Posts Tagged ‘Rousseau’

FELSEFİ

Pazar, Ağustos 31st, 2014

– Ne kadar az bilirsen, o kadar rahat uyursun.

GORKİ

– Uyursan gece biter, uyuyamazsan sen!

SARTRE

– Cinselleşmiş dualizm, bütün  dualizmlerin paradigmasıdır, dünya tarihinin paradigmasıdır.

 ELİZABETH BADINTER

– Çok uyumak kaçmaktır, uyuyamaksa yakalanmak.

FREUD

– Aydınları korkak olan ülkenin, zalimleri cüretkar olur.

GRİGORY PETROV

– Sonuçlarında ortaya çıkanın, nedenlerinde olmaması düşünülemez.

– Her şey kurguysa, kurgulayan gerçektir.

– Bir neden yokken, hiçbir şeyin de “varolmaması” gerekirdi. Ancak “varolmak” var, bu da her şeyin mümkün olduğunu gösteriyor. Bilinmeyen hakkında her şey söylenebilir.

AHMET AĞI

Felsefe, soru sormakla başlar.

NUSRET HIZIR

– Metafizik, bir varlık anlayışıdır.

– Her din bir tanrı anlayışı, her tanrı anlayışı da bir varlık anlayışıdır…

– ‘İyi’ ve ‘kötü’ kavramları, indüksiyon (tümevarım) yoluyla yapılmış birer çıkarımdır.

– Bilim  “nesne”, felsefe ise “anlam” araştırmasıdır.

– Başlangıç soruları felsefeyi ilgilendirmez. Başlangıç sorularına verilen cevaplar, bilgisel olmadığı için bir teoridir. Ancak bunu teorinin bilgisel olan yanıyla karıştırmamak gerekir. “Adem ile Havva” bir teori değil, bir mitostur. Darwin’in ki ise kaynaklara dayalı bir teoridir.

– Filozoflarla çocuklar birbirine benzer, her ikisi de sorularını direkt olarak “bu nedir?” diye sorarlar.

– Çocuklara sadece kendi çıkarlarını korumayı öğrettiğimizden, büyüdüklerinde de kendi çıkarlarını, “insan hakları” zannediyorlar.

    IOANNA KUÇURADİ

——

– Her yeni şey öğrendiğimde, bilmediklerimin ne kadar çok olduğunu anlıyorum.

– İki şey sonsuzdur; insanoğlunun aptallığı ve evren. Ancak ikincisinden o kadar da emin değilim.

EİNSTEİN

– Çekirge, tek başına korkutucu olmasa da sayıları arttıkça doğal afete dönüşebilir. Aynı şey ahmaklar için de geçerlidir.

KAREL CAPEK

– Hakikati araştırmak, ona sahip olmaktan daha değerlidir.

GOTTFRİED LESSİNG

-Dünyada, bir filozofun lafını etmeyeceği kadar, saçma bir şey yoktur.

DESCARTES

– Görmek istemeyen kadar, kimse “kör” değildir.

İBN-İ SİNA

– Sahiplenmeden üretmek, kendini empoze etmeden hareket etmek, egemen olmadan gelişmek esastır. (Çin toplumuna dair çıkardığı sonuç)

– Bilim felsefenin başarılarından, felsefeyse bilimin başarısızlıklarından örülmüştür.

– İnsanlar hakikati yalnızca kendilerinin bildiğini sandıkları için, birbirlerine zulmediyorlar.

– Güçlü olma tutkusu, erdemli kişilerde kendini iyilik yapma tutkusu şeklinde gizler.

BETRAND RUSSELL

 – Az bilmek için, çok okumak gerekir.

C. MONTESQUİEU

 – Gerçek ancak yalnızlıkta bulunur.

– Kaplan, kaplanlıktan çıkamaz ama insan, sürekli insanlıktan çıkma tehlikesiyle yaşar.

GASSET Y. ORTEGA

 – İlerleme, bir fikirdir.

– Disiplinli hayvan, insana benzer. (Disiplinsiz insan da hayvana benzer.)

 Kant’ın, hem amprizmi hem de rasyonalizmi eleştiren ünlü sözü:

“Görüsüz (deneysel olmayan) kavramlar(akıl) boş, kavramsız görüler kördür”.

Bilgi, deneysel duyu verilerinin aklın formlarında işlenmesiyle oluşur.

Özgürlük; ahlak yasasının varlık nedeni, ahlak yasası ise özgürlüğün bilinme nedenidir.

Pozitif özgürlük; istemenin, saf aklın bir yasası (ahlak yasası) tarafından belirlenmesi.

Negatif özgürlük; hiç bir şey tarafından belirlenmeme, bir şeyi gerçekleştirirken engellenmemeyi talep ediyor.

– Bende sonsuz hayranlık uyandıran iki şey vardır; üstümüzdeki yıldızlarla dolu “gök” ve içimizdeki şaşmaz “vicdan yasası”.

KANT

———-

– Felsefe tarihçisi için tarihte, yeni birşey yoktur.

– Değerli olan hiçbir şey, başka bir şeyle ölçülemez.

– Gazali gereğinden fazla  zekidir… Tanrıyı korumak adına önemli bulduğu açıklamayı bulup getirir koyar…Gazali onemlidir ama değerli değildir, bugün de çok fazla önemli insan var ama…Gazali, tanrıyı korumak adına nedenselliği ortadan kaldırır…Olayların arasında hiçbir düzen  olmaksızın sırf kendi iradesiyle, herşeyin arkasından herşeyi getiren “tanrı ” mı daha yücedir yoksa herseyi bir düzen, intizam ve sıra içinde vareden tanrı mı?

Prof. AHMET ARSLAN

 – Akılsız insanın durumu ve karakter; iyiliğini ve kötülüğünü kendisinden beklemez, hep başkalarından bekler.

– Bilge insanın durumu ve karakteri; başına gelecek bütün iyiliği ve kötülüğü kendisinden bekler.

– Karşılaşılan zorluklar ne kadar büyükse, bunların üstesinden gelmek de o kadar gurur vericidir.

EPİKTETOS

 – “Boş zaman” yoktur, “boşa geçen zaman” vardır.

TAGORE

 – İyi bir bilim insanı, kendisini kavramlardan kurtarır ve varolanı görmek için zihnini açık tutar.

LAO TZU

– Hayatın temelinde, “acı” vardır.

İbadetler, nafile tekrarlardan ibarettir. Sadece “gerçek” var.

– “Sonsuz” olan, “sonlu olana” indirgenemez.

– İnsanların acıları, maddeye ve fikirlere olan bağlılıklarından kaynaklanır.

– “En basiti başarmaktır”, en zor olan.

BUDHA

– Karanlığa küfredeceğine, kalk bir mum yak.

KONFÜCYUS

– Bana en uzak birine de yapsanız, bana yapmış olursunuz.

Hz. İSA

Hayatımızdaki en önemli iki gün; doğduğumuz gün ve neden doğduğumuzu anladığımız gündür.

– Cahil insanla tartışmayın, önce sizi kendi seviyesine çeker, sonra da tecrübesiyle yener.

MARK TWAİN

– Ne kadar okursan oku, bilgine, yakışır şekilde davranmıyorsan cahilsin demektir.

– Fedakarmış gibi görünmeyin. İyilik edin görünmeyin.

SADİ ŞİRAZİ

– Bir tapınağın olması, kendine tapınmaktan daha iyidir.

– Cahillerle tartışmayın, ben hiç galip gelemedim.

– Keşif yoluyla bize gelen bilgilerle, peygambere gelen bilgiler aynıdır.

– İmanın yarısı, şüphedir.

Musiki; aşığın aşkını, fasığın fıskını artırır.

GAZALİ

– Ey  Gazali, hem aklın bilgi için yetersizliğini söylüyorsun hem de mantığa basvuruyorsun.

İBN RÜŞD

– Bir sözü dinleten; (1) hikmettir, (2) kudrettir.

HİLMİ OFLAZ

– Bir fikir zıddıyla bilinmiyorsa inançtan ibarettir.

Doç.Dr. AHMET KAVLAK

– Bügün öleceksin diye “niye korkuyorsun”, bu dünyanın yasasıdır. Senden önce yaşamış o kadar değerli insan hiç seslerini çıkarmadan öldüler. Sana ne oluyor? Sen kim oluyorsun da ölüme karşı çıkıyorsun?

LUCRETİUS

Her belirleme, bir yadsımadır.

– Her şey kendi varlığı içinde, sürekliliğini korumaya çalışır.

Özgürlük, zorunluluğun bilincine varmaktır.

– İnsan varlığını sürdürmek isteğindedir. İyi ve kötü bu istemden kaynaklanır.

– İnsan bir şeyi istiyorsa “iyi” diyor, istemiyorsa “kötü” diyor.

– İnsanın gerçekleştirebileceği en yüksek eylem, anlamak için öğrenmektir. Çünkü anlamak, özgür olmaktır.

– Yeni fikirlerden şaşmayın, şunu bilin ki hiçbir şey, bir çok kişi tarafından kabul görmüyor diye doğru olma vasfını yitirmez.

– Yerleşik dinin rahatını kaçırmadan, nasıl felsefe öğretilir bilmiyorum.

– Şimdinin geçmişten daha iyi olmasını istiyorsanız, geçmişi inceleyin.

– Ne korku umuttan yoksundur ne de umut korkudan.

– Bir şeyi istediğiniz kadar ince dilimleyin, daima iki yüzü olacaktır.

– İnsanlar konuşmak kadar susmak yeteneğine de sahip olsalar, dünya daha mutlu bir yer olurdu.

SPİNOZA

– Filozofsanız iki felsefe vardır; kendinizinki ve Spinoza’nınki.

HENRİ BERGSON

– Bütün bilgilerimiz tecrübe ile başlar ama tecrübe ile bitmez.

Tümevarım bir mitostur.

– Eğer burada durup daha ileriye gitmeyeceksek, niçin bu noktaya kadar geldik?

D. HUME

İnsan özgür doğar ama hayatın her anında zincire mahkum edilir.

– Bütün kavgaların, felaketlerin, tüm kötülüklerin anası; “özel mülkiyet”tir. Özel mülkiyetin olmadığı yerde haksızlık da yoktur.

J.J.ROUSSEAU

Bilgi, kuvvettir.

– Mutlu olmak için, doğayla uyum içerinde olmak gerekir.

F.BACON

MARX:

– Tarihi yapan insandır…

– Alt yapı, üst yapıyı belirler…

İnsanlık tarihi, sınıf çelişkisinden ibarettir.

– Tarihte ne olmuşsa, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur.

– Komünizmin önündeki engel, burjuvazinin eksikliğidir.

Din, ruhsuz bir dünyanın ruhu, ezilenlerin haykırışı,, kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Din, kitlelerin afyonudur.

– İnsan bilincini içinde bulunduğu yaşama  koşulları belirler.

– İnsan, ne üretirse ona yabancılaşır.

Kapitalist, kendisinin kapitalist olmasından sorumlu değildir ama ilişkilerin kurulmasına yardımcı olduğu için sorumludur.

– Toplumsal reformlar, güçlünün zayıflığından ötürü değil, zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir.

– Bir memleket iki şekilde talan edilir; düşmanlar ve bizzat o ülkenin kendi maliyesi tarafından.

– Zorun güzelliği, doğallığındadır.

Mülkiyet, hırsızlıktır.

———-

– İhtiyaç, icadın anasıdır.

Felsefe, mantık ve diyalektikten oluşur.

– Erkek burjuvazidir, karısıysa proleteryayı temsil eder.

– Ne mutlu o yoksullara ki, öteki dünya onlarındır ve er ya da geç bu dünyada onların olacaktır.

ENGELS

– Az gelişmiş toplumlarda ordu, kendi halkına karşı kullanılmak için vardır.

– Her devrimin temel sorunu, iktidar olmak içindir.

– Yumurtalar kırılmadan, “omlet” (devrim) olmaz.

LENİN

Ölüm, başkalarının işidir.

Varlık dediğimiz, “hiçin hiçmesidir”. Aslında her şeyle hiçbir şey, aynı şeydir.

Hüzün, en büyük muhalefettir.

– İnsan, zamanın merhametsiz ve karşı durulmaz ırmağına atılmış olduğundan, mahvından başka hiçbir şey bekleyemez. Bu yüzden hayal kırıklığına da uğratılamaz. Aksine insan, varlığının sonluluğunu görerek; üstün, soğuk bir zafer duygusu yaratabilir.

HEIDEGGER

– Biz varken “ölüm” yok, ölüm varken de “biz” yokuz.

EPIKUROS

İnsan, her şeyin ölçüsüdür.

PROTOGORAS


– Herşeyin ölçüsü, tanrıdır.

Bilginin kaynağı, akıldır. Duyular aldatıcıdır.

– Doğru olan, bilgidir.

– Herşey ideasına ne kadar yakınsa, ne kadar pay almışsa o kadar idealdir.

-Matematik bilmeyen, içeri girmesin.

Haz, kötüdür…akla ve onun bilgisine uygun davranmak gerekir.

Aşk, acı veren zihinsel bir hastalıktır.

– Savaşın sonunu, sadece “ölüler” görür.

Cesaret, tehlike karşısında akıl ve zekanın kullanılmasıdır.

– İki kişinin bildiği, “sır” değildir.

Demokrasilerde güzel sözlü demogoglar, kötü de olsa başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.

Adil birey = adil toplum = adil devlet.

– Adalet, herkesin kendi işini yapması, başkasının işine karışmamasıdır.

PLATON

– Bilmek, olguyu tasvir etmek değil, olguyu nedeni ile birlikte bilmektir.

Haz, kötü değildir sadece hayatın son ereği değildir. Haz duymak için eylemde bulunmayız. Haz, yapılan işin beğenilmesi sonucunda, bir sonuç olarak ortaya çıkar.

Bir duyusunu kaybeden, bir dünyayı kaybeder. Bilgi, duyulara dayalıdır ancak duyuların kendisi bilgi değildir.

– En üst ve en alt sınıflar için demokrasi, uygun değildir. Demokrasi, orta sınıfa hitap eder.

– Kadın, doğanın bir garabeti, evcilleştirilmiş bir hayvandan biraz daha iyi durumda olan… yarım bırakılmış bir erkektir…erkek yönetiminin özneleri olmaya uygundur, doğası gereği egemen değillerdir. Erkekler tarafından yönetilmek için doğarlar. Doğa, kadın bedenini tek bir iş için, üremek ve yetiştirmek için tasarlamıştır.

Köle, canlı alettir. Kölelik, dokuma tezgahları kendi kendine bez dokudukları zaman kalkacaktır.

– Tümüyle acılarla geçen bir hayat, pek mutlu sayılmaz.

ARİSTOTELES

– İnsan, insanın kurdudur. (Homo, homini lupus)

T. HOBBES

– Karekterin ne ise kaderin odur.

– Aynı ırmağa, iki defa girilmez.

Savaş, her şeyin babasıdır.

HERAKLEİTOS

Varoluş, özden önce gelir.

Cehennem, başkalarıdır.

– İnsan olmak istediği, kendini tasarladığı şeydir.

Tanrı olsaydı, yaptıklarımızın hiçbirinden sorumlu olmazdık ama tanrı yok ve biz, tüm yaptıklarımızdan sorumluyuz.

SARTRE

– Bazı değerler ve bazı yaşam biçimleri birbirinden ne daha iyi ne daha kötüdür. Olsa olsa farklı şekillerde her biri yine kendi içinde değerli ve kendi içinde anlamlı yaşam biçimleridir.

– Farklılık ve çeşitliliklerin, hoş görüldüğü bir toplum olmak yeterli değildir. Aynı zamanda, bu çeşitliliklerin onaylandığı ve özendirildiği toplumlarda insanlar dolu dolu yaşayabilsin.

İSAİAH BERLİN

– Komiserin manivelası, “devrim”. Dava, “alt yapıyı” değiştirmek, “üst yapı” kendiliğinden değişir.

– “Yogi” içinse kurtuluş, içimizde. “Aksiyon” bir tuzak, komiserle yogi uzlaşamaz.

ARTUR KOESTLER

HİLMİ ZİYA ÜLKEN:

“Kendini başka varlıklara irca ederek açıklamak, insanı mahiyetine aykırı bir tarz da düşünmek demektir…Varolanı kendisinin dışında, totolojiye bağlı bir şarta/töze bağladığımızda, onu bütünüyle bu töze indirgeyebilmek için zorunlu olarak bir kozalite ilişkisi geliştirmek durumunda kalıyoruz..

Mikro düzeyde ise cisim, parçacıklar bütünü olarak görüldüğünden parça-bütün ilişkisi kurulmaya çalışılmaktadır.

Yeni diyalektik materyalistlerden bazıları, bu esrarlı ve kör maddeden hür insan kişiliğine kadar yükselmenin güçlüklerini fark ettikleri için, elemanter ilk maddede dahi bir ruh ve bilinç unsurunun bulunduğunu ve bu kuvvenin gelişmesinden yüksek realitelerin doğduğunu kabule mecbur kalmışlardır”.

…/…

– Doğanın dili, matematiktir.

PİTAGORAS

Tarih, ebedi döngüsel harekettir..

– Bugünkü insan, hayvanla “üstinsan” arasında gerilmiş bir konumdadır.

– Yaşadığın güçlükler seni öldürmüyorsa daha güçlü kılar.

– Kendi başına “iyi” ve “kötü” yoktur. Hayatın temeli “güç istemi”dir.

– Ben, eserim için yaşıyorum.

Sanat, yaşamın en büyük uyaranıdır.

– Herkes aynı şeyi ister, herkes aynıdır; farklı hisseden insanlar, tımarhaneye gönüllü olarak gider.

– Az şeye sahip olanın köleliği de az olur, yaşasın asil yoksulluğum…

– Hiçbir şey, diyalektik bir etkiden daha kolay silinmez.

– Dünyanın varoluşunun sadece estetik bir olgu olarak doğrulanması, yaşamın devamı için baştan çıkarıcıdır.

– İnsan mümkün olan en büyük gücü ve ihtişamı, gerçekte hiç elde etmemiş olsaydı; ahlak suçlanacak mıydı? Böylece ahlakın kendisi, tehlikelerin en tehlikelisidir.

– İnsanlığı, putperestlik döneminden kurtarmak, insanlığa ıstırap ve mutsuzluk dönemini getirmiştir.

– Eğer, her insanın eşit değerde olduğunu gören ya da seven ve ölümsüz bir ruha sahip olduğunu düşünen bir tanrı yoksa, neden hepimizin eşit ahlaki düşünmeyi hakettiğini düşünüyoruz.

– Tanrı öldü! Onu biz öldürdük. Biz, katiller katiliyiz.

Hiçbir öğreti, en son hakikati ortaya koyamaz.

– Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen.

– Kimse öfkeli insan kadar, yalan söyleyemez.

– Bana yalan söylemiş olman değil, artık sana inanmamam sarsıyor beni.

Unutan, iyileşir.

– Hakikaten hayretler içindeyim, gerçekten keyifliyim. Benim bir öncüm varmış hem de ne öncü! Spinoza’dan pek az haberim vardı. Beni ona götüren bir içgüdünün rehberliğidir. Yalnızca bütün eğilimi, bilgiyi en güçlü  tutku kılmak, benimkine benzemekle kalmıyor! Öğretisinin beş temel vurgusunda, bütünüyle kendimi buluyorum. Bu en tuhaf ve en yalnız filozof, tam olarak şu konularda bana en yakın yerde duruyor. Özgür iradeyi, erekleri, ahlaki dünya düzenini, bencil olmayanı ve kötülüğü reddediyor.

– Benim insan sevgim, başkasının duygusunu paylaşmakta değil, paylaştığım duyguya katlanabilmektir. Benim insan sevgim, sürekli bir kendimi yeniştir. Ben, yalnızlık olmadan edemem. Yalnızlık yani iyileşme, kendine dönüş, özgür, hafif, ilham verici havayı solumaktır.

NİETZSCHE

– Sıradan insanların huzurlu olmalarının nedeni, düşüncelerinin olmamasıdır.

ROMAİN ROLAND

– Kendini bulmak, başkalarının seninle ilgili ne düşündüklerinden kurtulmaktır.

– İyi insanların kurallara ihtiyacı yoktur. Çünkü onlar, empatiyle yaşarlar.

ZATA

– Varolmak, algılanmış olmaktır. Varolan her şey bir tanrı düşüncesidir, madde diye bir şey yoktur. Bizim şeyler hakkındaki bilgilerimiz de sadece birer duyum ve algıdan ibarettir.

GEORGE BERKELEY

– “İnsanlık tarihi”, bir kavram tarihidir. Öznenin, nesnel gerçekliği kavrama dönüştürme sürecidir.

– İnsanı yapan, “tarih”tir.

– Özgürlük, sorumluluk gerektirir.

– Ya Spinoza’nın felsefesine inanırsınız ya da hiçbir surette filozof olamazsınız.

HEGEL

– Hiç doğmamış olmak, belki de en büyük nimettir.

SOFOKLES

– Kesin olan bir şey varsa o da “varolma”nın olduğu, “hiçliğin” ise olmadığı.

PARMENİDES

– Hiç bir kitap, ruhumuzu “Upanişadlar” kadar yüceltemez. Hayatımın acılarını onlarla avuttum, ölürken de onlar beni teselli edecek.

Dünyanın en yoksul insanı, “paradan” başka hiçbir şeyi olmayandır.

– Birbirlerini en çok büyüleyenler, birbirlerini en çok tamamlayanlardır.

– Herkes kendinde eksik olanı sever.

– Yalnızlık, bütün mükemmel beyinlerin kaderidir.

ARTUR SCHOPENHAUER

– İnsan, “simgeleştiren” bir hayvandır, bu sayede düşünür.

E. CASSIRER

– İnsan, korku içinde özgürlüğün imkanını keşfeder. “Özgürlük imkanı” ise karar vermektir.

– Öznellik hakikattir.

Bireye tek olma imkanı vermeyen,kollektivizm” şeytandır.

– Tek insan, tanrı karşısında sorumlu olan insandır.

Yabancılaşma, kitle içinde kaybolmaktır.

S. KİERKEGAARD

İnsan, makrokozmosda bir mikrokozmosdur.

M. SCHELER

– İnsan, büyüklüğünü bir uca giderek değil, her iki uca dokunarak gösterir.

– İnsan doğa karşısında, incecik “saz dalı” gibi güçsüzdür ama düşünme yeteneği sayesinde, bu düşünen saz dalı doğaya üstündür.

– Şu sonsuz uzayın, ezeli sessizliği beni korkutuyor!

– Güce dayanmayan adalet; aciz, adalete dayanmayan güç; zalimdir.

– Anarşinin kaynağı, devlettir.

PASCAL

Okumak; yaymaktır, anlam üretimidir.

Filozof, kendi kendine soru soran kişidir.

NERMİ UYGUR

İdeoloji, kendine göre bir mantığı ve tutarlılığı olan, belli bir toplum içinde tarihi bir görevi bulunan, bir tasavvurlar (imajlar, mitler, ve fikirler) bütünüdür.

– Ayrıca ideoloji; maddi yaşamı din, ahlak ve bir anlamda da felsefe düşüncesiyle açıklayan tasarımlara ilişkindir. Kısaca ideoloji, bilim öncesi düşüncedir. Bilim düşüncesi ise tarihi ve toplumu, maddi yaşamın temel koşullarına göre açıklamaktır.

ALTHUSSER

Tarihsel ve entellektüel atıklar, sanayi atıklarından daha büyük ve ciddi bir sorun yaratır. Yüzyıllar sürmüş olan saçmalıkların çökeltisinden bizi kim kurtaracak?

JEAN BAUDRİLLARD

Gerçek göçebeler, bir yerden başka bir yere gidenler değil, aksine oldukları yerden kıpırdayamayanlardır. Belli kodlardan kaçarak, aynı yerde kalmak için göçebeleşenlerdir.

GİLLES DELEUZE

– İki ayrı sonsuz olamaz. Bir noktada ikisi de birbiriyle kesişir.

ZENON

– Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır.

– Başlayan herşey biter.

– Büyük bir servet, büyük bir köleliktir.

– Ölum bazen bir ceza bazen bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur.

– Yeryüzünde gün ışığına layık olmayan nice insanlar vardır ama güneş her gün yeniden doğar.

– Yaşıyorsak hala bir umut var demektir.

– Hayatı kaybetmekten daha acı olan şey, yaşamın anlamını kaybetmektir.

– Unutmazsan senin, affetmezsen onun canı acıyacak. Unutmak ve affetmek, sadece iyi insanların intikamıdır.

– Ey hayat, senin bu kadar önemli olman ölüm sayesindedir.

– Birlikte olduğun insanın hayatını kurcalamak, onunla kurmayı düşündüğün geleceği yok etmekten başka bir işe yaramaz.

– İnsanları tanımak için onları sınamaktan korkmayın. Çünkü kaybedilmesi gerekenler, en önce kaybedilmelidir.

– Gençliğinde bilgi ağacı dikmeyen yaşlılığında rahatlayacağı bir gölge bulamaz.

– Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir.

– Ölüm herşeyi eşit kılar.

– Dışarıdan bakıldığında bir kozmos, içeriden bakıldığında ise bir kaos gördüm.

– Aza sahip olan değil, çok isteyen fakirdir.

Hayatı komedi sayanlar, son espiriyi iyi düşünsünler.

– Konuşmayı çok erken öğrendim, susmayı öğrenmem içinse yaşlanmam gerekti.

– Her dahi, bir parça delidir.

– Konuşma, insanın aklını diliyle kullanma sanatıdır.

– Yüreği yılmadan düşen, dizleri üzerinde savaşmayı sürdürür.

SENECA

– Hiçbir şey, gerçeğin kendisinden daha şaşırtıcı değildir.

ERWİN KİRC

Felsefe, ruhsal bir ihtiyaçtır. Filozof, gerçekten felsefe yapabilmek için ölmesini öğrenmelidir. Fakat yeni felsefe bizden, bunun tam aksini istiyor; filozof eğer gerçekten felsefe yapmak istiyorsa, yaşamayı öğrenmelidir.

– Davud, Musa mermerin içine gizlenmişti. Ben onları bulup, oradan çıkardım.

– Ufak tefek şeyler mükemmelliği yaratır, mükemmellik ise ufak tefek bir şey değildir.

MİCHELANGELO

JONAH GOLDBERG “LİBERAL FAŞİZM”

Cumartesi, Ocak 12th, 2013

JONAH GOLDBERG  “LİBERAL FAŞİZM”

 

İlericilik ya da gelişmecilik daha çok, faşizmin bir kardeş hareketidir.

“Faşizm, farklı sınıfları ama özellikle de orta sınıfları bir araya toplayan bir kitle hareketidir, görevinin milli yeniden doğuş olduğunu düşünür, karşıtlarıyla savaş halindedir, demokrasiyi yıkmak, yeni bir rejim kurmak için terör ve parlamenter taktikler kullanır.” Emilio Gentile

“Faşizm hem liberalizm hem de tutuculuk karşıtıdır.” Ernst Nolte

– Faşizm aslında sağa ait değil, aslında solla ilgili bir olgudur. Faşizm, komünizmin karşıtı olmak gibi yanlış bir fikrin gölgesinde kalmıştır.

– Solcu bazı kesimler, “Siyonizm = ırkçılık” ve “İsrailliler de Nazidir” derler.

– Amerikan gelişimciliğinin temeli, Avrupadaki Mussolini ve Hitler faşizmi ana kaynağını oluşturur. Amacı, Amerikayı ‘Avrupalılaştırma’ ve tamamen kontrol altına alınabilecek bir ülke haline getirme fikri vardır.

– Faşizm savaştan önce Avrupa ve ABD’de liberaller ve solcular tarafından geliştirici bir sosyal hareket olarak görüldü.

– 1920’li yıllarda faşizm ve faşist fikirler, Amerikan solunda çok popülerdi.

Mussolini, hristiyanlığı sevmiyor ve İtalyan sosyalizminde hristiyanlığı istemiyordu. Tek tanrılı dinlere tapanların partiden atılacağı kararını çıkardı. Parti üyeleri dini evlilik, vaftiz gibi hristiyan ayinlerinden vazgeçecekti.

Mussolini cinselliğe de büyük önem verirdi. 169 metresi vardı, çağdaş standartlara göre bir tecavüzcü sayılabilirdi.

– 18. Yüzyıl romantik nasyonalizminin ve modern faşizminin babası J.J. Rousseau’dur. Rousseau, Polonya’nın yeni laik bir inanç yaratabilmesi için milli tatiller ve simgeler yaratmasını önerdi.

– Fransız Devrimi, ilk totaliter devrimdir.

“ Faşizm bir dindir.”  Mussolini

“ Terör olmadan erdem güçsüz kalır. Terör adaletten başka bir şey değildir.” Robespierre

“ Gelecek için bir program geliştiren insan, devrimcidir”. Marx

– Mussolini 1945’te bir grup Alman askeriyle beraber yardımcılarını, metreslerini ve yakın dostu Bombacci’yi de yanına alarak İsviçre’ye kaçtılar fakat komünist partizanlar tarafından yakalanarak öldürüldüler.

Sol değişim partisidir, sağ ise mevcut durumu korur.

Hitler burjuvaziden, monarşislerden, gelenekçilerden, aristokratlardan ve kurulu düzene inanan herkesten nefret eder onları aşağılardı.

“İşçilerin vatanı yoktur” Marx

Komünisler sınıf, Naziler ırk, faşistler de ulus fikrini desteklerler. Hepsi de totaliter diyebileceğimiz bu ideolojiler hep aynı insanları çekerler.

– Soyunda Yahudi olmasına rağmen Marx, Yahudilerden nefret eder, mektuplarında “pis Yahudiler” gibi ifadeler kullanır, düşmanlarına “zenci gibi Yahudi” derdi.

Faşizm, orta sınıf sosyalizmidir ve durumlarını kötüleştireceğini kanıtlayana kadar, onu terk etmeleri için orta sınıfları ikna edemeyiz.” Karl Radek

“Bir sosyal demokrat, bir faşist ya da bir Nazi arasında hiçbir fark yoktur.” Üçüncü Enternasyonal

Stalin, Sovyet devletinin kurucularından L. Troçki’yi bile ‘Nazi ajanlığı’ ve ‘başarısız faşist darbenin lideri’ diyerek sayısız insanları suçladığı gibi suçlamıştır.

“Bizim sorunumuz sadece dünya yaşantısına uymaya çalışmaları için öğrencilerimize yardım etmek değil…onları babalarından mümkün olduğu kadar farklı yetiştirmektir.” T.W.Wilson

– Bugün çok da düşünmeden faşizmle militarizmle yan yana getiriyoruz. Fakat unutmamak gerekir ki, faşizmin militarist olmasının nedeni, militarizmin 20. yüzyıl başlarında ‘ilerici’ olmasıydı.

B. Shaw bir zamanlar Stalin, Hitler ve Mussolini’yi dünyanın büyük ilerici liderleri olarak övdü.

“Ne kadar kötü olursa o kadar iyidir.” Lenin

“Ülkenin senin için ne yapacağını değil, senin ülken için ne yapacağını sor.” J.F.Kennedy

Nazi filozofu Heidegger, “ batının ruhani gücünün tükeneceği, can çekişir gibi görünen kültürünün çökeceği, bütün güçleri karmaşaya iteceği ve çıldırtacağı günleri bekliyorum” diyordu.

“Kitlelerin harekete geçirilmesi için mitlere ihtiyaç vardır. G. Sorel

“Hayatımdaki monotonluktan kurtulmak için bombalar patlatır, konuşmalar ve başka eylemler yaparken çok zevk alıyorum.” C.Guevera

Şüphelendiğin adamı öldür.C. Guevera

Devlet gerçek anlamda var olan idrak edilmiş olan moral hayattır…Dünyada  var olan şekliyle kutsal fikirdir. İnsanoğlunun sahip olduğu her şeye değer. İnsan tüm ruhsal gerçekliğe sadece devlet kanalıyla sahip olur. Tanrının dünya üzerindeki yürüyüşüdür. Hegel

“Hükümet için daha kolay olmaz mıydı? Halkı dağıtmak ve yerine yeni bir halk seçmek acaba? B. Brecht

“ Tek temel ve mümkün olan sosyalizm, seçkin insan türünün sosyalleşmesidir.”… “Özür dileyerek, yakınlık göstererek ve son arzularında cömert davranarak suçluları ve soysuzları idam edip, ortadan kaldırmalıyız.”  B.Shaw

Muhafazakarlık, tedavi edilebilir bir hastalıktır.”  M. Lerner

Beyaz ırk insanlık tarihinin kanseridir.” S. Sontag

KURUMLAR SOSYOLOJİSİ

Pazartesi, Kasım 16th, 2009

 

 Bir kuruma üye olmak, sonradan edinilen bir statüdür. Çok nadir olarak, doğuştan kazanılır. Üye olunduktan sonra da, o kurumun normlarına uymak gerekir. Aksi halde kurumdan atılır. Her kurumun bir ismi ve sembolü vardır. Sembol, bir kurumu ya da kuruluşu diğer kurum ve kuruluşlardan ayırt etmek için içindir.

 Hemen hemen her kuruluşta iki örgüt vardır:

 1-Formel örgüt (resmi), 2- İnformel ( resmi olmayan) örgüt.

 Formel örgüt; statü ilişkisidir. Statüler bireyden bağımsızdırlar. İnformel örgüt ise kişilik ilişkilerine dayanır. Önemli olan statü değil, o statüyü işgal eden kişinin oynadığı roldür.

 Zamanla statü ilişkileri, kişisel ilişkilere dönüşebilir. Formel örgütte statüye bağlı olarak dışsal değerlendirme sözkonusudur. İnformel örgüt ise kişisel ilişkiye bağlı olarak içsel değerlendirme var.

 Formel örgüt ne kadar iyi örgütlenmiş olursa olsun, informel örgütten destek almadıkça başarılı bir kuruluş sayılamaz.

 Düşmanlık, şefkat, yakınlık duyguları informel ilişki içinde yeralır.

 Formel ilişkiye örnek; tanımadık herhangi bir dükkândan yapılan alışveriş.

 İnformel ilişkiye örnek; tanıdık, karşılıklı samimiyetin arttığı bir dükkândan yapılan alışveriş.

 

 Kurum – Kuruluş:

 Robert McIver’e göre kuruluş; herhangi örgütlenmiş bir gruptur. Grubun küçük veya büyük olması fark etmez.

 Kurum ise herhangi bir iş yapmanın örgütlenmiş şeklidir. Kurum, bir grup değildir. Kurum; formel olarak belirlenmiş, tanınmış ve istikrarlı bir şekilde toplumda herhangi bir faaliyetin yerine getirilmesidir. Yani kurum, bir iş yapmanın resmi örgütlenmiş hali, kuruluş ise örgütlenmiş gruptur.

 

 Kurumsallaşma:

 İnsanlar hayatlarının birçok devresinde birçok faaliyeti yerine getirir. Bunların bazıları kurumsallaşmıştır. Farklı toplumlar farklı faaliyetleri kurumsallaştırmıştır.

 Kurumlar işleyebilmeleri için daima belirli kuruluşlara ihtiyaç duyarlar. Kurumun olduğu yerde en az bir kuruluş vardır. Örneğin basın kurumunun kuruluşları çeşitli gazetelerdir.

 Kurumlar, kurulaşlar olmadan varolamazlar. Ve kuruluşlar da kurumsallaşmış bir şekilde işlerler. Yani kuruluşlar, temel ve ikinci dereceden fonksiyonlarını toplumda bilinen bir şekilde yerine getirirler. Genellikle bu durm karıştırılmaktadır. Bu karışıklığa meydan vermemek için, kurum mu yoksa kuruluş mu olduğunu anlamak için iki soru sorulur:

1-Her kuruluşun bir yeri vardır. Nerede?

2-Belirli bir kuruluşa üye olunabilir. Üye olunabilir mi?

 

 Örneğin aile, çocuk yetiştirmenin, nesli sürdürmenin ve eğitimin örgütlenmiş bir şekli olduğundan kurumdur. Tek tek aileler ise kuruluştur.

 Yine savaş ve koruma faaliyetlerinin örgütlenmiş bir hali olduğundan ‘ordu’ bir kurumdur. ‘Türk ordusu’ ise bir kuruluştur.

 Aynı şekilde eğitim de hem kurun hem de kuruluştur.

 Toplumlar karmaşıklaştıkça, kurumlar da farklılaşmaktadır. Bir toplumun kurumlarına bakarak o toplumun nasıl bir toplum olduğunu anlayabiliriz.

 Örneğin ortaçağ toplumlarında en etkin, en baskın kurum ‘din’ kurumudur. Dolayısıyla ortaçağ toplumları, dinsel toplumlardır.

 Yine eski Isparta toplumu ise ‘askeri’ bir toplumdur. Çünkü bu toplumda en önemli statüler, askeri statülerdir.

 Geleneksel Çin toplumunda ise en baskın kurum aile olduğundan bu toplumda da aile bağlarının çok kuvvetli olduğunu görüyoruz. Birey ailenin dışına itildiğinde yaşaması olanaksızdır ya da çok güçtür.

 Bir toplumun profilini çizmek, o toplumda en baskın en etkin kurumu ortaya çıkarmakla olur.

 Birçok kuruluş, bir tek kurumun faaliyetlerini yerine getirebileceği gibi, bir tek kuruluş da birçok kurumun faaliyetlerini yerine getirebilir. Örneğin üniversiteler, eğitim kurumunun faaliyetlerini yerine getirirken spor, tiyatro, folklor gibi örgütlenmiş kuruluşların faaliyetlerini de yerine getirmektedir.

 Bireyler hayatları boyunca birçok kuruluşlara katılmaktadır. Bu katılım bazen aktif bazen de pasif olmaktadır.

 Kuruluşlara katılım birey üzerinde büyük etkilere yol açmaktadır. Bir toplumdaki kuruluşlar, o toplumdaki birey sayısından daha fazla olabilir. Çünkü bir birey birden fazla kuruluşa üye olabilir.

 İdare kurumu; politik olarak örgütlenmiş karmaşık toplumlarda görülür.

 Devlet; politik olarak örgütlenmiş toplumdur. Hükümet ise politik olarak örgütlenmiş toplumun fonksiyonlarını ve görevlerini yerine getiren bir kuruluştur. Devletin fonksiyonlarını belirli bir süre için yerine getirmesi bakımından bir araçtır ya da bir kuruluştur.

 Hükümet, devlette daha az içeriklidir. Bir toplumun vatandaşları hepsi birlikte devleti meydana getirirler. Devleti idare edense hükümettir. Aslında devlet de bütün yurttaşlarını içeren politik bir örgüt olduğundan kuruluştur. Devlet, sivil toplumla eş anlamlıdır ve sürekli bir kuruluştur. İdare kurumunun faaliyetlerini yerine getiren bir kurumdur.

 Hükümet ise sürekli değil her seçimde değişen bir kuruluştur. Devleti temsil eden cumhurbaşkanının değişmesi, devletin değişmesi anlamına gelmez.

 İnsanlar arasında ‘idare etme’ nasıl doğmuş ve kurumsallaşmıştır?

 Bu konuda pek çok teori var:

 Bir teoriye göre idare etmek, ilahi güce dayandırılmaktadır. Kral, baştan bir takım kutsal niteliklere sahiptir. Bu nedenle kral, ilahi gücün yeryüzündeki temsilcisidir. Yani otoritenin gücü, idare eden güçten gelmektedir.

 Başka bir teoriye göre otorite kaynağını; kuvvette bulmaktadır. Güçlü veya kurnaz olma yeteneğine sahip olan, zayıf ve dürüstü egemenliği altına almaktadır. Adaleti kendilerine göre uydurmaktadırlar.

 Üçüncü teoriye göre ise Thomas Hobbes tarafından ortaya atılmış, J.J.Rousseau tarafından geliştirilmiştir. Hobbes’a göre insan, kavgacı ve güvenilmezdir. Bu durumu şöyle ifade eder; “insan, insanın kurdudur”. Bu durumdan kurtulmanın tek çaresi; bütün insanların doğal özgürlüklerinden fedakârlık ederek ve de sivil toplumun güvenliği için bir anlaşma yaparak otoritenin idare kurumuna devredilmesidir. Bu görüşe “sosyal kontrat” ya da “toplum sözleşmesi” denmektedir. İşte otorite/idare kaynağını bu sözleşmede bulmaktadır.

 Bu teorilerin hiçbiri evrensel olarak geçerli değildir. Çünkü idare, sosyal hayatın tabiatında vardır. İnsanın yaşadığı yerde bir sosyal düzen vardır. İşte idare bu düzenin bir yönüdür. Düzenin olduğu her yerde bir çeşit idare vardır. Düzen, idareden toplumun politik örgütünden önce gelmektedir.

 R.McIver, idarenin kökenini ailede keşfetmiştir. Ailenin, toplumun diğer kurulaşları ile ilişkisi ne olursa olsun kendine özgü bir kuralı ve düzeni vardır. Düzen ilk olarak ailede oluşmaktadır. Aile olmasaydı, dünyada düzen olmazdı.

 Kısaca idare, insanlık tarihi kadar eski bir olgunun kurumsallaşmasıdır. Sosyal düzenin kurumsallaşması idareyi ortaya çıkarmıştır. Örneğin haberleşmenin kurumsallaşması gazetecilik kurumunu, savaşın kurumsallşması ise ordu kurumunu ortaya çıkarmıştır.

 

 İdarenin fonksiyonları:

 

 İnformel normlar, formel kanunlara dönüşmüş, bu kanunların uygulanışı da idare tarafından sağlanmaktadır. Devlet idaresi bu amaçla kurulmuş kurumdur.

 Yani idarenin birinci fonksiyonu; üyelerin belirli normlara özellikle de kanunlara uymasını sağlamaktadır. Bu uymayı da baskı kullanarak sağlar. Baskı kullanmadan toplumun varlığını tehdit eden bireyleri kontrol altında tutmak çok zordur.

 Baskının, zor kulanımın meşru kullanımı, idarenin birinci fonksiyonunu meydana getirmektedir. Toplumda çoğunluğun huzurunu bozacak gruplara karşı, etkin bir kurumun bulunması gereklidir. Toplumda aynı zamanda menfaati birbiriyle çatışan gruplar da vardır.

 İdare, toplumun huzurunu bozacak olanlara karşı baskıyı, meşru bir şekilde kullanır.

 İdarenin ikinci fonksiyonu; bütün toplumlar diğer başka toplumlarla ilişki içindedir. Bu ilişki bazen dostça bazen de düşmancadır. Bu nedenle de toplumu bu düşmanca hareketlere karşı koruyacak merkezi bir koordinasyona, kurulaşa ihtiyaç vardır. Dolaayısıyla bu ihtiyaca cevap verecek olan da idaredir.

 Kısaca idarenin temel fonksiyonları; iç düzeni korumak ve dış tehlikelere karşı bekçilik etmektir.

 İdare denince yalnız formel yapısı, kanunları anlaşılmalıdır. İdare aynı zamanda bulunduğu toplumun bir aracı ve ondan kaynaklanan bir kurum olarak da düşünülmelidir.

 

 Aile kurumu:

 

 Kurum olarak baktığımızda aile; çocuk yetiştirme ve üremenin formalize edilmiş ve düzenlenmiş bir işlemidir.

 Kuruluş olarak aile ise bu faaliyetleri yerine getiren belirli ailelerdir. Herkes bir aileye üye olabilir ama aile kurumuna hiç kimse üye olamaz. Her ailenin belirli bir yeri var ama aile kurumunun yok. Toplumda kurumların en süreklilerindendir. Geçici olan belirli ailelerdir. Çünkü onu oluşturan üyelerinin, hayatları boyunca devam eder.

 ;ç,nde çocuk olarak bulunduğumuz aile ile içinde ana-baba olarak bulunduğumuz aile karıştırılmamalıdır.

 Çocuk olarak bulunduğumuz aileye; ‘oryantasyon ailesi’ denir. Ana-baba olarak bulunduğumuz aileye ise ‘üreme ailesi’ denir.

 Oryantasyon ailesi, irademiz dışıdır ve statümüz doğuştandır. Buna karşılık üreme ailesi irademiz içindedir ve kazanılan statü sonradandır.

 Oryantasyon ailesi yeni doğan bir çocuk için bir topluluk gibidir. Üreme ailesi ise bir kuruluştur. Biliçli olarak üyelerinin sayısı arttırılmıştır. Üreme ailesi de sosyal bir grup olmakla birlikte örgütlenmiş grup kriterlerini de içermektedir. Örgütü de devletin koyduğu kanunlarla işlemektedir.

 

 Aile biçimleri sınıflandırmaları:

 

 Aileleri bulundukları yere göre sınıflama:

 Anne tarafında ikamet eden aileye ‘matrilocal’, baba tarafında ikamet edene ise ‘patrilocal’ diyoruz.

 

 Ata soyuna göre aileler:

 Anne soyunu olan aile; ‘matrilineal’, baba soyunu alan aileye ise ‘patrilineal’ denir.

 

 Aileyi aldığı isme göre sınıflama:

 Ana adını alan aileye; ‘matronymie’, baba adını alan aileye ise ‘patronymie’ denir.

 

 Aileyi içeriğine göre sınıflama:

 Ana-baba ve çocuklarda oluşan aileye; ‘nükleer aile’, ana-babanın bir tarafından akraba olan aileye ise ‘kanbağı aile’ denir.

 

 Evlilik çeşitlerine göre yapılan sınıflama:

 

Tek eşlilik; ‘monagami’, çok eşlilik ise ‘poligami’ dir.

Policini; bir erkeğin iki ya da daha fazla kadınla evlenmesi.

Poliandre; bir kadının iki ya da daha fazla erkekle evlenmesi.

Endogami; grup / klan içi evlilik.

Egzogami; grup dışı, kabile dışı evliliktir.

 

 Ailenin fonksiyonları:

 1-Toplum içi fonksiyonlar.

 2-Birey içi fonksiyonlar.

 

 Toplum içi fonksiyonları:

 1-Türün devamlılığı.

 2-Seksüel kontrol.

 3-Koruma ve devamlılık.

 4-Kültür transferi.

 5-Statü kazanma.

 

 Birey içi fonksiyonları:

 1-Yaşam ve yaşamını sürdürme.

 2-Seksüel fırsat.

 3-Koruma ve destek.

 4-Sosyalizasyon.

 5-Toplumsal kimlik.

 

Bu sınıflama yapay bir sınıflamadır.

Aile hem toplum hem de birey için fonksiyonlarının yerine getirerek varlığını sürdürmektedir. Bu sayılan fonksiyonların standart bir sınıflaması yoktur. Bir görüşe göre bu sınıfların birbirine bağlılığı mantıksal olarak sınıflandırmak gerçek durumun zedelenmesine yol açar. Diğer bir görüşe göre bu fonksiyonların hepsi birbirinden bağımsızdır. Ve yine bu fonsiyonların her biri diğer toplumsal kurumlarca yerine getirilebilir. Bütün bu görüşlere rağmen ailenin fonksiyonları birlikte ele alındığında bu fonksiyonların yerine getirilmesinde aileden daha verimli bir kurum yoktur. Aile tarihteki evrenselliğini ve bireyin yaşamı üzerindeki büyük önemini bu açılardan dolayı korumaktadır.

 

 Türün devamlılığı:

 Karmakarışık bir üreme şekli toplumda karmaşıklığa yol açar. Başka hiçbir neden olmasa bile düzen açısından üreme süreci ailede kurumsallaşmıştır. Ailede bu konuda bir istikrarlılık görmekteyiz.

 Bütün toplumlar ailenin bu fonksiyonları ile ilgili oldukça katı normlar koymuş ve yaptırımlarla desteklemektedir. Örneğin, aile içi evlilik yasaklanmıştır.

 

 Seksüel kontrol:

 Seks tek başına aileyi açıklayamadığına göre şunu inkar edemeyiz ki, biyolojik gerçekle toplumsal plan arasında en yakın ilişkiyi ailede bulmaktayız. Aile en temel vücut fonksiyonlarının bile ifadeleri kültür ve kültürel normlarda bulduklarını göstermiştir.

 

 Devamlılık:

 Aile toplum için bir çocuk kazandırmaktadır. Bu devamlılık çeşitli şekillerde kurumsallaşabilir. Bunu devlet, hastaneler ve diğer kurumlar üzerine alabilir. Fakat hiçbiri bu fonksiyonları ailenin yerine getirdiği gibi iyi bir şekilde yerine getiremez. Belki devlet, ailenin sağlayabileceği maddi değeri daha iyi sağlayabilir. Fakat aile sosyal bakımla birlikte yakın, kişisel tepkileri içinde birleştirir. Bütün bu birleştirmeden dolayı çocuk yetiştirmede diğerlerinden daha başarılıdır.

 

 Kültür transferi:

 Çocuk ailesinin dışındaki topluma kendi ailesi içinde hazırlanır. Her ailenin kendine özgü alt kültürü varsa da o toplumun kültürü ailede yansır.

 Türk ailesinde yetişen birey, Türk kültürünü yansıtır.

 Aile çocuğu, topluma kazandırandır. Çocuğun yetişmesinde duygusal yönden en iyi fonksiyonu yerine getiren ailede sevgiyi, saygıyı, dürüstlüğü… çocuk ailesinde görür.

 

 Statü kazanma:

 Aile tabakalaşmış otorite ilişkisini de gösterir. Baba-oğul arasındaki ilişki; ‘otoriter’ ilişki, kardeşler arasındaki ilişki ise ‘ayrıcalık’ ilişkisidir.

 Bir toplumda karşılacağımız bütün statü ilişkilerinin hepsini ailede görüyoruz. Toplumsal statümüzü aileden almaktayız. Milliyet, din, sınıf, ikamet gibi statüleri doğuştan kazandığımız gibi sonradan da değişebilir. Toplumsal kimliğimizi bu statülerle kazanıyoruz.

 Aile, grup çeşitleri arasında, birincil sosyal ilişkilerin yaşandığı gruptur.

 

 Aile – devlet ilişkisi:

 

 Aile pek çok kurumla (eğitim, din, idare, sağlık vs.) ilişki içindedir. Ailede kuralları özellikle devlet koymaktadır. Devlet evliliği sadece iki bireye bırakmamıştır. Devletin bu konuda bir takım normları vardır. Örneğin, evlenmek için reşit olmak gerekir. Devletin aile üzerindeki kontrolü son derece sıkıdır.

 

 KÜLTÜR:

 Üç unsurdan oluşmaktadır:

 1-Düşünceler, fikirler.

 2-Maddi şeyler.

 3-Normlar.

 Düşünceler, felsefenin işidir. Maddi şeyleri de fizik incelemektedir. İnsanların diğer insanlarla ilişkilerini, kültürlerini, uyumlarını da sosyoloji incelemektedir. Yani normları sosyoloji inceler.

 Sosyal ilişkileri düzenleyen kurallara; ‘sosyal normlar’ diyoruz. Normlar, toplumsal beklentidir, toplumdaki davranışlarımızı idare eden kültürel bir özelliktir.

 Toplumsal normlar bireyin yaşamını kolaylaştırır ve birey bunlar üzerinde düşünmeden hareket eder.

 

 Normların birey için fonksiyonları:

 1-Karar vermemizi kolaylaştırmak.

 2-Karar verme zamanını azaltmak.

 3-Karşılaştığı böyle durumlarda hemen çözüm bulmasını sağlamak.

    Norların olmadığı yerde toplum da yoktur.

 

 Norm çeşitleri:

 1-Adetler,  2-Töreler,  3-Kanunlar.

 

 Normların sınıflandırılması:

 1-Normlar hem emredici hem de yasaklayıcıdır. Yasaklayıcı normlar; tabulardır. Emredici normlar; ne yapmamız gerektiğini söyleyen kurallardır. Örneğin; kırmızı ışıkta geçilmez” yasaklayan bir normdur.

 2-Normların bir kısmı; toplumca geçerli olan ‘komünal toplum normları’ diğerleri de ‘kurumsal normlardır’. Toplum ve kurum normları çatışabilir.

 

 Adetler / halk usulü (folk ways):

 Her toplumun kendine özgü bir takım adetleri vardır. Bu nedenle de her toplumun her toplumun değişik kültürü vardır. Adetelerin uygulanması için resmi yaptırım (kanun) yoktur. Fakat bütün bunlar yine de bizler tarafından yapılır.

 Adetler, evrensel bir nitelik taşır. Hiçbir toplum adetsiz varolamaz. Yani bir toplumun sosyal yapısını oluşturmada önemli bir yer tutar. Düzenliliği, istikrarı sağlarlar.

 

 Töreler:

 Adetlerden farklıdırlar. Bunlar da resmi bir yaptırım olmaksızın yerine getirilirler. Töreler daha toplumun refahı, ahlaksal davranışlarla ilgilidir.

 Bunlar da toplumdan topluma değişirler. Törelere uymayanlar, toplumun varlığını tehlikeye atanlar olarak görülür.

 

 Kanunlar:

 Her toplumun adetleri, töreleri olmasına rağmen hepsinin kanunları yoktur. Kanunlar, politik örgütü olan toplumlarda görülür. Kanunlar, devletin görevlendirdiği kanun koyucular tarafından yapılır. Kanunların yazılı olması ya da belirli bir şekilde kaydedilmesi gerekir.

 

 Yaptırımlar:

 Normların uygulanması için yaptırımlar şarttır.

 Yaptırımlar olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılır. Birey törelere uymadığında alay edilir. Uyduğunda ise ödüllendirilir. Spinoza, toluma ters fikirler öne sürmesi nedeniyle toplum dışına itilmiştir.

 Devletin yaptırımları kanunlardır. Kanunlar diğer normlardan farklı olarak çok açık-seçik olarak yazılmışlardır. Bir suçun cezasının ne olduğu açıkça bellidir.

 Hukuksal normların da sosyal normların da ortak amacı; kurallara uymayanları toplumdan tecrit etmektir.

 Devlet normları, baskıyı meşru olarak kullanabilen tek güçtür.

 

 Normlar arası ilişki:

 Adetlerin, törelerin, kanunların uygulanması için yaptırımları vardır. Kanunlar kaynağını adetlerde ve törelerde buluyor. Kanunlar onların resmi olarak karşımıza çıkmasıdır. Törelerin, adetlerin değiştiğini ondan sonra kanunların değiştiğini görüyoruz.

 Bazen kanunlarla; töreler, adetler çatışmaktadır. Adet değişmiştir fakat kanun hâlâ devam etmektedir.

 Bazen de istisna olarak, kanun konmuştur ancak toplumda adet haline gelmemiştir.

 Töreler adetlerden, kanunlarsa hepsinden daha fazla zorlayıcıdır. Ancak bazen töreler, kanunlardan daha zor çiğnenir, cezası kanunda çok ağır olmasına rağmen. Örneğin, kan davası.

 Bir görüşe göre adetlerin ve törelerin yeterli olduğu yeterli olduğu toplumda kanunlar gereksizdir. Adetler ve töreler yetersiz olduğunda kanunlar şarttır.

 

 Normlara niçin uyarız?

 Toplumsal ya da hukuksal yaptırımlar nedeniyle uymak zorundayız aksi halde cezalandırılırız. Ya da onaylanmak, ödülü almak için uyarız. Topluma uyum sağlamak bazen de alışkanlık olduğundan. Toplum normları, bizi öyle doktrine ediyor ki, hiç düşünmeden toplum normlarını yerine getiriyoruz. Çocuk, normlara şartlandığından tek yol bu olmakta, uymama gibi bir seçeneği yok.

 Sosyal ilişkilerde bize yol gösterdiği ve sosyal etkileşimi kolaylaştırdığı için uyarız.

 Bütün ntoplumlarda iki tip örüntü vardır; ‘ideal örüntü’ ve ‘gerçek örüntü’.

 İdeal örüntü; her bireyin toplumdaki normlara en iyi şekilde uymasıdır. Bunun sonucunda ortaya çıkan kültür de ‘ideal kültür’ olmaktadır.

 Gerçek örüntü; yukardaki durum her zaman için mümkün değil, uyumlarda farklılıklar olmaktadır. Uymayanlar da vardır. Bunun sonucu oluşan kültürse ‘gerçek kültür’dür.

 Bir birey karmaşık bir toplumdaki bütün normlara uymaz. Sadece kendi grubunun normlarına uyar. Her toplum çeşitli gruplardan ve bunların farklı normlarından oluşur. Bir grubun normu başka bir grubun normu ile çatışabilir. Normları olmayan bir sosyal grup yoktur.

 Bireyin grup normlarına uyma nedeni ise birey grupla birlikte kimlik kazandığı içindir.

 

 MODA:

 İnsanların uymaya çalıştığı bir normdur. Moda, karşıt eylemlere cevap veren bir araçtır. Hem uyma arzumuzu hem de diğerlerinden farklı olmamızı sağlayan bir araçtır. Bir norm etrafında farklılıklar dizisidir.

 Moda, çeşitli alanlarda karşımıza çıkmaktadır. En belirgin alanı ise giyimdir.

 Moda, bir nevi monotonluğa karşı geliyor ve bireyler arasında kişiselliği ön plana çıkarıyor. Bireyler arasında farklılığa izin veren bir araçtır.

 İnsan modaya fazlaca uyduğunda ise kendi grubu tarafından alaya alınıyor, olumsuz tavırlarla karşılaşıyor. Her grubun kendine göre bir zevk ve beğenisi vardır.

 Ünlü Fransız sosyoloğu Gabriel Tarde, taklidin önemi üzerinde durarak, adetle moda arasındaki ayrımı şöyle açıklamıştır:

 “Adetlere uymakla biz atalarımızı taklit ediyoruz, modayla ise çağdaşlarımızı taklit ediyoruz”.

 Edward Sapir ise modayı şöyle tarif ediyor:

 “Moda, adetlerden belirli ölçülerle ayrılmasından doğan bir adettir”.

 Robert McIver’e göre ise “moda, sosyal olarak kabul edilmiş farklılıklar dizisidir. Bir şeyin adet olması lazım ki, biz onda farklılıklar görebilelim”.

  Modayı her alanda; insanların zevkinde, giyimde, müzikte, resimde, yaşam felsefelerinde, mesleklerde, araçlarda, edebiyatta, bilimde, dinde, filmlerde, sporda, hastalıklarda, yediklerimizde-içtiklerimizde kısaca her alanda görmekteyiz.

 

 TÖRENLER:

 Sosyal bir normdur. Tören yapılmasının nedeni, bizim için önemli bir olayı topluma duyurmak için. Örneğin, evlilik, açılış vs.

 Törenlerde yaşanan sevinç, mutluluk, üzüntü gibi duygulardır. Törenler bizim için bir dönemini gösteren olaylardır. Yeni bir döneme geçişte istikrar sağlıyor.

 

 RİTLER:

 Bütün topluma açık olmayıp, belirli grupların kendilerine özgü törenlerdir.

 

 RİTÜELLER:

 Belirli dönemlerde devamlı olarak tekrarlanan seronimlerdir. Örneğin, her yıl belirli tarihlerde kutlanan dini ve milli bayramlar vs.

 

 ETİKET:

 İnsanların, sosyal etkileşiminde işlemlerini yönlendiren bir normdur. Örneğin, sevdiğine bir hediye gönderme vs. Şerefine yemek verilen ev sahibinin sağına ya da soluna oturtulması vs.

 Niçin etiket?

 1-Diğer bütün insanlarla olduğu gibi belirli durumlarda standart bir takım prosedürlerin işlemesini sağlamak.

 2-İnsanlar arası sosyal mesafeyi sembolize etmektedir. Örneğin, cumhurbaşkanının kendine özel bir locası vardır.

 3-Sosyal mesafeyi devam ettirmek için fazla yakınlığın ve samimiyetin istenmediği hallerde, sosyal mesafenin devamını sağlıyor. Özellikle formel ilişkilerde etikete daha fazla uyarız.

 

 STATÜ VE ROL:

 Sosyal statümüz sevincimizi, üzüntümüzü belirlemektedir. Yani aynı fizyolojik bir durum; statü ayrımından dolayı farklı reaksiyonlara yol açmaktadır. Toplumsal ilişkimiz, statüler arası ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Herkes statüsünden beklenenleri yapar ve kişi statüsü gereği ne yapacağını bilir.

 Statüler bizim ayrıcalıklarımızı, görevlerimizi, haklarımızı belirlemektedir.

 Statü toplumda bir pozisyon, bir yerdir. Bireyin bulunduğu gruba göre statüsü değişir. Statüler daha bireyler gelmeden önce kurulmuş, belirlenmiş yerlerdir. Aynı zamanda kültürün bir parçasıdırlar.

 Rol ise statünün dinamik davranışsal yönüdür. Statüler işgal edilir oysa roller oynanır.

 Aynı statüleri işgal edenlerin, rollerini farklı oynadıklarını görüyoruz.

 Kurumsallşmış role statü diyebiliriz. Statüler ya sonradan ya da doğuştan kazanılırlar. Her bireyin toplum içinde birden fazla statüsü vardır.

 Karmaşık toplumların bir özelliği, bireylerin çok farklı statüler işgal etmesi ve statü ilişkilerinde bulunmasıdır.

SOSYOLOJİ TARİHİ-2

Pazar, Ekim 4th, 2009

 

  ‘Doğal Hukuk’ ve Ortaçağda Hayat:

 

 Bir yandan devlet ve din kendini güçlendirirken diğer yandan feodalizm de gücüne güç katmaktadır.

 Kölelik sistemiyle büyük aileler güçlenirken, 10.yy’da serf sistemiyle derebeyler güçlerini insanlar üzerinde hissettirmektedirler.

 İnsanlar arasındaki, emredenler ve emir alanlar durumu ilk zamanlarda kölelik kurumunu sürdürürken orta çağda ‘serf-senyör’ ilişkilerinde bu egemenlik bir kat daha kuvvet kazanmıştır. Özellikle 10. yy’da hakimiyet gaddarca ve zalimceydi. Bu asırda bir taraftan Roman – Germen imparatorluğu diğer taraftan papa kendi hakimiyetlerini sürdürmektedir.

 Aile meseleleri, ekonomik ilişkiler, siyasi problemler hemen hemen bütün sosyal durumlar devletin içinde çözüme kavuşturuluyordu.

 Esasen 1215 yılında zamanın “insan hakları beyannamesi” diyebileceğimiz ‘Magna Carta’ imzalanmıştır.

 Ancak 15, 16 ve 17. yüzyıllarda Rönesans ve reformun getirdiği yenilikler o çağın sosyal düşüncesini tamamen çökertmiştir. Rönesans, Roma-Germen imparatorluğunun temellerini sarsmış, reform da kilisenin egemenliğini bir hayli zayıflatmıştır.

 Rönesans, reform ve hümanizm hareketleri insanların düşüncelerini değiştirmeye başlamıştır. Böylece yeni bir sosyal düşünce sistemi oluşmaya başlar. Sonuçta Avrupa’daki büyük imparatorluklar parçalanıp, birbirine eşit küçük prenslikler haline gelir.

 Katolikler ile Protestanlar arasındaki 30 yıl savaşları Avrupa’yı acı ve felaketlere sürükler. Bu buhran döneminde düşünürler, bütün çatışmaları ortadan kaldıracak, bütün insanların üzerinde anlaşabilecekleri temel bir düşünce aramaya yöneldiler. Bu sorun tabii/doğal hukuk nazariyesinde cevabını buluyordu. Böylece sosyal düşüncenin gelişimi yeni bir çağa girmiştir. Bu dönem aynı zamanda hazırlık dönemini oluşturmaktadır.

 Tabii hukukda insanları yöneten bir takım hukuk kuralları, ahlak kaideleri, ekonomik kaideler, örfler, gelenekler vardır. Bütün bunlar insanlar arası ilişkileri düzenlemeye yöneliktir. Fakat ister yazılı olsun isterse yazısız tüm kaideler zamandan zamana, toplumdan topluma değişmektedir. Acaba bu değişen kuralların altında, değişmeyen kurallar bulmak mümkün müdür?

 Öyle kaideler, prensipler bulunmalıdır ki, bütün bu değişen, çeşitlilik arzeden kurallar için bir ölçüm görevi görsün.

 İşte bu ölçüm görevini görecek olan kurallara, değişmez prensiplere ‘tabii hukuk’ denmiştir.

 Hugo Grotius (1583-1642), T. Hobbes (1588-1679), J.J. Rousseau (1712-1778), Jean Bodin (1532-1596), Samuel Pafendorff (1632-1694), J.Locke (1632-1704).

Bunlar ‘tabii / doğal hukuk’ kavramı üzerine düşünen ilk isimlerdir. Bu düşünürlerin görüşlerinden sonra sosyoloji, yeni bir hazırlık dönemine girmiştir.

 Bütün bu düşünürler zamandan zamana değişen, toplumdan topluma değişiklik gösteren ve insanlar arası ililşkileri düzenleyen, yazılı yazısız kuralların bir başka değişle pozitif konuların temelinde değişmeyen, herkesin üzerinde anlaşabileceği bir temel prensip aramışlardır. Yani doğal hukukun ne olduğu sorusuna cevap aramışlardır.

 Söylenenleri özetleyecek olursak, doğal hukuk:

 a) İnsanın iç aleminden mevcuttur, b) daimidir, c) değişmezdir, d) her insanda aynıdır, e) kökü insanın oluşumundadır, f) akıl aracılığı ile bilinçli hale getirilebilir.

 Demek ki, doğal hukuku her insan iç dünyasında ve kendi aklı ile bulabilir. O zaman değişmez ölçüler bulunmuş olacaktır.

 Örneğin hakkaniyet duygusu, insanın kendi tabiatında yatmaktadır Bu tabii hukukun özüdür. ‘Ahlaki duygu’ da insanın iç aleminde yatmaktadır. Bu da ‘tabii ahlakı’ temsil edebilir.

 17. ve 18. yüzyıllarda tabii hukuk düşüncesi, Avrupa’da en parlak dönemini yaşamıştır. Tabii hukuk ve ahlakın her zaman geçerli olacağı kabul edilmiştir.

 İnsanlar eşit doğmuşlardır. Bu insanın tabiatında bulunan hak ve hukuk anlayışıdır. Buna göre insanlar arasında tatbik edilen, çeşitli idari, sosyal ve siyasi düzenler de tabii hukuk prensiplerine göre düzenlenmelidir.

 17. ve 18. yy’da bu sorun gündeme gelmiştir. Devlete nasıl bir şekil verelim ki, insanı insan yapan vasıf, bozulmasın, zedelenmesin. İnsanı insan yapan bu vasıf tabii hukuktur. İnsanın iç aleminde bulunan hukuk ve hukuğun da kaynağıdır.

 İnsanı insan yapan bu vasıf bulunduktan sonra artık devlete ve insanlar arası ilişkilere bir şekil vermek mümkün olacaktır. Bu arayışta ‘toplumsal sözleşme’ görüşünü ortaya çıkarmıştır. Bu konuda Rousseau’nun, ‘Toplum Sözleşmesi’ adlı eseri en ünlülerindendir.

 Rousseau’nun toplum sözleşmesinin esası, insanların doğuştan hür yaratılmış olduğu ve bu tabiatları sayesinde içinde bulunmuş oldukları düzene şekil verebilirler, tarzında açıklanabilir. Ona göre siyasi düzen, insanların anlaşmasının bir eseridir. O halde yine anlaşarak bunu değiştirebilirler yani yeni baştan şekil verebilirler. Ona göre insanı insan yapan, birlikte yaşama duygusudur. Çünkü insan, tabiatı itibariyle iyidir, sosyalleşme duygusuna sahiptir.

 Hobbes, bu konuda Rosseau’dan daha farklı düşünmektedir. Ona göre insan tabiatı icabı hiç de sosyal değildir. İnsan yapısı itibariyle birlikte yaşamaya da hiç uygun değildir. İnsan yaratılışından kötüdür.

 Ona göre “homo, homini lupus” yani “insan, insanın kurdudur”. İnsan daima menfaati peşinde koşan bir varlıktır. Bu nedenle insanlar arasında, her zaman savaş durumu mevcuttur. İnsanı bu tehlikeli savaşçı tabiatından uzaklaştırmak için ona sınırsız özgürlük vermemek gerekir. İnsanı insan yapan vasfı kötü olduğuna göre, onun elinden sınırsız özgürlükleri alarak, kayıtsız şartsız bu özgürlüklerden fedakarlık edeceği bir idari sistemi geliştirmek lazımdır.

 Locke’da, mülkiyet idaresini tavsiye etmiştir. Ona göre devlet ve onun başındaki hükümdar, sınırsız güce sahip olmalıdır. Bireylerin isyanına karşılık, despotik bir idare olmalıdır.

 Sosyal düşüncenin gelişmesiyle bizi ilgilendiren yön, artık devlet düzeni için tabii hukuk görüşüyle birlikte insanın kendisi ölçü olarak alınmaya başlamıştır. Ölçü bir yerde gökyüzünden yere inmiş ve sonra insanın kendisine kadar gelmiştir.

 Özet olarak, ilk zamanlar devlette model; ideler aleminden alınmış, sonra bu model ilahi içerikle doldurulmuş daha sonra da gerçek hayatta aranmış ve insanın tabiatı yani kendisi ölçü olarak alınmıştır.

 Bu kadar uzun bir süre içerisinde üzerinde anlaşılacak bir ölçünün bulunamamış olmasının nedeni; ‘insan’ kavramı felsefi bir kavram olduğundan, bütün bu düşünürler toplum felsefesi yapmışlardır. Olanı olduğu gibi değil de olması gerekeni hep konu edinmişlerdir. Bu yüzden bütün bu çalışmaları sosyolojinin hazırlık safhası olarak görüyoruz.

 

 SOSYOLOJİNİN DOĞUŞU:

 

 Sosyolojinin doğuşu; bir yandan endüstri hareketlerine ve endüstrinin yarattığı sosyal, ekonomik ve siyasi olaylara diğer yandan, sosyal ve felsefi fikirlerin birikimi sonucu meydana gelen sosyal düşünce ve oluşumuna bağlıdır.

  Felsefi düşünüşteki oluşum sonucunda, ihtisas dallarına ait birikimler felsefeden ayrılmışlardır. Felsefeden ayrılan bilimlerin hepsinin binlerce senelik tarihi vardır. Sosyoloji, felsefeden çıkan en son bilimler arasındadır.

 Sosyolojinin felsefeden nasıl ayrıldığını ve diğer bilimler arasındaki yerini incelemek için, endüstri ihtilali üzerinde de durmak gerekir.

 14. yy İngiltere’sinde hayvancılığın yanı sıra yüncülük faaliyeti de bir hayli ilerlemişti. 15. yy’da ise yünler ihraç edilmeye başlanmıştır. Böylece yüncülük büyük bir endüstri haline gelmiştir. Ailenin çoğu çiftçilikle beraber yüncülük de yapmaktadır. Ancak onun ticareti ile uğraşan hiçbir aile yoktur. Mahsül az olduğu ve çiftçiler zor durumda kaldıklarında borç para almak durumunda kalıyorlar. Buna karşılık da yünlerini, dokumalarını daha ucuza tüccara satmak zorunda kalıyorlardı.

 Yün ve dokumaların fazla olduğu dönemlerde, köylüler mallarını kendileri satmıyor, toptan olarak tüccarlara veriyorlardı. Böylece, aracıların ortaya çıkmasıyla, kapitalist / sermayedar bir sınıf doğmuştur.

 Zaman zaman toptancı büyük tüccarların, üreticilerin elindeki yün ve dokumaların tamamını alabilmek için çok büyük sermayeye ihtiyaç oldu. Bu durum, sermayenin ‘üretim sermayesi’ haline gelmesini sağlamıştır. Britanya adasının güney batısında başka bir gelişme olmuş; kumaş tüccarları, tüccarlığı bırakıp, yün üreticiliğine başlamıştır.

 

 DOKUMA ENDÜSTRİSİNE MAKİNENİN GİRİŞİ:

 

 Makinenin endüstri hayatında kullanılması, her ne kadar tam anlamıyla endüstri ihtilali değilse de endüstrideki gelişmeyi hazırlayan en önemli faktördür.

 Makineyi, dışarıdan aldığı bir hareket ettirici kuvvetle, teknik bir işlemi başarıya ulaştıran bir alet olarak tanımlayabiliriz.

 Bu tanımın özelliği, ilkçağdan beri her aletin, makine kavramı içerisine alınmamış olmasıdır. Aynı zamanda, makine endüstrisinin kendisi de insan ve toplum bakımından, dünya görüşü, davranış ve yaşayış tarzları bakımından farklılıklar doğurmuştur. Makinenin endüstri hayatına girişi, ilk defa tekstil endüstrisinde olmuş ve ipek dokumacılığına büyük etki yapmıştır.

 1769 yılında James Watt tarafından icat edilen; ‘buhar makinesi’, İngiltere’nin dokuma işine yepyeni bir boyut kazandırmıştır. 1780 yılında Richard Arkright tarafından icat edilen; ‘pamuk eğirme makinesi’ bugün bile kullanılmaktadır. Böylece giderek dokumanın tamamını makineler yapmaya başlamıştır.

 Buhar makinesiyle birlikte ulaşım, nakliye faaliyetleri büyük önem kazanmıştır.  Lokomotifin icadıyla da ticaret işi, çok büyük hamle yapmıştır.

 Düzgün imal edilen kumaşlar Avrupa’ya ihraç ediliyor ve orada büyük değer kazanıyordu.

 İcatlar ve fabrikalar sosyal hayatı değiştirmeye başlamıştır. Fabrikalar etrafında meydana gelen büyük kalabalıklar, büyük endüstri merkezlerini meydana getirmiştir. Giderek endüstri merkezleri de sanayi merkezlerine dönüşmüştür.

 

 MAKİNENİN SOSYAL HAYATA ETKİSİ:

 

 1773 de Mancesther’in nüfusu 30.000 civarında iken 1920 yılında bir milyona yükselmiştir. Liverpool’da başlayan ticaret, civarda fabrikaların kurulmasına yardım etmiş ve daha sonra o bölgeyi tam anlamıyla bir endüstri merkezi haline getirmiştir.

 İcatlar birbirini izlemiş ve ‘büyük endüstri devrimi’ olmuştur. Nerede endüstri faaliyeti başlamışsa, orada ‘şehirleşme’ hareketi görülmüştür. Bu kaçınılmaz gerçek, sosyolojik bir kuraldır.

 Endüstri merkezleri, köylüleri ve çiftçileri kendisine çekmiş, küçük küçük aileler halinde sanayi merkezlerine doğru bir iç göç başlamıştır. Böylece ailenin yapısı da değişmiş, eskinin ‘büyük aile’si yerini, endüstri toplumlarının ‘küçük aile’ tipine bırakmıştır.

 Yüzyüze ilişkiler, kader birliği, ve insanlar arasındaki ‘biz’ duygusu zayıflamış ‘ben’ duygusu insanlara hakim olmuştur. Rekabet, bireycilik artmıştır. Büyük sosyal gruplar meydana gelmiş, büyük şehirlerde büyük pazarlar, iş merkezleri ve çok uzak yerlerle haberleşmeler, telefon, telgraf, telsiz ve nihayet basın hayatının büyük insan toplulukları üzerindeki dinamik etkileri, dünyanın çehresini değiştirmiştir. İnsanların günlük hayatları ve davranışları da değişmeye başlamıştır. İnsanlar, üzerlerinden cemaat desteğinin kalkmasıyla, yalnız kalmaya ve işlerini tek başına yapmaya başladılar. Bununla beraber huzursuzluklar da giderek artmaya başlamıştır.

 

  Endüstri Devriminin Sonuçları:

 

1- Teknik imkanlar fabrika sistemini doğurmuştur.

2- İlmi buluşlar teknik icatlara yol açmıştır.

3- Endüstri ihtilali, büyük ölçüde sermaye birikimi sonunda meydana gelmiştir.

4- Ticaretin ve kredinin gelişmesi endüstri ihtilalini hazırlığına yardımcı olmuştur. Daha sonraları sermayedarlar, ticaret alanından sanayi alanına kayarak endüstrileşmenin önemli bir hazırlayıcısı olmuşlardır.

5- Endüstri ihtilali bir süreç içinde gelişmiştir. Bütün bunlar iki, ikibuçuk asır içinde olmuştur.

6- Endüstrileşme süreci halkın kendi kendine yeten tarım alanlarından, pazarların, üretimin hakim olduğu şehir merkezlerine akınlarla devam etmiştir.

Endüstrileşme, şehirleşmeyi de beraberinde getirmiştir.

7- 18.yy da şehirleşme kendine has birçok sosyal problemler ortaya çıkarmıştır. Bu problemlerle dolu ortamda bireye bir şahsiyet kazandırılmaya çalışılmıştır.

8- Üretim ve nakliyenin birlikte oluşturdukları ekonomik kalıp, endüstri gelişiminin temelinde bulunan önemli sistemlerden biri olmuştur. Üretim ve nakliye sonunda elde edilen gelir, yine üretim için harcanarak sermaye artışı sağlanmaktadır.

9- Bütün bunların sonunda, ortaçağın mesleki zümreleri yerini, endüstri çağının modern toplumunun, sosyal sınıfları ve bu sınıfların içinde yer aldığı sosyal tabakalara bıraktı.

10- Devletten çok toplum önem kazandı. Toplum meselelerini artık devlet güçleriyle, siyasi ve idari kanunlarla anlama olanağı kalmamıştır.

 Toplum olaylarını da tıpkı tabiat olayları gibi anlamak ve incelemek gerekiyordu. Nasıl bir fizik tabiat varsa, onun gibi bir de sosyal tabiatın varlığı kabul edildi. İşte bu yeni tabiatı anlamak için, yeni bir bilime gereksinim duyuldu. Bu bilim; sosyolojiydi.

 

 SOSYOLOJİNİN FELSEFİ TEMELİ:

 

 Fransa’daki pozitivistler 1717-1783 yılları arasında yayınlamış oldukları, ‘Büyük Ansiklopedi’ adlı felsefi yayında pozitivist fikirlerini yaymaktaydılar. Saint Simon dahil olmak üzere sosyolojinin adını anmamakla beraber sosyal meseleler üzerine fikirler ileri sürmekteydiler. Bunlar ‘sosyal filozifi’ yapmaktaydılar. O zamanlar, ‘sosyal fizik’ ve ‘sosyal ahlak’ gibi kavramlarla sosyolojiye bir yaklaşım içerisindeydiler.

 İlk kez ‘sosyoloji’ terimini Fransız pozitivistlerinden Auguste Comte kullanmıştır.

 Pozitivistlere göre olaylar önemlidir. İçinde yaşadığımız görünen, somut olaylar esas alınmalıdır. Olayların, maddenin özünü aramakla vakit kaybedilmemelidir. Yapılacak şey, olaylar arasında değişmez ilkeleri bulmaya çalışmalıdır. Onlara göre fizikte olduğu gibi “varolan yok olamaz, yok olan da varolamaz”. Sosyal olaylar dahil bütün olaylar arasında sıkı bir ‘determinizm’ vardır.

 

 POZİTİVİZMİN ÖZELLİKLERİ :

 

 1- Görünen somut olaylar, gerçekten göründükleri şekilde ve aralarındaki düzenliliklerle beraber gözlem ve deney yoluyla tespit edilmelidir. İşin içine metodoloji de girmiştir.

2- Maddenin ve olayların gizli kuvvetlerini keşfetmeye gerek yoktur. Esasen onu bulamayız.

 Comte göre bilgi üç aşamadan (3 Hal Kanunu) geçmiştir:

 a) Teolojik devir, b) metafizik devir, c) pozitivist devir.

3- Bütün pozitif bilimlerde önceden görmek ve bilmek esastır. Bunun içinde olaylar arasında, değişmez prensipleri tespit etmek gerekmektedir.

4- Sonuçtan emin olunmalı ve pozitif bilimler sayesinde bilgiden bilgiye geçişler sağlanmalıdır. Bu aynı zamanda, bilgisel ilerlemeyi de mümkün kılacaktır.

 

 Pozitivistlere göre astronomi, fizik, kimya, biyoloji bir sıra içinde kurulmuşlar ve en son olarak da sosyoloji kurulmuştur. Her bilim, kendinden önceki bilime muhtaçtır. Bu şekilde birbiri üzerine kurulan bilimler, organik esastan doğmuştur.

 Böylece pozitivizm; din, büyü, hurafe gibi konulara savaş açmıştır.

HUKUK FELSEFESİ

Cuma, Ağustos 21st, 2009

 

 

 Hukuk tarihi; tarihçi adeta hukuk tarihinin fotoğrafını çeker, değer yargısından, genellemelerden kaçınır. Ayrıca değerlendirme de yapmaz.

 Hukuk sosyolojisi; sosyo-hukuki olaylar arasında neden sonuç ilişkisi kurulur, genelleme yapılır ancak değerlendirme yapılmaz.

 Hukuk felsefesi; teorik felsefe çalışmalarının çağımızda çoğunlukla bilgi teorisi sorunlarına yönelme eğilimi gösterdiği söylenebilir. Pratik felsefe ise, insan davranışlarının incelenmesi ve değerlendirilmesi, geniş anlamda etik sorunuyla ilgili bulunmaktadır.

 Hukuk felsefesi de etkin bir bölüm olarak pratik felsefe disiplinleri arasında yer almaktadır. Dogmatik hukuk incelemelerinden ayrı olarak hukukun bütünsel bir açıdan incelemek amacını güden çalışmalar; hukuk felsefesi başlığı altında toplanmaktadır.

 

 Hukuk felsefesinin öncelik taşıyan üç temel sorunu:

1-Hukuk kavramının anımı; ‘hukuk nedir?’.

2-Hukuki düşünme ve anlama metotlarının analizi.

3-Hukuğun değerlendirilmesi, adalet ilkesine göre; ‘adil hukuk nedir?’.

 

 Hukukun amacı; eşitliği, adaleti yani kamu düzenini sağlamaktır.

 Hukuk dogmatiği / Hukuk ilmi; gerçekte varolan kuralları, kararları, eylemleri araştırır. Hukuğun normları onun araştırma konusudur.

 Hukuk dogmatiği, gerçekleşen ve gerçekleşmeyen hukuk uyuşmazlıklarında gerçek hukukun ne olduğu sorusuna cevap arar. Hukuk dogmatiği, her uyşmazlıkta doğru veya yanlış haklı veya haksız sorusuna bir cevap bulmak zorundadır. Bu anlamda hukuk dogmatiği; değerlendirme yapan bir bilimdir. Değerlendirmeleri onun gerçeklik postülatları ile bağlıdır.

 Hukuk dogmatiği, uyuşmazlıkları çözümlerken tümdengelim metoduna başvurmak ve belirli davranış yönlerini göstermek durumundadır. Bu hukuğa göre hukuk; normatif bir bilimdir.

 Hukuk dogmatiği, tabiat bilimleri veya realitenin sosyolojik araştırması gibi insana derin bir anlayışa kavuşma imkanı vermemektedir.

 Felsefe alanında, varlığın mahiyeti hakkında derin bir anlayışa kavuşmak imkanı bulunduğu halde hukuk dogmatiğinde bundan sözedilemeyeceği açıktır. Ancak hukuk dogmatiği olmaksızın hukuk hayatını kavramamız da imkansızdır.

 Bu hukuğun amacı, bir kurallar veya fikirler sistemine ulaşmaktır.

 

 Ahlak ve Hukuk Ayrımı:

 

1-Ahlak kurallarının önemlerini yitirip uygulanmamaları ya da değişmeleri sosyal süreç içinde ağır ağır gerçekleşmesine karşılık hukuk alanındaki kurallar hiç de böyle yavaş değişmez.

2-Hukuk, bir davranışın, kişinin dışındaki sonuçlarına birinci dereceden önem verir. Ahlak da ise kişinin iç niyeti, onu etkileyen iç faktörler daha önemlidir. Ancak hukukun da bu iç faktörleri hiç göz önün de tutmadığı söylenemez.

3-Hukuk normları, devlet ototritesi tarafından teşkilatlı ve düzenli bir biçimde güvence altına alınmıştır. Oysa ahlak böyle bir güvenceden yoksundur.

4-Ahlakın hem olumlu hem de olumsuz içerikli emirleri belirlediği söylenebilir. Hukuk alanında ise böyle bir ayrım yapmaya imkan yoktur.

 

 *Hukuk kurallarına, ahlaki değerler yansır.

 *Özellikle inanç konusunda hukuki ve ahlaki değerler çatışabilir. Bu çatışmada öncelik devlet hukukuna verilir. Ahlaki değerler, inançlar nazari itibara alınmazlar.

 

 TABİİ / DOĞAL HUKUK:

 

 İnsan – toplum ilişkisinde ele alınan bir süreçtir. 19. Yüzyılın ortalarına kadar gelen 25 yüzyıllık bir maziye sahiptir.

 Sokrates, Platon, Aristoteles, Stoacılar, Seneca, Cicero, Augustinus, Rousseau, Hobbes, Locke, Kant, Hegel…hepsi tabii hukuk içinde yer alırlar.

 Bu hukukçular monarşiyi yıkmak için ‘sosyal sözleşme’ teorisini savunmuşlardır. Sosyal sözleşmeye dayalı olarak egemenliğin halka geçmesi. Bu hukuk genelde milli egemenliğin savunulmasında etkili olmuştur.

 Tabii hukuk; insan hakları, eşitlik, hürriyet kavramları üzerinde duran bir hukuktur.

 

 POZİTİF HUKUK:

 

 Olan hukuk, yürürlükte olan hukuk. Tabii hukuk ise olması gereken hukuktur. Bu yönüyle pozitif hukuk için bir kriterdir.

 

 Hukuk, doğa bilimi anlamında bir bilim değildir. Bazılarına göre hukuk, bazı problemlere çözüm getiren bir tekniktir. Mahkemeler de labaratuarıdır.

 

 Hukukun geçerliliği şu üç ilkeye dayanmaktadır:

 

 1-Geçmiş kanunun yürümezliği.

 2-Kanunu bilmek zorunluluğu; kanunu bilmemek mazeret değildir.

 3-Hakim kanuna uygun / doğru karar vermelidir.

 

 Hukuki muhakemede üç ilke rol oynar:

 

1.Öncelik; çoğunu yapmaya hakkı olan azını da yapabilir.

2.Kıyas; bir hukuk kuralı benzer olayları da kapsıyarak büyütülür.

3.Aksi ile kanıt; sadece olayla ilgili kuralı uygulama.

 

 Alman Tarihçi Hukuk Okulu:

 

 Tabii hukuku reddediyorlar. Çünkü bunlara göre hukuk, insan aklının bir ürünü değildir. Hukuk masa başında yapılmaz. Hukuğu yaratan halktır. Daha sonra ortaya çıkan hukukçular snıfı bu hukuku inceler. Bunlara göre hukuk, ulusal gelişmenin bir sonucudur.

 

 Hugo Grotius’a göre sosyal sözleşme bir tarihsel gerçekliktir.

 

    Hugo Grotius’un Hukuka Getirdiği Yenilikler:

 

 1-Açık denizler serbest olsun; misal, Hollanda gemileri açık denizde serbestçe dolaşsın. Buna karşılık İngilizler ise, karasuları nasıl bir devletin egemenliği altında olabiliyorsa, açık denizler de bir devletin egemenliği altında olabilir. Yani açık denizleri ben korumazsam korsanlar istila eder, diyor.

 2.Katkısı, devletler hukukudur. Bir ülkenin diğer ülkelerdeki elçilikleri, o ülkenin uzantısıdır.

 3-Savaş esirlerine rütbelerine göre muamele edilmelidir.

 

 Locke, Hume ve Rousseau’ya göre ise sosyal sözleşme bir varsayımdır. Varsayım olması daha çok işe geliyor.

 Hobbes; diktatöryanın, Locke; demekrasinin savunucusu.

 Locke, çoğulcu demokratik Batı düşüncesini en çok etkilemiş olan düşünürdür.

 

Rousseau’ya göre insan doğuştan hürdür. İnsanın hem toplum içinde yaşaması hem de hür olması, insanların oy birliği ile toplum sözleşmesine karar vermesiyle olur. Rousseau buna özgür irade diyor. Bu irade anayasaya, milli irade olarak girmiştir. Ona göre milli irade, kesinlikle yanılmaz. Oy birliği derken çoğunluğu kasteder.

 

 Kant:

 Onun hukuk teorisi, ahlak teorisinin bir devamıdır. Ona göre bir kişinin özgürlüğü başka birinin özgürlüğünün başladığı yerde biter.

 Devletin sadece negatif ödevleri olmalıdır. Yani devlet insanlara yapılmaması gerekenleri söyleyecek, bunundışında ne yapacağını söylemeyecek.

 Ayrıca ihtilal hakkını reddeder. Vatndaşın ancak şikayet etme hakkı vardır, der.

 Temel amacı; cumhuriyetçilik.

 

Jhering; hukuk, çıkarların sözkonusu olduğu bir arenadır.

 

 

Alf Ross; hukuk satranç oyununa benzer.

 

Kelsen; hukukla devlet aynı şeydir. Aynı zamanda ortaya çıkmışlardır. Kendi hukuk teorisine; ‘Saf Hukuk Teorisi’ demesinin nedeni:

1-Değerlerin hukukun dışında tutulması.

2-Materyali dışarıda tutması.

3-Tamamiyle şekli, biçimsel bir hukuktan yana olması. Hukuk şekli hükümdür.

 Örnek; “18 yaşını dolduran herkes reşittir”, bunu şekli hükme çevirisi; “18 yaşını doldurmuşsa reşittir”.

 

 Hukuki Pozitivizm; adalet konusunu tartışmayı uygun görmez. Onlara göre iki hukukçuyu aynı tanımda birleştiremezsiniz. Olan hukuğa, şekli hukuğa ağırlık verirler.

 İngiliz hukuki pozitivizmi; toplumu yönetenlerin iradesi hukuku yapar.

 Alman hukuki pozitivizmi; Kant ve Hegel, bu pozitivizmi etkileyen en önemli iki düşünür.

 

 J.Bentham:

 

İtulutarizmin (faydacılığın) kurucusu. İngiliz, laik bir faydacı.

 Ona göre, önemli olan hazların niteliğidir. Biz zihnimizde bu hazları nicelik bakımından tartarız. Hangisi ağır basarsa o yanda karar veririz.

 İnsan haz peşinde koşar, elem veren şeylerden kaçar.

 Bentham’a göre hukuğun amacı, en çok sayıda insanın, en büyük mutluluğunu sağlamaktır.

 Eşitliği, haz ve eleme dayandırır. Ona göre hukuğun yaptırımı, cezadır. Hukuk, ceza ile amacına ulaşır, nadiren de mükafatla da amacına ulaştığı olur.

 

 Bentham ve J.S.Mill:

 

 1-Bentham güvenliğin esas olduğunu, hürrİyetin ancak güvenlik sayesinde gerçekleştirilebileceğini savunduğu halde, Mill; hürriyetin hem fert hem de toplum için vazgeçilmez bir mutluluk aracı olduğunu belirtmektedir.

 2-Her ikisi de hazza erişmenin, bütün insan davranışlarının amacı olduğunu kabul etmektedir. Bunun gözlem sonucunda anlaşılabileceğini savunurlar.

 3-Bentham, hazların nitelik bakımında birbirinden ayrılmasına imkan olmadığı düşüncesindedir. Mill ise, hazların nitelik bakımından ayrıma tabi tutulabileceklerine ve ruhsal hazların bedeni hazlardan daha etkin olduğuna inanmaktadır.

 4-Bentham özgeciliği, aslında büyük bir menfaat uğruna daha küçük olandan vazgeçme olduğuna inanıyor. Mill ise, ferdi menfaatlerden, başkalarının menfaati için vazgeçmeyi özgecilik olarak görüyor. Özgeci hareketlerin gerçek nedenini, toplumun ve insanlığın faydasını gözetmenin doğurduğu büyük hazla açıklıyor.

                                                      ./.

 

 “Hak, çıkarın bir görüntüsü, adalet ise hakkın görüntüsüdür. Adaletle ilgili meseleler de işin aslı çıkar meselesidir. Çıkar, adalet kavramı altında kamufle edilir” .

    ADNAN GÜRİZ

J.JACK ROUSSEAU

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

 J. JACK ROUSSEAU (1712-1778) :

 

İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı

                ‘Bu eserimde, insan türünün hayatını anlatacağım’

 

 ‘‘Toprak aralarında bölünmedikçe, doğa durumu ortadan kaldırılmadıkça, insan toprağı nasıl işler?

  Uygar toplum, özel mülkiyetin ‘bu bana aittir’ döneminin başladığı toplumdur. Böylece doğa hali son bulur. Baba gücü uygar toplumdan türemiştir. Locke’un sandığı gibi tanrıdan Adem’e şeklinde değil.

  Bütün kavgaların, felaketlerin sebebi özel mülkiyettir. Özel mülkiyet, bütün kötülüklerin anasıdır. Mülkiyetin olmadığı yerde, haksızlık da yoktur.

  Locke da aynı şeyi söylüyor fakat onun mülkiyet anlayışı, Rousseau’dan çok faklı. Locke, mülkiyet kavramı içine, insan hayatı ve özgürlüğü de sokuyor. Ona göre, mülkiyet rastlantı olamaz. Rousseau’ya göre ise, insanın ‘bana aittir’ (özel mülkiyet) tamamen rastlantıdır. Aslında bu fark, mülkiyet kavramını farklı tanımlamalarından kaynaklanıyor.

 ‘’Mülkiyetin ortaya çıkmasıyla insanlar son dönemlerine girmişlerdir…Zenginler sahiplendikten sonra mallarının ve hatta canlarının elden gideceğini anlayınca, ‘gelin barış içinde yaşayalım’ diyerek ‘Toplum Sözleşmesi’ni önermişlerdir. Güçsüzlere bağlar veren, zenginlere güçler veren, doğal özgürlüğü geri dönmemek üzere yok eden bu toplum (uygar toplum) böyle olsa gerektir.’’

  Eşitsizliğin kaynağını, insan aklının ilerlemesiyle özel mülkiyetin ortaya çıkması ve yasallaşmasında bulur.’Bana aittir’ döneminin başlamasıyla kimileri daha çok sahiplenip zengin olmuş kimileri de daha az sahiplenerek fakir olmuş. Sonunda zengin ve fakir karşı karşıya gelmiş, fakirlerin mallarını ve canlarını tehdit etmesi sonucunda da zenginler, toplum sözleşmesini önermişlerdir.

 

         LOCKE VE ROUSSEAU KARŞILAŞTIRMASI

 

 Toplum düzeni doğadan gelme değil, sözleşmelere dayanmaktadır.

 Rousseau’ya göre savaş durumu sadece mülkiyet ilişkilerindeki anlaşmazlıklardan çıkar. Locke da ise savaş durumuna kişisel neden oluyordu. Oysa Rousseau’ya göre, mülkiyet olmadan önce kişi ile kişi arasında savaş durumu yoktur.

 Locke’a göre uygar toplum, savaş durumuna son vermek amacıyla ortaya çıkmıştır. Rousseau’ya göre ise, özel mülkiyeti korumak için

ortaya çıkmıştır.

 Rousseau’ya göre savaş durumu, uygar toplumdan sonra ortaya çıkmıştır. Rousseau, mülkiyet var da savaş başladı diyor.

 Oysa Locke da uygar toplumdan önce doğa durumunda savaş sözkonusu. Doğa durumunda otak yargıç olmadığından, herkes kendi yargıcı olduğundan savaş durumu ortaya çıkıyor. Savaş durumunu ortadan kaldırmak için ortak yargıç seçildi ve uygar topluma geçildi. Rousseau’da ise tam tersi.

 Aslında görünüşteki bu farklılıklar, mülkiyet kavramını farklı tanımlamalarından kaynaklanıyor.

 Rousseau’ya göre kendi koyduğumuz yasaya uymak özgürlüktür.

 Locke’da, toplum düzeni doğadan gelmesine karşılık, Rousseau, toplum düzenini sözleşmelerle oluşmuş bir hak olarak görüyor. Toplum sözleşmesinde bu doğal hakların insanlara geri verilmesi var. İnsanlar toplum düzenine bu amaçla uyarlar. Burada Locke ile birleşiyor.

 Her ikisine göre de insanların bir takım doğal hakları vardır. Her ikisinde   de yapma hakların toplumsal haklardaki kaynağı doğal haklardır.

 Her ikisinde de doğal hakları, toplumsal yasalar korumalı. Her ikisinde de toplum düzeni doğal hakların korunması için istenirse sürebilir.

 Locke’dan farklı olarak Rousseau, toplum düzeninin de bir hak olduğunu ve doğal olmayan sözleşmelerle gelen bu hak, özgürlüğünü korumak isteyen insanın hakkıdır.

 Bu nedenle toplum sözleşmesinin de doğal haklar gibi korunması gerekiyor.

 Rousseau’da toplum düzeni bir araç olması gerekirken bir amaç oluyor. Locke ise önceliği, insanların haklarının korunmasında tutar.

 Yani Rousseau’da en temelde korunması gereken; toplum düzenidir. Locke da ise kişi haklarıdır.

 Locke’da ortak yargıcın olmadığı yerde doğa durumundan savaş durumuna dönüş sözkonusu iken Rousseau’da uygar toplumdan geri dönüş sözkonusu değil.

 Topluma her ikisinde de ihtiyaçtan geçiliyor, fark korumak istediklerinde.

 Locke’un bütün amacı; özel mülkiyeti, doğal hukuka dayandırmak. Çünkü ona göre, özel mülkiyet kutsal. Rousseau da ise özel mülkiyet bir felaket.

 Locke’un özel mülkiyeti kutsal sayması; mülkiyetin, can ve özgürlüğü de kapsamasından. Rousseau da ise mülkiyet, sadece mallar.

 Locke’da mülkiyet, insanla birlikte var ve geri alınamaz. Oysa Rousseau’da mülkiyet edinme –özel mülkiyet- tarihsel bir olaydır. Özel mülkiyet tarihin belli bir zamanında ortaya çıkmıştır. İnsanların doğa durumunda iken henüz özel mülkiyet ortaya çıkmamıştı. Mülkiyet olumsaldır yani hiç ortaya çıkmayabilirdi de.