Posts Tagged ‘Ceset’

TÜRK KAMU HAYATINDA FELSEFE -1

Pazartesi, Eylül 7th, 2009

 

 Türk düşünce tarihinde felsefe, Türklerin tarihiyle başlamıştır diyebiliriz. Ancak ilk Türklerin felsefe yaptığını da söyleyemeyiz. Çağdaş felsefe anlayışı 20.yüzyılın ortalarından itibaren başlamıştır diyebiliriz.

 

  Türk düşüncesinde felsefe üç kısma ayrılır:

 

1-Çok tanrılı devir ve Şamanizm.

2-İslamlık döneminde, 7. Yüzyıldan itibaren felsefe ve Türklere gelişi (İ.Sina, Farabi, Bektaşilik, Mevlevilik…)

3-Batı etkisinde felsefe (I. ve II. Meşrutiyet, Tanzimat, Cumhuriyet…)

 

 Çok tanrılı devir ve Şamanizm:

 

 Yazılı pek bir şey kalmamış, gelenek görenekle günümüz mistik yaşamına girmiş ögeler var.

 Şamanizm, en yaygın felsefi inançtır. Esasen Moğol Türklerinin inancıdır. Şamanizme salt din olarak bakmak yanlıştır. Çünkü; o devir için bir yaşam tarzının düsturları ile ilgili fizik ötesinden çok fiziği içermektedir.

 Ancak fizik ötesi de var ve üç dönemden oluşuyor:

1-Gök, 2-Yeryüzü, 3-Yeraltı.

 

 İnsanın üç ayrı yaşamın geçtiği alanlardır. Hepsi de daha çok yeryüzü ile bağımlıdır.

 Gökyüzü farklı katmanlardan oluşur. Şamanlara göre göğün en yücesi, en üstünü; aydınlık, paklık alemidir. Bugünkü anlamında nura ulaşmaktır.

 Bir insan, belli sınavlar sonucu bu göğün en yüce katına ulaşabilir. İnsanın bu kata erişmesi, gökler aleminin en yetkin kişisi olması demektir. Bunun adı da ‘ülgen’dir.

 Ülgen, bir aile (Zeus gibi) ve iyi bir ruhtur. İnsanları iyiye, doğruya yönlendiren bir ruhtur.

 Gök ülgenin mekanı, yeryüzü ise insanoğlunun mekanıdır. Yeryüzü geçici bir mekandır. Kendini gösterme, sınama mekanıdır. Sınavda başarı gösterenler Ülgenin davetini kabul ederler. Başaramayanlar yeraltının ‘erlik’ mekanına giderler.

 Erlik, yeraltındadır ve kötülüklerin başıdır. O da bir aile şeklinde yaşar. Erlik katmanları da ateş katmanına kadar iner.

 Evren, ülgenle-erliğin çatışma alanıdır. Sanki iyi ve kötü ruhlar insanı kendisine çekmek için pek çok çeldirici kullanır.

 İyiye ya da kötüye gidişte mutlaka bir yol gösterici; ‘şaman’ gerekir. İnsanoğlunun Ülgenle ya da Erlikle ilişkisinde aracı şamandır ya da buna ‘Ham’ da denir.

 Şamanlık babadan oğula geçer. Belli dönemlerde kadınlara geçtiği de görülmüştür. Çünkü Ülgenin karısı, ‘Umay’ da çok aktif bir ruhtur.

 Şamanlık büyük oğula, küçük oğula geçer diye bir şey yok. Şaman olacak daha doğar doğmaz mucizeler gösterek kendini belli eder.

 Şamanizm, sinirsel dönemin bir karşılığıdır. Bu dönemde insan doğa ile bir yarışa giriyor. Toplumun ilk sinirsel döneminde doğanın bir düzene sokulacağına ait bir his var. İşte şamanın görevi; bu kolektif inancı yerinde kullanmasını bilmektir.

 Şaman, toplumun neleri kabul ettiğini, nelere inandığını iyi bir gözlemci olmasıyla bilir. Mucize göstermiyor ama çevresi onu mucize yaratıyor olarak görüyor. Yani şaman gücünü mistik olandan değil, kendi zekasından alıyor.

 Şamanlık; çıraklık, ustalık şeklinde gelişir. Şaman; şaman olacak olanı eğitir, ruhlarla ilişki kurmasını sağlar.

 Altay Türklerinde şamanlar; ‘ak hamlar’ ve ‘kara hamlar’ olmak üzere ikiye ayrılır. Böylece totemler, tabular başlar. Uçucu hayvanların hepsi kutsal sayılır. Örneğin Hitit kartalı, Selçuklu kartalı gibi. Uçucu kuş daha çok özgürlüğü ifade eder. Sürüngenlerse daha çok kara hamlardandır.

 İslam da ise akham; melek, karaham; şeytan olarak görülmeye başlandı.

 Şaman hiçbir zaman fikir yaratmaz. Bu nedenle ahkamlarla, karahamlar arasında bir yarışma yoktur.

 “Artık onu karaham yoldan çıkarmıştır”, denir.

 Şamanın bütün görevi; toplumsal düzeni sağlamak. İleriye götürmek pek sözkonusu değil.

    

    İslamı kabul eden Türkler, Hz.Muhammed’in fikirlerini ve Pisagor’un Harran okulunun, ‘Harranist’ ekolüne sahip olarak çıkarlar.

 Yeni bir tarz, yeni bir ekol; kılıç + kalem, ilim ve savaş. Muhammediyen akım da böyle.

 İslamlık, tanrının varlığı ve sıfatlarını yani metafiziği mantıkla açıklamaya çalışır. Buna ‘kelam’ ilmi deniyor. Biz ilk felsefeye kelamda rastlıyoruz.

 Dokuzuncu yüzyılda İslam dini kozmopolit bir hal alır. Hem Yunan hem Hint hem de İran karışımı bir din halini alır. İyi olanı alan dört ekol karışımı bir din ve duraklama başlar. Günah ve ayıp icatları engeller. Her şey öbür dünya içindir. Bu dünya cefa dünyasıdır.

 Bunun yanında rasyonel Aristotelesçi, ‘meşşaiyumcu ekol’ ortaya çıkar. Ancak burada akılcılık biraz farklı. Aklın kaynağı; kuran ve hadistir. Bunun üzerine Aristoteles’in akılcı felsefesi oturtulur. Maksat bilimsel bir din kurmak. En tipik temsilcisi; İbn-i Sina’dır.

 Diğer bir ekol; ‘Tabiatçılık-Razilik; bunlarda İslam dinini yorumlayan bir ekol. Razi; felsefe ile dinin birleşmesidir. Razilikte, aklın yerine doğa vardır. Din ise bu tabiat içinde psikososyal bir düzen yaratmak içindir (daha rasyonel bir yaklaşımdır).

 Din; insanın ruhsal, duyusal durumunu dengeleyen bir araçtır. Razilikte duyular ön plana geçiyor, akıl en son.

 Diğer bir ekol; Dehriyyun; bunlar ruhun ölümlü olduğunu ve bedenden ayrılamayacağını savunurlar. Beden öldüğünde ruh da ölür. Sonsuzluk ruhtan değil, doğadan kaynaklanır. Sonsuz olan doğanın kendisidir. Bir anlamda tanrı, doğadır.

 12. yüzyılda bireysel ekolleşmeler başlar; ‘Bektaşilik’, ‘Mevlevilik’ gibi. Din hem psikososyal hem de psikopolitik olur.

 

 Kırgız ve Altay Türklerindeki şamanizmi 6. yüzyılda kurulan Göktürkler, Altay Türklerinden aynen aldılar.

 8. Yüzyılda Uygur Türklerinde ‘manizm’in hakim olduğunu görüyoruz.

 10. Yüzyıl bir dönüm noktası. İlk kez Hazar Türkleri Yahudiliği kabul ederler.

 Şamanizm, tapınaklı bir din haline gelir. İslamdaki camilerin ortaya çıkması da buna bağlıdır.

 Moğol beylikleri, Budizm ve Hristiyanlıkla kaynaşır. Budizm ve hristiyanlık yayılmaya başlar. Ancak ata Moğollarda Budizm yine etkisini korur.

 Nuh peygamberle ilgili yapıtlar da bu yüzyıldan kalmadır.

 Şaman inancına göre insan iki ögeden oluşur; ‘can’ ve ‘ceset’.

 Can; insanlara özgüdür. Ceset; bütün canlılara aittir. Et, kemik ve kan cesedin parçalarıdır.

 Can, 17. ve 18. yüzyıl Avrupasında hem düşünce hem ruh birliği olarak akıl anlamında ve sadece insana aittir.

 Şamanizm de bir başka inanç da; canın bedenden ayrı varolabileceğidir.

  

    TÜRKLER VE MÜSLÜMANLIK:

 

 10. yüzyılın sonuna doğru bütün Selçuklular Müslüman olurlar. Harran okulu ve Hz.Muhammed’in fikirleri uygulama açısından bakıldığında bütün bilimlerin temelini oluşturur. Bu düşünce diğer dinleri de etkisi altına alır.

 İslam, tek tanrılı bir dindir. Aranılan hikmetli olmaktır. Hikmet; bilgelik, doğruluk ve bu bilgeliği rasyonel bir şekilde kullanabilme bilimidir. Doğruyu, gerçeği araştırma yetisidir. Hikmetli olma, tanrıya ulaşmak içindir. Çünkü tanrı, hikmetli olanı över.

 İslam dini, ibadet edin demeden önce düşünün der. Körü körüne inanmayı istemez. Büyük Müslümanlar, en büyük güç; akıldır derler. Akılla insanın doğruyu bulabileceğini söylerler.

 İslamda bilen, bilmeyenden üstündür. Üstünlük sadece bilgidedir. İslamda adaletsizliği yaratan sadece bilgidir.

 İnsanlara hoşgörülü olmanın amacı, öbür dünyaya hazırlık içindir. İyilik bu nedenle yapılmalıdır. Böylelikle her yardımımızda hikmetli olma ve tanrı huzuruna çıkabilme esası konulmuştur.

 İslam dini, kilisenin tutuculuğuna karşı akıl ve güce verdiği önemle hızla yayılır. İslamın ilk çeyreğinde en ünlü iki düşünür; İbn-i Sina ve Gazzali’dir.

 

 İBN-İ SİNA:

 

 Yegane yöntemi; akılcılık ve akla dayalı deney ve gözlemciliktir. İlk İslam rasyonalistidir. Yaptığı iş; akıl ile dini uzlaştırmaktır.

 Varlık Görüşü: (varlık haline geliş bakımından 3 durumda bulunurlar)

 1-Zorunlu varlık (Tanrı)

 2-Mümkün varolanlar (bütün varolanlar)

 3-İmkansız olanlar (bütün güçlerimiz)

 

 Olmuş varlıkların durumu ise iki türlü; vacip(tanrı) ve mümkün.

 Vacip; zorunlu olan olmaması mümkün olmayan, tek vacip tanrıdır. Vacip kuramı, tanrıyı akılla ispatlama çabasıdır. İbn-iSina bu kuramı, hareket ve nedensellik ilkesi ile delillendirmeye çalışır.

 “Vacip öyle bir varlıktır ki, varolmak için kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Oysa diğer tüm varolanlar varolmak için bir başkasına ihtiyaç duyarlar. Bugün varolanlar yarın da varolacak değildir, olmayan da olmayacak değildir.  Kafamızda her şeyin yok olabileceğini düşünebiliriz ancak tanrıyı düşünemeyiz”.

     Vacibin (tanrı) İspatı:

 1-“Vacibi kavram olarak düşünmemiz onun varlığının en önemli kanıtıdır. Zira onun yok olduğunu düşünmek saçmadır”.

 Bu tanrı ispatını beş yüzyıl sonra aynen Descartes’ta da görüyoruz.

2-Vacibin tartışılmadan, varlık kanıtının bir diğeri de, nedenselliktir.

 “Her varolanın bir nedeni vardır. Nedenler silsilesi boyunca geriye doğru gittiğimizde sonunda nedensi varolan vacibe ulaşılır.

3-Bir başka delil de hareketliliktir.

 “Her hareketin bir hareket ettiricisi vardır. İlk hareket ettiricide durmak kaçınılmazdır o da tanrıdır.

 İbn-i Sina’nın diğer bir ilginç savı da:

 Tanrı yarattıklarının ayrıntılarını bilemez”. Ayrıntı tanrı işi değil, bilimin işidir. Bu ayrıntıların değişmesi, bilimin alanı ve niteliğini de değiştireceğinden sabit ve değişmez bir bilimden sözetmek imkansızdır. Tek değişmez olan vacibtir. Bu düşünce, deneysel bilim metodu ile gerçekleşir.

 

 İbn-i Sina aklı da ikiye ayırır:

1-Kuramsal akıl,

2-Pratik akıl.

 

 Kuramsal akıl; insanın organlarının sahibinin kendisinin olduğunu bilmesidir. Ve bu da özgürlüktür. Kendi organlarıma sahipsem, onlarla iradem dahilinde hareket edebilirim demektir. Bu ruhun kendisini bilmesidir. İbn-i Sina buna ‘bilincin ruhu’ der.

 Bedeni, ruh meydana getirir. Ruh bedende bulundukça onu dış etkilerden korur.

 Ruh, bireysel olarak insanda bulunur. Ancak insan toplumun üyesidir. Bu nedenle insanlar toplumsal hayatın devamı için yardımlaşmaya mecburdurlar. Ruh bedeni, bedense toplumu oluşturuyor. Ve toplumda yardımlaşmayı oluşturuyor. Toplumsal yaşamın devamı için bilgi gerekiyor.

 Bilgi, ruhun yaptığı kavramların bir ürünüdür. Ruh, kavramlar üreterek bilinenlerle, bilinmeyenlerin bilinmesini sağlar. İbn-i Sina, bir nevi önseziyi kasteder. Ruhun bilinç yanı olmazsa, insanın duyuları bir anlam ifade etmez. Bedenin yaşlanmasıyla, ruh yaşlanmaz. Kırkından sonra organlar zayıflasa da ruh, olgunluk çağına girer. Akıl yoluyla kavramaya daha çok hizmette bulunur.

 

 Ruhun yararları:

 

 1-Ruh aracılığı ile kavramlar kurulur, bilgi edinilir.

 2-Ruh aracılığı ile bilinenden bilinmeyen çıkarılır.

 3-Ruh aracılığı ile olaylar arasında bağıntı kurulur. Deneye dayalı bilgi edinilir.

 4-Ruh aracılığı ile inanca ulaşılır.

 

 İbn-i Sina’ya göre üç türlü ruh var; nebati, hayvani ve insani ruhtur.

 Bunları üçü de insanda mevcut ve insani ruh diğerlerinden üstündür. Çünkü insani ruh, düşünceyle iş görür. Nebati ve hayvani ruhda düşünme yoktur.

 İnsani ruhun iki yönü var; biri bedene diğeri üstün olana yöneliktir.

Bedene yönelik ruh; eyleme, yapmaya ilişkindir.

Üstün olana yönelik ruh ise; inanca, etik değerlere, değerlendirmeye ilişkindir.

Bu iki yönlü ruhun iki yönü var; yapıcı ve bilici.

 

 İbn-i Sina’nın ahlak felsefesine göre, insan tüm davranışlarından sorumludur. Çünkü davranış bir ayrıntıdır. Akla uyan kişi doğru yolu bulur. Doğru davranış, sonu mutlulukla biten davranıştır. Mutluluk ise, paylaşılan şeylerin tümüdür. Onun için toplum içinde yer alır.

 Sonuç olarak İbn-i Sina, akılcı bir düşünürdür. Akıl aracılığı ile dinle felsefeyi birleştirmeye çalışır. Ruhun, manevi bir cevher olduğunu kabul eder. Ahlak ve eğitim felsefesi üzerinde durur. Akılcı ve deneyci ise de inanç sorununa önem vermiştir.

 

 GAZZALİ:

 

 İslam felsefesine getirdiği en büyük yenilik; kuşku yöntemi ile inanca gitmesidir.

 Gerçeğin ölçüsü nedir? Diye soran Gazali, bu soruya şöyle cevap verir:

 “Gerçek, duyularla elde edilemez. Duyular aldatıcıdır. Duyularımıza, algılarımıza güvenemeyiz” der.

 İkincisi, zorunlu bilgi, akli bilgidir; “bir nesne aynı zamanda hem var hem de yok olamaz”.

 “Her varolanın bir nedeni var. Evren de bir varolandır. O halde onun da bir nedeni vardır. O da yüce tanrıdır”.

 

 Gazzali’ye göre iki türlü bilgi vardır:

 1-Duyularla elde edilen aldatıcı bilgiler

 2Akılla elde edilen; zorunlu, kesin bilgiler.

 Ona göre karineler/deliller, ispatlar sezgilerle elde edilir. Bu sezgi bizi tanrıya götürür.

 

 Gazzali’ye göre üç tür inanç vardır:

 1-Taklitçilerin imanı.

 2-Okumuşların imanı

 3-Bilgelerin, tasavvufçuların imanı (en üst ian).

 

 Gazzali’nin kuşkudan imana ulaşması 10. ve 11. yüzyıllar için oldukça ileri bir yöntemdir. Akli bilginin varlığından tanrının varlığını çıkarmıştır. Bu şüphelerden içi rahat ettiği zaman, tasavvufa dönmüş, akıl ile din birliğini tamamlamıştır.

 

  İslam kültüründe felsefi anlamda okul olarak nitelendirilen iki ekol var; Mevlevilik ve Bektaşilik.

 Her ikisi de 13. yüzyılda ortaya çıkıp, asıl felsefi kurucularından sonra örgütleşmeler, ekolleşmeler başlamıştır.

 

 MEVLANA (1207-1273) – MEVLEVİLİK:

 

 Bize göre Mevlevilik, felsefi bir okul değil, dini-tasavvufi bir tarikattır.

 Mevlana’ın Bektaşi’den önemli bir farkı altı eserini de Farsça yazmış olmasıdır.

 Divanı, tasavvufi-dini şiirlerden oluşur. Altı ciltlik ‘Mesnevi’si ise hikayelerden ibarettir.

 Eserlerinin hepsinin ortak temaları; sevgi, tanrı aşkı, birlik ve beraberliktir.

 Onun siyasi düşüncelerini Antik-Yunan düşünceleri oluşturur.

 Onun tipik özelliği, doğu ile batıyı birleştirici yaklaşımıdır. Akılcı olmakla birlikte akılcılara çatar. Ona göre akıl gerekli ama yeterli değildir. Akıl; iman ve tanrı aşkı tecil ettirirse yeterlidir.

 Mevlana’ya göre varlıkta birlik esastır. Birlik burada teknik anlamdadır. Bir anlamda tanrının insanla birleşmesidir (vahdet-i vücut teorisi).

 Tek gerçek tanrıdır. Ruh, tanrının bir uzantısıdır. Beden öldüğü zaman ruh, gerçek sahibine ulaşır. Kul, tanrıdan gelmiştir tekrar ona dönecektir.

 Ruh, tanrı aşkıyla eridikçe, tanrıya daha fazla yaklaşır. Ona göre muteber olan bu dünya değil, öbür dünyadır.

 İnsanın tanrıya ulaşması; tanrı, birlik ve evren üçlüsünün bir araya gelmesidir ki, bu da gönül temizliği ile olur.

 Mevlana’nın insan felsefesine ait düşüncelerini onun divanında, mesnevisinde ve ‘meclis-i saba’hında buluyoruz.

 Ona göre insan iki temel benlik taşır; ‘özel ben’ ve ‘aşk ben’i.

 Aşk beni özel beni yaratır. Aşk beni kendini tanrıya adamaktır. Üst bendir.

 Dünyevi ilişkileri kuran özel bendir. Aşk beninin ortak olmasına karşılık, özel ben bireyseldir.

 Ancak insan aşk beni sayesinde gerçeği görür. Gerçeği görmek demek bir anlamda ‘kültür yumağı’ oluşturmaktır. Bilinçli, kültürlü insan tanrıya ulaşan insandır.

 

 Akıl ve bilgi kuramı:

 Akılcı filozoflara çatmakla birlikte aklı esas alır. Ona göre akıl, inançla birleşirse oruçtan ve namazdan bile üstündür.

 “Akıl, hakkın yeryüzündeki pusulasıdır”. Adalet, terazisidir. Bu nedenle akıl, doğruyu yaymada tek vasıtadır. Akıl hem aydınlatır hem de iş yapma potansiyelini artırır.

 Mevlana aklı ikiye ayırır; cüzi akıl ve külli akıl.

 Dünya işleri için cüzi akıl, ahret için de külli akıl gereklidir. Külli akıl, tanrının bir kudretidir. Külli akla tanrıyı sevmekle erişilir.

 Mevlana akılcı filozoflara cüzi akılcılar der. Eğer akıl ancak küllilik derecesine ulaşırsa yeterlidir.

 Mevlana’da son derece çağdaş bir özgürlük anlayışı vardır. Her şey tanrının isteği ve dileği ile olur. İnsanı özgür yapan tanrıdır. Öyleyse insan, tanrıyla bağ da dahil her şeyde özgürdür. Özgürlüğün tek ket vurucusu insandır. İnsanın özgürlüğünü iyi ya da kötü yönde kullanması tamamen kendi elindedir. Bu nedenle insan bütün davranışlarından sorumludur.

 Ölüm Mevlana’da asıl yerini bulmaktır. Bedenin mezardan çıkması ve kendi dünyasına ulaşması demektir. Çünkü beden için mezar, dünyadır. Dünya ruh için bir hapisanedir. Ölüm, eğer layıksa tanrı katına kadar çıkmaktır.

 Külli akıl yoluyla insan, tanrının bir temsilcisidir.

 Ahlak felsefesi ise niyete bağlıdır. İyi niyet aklı yönlendirir ve bu sayede akıllı olunur. Eğer cüzi akıl, külli aklı yönlendirirse tanrıya ulaşamazsın.

 Ahlaksızlık, mal düşkünlüğü, öfke, şehvet…insanın doğruyu görmesini engelleyen şeylerdir. Bunlar nefsi köle kılar. Bunlar şeytani şeyler olup, insanı rahmani olandan uzaklaştırırlar.

 Özetle Mevlana, tasavvufi yolla insanı ortaya koymuş, dine özgürlük getirmiştir. Daha liberal bir din anlayışı, onun getirdiği en büyük yeniliktir.

 

 HACI BEKTAŞİ VELİ (1210-1273) – BEKTAŞİLİK:

 

 Doğu kültürüne bağlı bir tarikattır. Mevlana’ya oranla en önemli özelliği halka daha yakın olmasıdır. Bektaşi bütün eserlerini Türkçe vermiştir.

 Başlıca eserleri; Makalat, Vilayetname, Şakiye.

 Kendinden iki yüzyıl sonra 15. yüzyılda Balım Sultan zamanında ekolleşerek günümüze kadar gelmiştir.

 Bektaşinin en büyük mücadelesi; Kapadokya kilisesinin hristiyanlığına karşı Müslümanlığı savunmasıdır. Dağılmakta olan Türklüğü birleştirmiştir.

 Bektaşi’ye göre Türklük, müslümanlıktan daha önemlidir. 1248’te Moğolların Anadoluyu fethetmesi üzerine “eline, diline, beline sahip çık” demiştir. Bununla kastettiği, eline; yurduna, beline; soyuna sopuna, diline; Türkçene sahip çık demektir. 

 Bektaşilik, islama özgürlük anlayışında yenilik getirmek için ortaya çıkmıştır. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” felsefesi vardır. Ona göre insanın tanrıyı bulması, önce kendisini bulması, bilmesi ile olur.

 Bektaşiliğe göre din; ekonomik, sosyal ve siyasi bağımsızlığımız için bir amaç değil, bir araçtır.

 Bektaşilikte akıl-öz birdir. Ezeli ve ebedi olan tanrıdır. Akıl ve özün bir olması İslam için büyük bir tepkidir.

 İnsan, öznesi nesnesinden önce olan varlıktır. Maddi ve manevi olan iç içedir ancak manevi olan maddi olana üstündür.

 İlk aracı, akıl yaratır ama ondan sonra araç, aklın gelişmesine yardımcı olur.