Posts Tagged ‘Hümanizm’

SOSYOLOJİ TARİHİ-3

Pazartesi, Ekim 12th, 2009

 

 Sosyoloji dışında farklı farklı görüşler, karmaşık bir obje olan ‘insan’ı açıklamaya çalışıyor ama bu açıklama, hep teori düzeyinde kaldığından bu açıklamayı, sosyoloji tarihi üstünü alıyor.

 Neden her teori, farklı farklı ortaya çıkıyor?  Çünkü; süje – obje arasındaki bağ, hep farklı kurulduğu için.

 Süje ile obje arasındaki bağ; din, bilim, felsefe, ideoloji şeklinde kurulabilir. Ancak gerçeğe en yakın bilgiyi ortaya koyan bilimdir. Oysa diğerlerinin bilgisi inançla karışık olduğundan sonuçlarına inanılır. Bilimsel bilginin ise, sınanılabilir olma özelliği vardır, doğrluğu ya da yanlışlığı ölçülebilir.

 Bilim, metafizikle ilgilenmiyor, niçin diye sormuyor, nasılı soruyor. Felsefe ise bilinemeyen alanın bilgisini edinmeye çalışıyor. Neden ve niçinini soruyor. İlk nedenler ve son prensiplere ulaşmaya çalışıyor.

 Doğa bilimlerinin en büyük yanılgısı, insanı doğadan ayrı olarak düşünüyorlar ve insana doğaya egemen olması gözüyle bakıyorlar. Oysa insan, bütün içinde bir parça olarak hem doğa tarafından sınırlı hem de bu sınırı kurabilen, etkileyen bir varlık.

 Neden sosyal bilimlerde, doğa bilimlerinde olduğu gibi daha kesin ve evrensel bilgilere ulaşamıyoruz?

 Çünkü, sosyal bilimlerde süjenin incelediği obje yine süje. Böyle olunca, objeyi inceleyen süjenin yanılgıları, olanaksızlıkları gibi durumlar sözkonusu olduğu gibi, obje edindiği süje de bizi yanıltabilir. Oysa doğa bilimlerinde, objenin araştırıcıyı yanıltması sözkonusu değildir.

 Bilimsal bilginin bir diğer özelliği de kesinliğin geçici olmasıdır. Yani bugün doğru olan yarın yanlış olabilir. Örneğin Newton fiziği, yanlışlanmış yerini Einstein fiziği almıştır.

 Bilinen alanlar içinde bilinmeyenler de sözkonusudur. Bu durumda bilim adamları teoriler geliştirmektedir. Teori, bir sistemin ışığında oluşan bakış açısı, olgular arasındaki etkileşimi açıklayabilmek için sınanmak üzere ileri sürülen ve içinde varsayımlar çıkarılabilen, birbiriyle çelişmeyen kavramlar, ifadeler ve fikirler sistemidir.

 

 Her teoride:

 a) Doğruluğu ispatlanmış varsayımlar, hükümler,

 b) Sınanmak üzere ileri sürülen varsayımlar,

 c) Bunların arkasında, temelinde henüz ispatlanması mümkün olmayan ancak teorisyen tarafından doğru olarak kabul edilen sayıtlılar (postülatlar) vardır. Yani henüz varsayım haline getirilememiş kabullerdir.

 

 Sosyolojinin konusu; toplumun kaynağı olarak insan, evrenin bilinmeyen yönleriyle en karmaşık varlıklarından biridir. Bu sosyolojide sayıtlılar, teorilerin kurulmasında ve şekillenmesinde önemli rol oynar. Birbirlerine benzer teorilerin varlığı da bu sebepten kaynaklanır.

 Bilimde açıklamaya giden yol teorilerden geçer. Güçlü teorilerin de açıklama sürecinde daha verimli oldukları bir gerçektir.

 Amaç; genel kanunlara ulaşmak. Biz bu genel kanunları bilebilirsek, geleceği de bilebiliriz veya ne olacağını kuvvetli bir biçimde önceden kestirebiliriz.

 Bir teori bir olgunun bir tarafını görürken, diğeri başka bir tarafını görmektedir. Oysa gerçek, bir bütün içinde ve etkileşimde olan aynı gerçektir. Sesi daha yüksek çıkan teori, kendisininkinin doğru olduğunu söylüyor. Bu nedenle, teorilerin tercihi sözkonusu olmaktadır.

 Sosyal bilimci, teorilerin oluşumu ve açıklama güçleri hakkında bilgi sahibi olmak zorundadır. Bu bilgi birikimi boyunca sosyal bilimci olguların gerçeğe yakın bilgisini verebilecek en güçlü teoriyi seçme imkânına kavuşacaktır.

 Şüphesiz, teori seçiminden önce de sosyal bir varlık olarak insanın, kendisine göre değer yargıları, beklentileri ve istekleri vardır. Ancak, bilim anlayışında önemli olan bilgi bağını realiteye uygun bir şekilde kurabilmektir. Sadece bilgi bağının sınanması değil, bilgi bağını kuruluş safhasında, süjenin kendi bilgilerini, değer yargıları, beklentilerinden oluşan bilgi birikimini de sınaması gerekir.

 Bilimde önemli olan olgunun nitelikleri ve diğer olgularla etkileşimidir. Yoksa gerçeğin yakın bilgisini elde etmek için ileri sürülen varsayımlarla haklı çıkarmak tutkusu bilimin, bilim anlayışının dışındadır.

 Metodoloji; gerçeğe yakın bilgi bağına erişmek için ortaya çıkan, süjeden ve objeden gelen bütün engellerin nasıl aşılacağının yollarını gösterir. Bu yüzden bilim, metodoloji demektir. Bilimsel bilginin büyümesi aynı zamanda metodolojinin güçlenmesiyle olmuştur. Aslında her bilgi bağının kendine göre bir metodolojisi vardır.  

 

 Düşünce tarihinin aşamaları: (Sosyoloji öncesi geleneksel sosyoloji paradigmalarının evrimi)

 

 a) İlkçağ, metafizik paradigma; mistik bakış açısı:

 *Mitolojik bakış:

  Dünya ve insanın yaradılışı hakkındaki açıklama, efsanelerden ibaret. Hint, Yunan, Türk, Germen efsaneleri vs.

 *Astrolojik bakış:

   Açıklama, gök cisimlerini hareketlerine göre yapılıyor. Her medeniyette bu tür açıklamalar vardır.

 

 b) Ortaçağ, teolojik paradigma:

   Realite; irrasyonel, kutsal, mistik ve dıştadır. Amaç, insanın özünü kontrol etmek.

 

 c)Felsefi paradigma: (16.yüzyılın sonu, 19.yüzyılın başı):

    Realite; rasyoneldir, dünyevidir ve içtedir.

    Amaç; fertlerin hayatı anlaması ve kontol etmesidir. Toplum ve fert için inançlar da dünyevidir.

 d) 19. yüzyıl sosyolojinin bilim olarak ortaya çıktığı çağ:

     *Pozitif paradigma; 19. yüzyıl bilimsel yöntemin gelişimi.

     *Organik paradigma; aydınlanma pozitivizminin ortaya çıktığı dönem.

 

 Bütün bu çağların özellikleri:

 

 1- Dünyevileştirmenin (inançların dünya uygun olma hali) artması ve bilimsel metodun gelişimi.

 2- Sosyal, felsefi ve makro seviyedeki görüşlerden, ferdi, bilimsel ve mikro seviyedeki görüşlere gidiş.

 3-Akılcılığa dayalı ve sosyal çevrenin değiştiğini ileri süren sosyolojik teoriler.

    Her safha birbirinden ayrı değil, her safha diğer bir safhayı hazırlamıştır.

   

    Felsefi paradigma:

        

    Kant (1704-1801), bu döneme subjektif bir anlam vererek ‘aydınlanma çağı’ terimiyle açıklamıştır. Esasen aydınlanma çağı, 17. yüzyılın ilk yıllarından itibaren başlıyor.

 Aydınlanma çağı; insan hayatının mutlak yöneticisi olarak, kendisini koyan ve herhangi bir insanın anlayış ve bilinç yönünden bilgiyle donatılması ve hararetli gayretlerle ayırt edilen kültürel bir dönemdir.

 Bu gayretler, Batı Avrupa çerçevesinde belirli bir milletle maledilmemektedir. Fakat genellikle Avrupa aydınlanma çağı 17. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın sonlarına doğru uzanır. Ve özellikle İngiliz, Danimarka, Fransız ve Alman filozofları tarafından beslenmiştir.

 Çeşitli uluslara mensup filozoflar, bu çağa adını veren belirli ortak temelleri farklı bakış açılarından ele aldılar.

 Bu düşünürler, felsefelerini ve bilgilerini sosyal ve politik meselelere de uygulamışlardır.

 

 Aydınlanmacıların temel düşünceleri:

 

 1-İnsan – toplum – doğa ilişkisi hakkındaki düşünceler, bir önceki paradigmanın aksine, felsefi çerçeve içinde ele alınmaya başlandı.

 2- Bilginin merkezi olarak tanrı ve hakikat yerine insanı ve akılcılığını rasyonalist tarzda ele aldılar.

 3- İnançları kontrol merkezi bireye yöneldi.

 4- Dinden, rasyonalizme geçildi. Dolayısıyla, dini inancın insan tabiatı içindeki yansımasına yönelindi.

 5-Tabiat ve tabii düzen konusundaki ilgi, rasyonalizmin ve materyalizmin artmasına neden oldu. Ve bilimin başlangıcını sağladı.

 6- Aydınlanmacılar, bireyi kontrol etmeye yönelmiş mukaddes bir inançtan çok insanlar ve tabiatı anlama inancını benimsemişlerdir.

 Yani genel sosyal evrime ulaşmak için, kutsal inanç sisteminden, dünyevi inanç sistemine geçilmiştir.

 Fiziki ve sosyal realitenin, rasyonel olmayan kutsal kavramlaştırılmasına karşı çıkılmıştır. Bunun yerine, sosyal ve fiziki realitedeki olgular hakkında dünyevi ve rasyonel kavramlaştırmalara önem verilmiştir.

 Bu gayretler, bilimin gelişimesi ve bilimsel metodun gelişmesinin en önemli kaynaklarından biri olmuştur.

 Aydınlanmacılar yine de insanın realite içindeki yerinden, teolojik açıklamalardan, tam anlamıyla kopamamışlardır. Özellikle pozitivist dönemde, insan hep doğanın dışında düşünülmüştür.

 İnsanın doğanın bir parçası olduğu fikri tamamen 20. yüzyılda gelişmeye başlamıştır.

 İngiltere’de aydınlanma çağı, ampiristler; Bacon, Hume, Locke gibi düşünürlerle gelişmeye başlamştır.

 Fransızlar ise siyasal düzene önem vermişlerdir. Bunların başında da Rousseau, Montesqieu gibi düşünürler gelir. Hepsinin de amacı, bilginin kanunlarını ortaya koymak.

 Aydınlanma çağı, ilk sosyoloji teorilerinin bağımsız olarak ortaya konulduğu dönemdir. Ancak sosyoloji bilim olarak, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır.

 

 Pozitivist paradigmanın özellikleri:

 

 Bu paradigma, 19. yüzyılı kapsar. Realitenin, felsefi paradigma içinde insanın anlayabileceği ve kontrol edeceği rasyonel bir sistem olarak görülmesi, pozitivizmin en önemli temelini oluşturmaktadır.

 Realitenin anlaşılması ve kontrol edilmesinin mümkün olduğu inancı, 19.yüzyılda bilimsel bir metot şeklinde kurumlaştırıldı.

 F. Bacon, deneyci metodun kurucularından birisi olarak, aydınlanma felsefesinin bu inancının, pozitivist paradigmanın temeli haline gelmesine sebep oldu.

 Bu paradigma; bilimsel metodu, düzenin altında yatan değişmezleri keşfeden ve böylece kaçınılmaz olan sosyal ilerlemeyi yani sosyal evrimi kuvvetlendirme ve hızlandırma imkanlarını sağlayan bir araç olarak görmüştür.

 

 19. yüzyılın pozitivist bilim anlayışının temel özellikleri:

 

 1-Bilimin konusu, somut elle tutulur, gözle görülür olgulardır.

 2-Bilimsel metot; deney – gözlem, karşılaştırma ve tarihsel tümdengelim metodur.

 3-Olgular arasında kesintisiz, mutlak bir determinizmin olduğu inancı vardır.

 4-Tek nedenlilik inancı vardır. Yani ilk neden bunduğunda, neden- sonuç zinciri takip edilerek evrenin evrenin bütün sırları çözülecektir.

 5-Amaç, genel bilimsel kanunlara ulaşmaktır.

 6-Bu kanunlar keşfedildiğinde sosyal ve fiziki realite kontrol altına alınacaktır.

 

 Sadece somut olguların olmadığı, soyut olguların da olduğu ortaya çıkınca pozitivist anlayış sarsılmıştır.

 19. yüzyıl pozitivist bilim anlayışının neden sonuç ilişkisi 20. yüzyıl bilim anlayışında etki-tepki ilişkisi şeklinde yorumlanmıştır.

 20. yüzyılda mutlak determinizm anlayışı da yıkılmıştır. Bu yüzyıl da ise daha yumuşak determine ilişkiler sözkonusudur.

 Tek sebeplilik ilkesine karşı da modern mantığın getirdiği birden fazla sebebin olma ihtimali anlayışı hakim olmuştur.

 Yine 20. yüzyıl bilim anlayışı ‘kesin bilgi’ anlayışı yerine geçici bir kesinliği kabul etmiştir. Bir takım şeylerin değişebileceği değişmez olarak kesinlik kazanıyor. Yani “her şey bir şeye göre değişir”.

 Görülüyor ki; önceki felsefi paradigma 19. yüzyılda bilimsel metot şeklinde ifadesini bulmuş ve bu yeni bilim anlayışı pozitivist paradigmayı oluşturmuştur.

 Pozitivist paradigma 19. yüzyıl Batı Avrupasının ekonomik, sosyal ve siyasi şartları içinde meydana gelmiştir.

 

 Pozitivist paradigmanın oluşumu:

1-Avrupa’da Fransız ihtilali sonrasında siyasi karışılıklar ve sosyal yapının sarsılması süreci içinde siyasi ve sosyal düzeni yeniden kurmak ihtiyacı doğmuştur.

2-Bu kökten değişme süreci şüphesiz iktisadi faaliyetleri de kapsamaktadır. Sanayideki gelişmeler hızlanmış, siyasi ihtiyaçlar kadar ekonomik ihtiyaçlarda önem kazanmaya başlamıştır. Zaten bu olguları birbirinden ayırarak bir öncelik ve sonralık sırasına göre dizmek mümkün değildir. Bir içiçelik, birlikte oluş sözkonusudur. Çeşitli değişmelerle birlikte bu çağda sanayi devrimi başlamıştır.

3-Sanayideki gelişmeler, sosyal yıkılışların ve siyasi karışıklıkların yarattığı problemler felsefenin temel konularını oluşturdu.

 18. yüzyıl aydınlanma felsefesi ışığında yeni anlayışlar, 19. yüzyıl pozitivizmini doğurmuştur.

4-Düşünürler bu karışılıklardan kurtularak yeni bir toplum düzenine kavuşabilmenin yollarını aradılar.

 

 Pozitivizmin temelindeki sayıtlılar:

 

1-Naturalizm; “tabiat neden-sonuç ilişkisindedir”, sayıtlısı.

2-Rasyonalizm; “insanlar rasyoneldir”, sayıtlısı. İnsan bu mutlak determinizmi, bilimsel metotla kavrayabilir.

3-Sosyal evrim; toplumu yönlendiren bir evrimin mevcut olduğu hakkındaki sayıltı. Yani fiziki ve sosyal realite daima iyiye, mükemmele doğru bir değişme gösterir.

 Sonuç olarak; neden-sonuç ilişkisi genel bir kanun halinde ortaya konabilir. Somut nesneler gözlenip, deneye tabi tutularak tarihi süreç içinde mukayese edilir. Bu determine ilişkileri başlatıcı tek neden bize evrim sürecinin sırrını verecektir.

 

 Sosyolojinin başlangıcı:

 

 19. yüzyılda yaşanan sosyal ve iktisadi karışıklıkların yarattığı bunalımlar felsefede yoğun bir problemler alanı oluşturdu. Bu alanın çözümlenmesi felsefeden ayrı yeni bir çalışma alanını gerektiriyordu. Zaten pozitivist anlayış fewlsefeyi spekülatif bir metoda sahip metafizik konular olarak göemeye başlamıştır. İşte sosyoloji böyle bir düşünce ortamında ortaya çıkmıştır.

 Ancak şu önemli hususun gözden kaçırılmaması gerekir:

 19. yüzyılda sosyoloji kurulurken bir ölçüde Durkheim, M.Weber ve Pareto’nun dışında kalanların şu aortak özelliği var; felsefeye olan büyük tepkilerine rağmen amaçlanan pozitivist anlayışı (yani metafizikten kesinlikle ayrılmış olmak) teorilerinde tam anlamıyla gerçekleştiremediler.

 Sosyoloji ancak 20. yüzyıl bilim paradigması içinde konu ve metodunu aydınlatabildi.

 19. yüzyılda sosyoloji kurulurken felsefeye olan tepkiye rağmen teoriler felsefenin egemenliği altında kaldı.

 Doğa bilimlerine benzeme gayreti bırakıldıktan sonra sosyal bilimlerin ve sosyolojinin bir bilim olarak gelişmesi hızlandı.

 

  AUGUSTE COMTE (1798 – 1857):

 Comte, katolik ve monarşi yanlısı bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da doğdu. Fizyoloji ve tıp eğitimi gördü. Daha sonra pozitivist felsefe ile ilgilendi. Aydınlanma felsefesi geleneği içinde eğitimini sürdürdü. İhtilal sonrası Fransa’da meydana gelen siyasi karışıklıklar ortamı kadar yeni başlayan sanayi devrimi ve din-bilim arasında giderek artan çatışmalar döneminde yaşadı.

 Önemli eserleri:

 -Pozitif Felsefe

 -Pozitivizmin Genel Bakış Açısı (1848 işçi devrimlerinin olduğu yılda yazmıştır)

 Comte, sosyolojinin isim babası olarak bilinir. Bunun yanında pozitivist bilim anlayışının en büyük temsilcisi ve kurucularındandır.

 

 Comte’un sosyolojiden bekledikleri:

 

 Comte, yaşadığı dönemin şartları içinde sosyal düzeni kuracak bir bilimin gerektiğine inanıyordu. Ona göre, bu görevi ‘sosyoloji’ adını verdiği bilim üstlenebilirdi.

 Sosyoloji, ahlaki çözülmeyi önlemek için modern toplumun ihtilalci yapısını inceleyecekti.

 Comte, kendi pozitivist, hümanist felsefesi içinde toplumun yeniden şekillendirilmesiyle ilgilenmiştir. Ona göre, toplumun temeli fikirlere dayandığı için sosyoloji de ahlaki düzeni kuvvetlendirerek bu fikirleri kurmaya yönelmeliydi. Sosyal kanunları bulan ‘sosyal fizik’ bu amacı gerçekleştirecekti.

 Comte, aydınlanma felsefesinin ilkelerini, pozitivist metot haline getirerek, yaşadığı dönemin ihtilalci problemlerine uygulamaya çalışmıştır.

 

 Comte sosyolojisinin dayandığı temel kabuller:

 

1-Comte göre, evren anlayışının ve belirgin sosyal değerlerin gelişmesi ve evrimi görünmez doğa kanunları tarafından düzenlenmiştir.

2-İnsanlığın bu evrimleşme süreci üç temel aşamadan geçer:

   Teolojik, metafizik ve pozitivist safha.

  a) Teolojik safha; son sebebleri açıklamak için tabiatüstü açıklamalar temel oluşturur.

  b) Metafizik safha; şahsileştirilmiş soyutlamalarla ilk ve son nedenleri açıklama safhasıdır.

  c) Pozitivist safha da ise olguların kanunlarını bulmak için bilimsel metot uygulanabilir. Böylece bir tek metotla zihni birlik ve ahlaki düzen gelişecektir. Bunun sonucunda mevcut kaostan, düzen ve ilerlemeye geçilecektir.

 Sosyoloji, doğal ahkaki düzenin evrimini sağlayacak olan pozitivist metot temelinde birleştirici bir bilimdir.

3- Comte’a göre bütün bilgiler içinde geliştiği sosyal düzeni yansıtır (üç aşama). Bu yüzden ‘bilgi, sosyaldir’.

4- Comte’un sosyal sistemi; ‘sosyal statik’ ve ‘sosyal dinamik’ diye iki kısma böler.

    Sosyal statik; insan tabiatı ve insani sosyal varlığın kanunlarını bulmaya çalışır.

    Sosyal dinamik; sosyal değişmenin kanunları ile ilgilidir.

5- Ona göre, insan içgüdülerinin üç genel tipi vardır:

   a)Korunma içgüdüleri; seksüel veya maddi içgüdüler.

   b)Gelişme içgüdüleri; askeri ve endüstriyel vs.

   c)Sosyal içgüdüler; dostluk, bağlılık, hürmet, evrensel sevgi vs.

 

   Comte’a göre sosyal ilerleme, sosyal içgüdülerin diğerlerine üstün gelmesi nedeniyle meydana gelir. Teolojik ve askeri unsurlar arasındaki etkileşim düşüncenin pozitif tarza doğru yer değiştirmesi sonucunu doğurmuştur.

  Ona göre, hümanistik değerler ve ortalama hayat standardı, nüfus artış oranı, entelektüel evrim oranı gibi faktörler de sistemin düşük içgüdülerden yüksek içgüdülerin bulunduğu modern topluma doğru gitmesini sağlamak evrimi destekler.

 

 Özetleyecek olursak:

 

1-Comte, evreni doğa kanunlarınca düzenlenmiş olarak görür.

2-Bu kanunlar, sosyal statik ve sosyal dinamiğin gerektirdiği üç safha içinde egemen sosyal değerler veya düşünce ve insani içgüdüler arasındaki ilişkilerde vardır.

3- Sosyal sistem, bir bütün olarak daha bilimsel ve ahlaki bakımdan bütünlenmiş olan pozitif safhaya doğru entelektüel gelişmenin üç safhasından geçer.

4-Pozitif bir bilim olarak sosyolojinin görevi; sosyal problemlerin, bilimsel çözümünü sağlamak için bu sistemi incelemek ve anlamaktır.

 

 Comte’un metodolojisi:

 

 Ona göre pozitif metot, insanlığın gelişmesini sağlayacaktır. Sosyal statik ve dinamiklerin ayrıntılarını anlamak için, deney gözlem ve karşılaştırma yapmak gerekir. Bu metotlarla, dolaylı ve dolaysız olarak deneyler yaparak genel sosyal evrimin detaylı bilgisi kadar, sosyal kanunun soyutlamaları sağlanacaktır. Ve bütün bilimler için, tek metot budur.

 

 Comte’un tipolojisi:

 

a)Sosyal statikler:

 

  *Sosyal tabiat; din, sanat, aile, mülkiyet, sosyal organizasyon vs.

  *İnsani tabiat; duygular, faaliyet, zekâ :

    Duygular; egoistik (bencil) ve alturistik (bencil olmayan).

    Zeka; anlama ve ifade etme.

 

b)Sosyal dinamikler: (sosyal değişme kanunları)

 

   1-Sosyal ve tarihi çerçeve.

   2-Entelektüel ve maddi ilerleme.

   3-Ölüm oranı, nüfus artışı.

   4-Entelektüel evrim.

   5-Düşük seviyeli içgüdülerden medeniyete doğru temayül.

SOSYOLOJİ TARİHİ-2

Pazar, Ekim 4th, 2009

 

  ‘Doğal Hukuk’ ve Ortaçağda Hayat:

 

 Bir yandan devlet ve din kendini güçlendirirken diğer yandan feodalizm de gücüne güç katmaktadır.

 Kölelik sistemiyle büyük aileler güçlenirken, 10.yy’da serf sistemiyle derebeyler güçlerini insanlar üzerinde hissettirmektedirler.

 İnsanlar arasındaki, emredenler ve emir alanlar durumu ilk zamanlarda kölelik kurumunu sürdürürken orta çağda ‘serf-senyör’ ilişkilerinde bu egemenlik bir kat daha kuvvet kazanmıştır. Özellikle 10. yy’da hakimiyet gaddarca ve zalimceydi. Bu asırda bir taraftan Roman – Germen imparatorluğu diğer taraftan papa kendi hakimiyetlerini sürdürmektedir.

 Aile meseleleri, ekonomik ilişkiler, siyasi problemler hemen hemen bütün sosyal durumlar devletin içinde çözüme kavuşturuluyordu.

 Esasen 1215 yılında zamanın “insan hakları beyannamesi” diyebileceğimiz ‘Magna Carta’ imzalanmıştır.

 Ancak 15, 16 ve 17. yüzyıllarda Rönesans ve reformun getirdiği yenilikler o çağın sosyal düşüncesini tamamen çökertmiştir. Rönesans, Roma-Germen imparatorluğunun temellerini sarsmış, reform da kilisenin egemenliğini bir hayli zayıflatmıştır.

 Rönesans, reform ve hümanizm hareketleri insanların düşüncelerini değiştirmeye başlamıştır. Böylece yeni bir sosyal düşünce sistemi oluşmaya başlar. Sonuçta Avrupa’daki büyük imparatorluklar parçalanıp, birbirine eşit küçük prenslikler haline gelir.

 Katolikler ile Protestanlar arasındaki 30 yıl savaşları Avrupa’yı acı ve felaketlere sürükler. Bu buhran döneminde düşünürler, bütün çatışmaları ortadan kaldıracak, bütün insanların üzerinde anlaşabilecekleri temel bir düşünce aramaya yöneldiler. Bu sorun tabii/doğal hukuk nazariyesinde cevabını buluyordu. Böylece sosyal düşüncenin gelişimi yeni bir çağa girmiştir. Bu dönem aynı zamanda hazırlık dönemini oluşturmaktadır.

 Tabii hukukda insanları yöneten bir takım hukuk kuralları, ahlak kaideleri, ekonomik kaideler, örfler, gelenekler vardır. Bütün bunlar insanlar arası ilişkileri düzenlemeye yöneliktir. Fakat ister yazılı olsun isterse yazısız tüm kaideler zamandan zamana, toplumdan topluma değişmektedir. Acaba bu değişen kuralların altında, değişmeyen kurallar bulmak mümkün müdür?

 Öyle kaideler, prensipler bulunmalıdır ki, bütün bu değişen, çeşitlilik arzeden kurallar için bir ölçüm görevi görsün.

 İşte bu ölçüm görevini görecek olan kurallara, değişmez prensiplere ‘tabii hukuk’ denmiştir.

 Hugo Grotius (1583-1642), T. Hobbes (1588-1679), J.J. Rousseau (1712-1778), Jean Bodin (1532-1596), Samuel Pafendorff (1632-1694), J.Locke (1632-1704).

Bunlar ‘tabii / doğal hukuk’ kavramı üzerine düşünen ilk isimlerdir. Bu düşünürlerin görüşlerinden sonra sosyoloji, yeni bir hazırlık dönemine girmiştir.

 Bütün bu düşünürler zamandan zamana değişen, toplumdan topluma değişiklik gösteren ve insanlar arası ililşkileri düzenleyen, yazılı yazısız kuralların bir başka değişle pozitif konuların temelinde değişmeyen, herkesin üzerinde anlaşabileceği bir temel prensip aramışlardır. Yani doğal hukukun ne olduğu sorusuna cevap aramışlardır.

 Söylenenleri özetleyecek olursak, doğal hukuk:

 a) İnsanın iç aleminden mevcuttur, b) daimidir, c) değişmezdir, d) her insanda aynıdır, e) kökü insanın oluşumundadır, f) akıl aracılığı ile bilinçli hale getirilebilir.

 Demek ki, doğal hukuku her insan iç dünyasında ve kendi aklı ile bulabilir. O zaman değişmez ölçüler bulunmuş olacaktır.

 Örneğin hakkaniyet duygusu, insanın kendi tabiatında yatmaktadır Bu tabii hukukun özüdür. ‘Ahlaki duygu’ da insanın iç aleminde yatmaktadır. Bu da ‘tabii ahlakı’ temsil edebilir.

 17. ve 18. yüzyıllarda tabii hukuk düşüncesi, Avrupa’da en parlak dönemini yaşamıştır. Tabii hukuk ve ahlakın her zaman geçerli olacağı kabul edilmiştir.

 İnsanlar eşit doğmuşlardır. Bu insanın tabiatında bulunan hak ve hukuk anlayışıdır. Buna göre insanlar arasında tatbik edilen, çeşitli idari, sosyal ve siyasi düzenler de tabii hukuk prensiplerine göre düzenlenmelidir.

 17. ve 18. yy’da bu sorun gündeme gelmiştir. Devlete nasıl bir şekil verelim ki, insanı insan yapan vasıf, bozulmasın, zedelenmesin. İnsanı insan yapan bu vasıf tabii hukuktur. İnsanın iç aleminde bulunan hukuk ve hukuğun da kaynağıdır.

 İnsanı insan yapan bu vasıf bulunduktan sonra artık devlete ve insanlar arası ilişkilere bir şekil vermek mümkün olacaktır. Bu arayışta ‘toplumsal sözleşme’ görüşünü ortaya çıkarmıştır. Bu konuda Rousseau’nun, ‘Toplum Sözleşmesi’ adlı eseri en ünlülerindendir.

 Rousseau’nun toplum sözleşmesinin esası, insanların doğuştan hür yaratılmış olduğu ve bu tabiatları sayesinde içinde bulunmuş oldukları düzene şekil verebilirler, tarzında açıklanabilir. Ona göre siyasi düzen, insanların anlaşmasının bir eseridir. O halde yine anlaşarak bunu değiştirebilirler yani yeni baştan şekil verebilirler. Ona göre insanı insan yapan, birlikte yaşama duygusudur. Çünkü insan, tabiatı itibariyle iyidir, sosyalleşme duygusuna sahiptir.

 Hobbes, bu konuda Rosseau’dan daha farklı düşünmektedir. Ona göre insan tabiatı icabı hiç de sosyal değildir. İnsan yapısı itibariyle birlikte yaşamaya da hiç uygun değildir. İnsan yaratılışından kötüdür.

 Ona göre “homo, homini lupus” yani “insan, insanın kurdudur”. İnsan daima menfaati peşinde koşan bir varlıktır. Bu nedenle insanlar arasında, her zaman savaş durumu mevcuttur. İnsanı bu tehlikeli savaşçı tabiatından uzaklaştırmak için ona sınırsız özgürlük vermemek gerekir. İnsanı insan yapan vasfı kötü olduğuna göre, onun elinden sınırsız özgürlükleri alarak, kayıtsız şartsız bu özgürlüklerden fedakarlık edeceği bir idari sistemi geliştirmek lazımdır.

 Locke’da, mülkiyet idaresini tavsiye etmiştir. Ona göre devlet ve onun başındaki hükümdar, sınırsız güce sahip olmalıdır. Bireylerin isyanına karşılık, despotik bir idare olmalıdır.

 Sosyal düşüncenin gelişmesiyle bizi ilgilendiren yön, artık devlet düzeni için tabii hukuk görüşüyle birlikte insanın kendisi ölçü olarak alınmaya başlamıştır. Ölçü bir yerde gökyüzünden yere inmiş ve sonra insanın kendisine kadar gelmiştir.

 Özet olarak, ilk zamanlar devlette model; ideler aleminden alınmış, sonra bu model ilahi içerikle doldurulmuş daha sonra da gerçek hayatta aranmış ve insanın tabiatı yani kendisi ölçü olarak alınmıştır.

 Bu kadar uzun bir süre içerisinde üzerinde anlaşılacak bir ölçünün bulunamamış olmasının nedeni; ‘insan’ kavramı felsefi bir kavram olduğundan, bütün bu düşünürler toplum felsefesi yapmışlardır. Olanı olduğu gibi değil de olması gerekeni hep konu edinmişlerdir. Bu yüzden bütün bu çalışmaları sosyolojinin hazırlık safhası olarak görüyoruz.

 

 SOSYOLOJİNİN DOĞUŞU:

 

 Sosyolojinin doğuşu; bir yandan endüstri hareketlerine ve endüstrinin yarattığı sosyal, ekonomik ve siyasi olaylara diğer yandan, sosyal ve felsefi fikirlerin birikimi sonucu meydana gelen sosyal düşünce ve oluşumuna bağlıdır.

  Felsefi düşünüşteki oluşum sonucunda, ihtisas dallarına ait birikimler felsefeden ayrılmışlardır. Felsefeden ayrılan bilimlerin hepsinin binlerce senelik tarihi vardır. Sosyoloji, felsefeden çıkan en son bilimler arasındadır.

 Sosyolojinin felsefeden nasıl ayrıldığını ve diğer bilimler arasındaki yerini incelemek için, endüstri ihtilali üzerinde de durmak gerekir.

 14. yy İngiltere’sinde hayvancılığın yanı sıra yüncülük faaliyeti de bir hayli ilerlemişti. 15. yy’da ise yünler ihraç edilmeye başlanmıştır. Böylece yüncülük büyük bir endüstri haline gelmiştir. Ailenin çoğu çiftçilikle beraber yüncülük de yapmaktadır. Ancak onun ticareti ile uğraşan hiçbir aile yoktur. Mahsül az olduğu ve çiftçiler zor durumda kaldıklarında borç para almak durumunda kalıyorlar. Buna karşılık da yünlerini, dokumalarını daha ucuza tüccara satmak zorunda kalıyorlardı.

 Yün ve dokumaların fazla olduğu dönemlerde, köylüler mallarını kendileri satmıyor, toptan olarak tüccarlara veriyorlardı. Böylece, aracıların ortaya çıkmasıyla, kapitalist / sermayedar bir sınıf doğmuştur.

 Zaman zaman toptancı büyük tüccarların, üreticilerin elindeki yün ve dokumaların tamamını alabilmek için çok büyük sermayeye ihtiyaç oldu. Bu durum, sermayenin ‘üretim sermayesi’ haline gelmesini sağlamıştır. Britanya adasının güney batısında başka bir gelişme olmuş; kumaş tüccarları, tüccarlığı bırakıp, yün üreticiliğine başlamıştır.

 

 DOKUMA ENDÜSTRİSİNE MAKİNENİN GİRİŞİ:

 

 Makinenin endüstri hayatında kullanılması, her ne kadar tam anlamıyla endüstri ihtilali değilse de endüstrideki gelişmeyi hazırlayan en önemli faktördür.

 Makineyi, dışarıdan aldığı bir hareket ettirici kuvvetle, teknik bir işlemi başarıya ulaştıran bir alet olarak tanımlayabiliriz.

 Bu tanımın özelliği, ilkçağdan beri her aletin, makine kavramı içerisine alınmamış olmasıdır. Aynı zamanda, makine endüstrisinin kendisi de insan ve toplum bakımından, dünya görüşü, davranış ve yaşayış tarzları bakımından farklılıklar doğurmuştur. Makinenin endüstri hayatına girişi, ilk defa tekstil endüstrisinde olmuş ve ipek dokumacılığına büyük etki yapmıştır.

 1769 yılında James Watt tarafından icat edilen; ‘buhar makinesi’, İngiltere’nin dokuma işine yepyeni bir boyut kazandırmıştır. 1780 yılında Richard Arkright tarafından icat edilen; ‘pamuk eğirme makinesi’ bugün bile kullanılmaktadır. Böylece giderek dokumanın tamamını makineler yapmaya başlamıştır.

 Buhar makinesiyle birlikte ulaşım, nakliye faaliyetleri büyük önem kazanmıştır.  Lokomotifin icadıyla da ticaret işi, çok büyük hamle yapmıştır.

 Düzgün imal edilen kumaşlar Avrupa’ya ihraç ediliyor ve orada büyük değer kazanıyordu.

 İcatlar ve fabrikalar sosyal hayatı değiştirmeye başlamıştır. Fabrikalar etrafında meydana gelen büyük kalabalıklar, büyük endüstri merkezlerini meydana getirmiştir. Giderek endüstri merkezleri de sanayi merkezlerine dönüşmüştür.

 

 MAKİNENİN SOSYAL HAYATA ETKİSİ:

 

 1773 de Mancesther’in nüfusu 30.000 civarında iken 1920 yılında bir milyona yükselmiştir. Liverpool’da başlayan ticaret, civarda fabrikaların kurulmasına yardım etmiş ve daha sonra o bölgeyi tam anlamıyla bir endüstri merkezi haline getirmiştir.

 İcatlar birbirini izlemiş ve ‘büyük endüstri devrimi’ olmuştur. Nerede endüstri faaliyeti başlamışsa, orada ‘şehirleşme’ hareketi görülmüştür. Bu kaçınılmaz gerçek, sosyolojik bir kuraldır.

 Endüstri merkezleri, köylüleri ve çiftçileri kendisine çekmiş, küçük küçük aileler halinde sanayi merkezlerine doğru bir iç göç başlamıştır. Böylece ailenin yapısı da değişmiş, eskinin ‘büyük aile’si yerini, endüstri toplumlarının ‘küçük aile’ tipine bırakmıştır.

 Yüzyüze ilişkiler, kader birliği, ve insanlar arasındaki ‘biz’ duygusu zayıflamış ‘ben’ duygusu insanlara hakim olmuştur. Rekabet, bireycilik artmıştır. Büyük sosyal gruplar meydana gelmiş, büyük şehirlerde büyük pazarlar, iş merkezleri ve çok uzak yerlerle haberleşmeler, telefon, telgraf, telsiz ve nihayet basın hayatının büyük insan toplulukları üzerindeki dinamik etkileri, dünyanın çehresini değiştirmiştir. İnsanların günlük hayatları ve davranışları da değişmeye başlamıştır. İnsanlar, üzerlerinden cemaat desteğinin kalkmasıyla, yalnız kalmaya ve işlerini tek başına yapmaya başladılar. Bununla beraber huzursuzluklar da giderek artmaya başlamıştır.

 

  Endüstri Devriminin Sonuçları:

 

1- Teknik imkanlar fabrika sistemini doğurmuştur.

2- İlmi buluşlar teknik icatlara yol açmıştır.

3- Endüstri ihtilali, büyük ölçüde sermaye birikimi sonunda meydana gelmiştir.

4- Ticaretin ve kredinin gelişmesi endüstri ihtilalini hazırlığına yardımcı olmuştur. Daha sonraları sermayedarlar, ticaret alanından sanayi alanına kayarak endüstrileşmenin önemli bir hazırlayıcısı olmuşlardır.

5- Endüstri ihtilali bir süreç içinde gelişmiştir. Bütün bunlar iki, ikibuçuk asır içinde olmuştur.

6- Endüstrileşme süreci halkın kendi kendine yeten tarım alanlarından, pazarların, üretimin hakim olduğu şehir merkezlerine akınlarla devam etmiştir.

Endüstrileşme, şehirleşmeyi de beraberinde getirmiştir.

7- 18.yy da şehirleşme kendine has birçok sosyal problemler ortaya çıkarmıştır. Bu problemlerle dolu ortamda bireye bir şahsiyet kazandırılmaya çalışılmıştır.

8- Üretim ve nakliyenin birlikte oluşturdukları ekonomik kalıp, endüstri gelişiminin temelinde bulunan önemli sistemlerden biri olmuştur. Üretim ve nakliye sonunda elde edilen gelir, yine üretim için harcanarak sermaye artışı sağlanmaktadır.

9- Bütün bunların sonunda, ortaçağın mesleki zümreleri yerini, endüstri çağının modern toplumunun, sosyal sınıfları ve bu sınıfların içinde yer aldığı sosyal tabakalara bıraktı.

10- Devletten çok toplum önem kazandı. Toplum meselelerini artık devlet güçleriyle, siyasi ve idari kanunlarla anlama olanağı kalmamıştır.

 Toplum olaylarını da tıpkı tabiat olayları gibi anlamak ve incelemek gerekiyordu. Nasıl bir fizik tabiat varsa, onun gibi bir de sosyal tabiatın varlığı kabul edildi. İşte bu yeni tabiatı anlamak için, yeni bir bilime gereksinim duyuldu. Bu bilim; sosyolojiydi.

 

 SOSYOLOJİNİN FELSEFİ TEMELİ:

 

 Fransa’daki pozitivistler 1717-1783 yılları arasında yayınlamış oldukları, ‘Büyük Ansiklopedi’ adlı felsefi yayında pozitivist fikirlerini yaymaktaydılar. Saint Simon dahil olmak üzere sosyolojinin adını anmamakla beraber sosyal meseleler üzerine fikirler ileri sürmekteydiler. Bunlar ‘sosyal filozifi’ yapmaktaydılar. O zamanlar, ‘sosyal fizik’ ve ‘sosyal ahlak’ gibi kavramlarla sosyolojiye bir yaklaşım içerisindeydiler.

 İlk kez ‘sosyoloji’ terimini Fransız pozitivistlerinden Auguste Comte kullanmıştır.

 Pozitivistlere göre olaylar önemlidir. İçinde yaşadığımız görünen, somut olaylar esas alınmalıdır. Olayların, maddenin özünü aramakla vakit kaybedilmemelidir. Yapılacak şey, olaylar arasında değişmez ilkeleri bulmaya çalışmalıdır. Onlara göre fizikte olduğu gibi “varolan yok olamaz, yok olan da varolamaz”. Sosyal olaylar dahil bütün olaylar arasında sıkı bir ‘determinizm’ vardır.

 

 POZİTİVİZMİN ÖZELLİKLERİ :

 

 1- Görünen somut olaylar, gerçekten göründükleri şekilde ve aralarındaki düzenliliklerle beraber gözlem ve deney yoluyla tespit edilmelidir. İşin içine metodoloji de girmiştir.

2- Maddenin ve olayların gizli kuvvetlerini keşfetmeye gerek yoktur. Esasen onu bulamayız.

 Comte göre bilgi üç aşamadan (3 Hal Kanunu) geçmiştir:

 a) Teolojik devir, b) metafizik devir, c) pozitivist devir.

3- Bütün pozitif bilimlerde önceden görmek ve bilmek esastır. Bunun içinde olaylar arasında, değişmez prensipleri tespit etmek gerekmektedir.

4- Sonuçtan emin olunmalı ve pozitif bilimler sayesinde bilgiden bilgiye geçişler sağlanmalıdır. Bu aynı zamanda, bilgisel ilerlemeyi de mümkün kılacaktır.

 

 Pozitivistlere göre astronomi, fizik, kimya, biyoloji bir sıra içinde kurulmuşlar ve en son olarak da sosyoloji kurulmuştur. Her bilim, kendinden önceki bilime muhtaçtır. Bu şekilde birbiri üzerine kurulan bilimler, organik esastan doğmuştur.

 Böylece pozitivizm; din, büyü, hurafe gibi konulara savaş açmıştır.

TÜRK KAMU HAYATINDA FELSEFE -3

Pazartesi, Eylül 7th, 2009

   TÜRK FELSEFE CEMİYETİ ve FELSEFİ İDEALİZM:

 Bu dönem II.Meşrutiyetten, 1940’lara kadar sürer. 1927’de kurulan felsefe cemiyeti, ilk felsefe cemiyetidir.

 Kurucular; Orhan Saadettin, Mehmet Servet, Mehmet İzzet, Mustafa Şekip, H.Ziya Ülken’dir.

 Bunlar metafiziği bir araç olarak görürler. Bu dönemde, sosyal yaklaşımlarla Marxizm, kaynaştırılarak uygulanmaya çalışılmıştır. Dini bir araç olarak görürler. İnsanların toplum menfaatini korumaları amaçlanır.

 Felsefe cemiyetinin en önemli katkılarından biri; öğrenmenin pratik alana uygulanmasıdır.

 Mehmet İzzet, beden ve ruhun uygun bir şekilde birleşmesiyle sağlıklı bir millet olunacağını iddaa eder.

 Mehmet Servet, Durkheim sosyolojisi ile Marxist sosyolojiyi birleştirerek yeni bir senteze gitmeye çalışmaktadır.

 Felsefe cemiyetini kuranlar, kendi görüşlerini oluşturmamışlar sadece Batının felsefesini kendi toplumumuza adapte etmeye çalışmışlardır. Batının felsefesini de ikinci elden almaktadırlar. Çoğunlukla da rastgele değerlendirmeler yapılmaktadır.

 

 İSMİAL HAKKI BALTACIOĞLU:

 

 Ona göre toplumsal bütünlüğü yaratan üç kurum vardır; din, dil ve sanat.

 Bütün bu kurumların değişmesine karşılık, toplumda değişmeyen bir bakış açısı vardır.

 Baltacıoğlu, felsefe, dünya görüşü ve yaşam felsefesini bir bütün olarak görür.

 

Düşünce:

Dil – Mitos,

Sanat – Bilim:

Din  – Töre/gelenek:

GeleneklerTürk felsefesi

 

 Gelenekler, toplumun iyiliği, mutluluğu içindir. Onun için de hep iyidir, olumludur.

 Baltacıoğlu’na göre, din de kültür yumağı içindedir. Din de, düşünceden çıkmıştır. Bu kültür yumağı içinde her şey değişir. Örneğin 10. yüzyıldaki İslam ile bugünkü İslam aynı değildir.

 Onun eğitim görüşüne göre ise eğitimin amacı; gerçek kişilikler kazandırmaktır. Eğitim, iş başında, uygulamalı olmalıdır. Burada J. Dewey’den etkilenmiştir.

   Ünlü sözü:

 “Filozofsuz millet olur ama felsefesiz millet olmaz” der.

 

 MEMLEKETÇİLİK VE FELSEFİ AKIMLARLA İLİŞKİSİ:

 

 Memleketçilik; Turancılık, Osmanlıcılık ve İslamcılığa tepki olarak doğmuştur.

 Milliyetçilik ise halkın istiklaline kavuşmak için verdiği mücadele döneminde doğmuştur.

 “Bizim milliyetçiliğimiz, insanın yurdunu, vatanını sevmesidir. Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok, kimseye de bir karış toprak vermeyiz”, şeklinde ifadesini bulmuştur.

*Milliyetçilik, dinin yerini tutmaktadır.

*Milliyetçilikte esas vasıf; demokrasidir. Tek tek fertlere şahsiyet kazandırılmasıdır.

*Milliyetçiliği belirleyen, statik ve dinamik ilkelerdir.

*Artık; Turancılık, İslamcılık, Osmanlıcılık etkisini yitirmeye başlamış, sınırları belli olan bir vatan parçası; memleketçilik önem kazanmıştır.

*Memleketçilikde belirleyici olan, maddi ve manevi olandır. Maddi olan, manevi olana bağlıdır. Manevi olan kültür yumağıdır. Maddi olan, manevi olanın bir ürünüdür.

*Milliyetçilik de uluslar arası olan teknolojidir. Ulusal olan onun içindeki duygudur.

*Milliyetçilik önce Türk ırkı olarak algılanmış, sonra Türkiye’de oturanlar olarak algılanmıştır.

 

 GÜNÜMÜZ DÜŞÜNCESİNDE FELSEFEYE GENEL BAKIŞ:

 

  NUSRET HIZIR:

 

  Onu etkileyen en onemli isim Hans Reichenbach’tır. Reichenbach’a göre bilim ve felsefe birlikte bir bütün oluşturur. Ona göre bilgi edinmede yöntem, tümevarımdır. Tek dayanağımız bilimsel yöntem olmalıdır. Reichenbach, metafiziğe karşıdır.

 Reichenbach, Türkiyede felsefenin gelişmediğini görünce dışarıdan büyük kişileri çağırarak yetkin bir kadro kurmaya çalışmıştır. Tanınmayan, Kant, Descartes, Einstein, Newton gibi düşünürler hakkında konferanslar vermiştir. Ancak amacına tam olarak ulaşamamıştır.

 Nusret Hızır onun amacını anlayan ve onun devamı gibidir.

 Hızır’a göre mistik yan felsefeden atılmalıdır. Ona göre felsefe bir etkinliktir. Felsefe, gerçekliğin üstünde bir üst dil’dir. Nerede bir dil varsa orada felsefe olabilir.

 Felsefe ile bilim arasında yardımlaşma ve etkileşim olmalıdır. Hızır, Reichenbach’ı bile eleştirmekten kaçınmamıştır.

 Türkiye’de üniversitelerin oluşmasında önce İngiliz sonra Amerikan düşüncesinin etkisi olmuştur. Türkiye’de yerleşen felsefe ekolü ise Alman ekolüdür.

 

 TAKIYEDDİN MENGÜŞOĞLU:

 

 Felsefi antropolojisi; hiçbir bilim, insanın kendisi ile ilgilenmez. İnsanın kendisini inceleyen felsefedir. Ontolojik olmayan insan felsefeleri de insanı parçalayarak ele almaktadır.

 Oysa ona göre insan felsefesi, insanın somut varlığını parçalamadan bir bütün içinde ele almalıdır.

 

 NERMİ UYGUR:

 

 Felsefenin, gündelik yaşamda gerekli olduğunu yayma çabasındadır. Ona göre her şeyin temelinde dil vardır. Düşünce dili, dil de düşünceyi belirler. Dil, insanın varoluşunda büyük bir güce sahiptir. Dilde bozukluk, düşüncede bozukluktur.

 Kültür, dili olan her toplumda üretilmediği, tüketilebileceği görüşünü de benimser.

 Kültürde herhangi bir boşluk olduğunda, bu boşluk başka alanlara da yansır.

 Uygur’a göre kültür; ekonomi, bilim, felsefe, sanattır.

 Kültürün tüketilmesi, kültür yumağının bir alanında boşluk olduğunda ya alan tarafından o boşluk doldurulur ya da doldurulamadığında en yakın olanlar tarafından doldurulur. Ancak o alan, eskisi gibi sağlam değildir.

 O boşluk giderek genişler. Aslında boşluk kapatılmaz, kamufle edilir. Bastığın an çöker. Birey için de toplum için de bu böyledir.

 Nermi Uygur’daki çelişki; kültür hem milli olacak hem de diğer kültürlerle ilişkili olacak. Bu durumda kültürün milliliği kalmaz. Örneğin, milli bir felsefe olabilir mi?

 

 TÜRK HÜMANİSTLERİ:

 

 NURULLAH ATAÇ:

 Ona göre, eğitimimiz nedeniyle bizim kafamız, Batılı bir kafaya oranla işlenmemiş bir kafadır.

 

 SUAT SİNANOĞLU:

 Türk hümanizminin temel ilkelerini soruşturmuştur.

 Ona göre zihinsel gelişime ulaşılmadan hiçbir verim beklenemez. Bu gelişim, eğitimle o da dille olur.

 Ona göre Batıda eğitim görenlerin geri döndüğünde fikir akımlarının başına geçmeleri beklenirken böyle bir şey olmamıştır.

 Sinanoğlu’na göre bu bozuk düzenden kurtulmanın yolu eğitim sistemini değiştirmektir. Eğitim, zihnin gelişmesine, oluşmasına dönük olmalıdır. Kendi dilinle kendi kendini benimseyeceksin.

 

 HALİKARNAS BALIKÇISI (CEVAT ŞAKİR):

 

 Amacı; eserleriyle Anadolu’ya kendi kültürünü benimsetmek. Ona göre biz, kendi kültürümüze Batılılar tarafından yabancılaştırılmışız.

 Biz bu durumdan, kendi öz kültürümüzü benimsemekle kurtulabiliriz.

 Ona göre, Anadoluda bir Yunan kültürü yoktur.

 Azra Erhat’a göre de “Anadolu Anadolularındır”.

KARL MARX

Pazar, Haziran 28th, 2009

 

                      KARL MARX (1818-1888):

 

 Almanya’nın Krien kentinde doğmuştur. Başta zamanın felsefesi olan, Hegel idealizmine karşı çıkar. Ona göre, tüm gerçekliğin ‘mutlak geist’ tarafından kavranması mistisizmden başka bir şey değildir. Marx’a göre her düşüncenin çıkış noktası; somut gerçeklik olmalıdır. Felsefede, mutlak olandan hareket edilemez.

 Hegel’in felsefesi öte ile ilgili, bu öte yok edilmelidir. Ve somut olanın hakikatini kurmak tarihin bir görevidir. Hegel’de gerçeklik kuramsaldır, Marx da ise, gerçek gerçekliktir.

 Marx’a göre felsefe, insanın varoluşunun felsefesidir. İnsan için insanın kökeni; yine insanın kendisidir. Felsefenin çıkış noktası; somut gerçeklik olan birey. Bu nedenle Marx, kendi felsefesine ‘hümanizma’ der. Ona göre her türlü düşünme; insan varoluşunun somut gerçekliğinden yola çıkmalıdır.

 Marx’a göre insanın asıl kökeni; -Alman idealistlerinin sandığı gibi- sadece bilen bir varlık olması değil, yapan/eden, eyleyen yanıdır. İnsanı insan yapan; eyleyen/praxis yanıdır.

 “İnsan, düşünmesinin aşkın yanını idealizmde yeteri kadar kanıtlamıştır. Şimdi düşünmesinin aşkın olmayan yanını göstermelidir”.

 İnsan eyleminin en önemli yanı; diğer insanlarla bir toplulukta gerçekleştirmesidir. İnsan kendini taşıyan bir toplum içinde yaşar. İnsan doğa/ çevre olmadan yaşayamaz. Birey toplumsal bir varlıktır. Toplum ve devlet ise insanın doğasıdır. İnsanın bilincini belirleyen bilinç değil, toplumsal bilinçtir. Yani bilinç toplum tarafından belirlenir. Marx’ın bu insan görüşü, tüm felsefesi için çıkış noktasıdır.

 

 O halde, insanın içinden geçtiği toplumsal varlık nedir?

 Toplumu oluşturan ortak bir bilinç değil; çalışmadır, emektir. Çünkü insan çalışan bir varlık. Toplumu oluşturan da insanın emeği, çalışması. Emek sadece insana özgüdür ve sadece insanı özgür kılar.

 Üretim ve mülkiyet ilişkileri insanın temelini oluştururlar. Marx bunlara alt yapı der. Alt yapı değiştikçe bilinçler de değişir, der. Devlet, yasalar, ideler, ahlak, din moral, sanat…hepsi alt yapının değişmesine bağlı olarak değişirler.

 Tarih; toplum içinde çatışan güçlerin yani sınıfların çatışmasıyla oluşur. Yoksa geistın kavram diyalektiği değildir.

  “Alt yapı, üst yapıyı belirler”.

(M.Weber ise üst yapıyı belirleyen alt yapı değil, Protestan ahlakıdır diyerek karşı çıkar)

 Marx’a göre bilinci belirleyen; maddedir. Onda yeni olan, sadece düşüncede kalmayıp büyük bir kararlılıkla gerçekliğin değiştirilmesine gider. Yani düşüncesini eylem haline getirmiştir, yeni olan bu. Reddettiği düşüncenin karşısına yeni bir düşünce ortaya koyan ve bu düşüncesini uygulayan ilk düşünür.

 “Filozoflar dünyayı değişik şekillerde yorumladılar oysa önemli olan onu değiştirmektir”.

 Marx’a göre madde tarafından belirlenen bilgi, tekrar maddeye dönüp onu değiştirebilir.

 

 Marx’a göre yabancılaşma :

O, insanın yabacılaşmasını, çalışan insanın ortaya koyduğu ürününe yabancılaşmasında görür. Çalışan insan bir ürün ortaya koymakta, bu ürünün de bir karşılığı olmalı; para kazanmalı. Marx görüyor ki, çalışanın emeğiyle ürettiği ürünün karşılığı başka birisine ait; işverene. Emekçinin ortaya koyduğu ürünün tadını çıkaran emekçi değil, kapitali elinde bulunduran işveren.

 Böylece çalışanın emeği ve ürünü, artık o insanın çalışma arzusunun bir iradesi olmaktan çıkıp, o insanın yaşaması için bir zorunluluk haline geliyor.

 Böyle köle gibi yaşayan insan insanlığını yitirmiş ve sadece işverene değil, diğer insanlara da yabancı hale gelir. Bütün insan ilişkileri; paraya, eşyaya dayandığından tamamen iyiliğini kaybetmiştir. Bu şekilde yaşayan proleterya kendisi eşya haline gelir. Pazarda gücü alınır ve satılır. İnsandır alınıp satılan ve ne kadar ucuz o kadar kar demektir. Proleterya kendini yitirmiş, insan olmaktan çıkmıştır. Bugünkü çağdaş insan bu şekildedir.

 

 Zorunlu gelecek:

 İnsanı insan olmaktan çıkaran bu durum günün birinde tamamen değişecektir. Marx, bunu zorunlu bir gidişin zorunlu bir sonucu olarak görür. Proleterya yabancılaştığının farkına bir gün varacaktır. İnsanlıktan çıktığını bir gün görecek ve insanlıktan çıkmayı ortadan kaldıracak.

 Giderek sermayenin artmasına rağmen rekabet gereği, sermaye her geçen gün daha az sayıda sermayedarın/kapitalistin elinde toplanmaktadır. Bu durum, kapitalizmin kendi mezarını kendisinin kazmasıdır.

 Sermayenin artması oranında semayedarların da sayısı giderek azalmakta. Bu azalma oranın da da sefalet ve işsizlerin nüfusu giderek artmakta. Ve öyle bir an gelecek ki; bu düzen tam tersine dönecektir. Proleterya bir devrimle, kapitalizmin kendisini sömürerek oluşturduğu sermayesini elinden alacak ve kendi iktidarını başa geçirecektir.

 Marx’a göre bu diyalektiğin zorunlu gidişi bunu gösterecektir. İnsanı köle yapan, kendisine yabancılaştıran her şey ortadan kaldırılacaktır. Bu Marx’ın başını çektiği komünist anlayışın da amacıdır.

 Bu komünist anlayış, özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, sınıfsız bir toplum kurup insanı insan yapacaktır. Mülkiyet, kapitalistten tekrar topluma dönecek.

 Böylece toplumun, tarih öncesi dönemi biter ve hümanist dönemi başlar.

 

    MARX’IN MATERYALİZMİ

 

 Hegel her şeye geisttan bakarak dünyayı baş aşağı çevirmiştir. Marx’a göre dünyayı yeniden ayakları üzerine bastırmak gerekiyordu. Bu nedenle Marx, geist terine materie olarak maddeyi koyar.

 Marx’a göre materyalizm öncelikle, pratikte olmalıdır; Feurbach, materyalizmin içindeki bu aktifliği görmüyordu. Ona göre Yeni Hegelciler, dünyayı şöyle ya da böyle yorumladılar ama insanın-dünyanın özünde praxis olduğunu anlayamadılar.

 

Marx’ın Hegel’den aldıkları:

-Sürekli bir oluş.

-Sürekli yeni olana gidiş.

-Zıtlıkların ortadan kalkması.

Marx’daki diyalektik:

Hegel’deki geist ortadan kaldırıldığında geriye kalan. Onu Hegel’deki bir çok adımdan sadece birisi ilgilendiriyor. Tezin kendinden antitezi ortaya çıkarması ve ikisinin yeniden sentezde birleşmesi. Siyasal amaca ulaşıldığında, felsefi süreçte sona erecek.

 Felsefe, Marx’ın politik amacı için sadece bir araçtır. Aslında felsefe, felsefe olmak için değil devrimi yapmak içindir.

 Bizi çevreleyen dünyanın temelinin geist, idea.. değil madde olduğu felsefede çığır açan bir devirdir.

 Marx’daki madde, ölü bir hüle değil, sürekli düşünce ve eylemini, tarih görüşünü etkileyen, değiştirendir.

 Tarihsel materyalizm; madde ile insanın tarih içinde birbirlerine uyum sağladıkları bir süreç.

 Marx’ın materyalizmi ontolojik değildir.

 

 Marx’ın ateist materyalizmi:

 Burada Feurbach’ın etkisi büyük. İnsan kendinden başka hiç kimseye inanmadığı taktirde bakışlarını kendine çevirebilir.

 Marx; dini reddeder. Ona göre din, insanın sefalet bilincini yok eder. Bakışlarını kendisine çevirmesine engel olur. Bu bakımdan din, toplumun afyonudur. İnsanları hep ahretle teselli ederek, her şeye boyun eğmeye, katlanmaya yöneltir. Din, insanın yarattığı bir şeydir. Din, proleteryanın kendi bilincine ulaşmasını engellemekten başka bir şey yapmamaktadır. Proleterya din tarafından uyutulmamalı.

 Aslında Marx’ın açtığı savaş her türlü metafiziğe karşı sadece dinlere değil. Bunun içine Hegel dahil bütün felsefe sistemleri giriyor.

 

 Artı değer kuramı:

 Kapitalist, proleter işgücüyle ortaya koyduğu ürünün pazardaki değerinin çok altında bir ücret veriyor. Kârı bütünüyle işçi kendi emeğiyle yaratmasına karşılık, onu cebine indiren, sermayesine katan işveren olmakta. İşveren, işçinin hakkını gaspetmektedir. Onu sömürmektedir.

 

 FEURBACH – MARX KARŞILAŞTIRMASI:

 

Her ikisinde de çıkış noktası; insan.

Feurbach, “insan için ilk nesne, insanın kendisidir”.

Marx, “insan için insanın kökeni, insanın kendisidir”.

Her ikisi de duyular ötesini reddederek, insanın somut gerçekliğinden yola çıkıyorlar.

 Feurbach’da somut gerçeklik; şimdi ve burada olan gerçeklik, Marx’da ise insan gerçekliğidir.

 Marx’ı, Feurbach’tan ayıran en önemli özellik; Marx, insanı  eylemde bulunan bir varlık olarak görüyor. İnsan; çalışan, emek ortaya koyan bir varlıktır.

 Oysa Feurbach; “geleceğin felsefesi, duyular ötesini reddederek insandan yola çıkan ateist felsefedir” deyip bırakıyor.

 Yine Marx, Feurbach’tan ayrı olarak yabancılaşma kavramını ortaya atıyor ve açıklıyor.

 Feurbach’ın materyalizminin pasif olmasına karşılık, Marx’ın ki, aktiftir. Marx, maddenin özündeki hareketliliği görüyor. Onda madde ölü değil; sürekli düşünme ve eylemi etkileyen, değiştirendir.

 Marx’a göre Feurbach, idealizmin sınırlarını henüz aşmamıştır.

 

 Diyalektik:

 Hegel’de diyalektik hem bilincin hem de nesnenin birlikteki hareketliliğiydi. Hegel buna, kavramın diyalektiği diyordu. Geistın kendini bölüp ortaya koyması ve yeniden insan geistı ile kendilik bilincine dönmesi idi. Bu da tamamen metafizik bir süreçtir.

 Marx’ın diyalektik anlayışına göre ise tüm dünya tarihi, bir tek üç adımdan oluşur:

 Tez olan kapitalizmin, antitez olarak proleteryayı ortaya çıkarması ve sentezde, sınıfsız toplumun ortaya çıkması. Diyalektik sadece toplumsal gelişme açısından ele alınıyor. Feurbach da ise diyalektik yok.

J.PAUL SARTRE

Pazar, Haziran 7th, 2009

 

Sartre’ın amacı; ‘fenomenolojik ontoloji’yi yaratmak.

Yararlandığı iki isim var; E. Husserl ve M. Heidegger.

Sartre, varoluşçu olduğunu söyleyen tek isim.

Varoluşçuluk felsefesi ile varoluşçuluk genellikle ayrılıyor.

Varoluşçuluk felsefesi içine girenler:

Tanrı tanıyanlar; Jaspers, Marcel. Ateistler; Heidegger ve Sartre.

Satre, Jaspers ile Heidegger’i de varoluşçu okullara sokuyor.

 

Satre’ın hareket noktaları:

1-Varoluş özden önce gelir.

2-Öznellikten hareket etmek gerekir.

 

Varoluşun özden önce gelmesi ne demek?

Bir şey yaparken, bu yapmakta olduğum işin bir planı ya da tasarısını kafamda oluşturuyorum. O işi o plana göre yapıyorum. Bu yapmakta olduğun işn özü kafamdaki planıdır. Yani burada yapmakta olduğum şeyin özü, varoluşundan önce gelmektedir.

Peki ama insanı vareden ne? Tanrı ama Satre’ın kabulüne göre tanrı yok. O halde, varoluşu özden önce gelen bir varlık vardır o da; insandır.

İnsan önce varolur, dünyaya gelir. Sonra kendi özünü belirleyip ortaya koyacak olan yine insanın kendisidir. İnsan, başlangıçta hiçbir şey değil.

İnsan, her nasılsa dünyaya fırlatılmıştır.  Sartre bu fikri, Heidegger’den almıştır.

İnsan özünde ne olduğunu kendi tasarlayıp, belirleyecek.

İnsanı tanrı tasarlayıp yaratmadığı için yapayalnızdır. İnsan kendini nasıl yaparsa öyledir. Sartre’ın öznellikten anladığı budur. İnsan gelecek içinde kendiyle ilgili tasarıyı yine kendisi gerçekleştirecektir. İnsan kendini nasıl yapmak isterse öyle yapar.

O halde insan yaptığı her şeyden sorumlu. Hatta  başkalarından da sorumlu. Çünkü, insan kendisini seçerken, kendiyle ilgili kararı verirken, aslında insanı seçer.

Ben seçtiğimi, karar verdiğimi, bütün insanlar için de isteyebilmeliyim. İnsan tasarladığını başkaları için de isteyebilmeli.

Sorumluluk bilinci, insana bunaltı verir. İşte bu bunaltı da insanı, sorumluluğunu omuzlamaya götürür.

İnsan özgür olmaya mahkumdur’. Çünkü; tanrı yok insan yaratılmamıştır. İnsan kendi kendini yaratmak zorunda. İşte bu özgürlük, kişiyi tüm yaptıklarından özgür kılıyor. İnsanı belirleyecek bir tanrı olmadığına göre, insan kendi kendini belirleyecek. Böylece insanın tüm kaderi kendi elindedir.

‘Ben neysem o değil; ben ne olmak istiyorsam oyum’.

Sartre, buna dayanarak ‘benim varoluşçuluğum, hümanisttir’ der.