratıyor.

2-Tümeller, tek tek şeylerin içinde o şeylerin aslı esası olarak vardır. Her tek nasıl kendi teklik özelliklerine sahipse, bir yandan da içine girdiği cismin özelliğini taşır. Örneğin; O hem insan hem de Ahmet’tir.

3-Soyut kavramlar olarak vardır. Bizim oluşturduğumuz kavramlar.

 

 GAZZALİ (1058 – 1111):

 

Gazzali’ye göre, Platon, Aristoteles ve bunların peşinden giden Farabi ve İbn-i Sina yanılmıştır.

 

 FİLOZOFLARIN TUTARSIZLIĞI’ ADLI ESERİNDEN:

 

1-Filozoflar, evrenin yoktan varolduğunu inkar etmişlerdir.

2-Allah’ın yalnız tümelleri bildiğini, tikelleri bilmediğini ileri sürmüşlerdir.

3-Ruhun, ölümden sonra tekrar bedenle birleşeceğini inkar etmişler, ölümden sonra dirilme yok demişlerdir.

 Gazzali’ye göre bunlar, akılla inancı birbirine karıştırmışlardır. Bunları birbiriyle uzlaştırmaya çalışmışlardır. Oysa uzlaşmaz, birine ‘evet’ diyorsan diğerini feda edeceksin.

  Filozoflar, “madde ezelidir” diyorlar ve bunu inançla uzlaştırmaya çalışıyorlar. Olmayacak şeye kalkışıyorlar.

  Allah’ın tikelleri bilmediğini söylemek, Allah’ın ilmini inkar etmektir ki; bu da Allah’ı inkara varır.

  Gök kürelerin, ruhun, bazı şeyleri bildiğini söylüyorlar. Tanrısal yetkinin bu aleme verilmiş olması da doğru değildir. Tanrısal bir şey mesela, güneşe nasıl veriliyor. Tanrısal bir etki olmadan, bir etkinin güneş sisteminde kendiliğinden olduğunu söylemek, tanrı niteliğini güneş sistemine vermektir.

 Ruhların, bir ruh olarak bedensiz birleşmelerinde de çelişki var. Çünkü; ruhların bireyleşmesi, bedenlerle birleşmesiyle olur. Öldükten sonra ruh, bedeniyle dirilecektir.

 Sebeblilik ilişkisi doğruysa, Allah yoktur, lüzumsuzdur. Allah’ın iradesi doğruysa, sebeblilik ilişkisi lüzumsuzdur. Sebeb – sonuç ilişkisinin doğada olduğunu söylersek yine Allah’ın iradesinden sözetmek lüzumsuzdur. Bunlara göre, her sebebin bir sonucu vardır. Gazzali’ye göreyse, sebebsiz sonuç olur. “Güneş yarın doğmayabilir”, “kafası kesik halde düşünebilir”.

 Sürekli olan şeyin zorunlu olduğunu nasıl düşünebiliyorum ve bir çelişki de duymuyorum. Akıl, mantık ve matematikde geçerlidir. Metafizik konularda bilmek değil, inanmak sözkonusudur.

  İnsanın kendi varlığı, tanrının varlığına kanıttır. İnsan biran düşünse, kendi varlığını anlar. Kendi varlığını anlayan insan varsa, onu yaratan tanrı da vardır. Allah’a inanan için sayısız hayatı kazanma ihtimali vardır, inanmayanlar içinse yoktur.