Posts Tagged ‘Magna Carta’

SOSYOLOJİ TARİHİ-2

Pazar, Ekim 4th, 2009

 

  ‘Doğal Hukuk’ ve Ortaçağda Hayat:

 

 Bir yandan devlet ve din kendini güçlendirirken diğer yandan feodalizm de gücüne güç katmaktadır.

 Kölelik sistemiyle büyük aileler güçlenirken, 10.yy’da serf sistemiyle derebeyler güçlerini insanlar üzerinde hissettirmektedirler.

 İnsanlar arasındaki, emredenler ve emir alanlar durumu ilk zamanlarda kölelik kurumunu sürdürürken orta çağda ‘serf-senyör’ ilişkilerinde bu egemenlik bir kat daha kuvvet kazanmıştır. Özellikle 10. yy’da hakimiyet gaddarca ve zalimceydi. Bu asırda bir taraftan Roman – Germen imparatorluğu diğer taraftan papa kendi hakimiyetlerini sürdürmektedir.

 Aile meseleleri, ekonomik ilişkiler, siyasi problemler hemen hemen bütün sosyal durumlar devletin içinde çözüme kavuşturuluyordu.

 Esasen 1215 yılında zamanın “insan hakları beyannamesi” diyebileceğimiz ‘Magna Carta’ imzalanmıştır.

 Ancak 15, 16 ve 17. yüzyıllarda Rönesans ve reformun getirdiği yenilikler o çağın sosyal düşüncesini tamamen çökertmiştir. Rönesans, Roma-Germen imparatorluğunun temellerini sarsmış, reform da kilisenin egemenliğini bir hayli zayıflatmıştır.

 Rönesans, reform ve hümanizm hareketleri insanların düşüncelerini değiştirmeye başlamıştır. Böylece yeni bir sosyal düşünce sistemi oluşmaya başlar. Sonuçta Avrupa’daki büyük imparatorluklar parçalanıp, birbirine eşit küçük prenslikler haline gelir.

 Katolikler ile Protestanlar arasındaki 30 yıl savaşları Avrupa’yı acı ve felaketlere sürükler. Bu buhran döneminde düşünürler, bütün çatışmaları ortadan kaldıracak, bütün insanların üzerinde anlaşabilecekleri temel bir düşünce aramaya yöneldiler. Bu sorun tabii/doğal hukuk nazariyesinde cevabını buluyordu. Böylece sosyal düşüncenin gelişimi yeni bir çağa girmiştir. Bu dönem aynı zamanda hazırlık dönemini oluşturmaktadır.

 Tabii hukukda insanları yöneten bir takım hukuk kuralları, ahlak kaideleri, ekonomik kaideler, örfler, gelenekler vardır. Bütün bunlar insanlar arası ilişkileri düzenlemeye yöneliktir. Fakat ister yazılı olsun isterse yazısız tüm kaideler zamandan zamana, toplumdan topluma değişmektedir. Acaba bu değişen kuralların altında, değişmeyen kurallar bulmak mümkün müdür?

 Öyle kaideler, prensipler bulunmalıdır ki, bütün bu değişen, çeşitlilik arzeden kurallar için bir ölçüm görevi görsün.

 İşte bu ölçüm görevini görecek olan kurallara, değişmez prensiplere ‘tabii hukuk’ denmiştir.

 Hugo Grotius (1583-1642), T. Hobbes (1588-1679), J.J. Rousseau (1712-1778), Jean Bodin (1532-1596), Samuel Pafendorff (1632-1694), J.Locke (1632-1704).

Bunlar ‘tabii / doğal hukuk’ kavramı üzerine düşünen ilk isimlerdir. Bu düşünürlerin görüşlerinden sonra sosyoloji, yeni bir hazırlık dönemine girmiştir.

 Bütün bu düşünürler zamandan zamana değişen, toplumdan topluma değişiklik gösteren ve insanlar arası ililşkileri düzenleyen, yazılı yazısız kuralların bir başka değişle pozitif konuların temelinde değişmeyen, herkesin üzerinde anlaşabileceği bir temel prensip aramışlardır. Yani doğal hukukun ne olduğu sorusuna cevap aramışlardır.

 Söylenenleri özetleyecek olursak, doğal hukuk:

 a) İnsanın iç aleminden mevcuttur, b) daimidir, c) değişmezdir, d) her insanda aynıdır, e) kökü insanın oluşumundadır, f) akıl aracılığı ile bilinçli hale getirilebilir.

 Demek ki, doğal hukuku her insan iç dünyasında ve kendi aklı ile bulabilir. O zaman değişmez ölçüler bulunmuş olacaktır.

 Örneğin hakkaniyet duygusu, insanın kendi tabiatında yatmaktadır Bu tabii hukukun özüdür. ‘Ahlaki duygu’ da insanın iç aleminde yatmaktadır. Bu da ‘tabii ahlakı’ temsil edebilir.

 17. ve 18. yüzyıllarda tabii hukuk düşüncesi, Avrupa’da en parlak dönemini yaşamıştır. Tabii hukuk ve ahlakın her zaman geçerli olacağı kabul edilmiştir.

 İnsanlar eşit doğmuşlardır. Bu insanın tabiatında bulunan hak ve hukuk anlayışıdır. Buna göre insanlar arasında tatbik edilen, çeşitli idari, sosyal ve siyasi düzenler de tabii hukuk prensiplerine göre düzenlenmelidir.

 17. ve 18. yy’da bu sorun gündeme gelmiştir. Devlete nasıl bir şekil verelim ki, insanı insan yapan vasıf, bozulmasın, zedelenmesin. İnsanı insan yapan bu vasıf tabii hukuktur. İnsanın iç aleminde bulunan hukuk ve hukuğun da kaynağıdır.

 İnsanı insan yapan bu vasıf bulunduktan sonra artık devlete ve insanlar arası ilişkilere bir şekil vermek mümkün olacaktır. Bu arayışta ‘toplumsal sözleşme’ görüşünü ortaya çıkarmıştır. Bu konuda Rousseau’nun, ‘Toplum Sözleşmesi’ adlı eseri en ünlülerindendir.

 Rousseau’nun toplum sözleşmesinin esası, insanların doğuştan hür yaratılmış olduğu ve bu tabiatları sayesinde içinde bulunmuş oldukları düzene şekil verebilirler, tarzında açıklanabilir. Ona göre siyasi düzen, insanların anlaşmasının bir eseridir. O halde yine anlaşarak bunu değiştirebilirler yani yeni baştan şekil verebilirler. Ona göre insanı insan yapan, birlikte yaşama duygusudur. Çünkü insan, tabiatı itibariyle iyidir, sosyalleşme duygusuna sahiptir.

 Hobbes, bu konuda Rosseau’dan daha farklı düşünmektedir. Ona göre insan tabiatı icabı hiç de sosyal değildir. İnsan yapısı itibariyle birlikte yaşamaya da hiç uygun değildir. İnsan yaratılışından kötüdür.

 Ona göre “homo, homini lupus” yani “insan, insanın kurdudur”. İnsan daima menfaati peşinde koşan bir varlıktır. Bu nedenle insanlar arasında, her zaman savaş durumu mevcuttur. İnsanı bu tehlikeli savaşçı tabiatından uzaklaştırmak için ona sınırsız özgürlük vermemek gerekir. İnsanı insan yapan vasfı kötü olduğuna göre, onun elinden sınırsız özgürlükleri alarak, kayıtsız şartsız bu özgürlüklerden fedakarlık edeceği bir idari sistemi geliştirmek lazımdır.

 Locke’da, mülkiyet idaresini tavsiye etmiştir. Ona göre devlet ve onun başındaki hükümdar, sınırsız güce sahip olmalıdır. Bireylerin isyanına karşılık, despotik bir idare olmalıdır.

 Sosyal düşüncenin gelişmesiyle bizi ilgilendiren yön, artık devlet düzeni için tabii hukuk görüşüyle birlikte insanın kendisi ölçü olarak alınmaya başlamıştır. Ölçü bir yerde gökyüzünden yere inmiş ve sonra insanın kendisine kadar gelmiştir.

 Özet olarak, ilk zamanlar devlette model; ideler aleminden alınmış, sonra bu model ilahi içerikle doldurulmuş daha sonra da gerçek hayatta aranmış ve insanın tabiatı yani kendisi ölçü olarak alınmıştır.

 Bu kadar uzun bir süre içerisinde üzerinde anlaşılacak bir ölçünün bulunamamış olmasının nedeni; ‘insan’ kavramı felsefi bir kavram olduğundan, bütün bu düşünürler toplum felsefesi yapmışlardır. Olanı olduğu gibi değil de olması gerekeni hep konu edinmişlerdir. Bu yüzden bütün bu çalışmaları sosyolojinin hazırlık safhası olarak görüyoruz.

 

 SOSYOLOJİNİN DOĞUŞU:

 

 Sosyolojinin doğuşu; bir yandan endüstri hareketlerine ve endüstrinin yarattığı sosyal, ekonomik ve siyasi olaylara diğer yandan, sosyal ve felsefi fikirlerin birikimi sonucu meydana gelen sosyal düşünce ve oluşumuna bağlıdır.

  Felsefi düşünüşteki oluşum sonucunda, ihtisas dallarına ait birikimler felsefeden ayrılmışlardır. Felsefeden ayrılan bilimlerin hepsinin binlerce senelik tarihi vardır. Sosyoloji, felsefeden çıkan en son bilimler arasındadır.

 Sosyolojinin felsefeden nasıl ayrıldığını ve diğer bilimler arasındaki yerini incelemek için, endüstri ihtilali üzerinde de durmak gerekir.

 14. yy İngiltere’sinde hayvancılığın yanı sıra yüncülük faaliyeti de bir hayli ilerlemişti. 15. yy’da ise yünler ihraç edilmeye başlanmıştır. Böylece yüncülük büyük bir endüstri haline gelmiştir. Ailenin çoğu çiftçilikle beraber yüncülük de yapmaktadır. Ancak onun ticareti ile uğraşan hiçbir aile yoktur. Mahsül az olduğu ve çiftçiler zor durumda kaldıklarında borç para almak durumunda kalıyorlar. Buna karşılık da yünlerini, dokumalarını daha ucuza tüccara satmak zorunda kalıyorlardı.

 Yün ve dokumaların fazla olduğu dönemlerde, köylüler mallarını kendileri satmıyor, toptan olarak tüccarlara veriyorlardı. Böylece, aracıların ortaya çıkmasıyla, kapitalist / sermayedar bir sınıf doğmuştur.

 Zaman zaman toptancı büyük tüccarların, üreticilerin elindeki yün ve dokumaların tamamını alabilmek için çok büyük sermayeye ihtiyaç oldu. Bu durum, sermayenin ‘üretim sermayesi’ haline gelmesini sağlamıştır. Britanya adasının güney batısında başka bir gelişme olmuş; kumaş tüccarları, tüccarlığı bırakıp, yün üreticiliğine başlamıştır.

 

 DOKUMA ENDÜSTRİSİNE MAKİNENİN GİRİŞİ:

 

 Makinenin endüstri hayatında kullanılması, her ne kadar tam anlamıyla endüstri ihtilali değilse de endüstrideki gelişmeyi hazırlayan en önemli faktördür.

 Makineyi, dışarıdan aldığı bir hareket ettirici kuvvetle, teknik bir işlemi başarıya ulaştıran bir alet olarak tanımlayabiliriz.

 Bu tanımın özelliği, ilkçağdan beri her aletin, makine kavramı içerisine alınmamış olmasıdır. Aynı zamanda, makine endüstrisinin kendisi de insan ve toplum bakımından, dünya görüşü, davranış ve yaşayış tarzları bakımından farklılıklar doğurmuştur. Makinenin endüstri hayatına girişi, ilk defa tekstil endüstrisinde olmuş ve ipek dokumacılığına büyük etki yapmıştır.

 1769 yılında James Watt tarafından icat edilen; ‘buhar makinesi’, İngiltere’nin dokuma işine yepyeni bir boyut kazandırmıştır. 1780 yılında Richard Arkright tarafından icat edilen; ‘pamuk eğirme makinesi’ bugün bile kullanılmaktadır. Böylece giderek dokumanın tamamını makineler yapmaya başlamıştır.

 Buhar makinesiyle birlikte ulaşım, nakliye faaliyetleri büyük önem kazanmıştır.  Lokomotifin icadıyla da ticaret işi, çok büyük hamle yapmıştır.

 Düzgün imal edilen kumaşlar Avrupa’ya ihraç ediliyor ve orada büyük değer kazanıyordu.

 İcatlar ve fabrikalar sosyal hayatı değiştirmeye başlamıştır. Fabrikalar etrafında meydana gelen büyük kalabalıklar, büyük endüstri merkezlerini meydana getirmiştir. Giderek endüstri merkezleri de sanayi merkezlerine dönüşmüştür.

 

 MAKİNENİN SOSYAL HAYATA ETKİSİ:

 

 1773 de Mancesther’in nüfusu 30.000 civarında iken 1920 yılında bir milyona yükselmiştir. Liverpool’da başlayan ticaret, civarda fabrikaların kurulmasına yardım etmiş ve daha sonra o bölgeyi tam anlamıyla bir endüstri merkezi haline getirmiştir.

 İcatlar birbirini izlemiş ve ‘büyük endüstri devrimi’ olmuştur. Nerede endüstri faaliyeti başlamışsa, orada ‘şehirleşme’ hareketi görülmüştür. Bu kaçınılmaz gerçek, sosyolojik bir kuraldır.

 Endüstri merkezleri, köylüleri ve çiftçileri kendisine çekmiş, küçük küçük aileler halinde sanayi merkezlerine doğru bir iç göç başlamıştır. Böylece ailenin yapısı da değişmiş, eskinin ‘büyük aile’si yerini, endüstri toplumlarının ‘küçük aile’ tipine bırakmıştır.

 Yüzyüze ilişkiler, kader birliği, ve insanlar arasındaki ‘biz’ duygusu zayıflamış ‘ben’ duygusu insanlara hakim olmuştur. Rekabet, bireycilik artmıştır. Büyük sosyal gruplar meydana gelmiş, büyük şehirlerde büyük pazarlar, iş merkezleri ve çok uzak yerlerle haberleşmeler, telefon, telgraf, telsiz ve nihayet basın hayatının büyük insan toplulukları üzerindeki dinamik etkileri, dünyanın çehresini değiştirmiştir. İnsanların günlük hayatları ve davranışları da değişmeye başlamıştır. İnsanlar, üzerlerinden cemaat desteğinin kalkmasıyla, yalnız kalmaya ve işlerini tek başına yapmaya başladılar. Bununla beraber huzursuzluklar da giderek artmaya başlamıştır.

 

  Endüstri Devriminin Sonuçları:

 

1- Teknik imkanlar fabrika sistemini doğurmuştur.

2- İlmi buluşlar teknik icatlara yol açmıştır.

3- Endüstri ihtilali, büyük ölçüde sermaye birikimi sonunda meydana gelmiştir.

4- Ticaretin ve kredinin gelişmesi endüstri ihtilalini hazırlığına yardımcı olmuştur. Daha sonraları sermayedarlar, ticaret alanından sanayi alanına kayarak endüstrileşmenin önemli bir hazırlayıcısı olmuşlardır.

5- Endüstri ihtilali bir süreç içinde gelişmiştir. Bütün bunlar iki, ikibuçuk asır içinde olmuştur.

6- Endüstrileşme süreci halkın kendi kendine yeten tarım alanlarından, pazarların, üretimin hakim olduğu şehir merkezlerine akınlarla devam etmiştir.

Endüstrileşme, şehirleşmeyi de beraberinde getirmiştir.

7- 18.yy da şehirleşme kendine has birçok sosyal problemler ortaya çıkarmıştır. Bu problemlerle dolu ortamda bireye bir şahsiyet kazandırılmaya çalışılmıştır.

8- Üretim ve nakliyenin birlikte oluşturdukları ekonomik kalıp, endüstri gelişiminin temelinde bulunan önemli sistemlerden biri olmuştur. Üretim ve nakliye sonunda elde edilen gelir, yine üretim için harcanarak sermaye artışı sağlanmaktadır.

9- Bütün bunların sonunda, ortaçağın mesleki zümreleri yerini, endüstri çağının modern toplumunun, sosyal sınıfları ve bu sınıfların içinde yer aldığı sosyal tabakalara bıraktı.

10- Devletten çok toplum önem kazandı. Toplum meselelerini artık devlet güçleriyle, siyasi ve idari kanunlarla anlama olanağı kalmamıştır.

 Toplum olaylarını da tıpkı tabiat olayları gibi anlamak ve incelemek gerekiyordu. Nasıl bir fizik tabiat varsa, onun gibi bir de sosyal tabiatın varlığı kabul edildi. İşte bu yeni tabiatı anlamak için, yeni bir bilime gereksinim duyuldu. Bu bilim; sosyolojiydi.

 

 SOSYOLOJİNİN FELSEFİ TEMELİ:

 

 Fransa’daki pozitivistler 1717-1783 yılları arasında yayınlamış oldukları, ‘Büyük Ansiklopedi’ adlı felsefi yayında pozitivist fikirlerini yaymaktaydılar. Saint Simon dahil olmak üzere sosyolojinin adını anmamakla beraber sosyal meseleler üzerine fikirler ileri sürmekteydiler. Bunlar ‘sosyal filozifi’ yapmaktaydılar. O zamanlar, ‘sosyal fizik’ ve ‘sosyal ahlak’ gibi kavramlarla sosyolojiye bir yaklaşım içerisindeydiler.

 İlk kez ‘sosyoloji’ terimini Fransız pozitivistlerinden Auguste Comte kullanmıştır.

 Pozitivistlere göre olaylar önemlidir. İçinde yaşadığımız görünen, somut olaylar esas alınmalıdır. Olayların, maddenin özünü aramakla vakit kaybedilmemelidir. Yapılacak şey, olaylar arasında değişmez ilkeleri bulmaya çalışmalıdır. Onlara göre fizikte olduğu gibi “varolan yok olamaz, yok olan da varolamaz”. Sosyal olaylar dahil bütün olaylar arasında sıkı bir ‘determinizm’ vardır.

 

 POZİTİVİZMİN ÖZELLİKLERİ :

 

 1- Görünen somut olaylar, gerçekten göründükleri şekilde ve aralarındaki düzenliliklerle beraber gözlem ve deney yoluyla tespit edilmelidir. İşin içine metodoloji de girmiştir.

2- Maddenin ve olayların gizli kuvvetlerini keşfetmeye gerek yoktur. Esasen onu bulamayız.

 Comte göre bilgi üç aşamadan (3 Hal Kanunu) geçmiştir:

 a) Teolojik devir, b) metafizik devir, c) pozitivist devir.

3- Bütün pozitif bilimlerde önceden görmek ve bilmek esastır. Bunun içinde olaylar arasında, değişmez prensipleri tespit etmek gerekmektedir.

4- Sonuçtan emin olunmalı ve pozitif bilimler sayesinde bilgiden bilgiye geçişler sağlanmalıdır. Bu aynı zamanda, bilgisel ilerlemeyi de mümkün kılacaktır.

 

 Pozitivistlere göre astronomi, fizik, kimya, biyoloji bir sıra içinde kurulmuşlar ve en son olarak da sosyoloji kurulmuştur. Her bilim, kendinden önceki bilime muhtaçtır. Bu şekilde birbiri üzerine kurulan bilimler, organik esastan doğmuştur.

 Böylece pozitivizm; din, büyü, hurafe gibi konulara savaş açmıştır.

SAMUEL P.HUNTİNGTON

Cuma, Haziran 26th, 2009

 MEDENİYETLER ÇATIŞMASI

– En büyük tehlike, medeniyetlerden gelen devletler veya devlet grupları arasındaki çatışmalardır.

– İnsanlık tarihindeki temel medeniyetler, büyük ölçüde dünyanın büyük dinleriyle tanımlanmıştır.

– Batı medeniyeti dünyayı; düşüncelerinin, değerlerinin veya dinin (diğer medeniyetlerden çok az kişi hristiyanlığa girmiştir) üstünlüğüyle değil daha çok, örgütlenmiş gücü ve zoru kullanmasındaki üstünlüğü sayesinde fethetmiştir. Batılılar çok kez bu gerçeği unuturken, Batılı olmayanlar ise hiçbir zaman bunu unutmazlar.

– Pop kültürünün ve tüketim mallarının bütün dünyaya yayılmasının Batı medeniyetinin bir başarısı olarak gösterilmesi, Batı kültürünü önemsizleştirmektedir. Batı medeniyetinin özü ‘Magna Carta’dır (1215).

– Atatürk, ülkenin islami geçmişini reddederek Türkiye’yi  ‘parçalanmış bir ülke’ haline getirmiştir. Bir yanda dini, gelenek, görenek ve kurumları islama dayanan, ama diğer yanda da ülkeyi batılılaştırmak, modernleştirmek ve Batıyla bir yapmak isteyen yönetici elitlere sahip bir ülke.

– Batının iktidarının yükselişi dört yüzyıl sürmüştür, düşüşü de bu denli uzun olabilir. Batının uluslararası toplumdaki üstünlüğünün 1900 yılında doruğa çıktığı söylenebilir.

– Avrupa sömürgeciliği artık sona ermiştir ve Amerikan üstünlüğü de gerilemektedir. Bunu Batı kültürünün erozyona uğraması ve beraberinde yerel nitelikte ve köklerini tarihten alan töreler, diller, inançlar ve kurumların kendini göstermeye başlaması izlemektedir.

– Siyasal görüşleri bakımından ‘İslami yeniden doğuş’, kutsal kitapları, mükemmel toplum vizyonu, temel değişim isteği, varolan güçlerin inkarı ve ılımlı reformcu çizgiden şiddete dayanan devrimci çizgiye kadar değişiklik gösteren ideolojik farklılığıyla birlikte, belli ölçüde Marksizme benzemektedir.

– M.Kemal, bir dizi dikkatlice hesaplanmış devrim yoluyla halkını, Osmanlı ve müslüman geçmişinden uzaklaştırma girişiminde bulundu. Çok uluslu bir imparatorluk fikrini reddeden Kemal, homojen bir devlet meydana getirmeyi amaçlamış, bu süreçte Ermeniler ve Yunanlılar ülkeden zorla kovulmuş ve öldürülmüştü.

– Kemal, Büyük Petro’ya öykünerek dinsel gelenekselciliğin bir simgesi olduğu gerekçesiyle fesi yasakladı. Halkı şapka giymeye teşvik etti. Türkçenin Arap harfleriyle değil, Latin harfleriyle yazılmasını kararlaştırdı. Bu reform, latin harfleriyle okuma yazma öğrenen yeni kuşakların engin bir geleneksel literatüre erişmesini imkansızlaştırdı…Batılaşma hem modernleşmeyle el ele yürüdü hem de modernleşmenin vasıtası oldu.

– Kemalist tepki başarısız oldu. Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, bunu Batılı tarzda değil, kendi tarzlarında yapmalıdırlar.

– Osmanlının yıkılışı, islamı çekirdek bir devletten yoksun bıraktı.

– Türkiye, kendisini “laik bir devlet olarak” tanımladığı sürece, islamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.

– Türkiye kendisini yeniden tanımladığı taktirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batının temel islami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir.

– Türkiye, laikliği kaldırıp kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak İslam medeniyetinin lideri haline gelebilir…Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri gerektirir.

– Komünizmin çöküşüyle,  Batının “demokratik liberalizm” ideolojisi küresel bir zafer kazandı…Batı ve özellikle de bir “misyoner ulus” olagelen ABD, Batılı olmayan halkların kendilerini, Batının değerleri olarak kabul edilen demokrasi, serbest piyasa, sınırlı hükümet, insan hakları, bireycilik, ve hukuk devleti değerlerine teslim etmeleri gerektiğine ve kendi kurumlarında bu değerleri gerçekleştirmeleri gerektiğine inanır.

– Batı için ‘evrenselcilik’ anlamına gelen, diğer medeniyetler için ’emperyalizm’ anlamına gelir.

– Batı, batılı olmayan toplumların ekonomilerini, kendisinin hakimi olduğu küresel bir ekonomiyle bütünleştirmeye çalışıyor.

– ABD; aralarında beşi Müslüman yedi devleti terörist devletler olarak sınıflandırmıştır. Müslüman ülkeler; İran, Irak, Suriye, Libya ve Sudan, diğerleri de Küba ve Kuzey Kore’dir…1980-1995 yılları arasında ABD, ortadoğuda hepsi de müslümanlara yönelik onyedi askeri operasyona girişmiştir.

– Soğuk savaşın görece basit iki kutupluluğunun yerini çok kutuplu, çok medeniyetli bir dünyanın çok daha karmaşık ilişkileri alıyor.

– İslamın sınırları dahilinde nereye bakacak olsanız, müslümanların komşularıyla barış içinde yaşamada sorunlar yaşadığını görürsünüz.

– Müslümanlar, dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturuyor ama 1990’larda diğer herhangi bir medeniyetin halkından çok daha fazla grup arası şiddete bulaştılar…İslamın sınırları kanlıdır, dolayısıyla iç kısımları da öyle.

James Payne şu sonuca ulaşır; “islam ile militarizm arasında çok kesin bir biçimde bir bağlantı mevcuttur”.

– Müslümanların dövüşkenliği ve şiddet düşkünlüğü, ne müslümanların ne de müslüman olmayanların yadsıyabileceği yirminci yüzyıl olgularıdır.

– İslamın en baştan itibaren kılıç dini olup, askeri erdemleri yücelttiği savı ileri sürülmektedir. İslam “savaşçı Bedevi göçebe kabileleri” arasında doğdu ve bu şiddete dayalı köken islamın kuruluşuna damgasını vurdu. Muhammed’in kendisi çetin bir savaşçı ve becerikli bir komutan olarak anılır. Bu ne İsa için ne de Buda için söylenebilir. İslamın öğretileri, öne sürüldüğü üzere, inançsızlara karşı savaşmayı buyurur…

– Kuran ve müslüman inançların diğer açıklamaları şiddete ilişkin çok az yasaklama içerir ve şiddete başvurmama kavramı, müslüman öğretisi ve pratiğinde eksiktir.

– İslam dünyada istikrarsızlığın kaynağıdır çünkü, baskın bir merkezden yoksundur.

Batı medeniyeti evrensel olduğu için değil, benzersiz olduğu için değerlidir.