Posts Tagged ‘M.Weber’

EĞİTİM YÖNETİMİ -2

Pazar, Aralık 27th, 2009

  Eğitimde örgüt ve yönetimle ilgili kuramlar :

 

 1-Klasik örgüt kuramı, 3 düşünce akımından oluşmaktadır:

   

    a)Bürokrasi kuramı

    b)Yönetim kuramı

    c)Bilimsel yönetim kuramı

 

 Klasik örgüt kuramında anahtar sözcük; yapıdır. Formel örgütün yapısı, bu kuramda ağırlık kazanmaktadır.

 

 a)Bürokrasi Kuramı; bürokrasinin oluşumu, uygarlığın karmaşıklığına dayanmaktadır. İnsan ilişkileri ve işbirliği belli bir ölçeği aştığında oluşan örgütün bürokratik bir nitelik kazanması kaçınılmaz olmaktadır. Baaşka değişle, karmaşıklık bürokrasiyi yaratmaktadır.

 

 Marshall Dimock adlı yazar karmaşık bir çevrede kurumlar büyüdüğünde kurum içi ve kurumlar arası ilişkiler kişisellikten çıktığında bürokrasi oluşur demektedir. Buna göre bürokrasi karmaşıklıktan kurtulmanın yoludur. Öyleyse karmaşıklık devam ettikçe bürokrasi de devam etmektedir.

 Bürokrasi ile ismi bütünleşmiş olan Max Weber ise ideal bir tip bürokrasi modeli çizmiştir. Weber’e göre bürokrasi; en etkili yöntem ve örgüt biçimidir.

 Bu model gerçek yaşamda görülmeyen kavramsal bir örgüt ve yönetim biçimi olarak düşünülebilir.

 

 Bu modelin belirgin özellikleri şunlardır:

 

 1-İleri ölçüde bir uzmanlaşma.

 2-Hiyerarşik otorite yapısı.

 3-Personel arası nesnel ilişkiler.

 4-İşe personel almada temel ölçüt; teknik bilgi ve beceri.

 5-Uzun süreli bir görev ve gelir.

 6-Kayıt ve dosyalama sistemi.

 

 Bürokratik bir örgütün nitelikleri olarak şu noktalar ileri sürülebilir:

 

 1-Görev ve sorumluluklar ussal bir biçimde düzenlenmiştir.

 2-Değerlendirme nesnel ölçütlere göre yapılır.

 3-Görevle ilgili ayrıntılı kayıtlar tutulur.

 4-Ödüller ve cezalar nesnel ölçütlere göre verilir.

 5-Araçlar, amaçlara uygundur.

 6-Örgütleyici kuralların ussal oluşu karar vermede ussallığı ve yönetimde yetersizliği en üst düzeye çıkartır.

 7-İşbölümüne dayalı olarak gelişen uzmanlar teknik yönden doğru karar verebilecek yetenektedir.

 8-Soyut nesnel kurallar tarafından yönetilen ve otorite hiyerarşisi tarafından eşgüdümlenmiş disiplinli performans örgütün hedeflerinin sürekli olarak gerçekleştirilmesini sağlar.

 9-Bürokraside önceden kestirilebilir bir çalışma düzeni vardır. Önceden belirlenmiş yetki ve sorumluluğa göre bir işleyiş sözkonusudur. Belli bir kuralın çiğnenmesi halinde belli yaptırımlar uygulanır ki, bu personele güven verir. Kurallar ve yaptırımlar herkes için benzer biçimde uygulanır.

 

 b)Yönetim kuramı; bürokrasi kuramı ile yönetim kuramı arsında bazı benzerlikler görülür. Her iki kuramda da formel örgüt vurgulanmaktadır. Yine her ikisinde de nesnellik, ussallık, belirlilik, hiyerarşi ve meslekte uzmanlık vurgulanır.

 Aralarındaki fark; bürokrasi kuramında bir örgütün nasıl olması gerektiği üzerinde durulur. Yönetim kuramın da ise böyle bir örgütün nasıl gerçekleştirilebileceği araştırılmaktadır.

 

 Yönetim kuramında, güç ve yetkiye ağırlık verilmektedir. Bu kuram, pratik bir nitelik taşımaktadır. Yönetim ilkeleri, yönetim süreçleri, komiteler bu kuramın temel ögelerini oluşturmaktadır.

 Yönetim kuramının en kalıcı katkılarından birisi; yönetimin bir işlevler dizisi olarak incelenmesi ve kabul edilmesidir.

 

 Bu yaklaşımın öncüsü bir Fransız maden mühendisi ve yönetim bilimcisi Hanri Fayol’dur. Fayol’a göre, bir örgütü anlamanın en iyi yolu, yönetim mekanizmasının incelenmesidir. Fayol, planlamayı, örgütlemeyi, emir vermeyi, eşgüdümlemeyi ve kontrolü yönetim işlevleri olarak ileri sürmüştür.

 

 Fayol, yönetime bir süreç olarak bakan ve ona bilimsellik kazandıran ilk yönetim bilimci sıfatını taşımaktadır.

 

 Yönetimle ilgili 14 ilke ileri sürmüştür:

 

 1-İşbölümü, 2-Yetki ve sorumluluk, 3-Disiplin, 4-Komuta birliği, 5-Amaç birliği, 6-Örgütsel amaçların üstünlüğü, 7-Uygun ödeme, 8-Otoritenin merkezileşmesi, 9-Hiyerarşi, 10-Düzen, 11-Denksellik, 12-Personel kararlılığı, 13-İnisiyatif (girişim hakkı), 14-Birlik duygusu.

 

 c)Bilimsel yönetim kuramı; bu düşünce akımının özü; insanların verimli makineler olarak programlanabileceği görüşüdür.

 

 Anahtar kavram; ‘makine insan’dır. İnsan, bir makine olarak algılanmaktadır. Bu düşünce akımının öncüsü Frederick Taylor’dur. Bu nedenle bu akım, ‘Taylorizm’ olarak da adlandırılmaktadır.

 Bu kuram da 2 önemli sorunun yanıtlanmasına çalışılmaktadır:

 1-Verimlilik nasıl artırılabilir?

 2-İşgörenler nasıl güdülendirilebilir?

 

 Taylor’a göre bu soruların yanıtı; özendirici ödeme sistemidir. Ona göre, personel tembel olup, çalışmamak için bahane arar. Bu yüzden sıkı bir disipline bağlı olmalıdır.

 Taylorizm, işçilerin ekonomik güdüleyicilerle güdülenecekleri, fizyolojik etkenle de sınırlanabilecekleri görüşündedir. Bu nedenle de sürekli olarak yönetilmeleri gerektiğini savunur. Bir işletmede çalışan herkesin özel çıkarı ile verimlilik artışı hedefinin uzlaştırılabileceği görüşü bilimsel yönetim tarafından kabul edilmektedir.

 Taylor’a göre bir örgütte, herkesin uzmanlık yeteneğinden en üst düzeyde yararlanılması gerekir. ‘İşlevsel ustabaşılık’ kavramı, Taylor tarafından ileri sürülmüştür.

 Otoritenin kaynağının bilgi, deneyim ve uzmanlık olması gerektiğine inanılmaktadır.

 

 Bilimsel yönetimde analiz birimi; bireydir. Model; makine modelidir. Örgüte mekanik açıdan bakılmaktadır. İnsan, işgören bir üretim aracıdır.

 Bilimsel yönetim ilkelerini bilen bir yöneticinin işgörenleri herhangi bir araç gibi ve ve araç kadar kolay yönetilebileceği kabul edilmiştir. Bireye çevresinden soyutlanmış bir kişi olarak bakılmış, sosyal çevresi dikkate alınmamıştır. Örgütsel bir olgu olan, doğal olgu üzerinde hiç durulmamıştır. Örgüte büyük ölçüde yönetim açısından bakılmıştır. Yönetim için iyi olanın birey için de iyi olduğu kabul edilmiştir.

 Temel varsayım şudur; eğer maddi ödüller ile sarfedilen çaba arasında bir ilişki ve denge varsa, işgören tüm fiziksel gücünü işe yöneltir.

 

 Neoklasik örgüt kuramı:

 

 Taylorizmin tam aksine, insan boyutuna önem veriyor. Klasik örgüt kuramını ‘örgütsüz insan’ diyerek eleştirmekteler.

 Bu kuram klasik örgüt kuramına bir tepki olarak doğmuş ve onun üzerinde durmadığı konulara eğilmiştir.

 Bu kuramın temelinde, insan ilişkileri yaklaşımı yatmaktadır.

 İnsan ilişkileri yaklaşımı Howthorne araştırmaları temel alınarak oluşturulmuştur. Howthorne, USA-Şikago’da bir elektrik fabrikasının bir birimidir. Bu araştırmalar, 1927 yılından 1932 yılına kadar sürmüştür.

  Bu yaklaşımın ve araştırmanın öncülüğünü yapan endüstri psikoloğu; Elton Mayo’dur. Bu araştırmada test edilen denenceler şunlardır:

 

 1-Işıklandırmadaki artışın, üretim düzeyi üzerindeki etkisi; ışık artışı ile iş artışı arasında bir ilişki bulunamamıştır.

 

 2-Dinlenme süresinin üretim üzerindeki etkisine bakmıştır. Üretim artışının, yorgunluğun azalmasından kaynaklandığını gösterir bir kanıt bulunamamıştır.

 3-Üretim artışı ile işçilerin toplumsal durumlarındaki değişime bakılıyor:

 Psikolojik doyum düzeyindeki değişme yeni yeni sosyal etkileşim modeliyle açıklanmaktadır. Böylece işgörenlerin, üretimdeki davranışlarını fiziksel etkenlerden çok toplumsal etkenlerin etkilediği gözleniyor. Toplumsal etkenlerin önemi böylece anlaşılmış oluyor. Bu da Howthorne araştırmasının temel bulgusu olarak nitelendirilmiştir.

 

 4-Grup normlarının oluşmasında ve uygulanmasında liderliğin önemi üzerinde durulmuştur. Bununla ilgili deneyde işgörenlerin, fiziksel yeterliliklerinin altında üretim yaptıkları gözleniyor. İşçilerin arkadaşları tarafından oluşturulan normları izledikleri gözlenmiştir. Yani üretim miktarının bu normlar tarafından belirlendiği saptanıyor.

 

 Araştırmanın sonunda elde edilen belli başlı bulgular:

 

 1-Üretim düzeyi bireylerin, fizyolojik kapasiteleri tarafından değil, sosyal normlar tarafından belirlenir.

 

 2-Ekonomik olmayan ödül ve yaptırımlar, işgörenlerin davranışlarını önemli ölçüde etkilemekte ve ekonomik etkisini anlamlı biçimde sınırlandırmaktadır. Yani ekonomik ödül, tek başına yetmemekte, ekonomik olmayan ödül maddi ödülü etkilemekte, sınırlandırmaktadır.

 

 3-Grupça saptanmış normların üstünde üretim yapanların iş arkadaşlarının yakın ilgilerini ve saygılarını yitirdikleri saptanmıştır. Yine işgörenlerin arkadaşları tarafından kabul edilmeyi ve onlarla dostça ilişkiler içinde bulunmayı, fazla para kazanmaya yeğledikleri görülmüştür.

 Melville Dalton adlı bir araştırmacı Howthorne araştırmalarının bulgularıyla uyuşmayan sonuçlar elde etmiştir. Bu durum Howthorne araştırmalarının her durum için geçerli olmadığını göstermektedir.

 

 4-İşgörenlerin genellikle bireyler olarak değil, bir grubun üyeleri olarak davrandıkları gözlenmiştir. Tanınmış sosyal psikolog Kurt Lewin’in de vurguladığı gibi grup normları değişmediği sürece birey değişmelere karşı daha fazla direnmektedir Grup standartları değişince, bu standartlardan kaynaklanan direnmede ortadan kalkacaktır.

 

 Buradan şu sonuç çıkarılabilir; bireyleri etkilemenin, değiştirmenin bir yolu bireylerin bağlı bulunduğu grup normlarının değiştirilmesidir.

 Bu araştırmaların bulgularının ışığında, insan ilişkileri yaklaşımı yönteminin bireyleri, somut varlıklar olarak değil bir grubun üyeleri olarak görmesi gereğini vurgulamaktadır.

 5-Grupta en çok sevilen ve grup normlarını kişiliğinde somutlaştıran grubun davranışında etkili olan kişinin doğal lider olduğu gözlenmiştir. Doğal lider ile statü lideri arasındaki fark insan ilişkileri yaklaşımı tarafından vurgulanan bir nokta olmuştur. Doğal lider gücünü gruğtan, statü lideriyse örgütsel normlardan almaktadır.

 

 İnsan ilişkileri yaklaşımında, bir başka araştırma da ‘Harwood’ araştırmalarıdır. Bu araştırma French-Coch tarafından bir erkek pijama fabrikasında yapılmıştır. Araştırmanın amacı, üretilen pijama modelindeki değişiklik hangi yöntemle işçilere daha kolay kabul ettirilebilir?

 

 Araştırma ile ilgili bulgular:
 

 1-Kontrol grubunda üretim belirgin ölçüde düşmüştür. Beş hafta sonra bile üretim aynı safhaya ulaşamamıştır. İşçilerin % 17’si işi terk etmiş, işe gelmeme, şikayetler ve yöneticilere düşmanca tutumlarda artış görülmüştür.

 2-Deney grubunda karara kısmen katılma gözlenmiş, iki hafta sonra eski üretim düzeyi sağlanmıştır. Ancak devamsızlıkta azalma olmuştur. 40 günde sadece bir şikayet görülmüştür. Beş hafta sonra üretimde artış olmuştur.

 3-Tam katılmalı grupta, üretim ilk 4 günde eski düzeyine ulaşmıştır. İkinci haftanın sonunda, ortalama % 22’lik artış görülmüştür. İşi terk etme görülmemiştir.

 

 Sonuçlarla ilgili yorum:

 

 1-Belli bir üretim sırasında edinilmiş alışkanlıklara, ters düşen teknolojik değişme, işçilerde tepki yaratmaktadır. Araştırmada tepkiye neden olan etken, değişmenin kendisinin olmadığı görülmüştür. Tepki, değişmenin uygulanış şekline olmuştur. Genellikle üstler tarafından empoze edilen değişme, gerekli olduğu durumlarda bile tepki yaratmaktadır.

 

 2-İşgörenler, değişmenin planlanmasına katıldıkları oranda, değişmeyi bir tehdit olarak değil yeni bir olanak olarak algılamaktadırlar.

 İşgörenlerin iş deneyiminden yararlanarak daha etkili çalışma yöntemlerinin saptanabileceği görülmektedir.

 

 3-İşgörenlerin kararlara katılması, sadece çalışma istek ve coşkusunu yaratmakla kalmamakta, onların deneyimlerinden de yararlanarak daha sağlıklı ve yerinde kararlar alınmasını sağlamaktadır.

 Howthorne araştırmalarının sonuçlarına göre, üretimdeki artışlar ve düşüşler işyerinin fiziksel ve ekonomik koşullarından çok, işyerindeki insan ilişkileri ile açıklanmaya çalışılmıştır.

 

 Fiziksel ve ekonomik koşulların, mutlaka doyum sağlayıcı olması koşuluyla, işyerindeki insan ilişkilerinin niteliği üretimi etkileyebilir. Bu nokta, her nedense neoklasikler tarafından vurgulanmamıştır.

 Örgütsel bir olgu olan doğal örgüt vurgulanmıştır. Bir diğer nokta, bireyin çalışma grubundaki sosyal konumunun işinden önce geldiğidir. Bireyin kendisine ilişkin algısının, büyük ölçüde bireyin grubuna bağlı olduğu düşünülmüştür.

 

 Neoklasiklerin net katkılarından biri de çalışma gruplarının, güdüleme ve üretkenlik üzerindeki etkilerinin açıklanmasıdır. Her grubun kendine özgü bir üretim normu geliştirdiği ve bu normu sosyal yaptırımlar yoluyla grup üyelerine empoze ettiği vurgulanmıştır.

 

 Bireye ve çalışma grubuna verilen aşırı önem, katılmalı yönetim anlayışının doğmasına yol açmıştır.

 Üretkenliği artırır düşüncesi ve beklentisi ile işgörenlerin karara katılmasına fırsat verme, yeni bir yönetim anlayışı sergilemektedir. Bu yeni anlayış, Taylorizmle çelişmektedir. Birçok noktada birbirinden ayrılan klasik örgüt kuramı ile neoklasik örgüt kuramının ortak özelliği; her ikisinin deformel örgütü kapalı bir sistem olarak görmesidir.

 

 Öyleyse klasik örgütü bir tez, neoklasik örgütü antitez kabul edersek, çoğul örgüt kuramı da sentezdir.

 

 Çoğul örgüt kuramı:

 

 Bu kuram, daha önceki kuramların üzerinde durmadığı bir noktanın, formel örgütün kurumsal ve insan boyutları arasındaki uyuşmazlık üzerinde durmaktadır. Bu kuram, diğer kuramlardan daha kapsamlı bir örgütsel analize dayanmaktadır

 Değişik amaçlı örgütlerde yapılan araştırmalara dayanmaktadır. Çoğul örgüt kuramı, formel örgütü şöyle tanımlamaktadır:

 Formel örgüt; içindeki çeşitli grupların etkileşim halinde bulundukları geniş ve karmaşık sosyal bir sistemdir. Bu örgütsel grupların, ortak ilgileri olabileceği gibi birbiriyle çelişen ilgileri de olabilir.

 Formel örgütteki yöneten ve yönetilenler ilgi ve çıkarları genellikle çatışan gruplar olarak düşünülmektedir. Bu çatışmanın, yönetenlerin yönetilenleri çalıştırma çabalarından kaynaklandığı ve yönetilen için yabancılaştırıcı bir rol oynadığı kabul edilmektedir. İş ortamında, işi çekici kılmanın çeşitli yollarının olabileceği ama bu yolların doyum sağlamada sınırlılıkları kabul edilmektedir.

 İşyerinde sosyal grupların oluşturulmasının, işyerini daha çekici kılabileceği ama yapılan işin niteliği değiştirmeyeceği ileri sürülmektedir.

 Kısaca çoğul örgüt kuramı, işyerinin mutlu bir aile gibi gösterilmesine karşı çıkmaktadır. Böyle bir yaklaşımın, iş otamındaki bireyler ve gruplar arası güç mücadelesini dikkate almama, örgütsel gerçekleri yadsıma anlamına gelebileceği görüşü savunulmaktadır.

 Yine bu kuramda, örgütlerde işgörenlere verilen ödüller önemli kabul edilmektedir. Ancak ödüllerin inandırıcı olması, gerçek anlamda ödül olması koşulu ileri sürülmektedir.

 Çoğul örgüt kuramı, sistem analizi olarak da adlandırılmaktadır. Çoğul kuramcılar formel örgüt, çevresine uyum sağlama durumunda olan bir sistem olarak görmektedirler. Sistemin çevresine uyum sağlaması varlığını sürdürmesinin bir koşulu olarak kabul edilmektedir. Örgüt ile çevresinin karşılıklı olarak bağımlı oldukları kabul edilir.

 Sadece sistemler arası değil, bir sistemin alt sistemleri arasında da dinamik bir etkileşim olduğu kabul edilmektedir. Çoğul örgüt kuramı, işte bu etkileşimi vurgulamaktadır.

 Çoğul anlayışa göre örgüt; belli hedefler için bireylerin etkileşimde bulundukları yapılandırılmış bir süreçtir.

 

  Çoğul örgüt kuramının çarpıcı özellikleri:

 

1-Bir sistem 5 temel ögeden oluşur:

  

 a) Girdi,  b) Süreç,  c) Çıktı,  d) Dönüt (feedback),  e) Çevre.

 

2-Dinamik bir etkileşim sürcinde yapı etkeninin, bu yapı içinde oluşan sürecin niteliğini etkilediği kabul edilmektedir.

 Yapı, etkili ve başarılı bir etkileşim için zorunlu ama yeterli olmayan bir koşul olarak düşünülmektedir.

 Bu kuram yapıyı yadsımaz, sürecin önemini vurgular.

 

3-Örgütlerde çok yönlü ve çok sayıda etkileşim olduğu kabul edilir.

 

4-Bireylerin kendi amaçlarını gerçekleştirmek için örgütlerde bulundukları kabul edilir. Ancak bu amacın teke indirgenemeyeceği ileri sürülür.

 

5-Kesin yargılardan kaçınılır. Olasılıklar dikkate alınır.

 

6-Bir olayın birbiryle bağıntılı çok sayıda etken tarafından etkilendiği kabul edilir. Belli bir sonucun, o sonucu doğuran nedenleri dönüt yoluyla etkileyebileceği olasılığı dikkate alınır.

 

7-Örgüt, uyum sağlayıcı bir bir sistem olarak kabul edilir.

 

8-Örgütün çıktısı, örgütün varoluş nedeni olarak düşünülür. Değerli bir ürün üretmeyen bir örgütün varlığını sürdürmesi için bir neden olmadığına inanılır.

 

 Okulun örgütsel özellikleri:

 

 Amaç açısından bakıldığında okul, tüm toplumun ilgi merkezi olan bir kurumun niteliği göstermektedir.

 Bir hizmetin toplum açısından taşıdığı önemin bir ölçütü, toplumun o hizmet için ayırdığı kaynağın miktarıdır. Bu açıdan eğitime bakıldığında, milli savunmadan sonra en çok kaynak ayrılan bir kurum olarak görülmektedir. Bu durum, eğitime verilen önemi göstermektedir. Buna göre okul yöneticisi, bütün toplum kesimlerinin dikkatlerinin yoğunlaştığı bir ortamda görev yapmak durumundadırlar.

 Okulu diğer kurumlardan ayıran bir diğer özelliği üzerinde çalıştığı hammaddenin toplumdan gelen ve yine topluma dönen insan oluşudur. Okulun doğal örgüt boyutu bu nedenle daha çok önem kazanmaktadır.

 Okul yöneticisi daha çok, informel bir ortam içerisinde çalışmak ve yetkiden çok etkileme yollarına başvurmak durumundadır.

 

 Okul yöneticiliğini duyarlı kılan, bir başka nokta da kendilerini profösyönel olarak algılayan insanlarla / öğretmenlerle çalışmış olmasıdır.

 Okulun ikinci bir özelliği de okulda çeşitli değer yargılarının yeralmasıdır. Bu değer yargıları, okulun amaçları ile çatışma içinde olabileceği gibi kendi aralarında da çelişebilirler. Okul yöneticisi, bu birbiriyle çatışan değer yargılarının kesiştiği bir konumda görev yapmaktadır.

 Okul yöneticisinin, taraf tutmaksızın kamu yararı doğrultusunda bir politika izlemesi beklenir. Böyle bir yönetici davranışı, demokratik bir davranışı gerektirmektedir.

 Eğitimde gerçekleştirilmek istenen amaç, çok karmaşıktır. Bu karmaşıklık, değerlendirme işini güçleştirmektedir.

 

 Okulun iki temel işlevi olan, öğretme ve öğrenmenin sonucunda insan davranışındaki değişiklikler olduğundan, bunların gözlenmesi ve değerlendirilmesi hem sabır hem de beceri gerektirir. Hatalar anında farkedilmez, çoğu kez hatalı üretim fark edilmeden topluma geri döner.

 Üretimin, niteliğinin değerlendirilmesinden birinci derecede sorumlu olan yöneticidir. Yönetici bu değerlendirmeyi, nesnel ölçülerde yapabildiği ölçülerde hatayı fark edebilir.

 Okul özel bir çevredir. Bu özel çevrenin görevi, çocuğa gerçek çevreyi karşılaştırarak, temizleyerek ve dengeleştirerek öğretmektir.

 

 Yöneticini görevi; okul ile çevresi arasında bir köprü kurmak ve bu köprüyü sürekli olarak açık tutmaktır.

 Kısaca okulda olup bitenler konusunda, okulun gerçekleştirmeye çalıştığı amaçlar ve bu amaçları gerçekleştirmek için izlenen program ve yöntemler konusunda, çevresini aydınlatmak durumundadır.

 Okul, çevredeki tüm kurum ve kuruluşların yön vermeye ve etkilemeye çalıştığı bir örgüttür.

 Örgütlenmiş gruplar, kendi çıkarlarını korumak için okulu etkilemeye kendi amaçlarına araç yapmaya çalışabilirler. Yönetici bu konuda da dikkatli ve uyanık olmalıdır.

 

 Kısaca belirtmek gerekirse, okul yönetiminin temel görevi; okuldaki öğretme ve öğrenme işini etkili bir biçimde gerçekleştirmektedir. Yönetici bu amacı gerçekleştirmek için, okul içi ve çevresel kaynakları etkili bir biçimde harekete geçirmek ve değerlendirmek durumundadır.

 

 Okuldaki görevlerin yerine getirilmesinde yer alan yönetim süreçleri; karar verme, planlama, örgütleme, iletişim, etkileme, eşgüdümleme ve değerlendirmedir.

EĞİTİM SOSYOLOJİSİ

Pazartesi, Aralık 21st, 2009

 

 

  Eğitim sosyolojisi; bireyin kültürel çevresi ile etkileşimin incelenmesidir. Bu etkileşimin incelenmesinde, kültürel çevre, diğer bireyler, sosyal gruplar ve davranış modelleri üzerinde durulur.

 George Poynl’a göre eğitim sosyolojisi; bireyle çevre arasındaki sürekli etkileşimdir.

 A.Ellwood’a göre ise eğitim sosoyolojisi; hayatın eğitsel yanıdır.

 E.B.Ruther’a göre ise eğitim gruplarının gelişimini inceleyen bir bilgi dalıdır.

 Bireylerin kişiliklerinin oluşumunda eğitim kurumlarının çok büyük rolü olduğu tespit edilmiştir. Örneğin; kolej ile normal lisenin öğrenciler üzerindeki etkileri birbirinden çok farklıdır.

 

 Eğitim sosyolojisi ile eğitim psikolojisi arasındaki fark:

 

 Eğitim sosyolojisi; bireyle toplum arasındaki ilişkiye önem verirken yani bireylerin kişiliklerini yönlendiren kültürel etkenlerle ilgilenirken eğitim psikolojisi; öğrenme ve deneyimlerin değerlendirilmesi ile ilgilenmektedir.

 Ayrıca eğitim psikolojisi, çocuğa yeni alışkanlıklar kazandırma ve geliştirme teknikleri ile ilgilenmektedir. Yani öğrenme için optimum şart nedir? Ve nasıl gerçekleşir? Sorularına cevap arar.

 Eğitim sosyolojisi ise eğitim kurumlarının, birey üzerindeki etkisini saptamaya ve bu etkideki olumsuz yanları ortadan kaldırarak, toplumun erişmek istediği ideal şartlara nasıl ulaşılacağını bulmaya çalışır. Bu amaçla program geliştirme ve öğretme metotlarına önem verir.

 

 Toplumsallaşma ve okul:

 

 En basit tanımıyla toplumsallaşma; insan yavrusunun toplumun bir üyesi haline gelmesidir.

 Antroploglara göre ise toplumsallaşma; kültürün yeni kuşaklara aktarılması sürecidir.

 Sosyologlara göre ise bireylerin birbirleriyle etkileşimde bulunmaları sonucu toplumun davranış, duyuş ve yapma özelliklerini öğrenip kendilerine maletmeleri sürecidir.

 Eğitimciler ise çocuğun eğitim süreci olarak ele alıyorlar.

 Biyolojik ve psikolojik temelli yaklaşımlar ise tolumsallaşmayı; biyolojik bir varlık olan insanın, sosyal bir varlık haline gelmesi şeklinde tanımlıyorlar.

 Kısaca toplumsallaşma; insanın doğumundan ölümüne kadarki bir süreçtir. Bu süreç ne tek yönlü ne de kapalı uçludur.

 Toplumsallaşmanın amacı; bu süreçte topluma uyum sağlamaktır. Bireyselleşme açısından toplumsallaşma, bireyin kişiliğini, özbenliğini geliştirmesidir. Toplum açısından ise kültürün yeni kuşaklara aktarılmasıdır.

 

 Mahmut Tezcan’a göre toplumsallaşma:

 Amaç; a)bireyin topluma uyumunu sağlamak,

 b)belli rollerin kazanılması,

 c)insana yaşam boyunca gerekli bilgi, beceri vedeğerleri kazandırmaktır.

 

 Toplumsallaşmanın aracıları:          Araçları:

 1-Aile-akraba grubu.                       1-İletişim

 2-Arkadaş grubu.                           2-İşbirliği

 3-Okul.                                          3-Kalıtım

 4-Kitle iletişim araçları.                   4-Toplumsal çevre.

 

 Çocuğun esas olarak benliğini bulduğu çevre; aile çevresidir.

 Toplumsallaşma süreci nasıl işliyor?

  Esas itibariyle bu süreç, öğrenmeyle olmaktadır. Öğrenme de etkileşim ve iletişimle olmaktadır. Birey etkileşimleri sonucunda yeni şeyler öğreniyor. Ayrıca öğrendiklerini başkalarına da öğretiyor.

 

 Öğrenme şekilleri:

 1-Taklit; çocuğun anne babasına bakarak, onların davranışlarını aynen yapmaya kalkmasıdır.

 2-Telkin; örneğin; ailesinin saç uzatmasını uygun bulmaması halinde bu kararından vazgeçmesi.

 3-Rekabet; bireyin çevresi ile rekabete girerek bazı davranışlarını geliştirmesidir. Ancak aşırı rekabet, anormal sonuçlara yol açar.

 

 Özbenlik; bireyin kendi kişisel ve toplumsal kimliği hakkındaki duygu ve anlayışlarıdır.

 Ayna benlik; bireyin kendi davranışları ile başkalarının davranışlarını karşılaştırıp aynı davranışlar olduğunu görmesidir.

 

 Toplumsallaşmada özbenliğin 3 boyutu:

 1-Kimlik; bireyin toplum içindeki yerini anlaması, toplumsal kimliğini oluşturur.

 2-Benlik simgesi; bireyin kendi yetenekleri, becerileri konusundaki anlayış biçimidir.

 3-Benlik saygınlığı; bireyin olumlu ya da olumsuz özdeğerini anlayış biçimidir.

 Genel olarak davranışlarının olumlu olduğuna inanıyorsa benliğine saygı duyuyor demektir.

                         ———/————-

 

 Okul:

 Çocuğun sosyalleşmesindeki temel kurumlardan bir tanesidir. Okulun esas amacı; eğitim öğretimdir. Çocuğun duygusal bağımsızlığını azaltıyor veya kaldıryor.

 Okulun toplumda kendine özgü marşıyla, gezileriyle, kültürel etkinlikleriyle vs. bir kültürü vardır. Birey de bu faaliyetler ölçüsünde toplumsallaşmaktadır.

 Okulun özellikleri:

 1-Biçimsellik; okulda bütün programların, faaliyetlerin yaşa göre ayarlanmasıdır.

 2-Bürokrasileşme;kırtasiyecilik’ ve ‘uzmanlaşma’ sonucu ortaya çıkan görevlerin koordinasyonunun sağlanmasıdır.

 Bürokrasileşmeyi ilk kez M.Weber ortaya atmıştır.

 3-Öğrenci etkileşimi; öğrenciler arasındaki informel ilişkilerdir.

 

 Okulun örgütsel yapısı:

 MEB àMEB İL MD.àOkul yöneticisiàÖğretmenler ve diğer personelàÖğrenciler.

                      ————/————-

 

 KÜLTÜR:

 

 Kültür; bir yaşam biçimi, sosyal etkileşimler ürünüdür. Oluşum ve kökeni bakımından, doğanın yarattıkları yanında insanın yapıp etmelerinin tümüdür.

 Taylor’a göre kültür; bir toplumun üyesi olarak bireyin, öğrenerek kazandığı bilgi, sanat, gelenek, görenek vb. yetenek ve alışkanlıklarından oluşan bir bütündür.

 

 Kültürün özellikleri:

 1-Kültür öğrenilir.

 2-Tarihidir ve süreklidir.

 3-Toplumsaldır.

 4-İdeal ya da idealleştirilmiş kurallar bütünüdür.

 5-Kültür değişir ama bu değişme kendiliğinden ve uyumludur.

 6-Kültür birleştiricidir. Her grubun, azınlığın kültürü milli çapta birleşmektedir.

 7-Biyolojik ihtiyaçları gidererek doyum sağlar.

 8-Kültür bir soyutlamadır.

 

 Her toplumda, sınıfların, azınlıkların vs. kendine özgü alt kültürlerinin olduğunu görüyoruz. Ancak bu alt kültürler, ülke çapında bir bütün oluşturmaktadır.

 

 Kültür süreçleri:

 1-Kültürleme; bireyin kendi kültürünün özelliklerini öğrenmesidir. Toplumca istenen bir insan olmasıdır. Hem kasıtlı (okul, aile vs.) hem de kendiliğindendir. Toplumsallaşmayla aynı anlamdadır.

 2-Kültürleşme; iki farklı toplumun birbirleriyle etkileşimleri sonucu, kültür alış verişi yapmalarıdır.

 3-Kültürlenme; farklı kültürlerden gelen insanların birbirleriyle etkileşmeleri sonucu yeni bir kültür meydana getirmeleridir.

 4-Kültürel değişme; kültürün değiştiği kesinlik kazanmıştır. John Dewey, “değişmenin, değişmeyeceğini ve sürekli bir değişme olduğu”nu söylüyor.

 

 Kültürel boşluk; çok hızlı değişen kültüre ayak uyduramamadır. Örneğin; kırsal kesimden gelenlerin, kent kültürüne ayak uyduramamaları sonucu açığa çıkan durumdur.

 

 Toplumsal sınıflar ve çocuğun başarısı üzerine etkisi:

 1-Baba mesleğinin, çocuğun eğitimi üzerine etkisi.

 2-Sınıfsal farklılaşmanın, çocuğun eğitimi üzerine etkisi.

 3-Toplumsal sınıf ve çocuğun başarısı üzerine etkisi.

 

 1-Baba mesleğinin çocuğun eğitimi üzerine etkisi; örneğin, baba profösör ise çocuğun da profösör olmasa bile ona yakın bir meslekte bulunma olasılığı yüksektir.

 2-Sınıfsal farklılaşmanın çocuğun eğitimi üzerine etkisi; farklı statülerden, gelir ve eğitim düzeylerinden gelen çocukların aynı sınıfta eğitim görmesi, çocuğun eğitini etkilemektedir.

 3-Toplumsal sınıfların başarıya etkisi; örneğin, alt sınıflardaki çocuklar, ekonomik gelirin düşük olması nedeniyle yeterli beslenemediklerinden, zihinsel gelişimleri de ona göre olmaktadır. Bu da onların, başarısını etkilemektedir. Yine ısınma, aydınlatma, temizlik, çalışma odası gibi nedenler başarılarına aynı oranda etki etmektedir.

 

 Toplumda 2 türlü hareket vardır:

 1-Fiziksel hareketlilik; zorunlu veya isteğe bağlı göç olaylarıdır.

 2-Toplumsal hareketlilik; yatay ve dikey hareketliliktir.

 

 Toplumsal hareketliliği etkileyen etkenler:

 1-Nüfus; üst tabakada doğum oranının az olmasına karşılık, alt tabakada fazladır. Alt tabakadakiler geçimlerini, üst tabakadakilerin işlerini yaparak sağlarlar.

 2-Göç; daha küçük yerleşim bölgelerinden daha büyük yerlere göç, toplumsal hareketliliğe yol açar.

 3-Sanayileşme; teknolojik gelişimle birlikte yeni yeni araçların ortaya çıkması, yeni mesleklerin doğmasına bu da toplumsal hareketliliğe yol açıyor.

 4-Eğitimde fırsat eşitliği; eğitimin her kesimden insanın yararlanmasına toplumda bir hareketlilik doğuruyor.

 5-Mesleksel statüdeki değişmeler; teknolojik gelişime paralel olarak, her dönem en saygın olan meslekler daha sonra yerini başka mesleklere bırakabilmektedirler. Bu durum da statü değişikliğine dolayısıyla toplumsal hareketliliğe yol açmaktadır.

 6-Miras; bu yolla da ortaya çıkan sınıf değiştirmeler, sosyal hareketliliğe yol açmaktadır.

 7-Evlenmeler; evliliğin şekline göre yatay ya da dikey hareketlilik ortaya çıkmaktadır. Örneğin alt sınıftan olan birinin, üst sınıftan biriyle evlenmesi vs.

 

 Toplumsal değişme kuramları:

 

 1-Toplumsal değişmelerin temelinde, “teknolojik değişmeler”in olduğunu savunan görüş ki, eğitim de bu değişmede etkin rol oynar.

 2-Toplumsal değişmenin, “ekonomik değişmeler” olduğunu savunan görüş. Eğitimin de bir koşul olarak ekonomiyi etkileyeceğini söylüyorlar.

 3-Toplumsal değişmenin,  ideolojik değişmeler” olduğunu savunan görüş. Bunlara göre de eğitim, bir araç rolünü oynamaktadır.

 Eğitim daha sonra bu sosyal değişmelerin kalıcı olmasını sağlıyor.

 

 Max Weber’in eğitim kuramı:

 

 1-Karizmatik eğitim; bu eğitime bireyin ihtiyacı olmadığını vurguluyor. Kişinin doğaüstü güçlere sahip olduğu söyleniyor. Bu tür insanların toplumda az oldukları ve değişmeye öncü oldukları belirtiliyor. Örneğin; Cengizhan, Fatih,  Napolyon, vs.

 2-Geleneksel eğitim; normal eğitimdir. Belli konu ve programların okulda bireylere verilmesidir.

 3-Bürokratik rasyonelli eğitim; uzman kişilerin eğitimidir. Toplumun karmaşıklaşmasıyla, uzman kişilere ihtiyaç duyulmaktadır. Onları yetiştirmek amacıyla yapılan eğitimdir.

                                         ———

 Toplumsal değişmenin eğitimle ilişkisinde başlıca alanları:

 

 1-Sanayi ve teknolojideki gelişmeler eğitimi birçok şekilde etkilemektedir:

   a)Bu gelişmeler paralel olarak yeni bilgi ve becerilere sahip insanlar yetiştirme ihtiyacı doğmaktadır.

   b)Bireylerin teknolojik gelişimlerin gerisinde kalmaması için zaman zaman açılan kurslarla bilgilendirilmesi gerekmektedir.

   c)Kitle eğitim araçlarındaki gelişmeler, eğitimin gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamaktadır.

   d)Ulaşım sektöründeki gelişmeler yeni alt kültürlerin doğmasına neden olmaktadır. Örneğin; sosyete çocuklarının pahalı arabalarla yarışması vs.

   e) Teknolojik gelişmeler, eğitim araç ve gereçlerinin de gelişmesini sağlar. Böylece eğitim de daha verimli hale gelir.

 2-Kentleşme; sanayileşmeyle birlikte göç olgusu harekete geçmiş ve bu hareketlilik eğitime de yansımıştır. Bu yansıma daha çok olumsuz yönde olmuştur. Sınıfların artması, kültür çatışmaları, kültürel boşluk gibi durumlarla karşılaşılmıştır.

   a)Okul, çeşitli kültürden gelen öğrencileri kaynaştırmalıdır.

   b)Sosyal kurallara uymak için okul, eğitimde denetim rolü görmelidir. Yani olumsuz davranışları yok edecek şekilde toplumsal denetim sağlamalıdır.

   c)Kent yaşamına yeni başlayan çocuğun uyumunu sağlamak için okul, özel eğitim konuları geliştirmelidir.

   d)Kente göç eden yetişkinler de eğitilmelidir. Halk eğitim merkezleri açarak; okuma yazma kursları, dikiş nakış kursları gibi ihtiyaca uygun kurslar açılarak eğitilmelidirler.

  3-Demografik gelişmeler; nüfusun artmasıyla birlikte eğitime duyulan ihtiyaç da artmaktadır. Ayrıca öğretmen, araç gereç yetersizliği gibi pek çok problem ortaya çıkmatadır.

  4-Yüksek öğretim; nüfus artışı, teknolojik gelişmeler uzman, araştırmacı ihtiyacını gümdeme getirdiğinden, bu insanların yetişmesi yüksek öğretim kurumlarını ön plana çıkarmaktadır.

  5-Özel eğitimin geliştirilmesi; sosyal değişmeyle birlikte özürlü bireylerin de eğitilip topluma kazandırılmaları vurgulanıyor.

  6-Aile yaşamındaki değişmeler; giderek daha hızlı bir şekilde çekirdek aileye doğru bir gidiş görülmektedir. Kadının üretime katılmasıyla, eve bağlılığı azalmış, çocuklar da kreşlerde büyümek zorunda kalmaktadır.

  7-Baskı kurumları ya da grupları; sendikalar, ticaret ve sanayi odaları, siyasal partiler, dini kuruluşlar, medya gibi kurum ve kuruluşlarca kamuoyu oluşturularak sosyal değişimlere neden olunmaktadır.

  8-Demoktatik gelişmeler; düşünce ve ifade özgürlüğüne önem verilmesiyle, yaratıcı, üretken insanların ortaya çıkması hılanmaktadır. Bu da sosyal hareketleri etkilemektedir.

  9-Çağdaşlaşma; sosyal değişimin belirli bir amaca, planlı kalkınmaya yöneltilmesi vs.

 

 Eğitimde fırsat eşitliği: (4 türdür)

 1-Herkesin tüm eğitim sisteminden yararlanma hakkıdır.

 2-Herkesin asgari eğitim düzeyinden yararlanmasıdır. Örneğin; herkese ilkokula kadar okuma eşitliğinin sağlanmasıdır.

 3-Herkesin yeteneği ve potansiyeline göre eğitimden yararlanmasıdır. Bu durum gelişmiş ülkelerde daha yaygındır.

 4-Bütçeden eğitime ayrılan pay ne kadar fazla olursa, o kadar çok kişiye fırsat eşitliği tanınmış olacaktır. Eğitim kalitesi de aşağı yukarı bu payla doğru orantılıdır.

 

 Fırsat eşitliğini engelleyen nedenler:

 1-Ekonomik nedenler:

   a)Ailenin geliri; yüksek gelirli ailelerin çocukları eğitimden, düşük gelirlilere oranla daha çok yararlanmaktadır. Dar gelirli ailelerin çocukları, kısa yoldan hayata atılmak durumunda kalıyorlar. Bu ailelerin çocukları meslek ve teknik okulları tercih etmektedir. Yüksek gelirli olanların çocukları ise en üst eğitimden bile yararlanmaktadırlar.

   b)Ailenin mesleği; ana-babanın eğitim düzeyi ne kadar yüksekse, çocuklarına da en az o oranda eğitim vermek istemektedirler.

   c)Devletin ekonomik geliri; devletin ekonomik geliri ne kadarsa eğitime ayrılan pay da ona göre olmaktadır. Tabi ayrılan pay, kaliteyi de etkilemektedir.

  2-Coğrafi nedenler:

    a)Yerleşme; kırsal bölgelerde yaşayanların eğitim olanaklarından yaşayanların yararlanmaları, şehirlerde yaşayanlara oranla daha az olmaktadır. Bunun nedeni eğitim merkezlerinin büyük bir kısmının şehir merkezlerinde olmasıdır.

    b)Yöresel farklılaşma; eğitim açısısından bölgeler arası bir dengesizlik sözkonusudur.

   3-Toplumsal nedenler:

    *Cinsiyet ayrımı; kız çocuklarının, erkeklere oranla eğitim olanaklarından daha az yararlanmaktadırlar.

 Bunun nedenleri:

   *Bağnazlık; özellikle kırsal alanda bir takım bağnazca düşünceler nedeniyle kız çocukları okutulmamaktadır.

   *Din faktörü; günah diye kız çocuklarının okutulmaması vs.

   *Tarımda da işgücünden yararlanmak için okutulmaz.

  

   *Ekonomik gelişmeye paralel olarak, kız çocuklarının okuma oranı artmaktadır.

   *Dil faktörü; eğitimin resmi dille yapılması ve bu dili bilmeyenler gerektiği gibi eğitimden yararlanamaz.

   *Irk faktörü; ırkçılığın hakim olduğu yerde farklı ırktan olanlar eğitimden yeterince yararlanamazlar.

   *Nüfus artışı; nüfusun hızlı artması halinde eğitim olanakları herkese yetmeyebilir.

   *Eğitim olanaklarının yetersizliği; öğretmen, araç gerç yetersizliği vs. Özellikle özürlülere hitap eden özel eğitim kurumlarının yetersizliği, bu kişilerin eğitimden istenilen oranda yararlanmalarını engellemektedir.

 4-Siyasal nedenler:

    Kısa süreli iktidar değişiklikleri nedeniyle, her hükümet bir önceki hükümetin eğitim politikasını beğenmeyip tamamen değiştirmesi, eğitimde istikrarsızlığa yol açmaktadır. Ayrıca, eğitime ayrılan payın da önemi daha önce değinildiği gibi çok büyüktür.

    Kısaca, tüm bu nedenler eğitimde fırsat eşitliğini engellemektedir. Bir de buna bireysel ayrılıkların eklenmesi durumu daha da sıkıntıya sokmaktadır.

    Fırsat eşitliğinin tam anlamıyla sağlanması zaten mümkün değildir. Olsa olsa azami düzeyde sağlanabilir.

 

 Kitle iletişim araçları ve eğitim:

 

 Kitle iletişim araçlarının eğitime yararları olabileceği gibi zararları da sözkonusudur. Bu onların nasıl kullanılacağına bağlıdır.

 Bu konuda TV’nin yararları ve zararlarını sayabiliriz.

 Yararları:

 *Çocuğu eve bağladığından mutlu bir aile ortamı sağlıyor.

 *Belli kültürel yayınlarla, çocukların kültürün artırabilir.

 *Az da olsa çocuğu düşünmeye sevkdebilir.

 *Çocuğun ilgileri ve yaşam alanını genişletiyor.

 *Çocukta estetik zevkler sağlayabilir.

 

 Zararları:

 *Kitap okumak gibi yararlı alışkanlıklardan alıkoyabilir.

 *Çocuğu pasifleştirir.

 *Tek tip değer yargıları geliştirir.

 *Duygusal açıdan güven ve olmayan çocuklarda korku ve endişeye yol açar.

 *Belirli diziler nedeniyle çocukta saldırganlık güdüsü gelişebilir.

 

 Şöyle ya da böyle kitle iletişim araçları, belirli bir insan imajıyla insanların sosyalleşmesini sağlamaktadır.

 Bu araçların, temel eğitim ve yaygın eğitimde de kullanabildiklerini de görüyoruz.

KARL MARX

Pazar, Haziran 28th, 2009

 

                      KARL MARX (1818-1888):

 

 Almanya’nın Krien kentinde doğmuştur. Başta zamanın felsefesi olan, Hegel idealizmine karşı çıkar. Ona göre, tüm gerçekliğin ‘mutlak geist’ tarafından kavranması mistisizmden başka bir şey değildir. Marx’a göre her düşüncenin çıkış noktası; somut gerçeklik olmalıdır. Felsefede, mutlak olandan hareket edilemez.

 Hegel’in felsefesi öte ile ilgili, bu öte yok edilmelidir. Ve somut olanın hakikatini kurmak tarihin bir görevidir. Hegel’de gerçeklik kuramsaldır, Marx da ise, gerçek gerçekliktir.

 Marx’a göre felsefe, insanın varoluşunun felsefesidir. İnsan için insanın kökeni; yine insanın kendisidir. Felsefenin çıkış noktası; somut gerçeklik olan birey. Bu nedenle Marx, kendi felsefesine ‘hümanizma’ der. Ona göre her türlü düşünme; insan varoluşunun somut gerçekliğinden yola çıkmalıdır.

 Marx’a göre insanın asıl kökeni; -Alman idealistlerinin sandığı gibi- sadece bilen bir varlık olması değil, yapan/eden, eyleyen yanıdır. İnsanı insan yapan; eyleyen/praxis yanıdır.

 “İnsan, düşünmesinin aşkın yanını idealizmde yeteri kadar kanıtlamıştır. Şimdi düşünmesinin aşkın olmayan yanını göstermelidir”.

 İnsan eyleminin en önemli yanı; diğer insanlarla bir toplulukta gerçekleştirmesidir. İnsan kendini taşıyan bir toplum içinde yaşar. İnsan doğa/ çevre olmadan yaşayamaz. Birey toplumsal bir varlıktır. Toplum ve devlet ise insanın doğasıdır. İnsanın bilincini belirleyen bilinç değil, toplumsal bilinçtir. Yani bilinç toplum tarafından belirlenir. Marx’ın bu insan görüşü, tüm felsefesi için çıkış noktasıdır.

 

 O halde, insanın içinden geçtiği toplumsal varlık nedir?

 Toplumu oluşturan ortak bir bilinç değil; çalışmadır, emektir. Çünkü insan çalışan bir varlık. Toplumu oluşturan da insanın emeği, çalışması. Emek sadece insana özgüdür ve sadece insanı özgür kılar.

 Üretim ve mülkiyet ilişkileri insanın temelini oluştururlar. Marx bunlara alt yapı der. Alt yapı değiştikçe bilinçler de değişir, der. Devlet, yasalar, ideler, ahlak, din moral, sanat…hepsi alt yapının değişmesine bağlı olarak değişirler.

 Tarih; toplum içinde çatışan güçlerin yani sınıfların çatışmasıyla oluşur. Yoksa geistın kavram diyalektiği değildir.

  “Alt yapı, üst yapıyı belirler”.

(M.Weber ise üst yapıyı belirleyen alt yapı değil, Protestan ahlakıdır diyerek karşı çıkar)

 Marx’a göre bilinci belirleyen; maddedir. Onda yeni olan, sadece düşüncede kalmayıp büyük bir kararlılıkla gerçekliğin değiştirilmesine gider. Yani düşüncesini eylem haline getirmiştir, yeni olan bu. Reddettiği düşüncenin karşısına yeni bir düşünce ortaya koyan ve bu düşüncesini uygulayan ilk düşünür.

 “Filozoflar dünyayı değişik şekillerde yorumladılar oysa önemli olan onu değiştirmektir”.

 Marx’a göre madde tarafından belirlenen bilgi, tekrar maddeye dönüp onu değiştirebilir.

 

 Marx’a göre yabancılaşma :

O, insanın yabacılaşmasını, çalışan insanın ortaya koyduğu ürününe yabancılaşmasında görür. Çalışan insan bir ürün ortaya koymakta, bu ürünün de bir karşılığı olmalı; para kazanmalı. Marx görüyor ki, çalışanın emeğiyle ürettiği ürünün karşılığı başka birisine ait; işverene. Emekçinin ortaya koyduğu ürünün tadını çıkaran emekçi değil, kapitali elinde bulunduran işveren.

 Böylece çalışanın emeği ve ürünü, artık o insanın çalışma arzusunun bir iradesi olmaktan çıkıp, o insanın yaşaması için bir zorunluluk haline geliyor.

 Böyle köle gibi yaşayan insan insanlığını yitirmiş ve sadece işverene değil, diğer insanlara da yabancı hale gelir. Bütün insan ilişkileri; paraya, eşyaya dayandığından tamamen iyiliğini kaybetmiştir. Bu şekilde yaşayan proleterya kendisi eşya haline gelir. Pazarda gücü alınır ve satılır. İnsandır alınıp satılan ve ne kadar ucuz o kadar kar demektir. Proleterya kendini yitirmiş, insan olmaktan çıkmıştır. Bugünkü çağdaş insan bu şekildedir.

 

 Zorunlu gelecek:

 İnsanı insan olmaktan çıkaran bu durum günün birinde tamamen değişecektir. Marx, bunu zorunlu bir gidişin zorunlu bir sonucu olarak görür. Proleterya yabancılaştığının farkına bir gün varacaktır. İnsanlıktan çıktığını bir gün görecek ve insanlıktan çıkmayı ortadan kaldıracak.

 Giderek sermayenin artmasına rağmen rekabet gereği, sermaye her geçen gün daha az sayıda sermayedarın/kapitalistin elinde toplanmaktadır. Bu durum, kapitalizmin kendi mezarını kendisinin kazmasıdır.

 Sermayenin artması oranında semayedarların da sayısı giderek azalmakta. Bu azalma oranın da da sefalet ve işsizlerin nüfusu giderek artmakta. Ve öyle bir an gelecek ki; bu düzen tam tersine dönecektir. Proleterya bir devrimle, kapitalizmin kendisini sömürerek oluşturduğu sermayesini elinden alacak ve kendi iktidarını başa geçirecektir.

 Marx’a göre bu diyalektiğin zorunlu gidişi bunu gösterecektir. İnsanı köle yapan, kendisine yabancılaştıran her şey ortadan kaldırılacaktır. Bu Marx’ın başını çektiği komünist anlayışın da amacıdır.

 Bu komünist anlayış, özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, sınıfsız bir toplum kurup insanı insan yapacaktır. Mülkiyet, kapitalistten tekrar topluma dönecek.

 Böylece toplumun, tarih öncesi dönemi biter ve hümanist dönemi başlar.

 

    MARX’IN MATERYALİZMİ

 

 Hegel her şeye geisttan bakarak dünyayı baş aşağı çevirmiştir. Marx’a göre dünyayı yeniden ayakları üzerine bastırmak gerekiyordu. Bu nedenle Marx, geist terine materie olarak maddeyi koyar.

 Marx’a göre materyalizm öncelikle, pratikte olmalıdır; Feurbach, materyalizmin içindeki bu aktifliği görmüyordu. Ona göre Yeni Hegelciler, dünyayı şöyle ya da böyle yorumladılar ama insanın-dünyanın özünde praxis olduğunu anlayamadılar.

 

Marx’ın Hegel’den aldıkları:

-Sürekli bir oluş.

-Sürekli yeni olana gidiş.

-Zıtlıkların ortadan kalkması.

Marx’daki diyalektik:

Hegel’deki geist ortadan kaldırıldığında geriye kalan. Onu Hegel’deki bir çok adımdan sadece birisi ilgilendiriyor. Tezin kendinden antitezi ortaya çıkarması ve ikisinin yeniden sentezde birleşmesi. Siyasal amaca ulaşıldığında, felsefi süreçte sona erecek.

 Felsefe, Marx’ın politik amacı için sadece bir araçtır. Aslında felsefe, felsefe olmak için değil devrimi yapmak içindir.

 Bizi çevreleyen dünyanın temelinin geist, idea.. değil madde olduğu felsefede çığır açan bir devirdir.

 Marx’daki madde, ölü bir hüle değil, sürekli düşünce ve eylemini, tarih görüşünü etkileyen, değiştirendir.

 Tarihsel materyalizm; madde ile insanın tarih içinde birbirlerine uyum sağladıkları bir süreç.

 Marx’ın materyalizmi ontolojik değildir.

 

 Marx’ın ateist materyalizmi:

 Burada Feurbach’ın etkisi büyük. İnsan kendinden başka hiç kimseye inanmadığı taktirde bakışlarını kendine çevirebilir.

 Marx; dini reddeder. Ona göre din, insanın sefalet bilincini yok eder. Bakışlarını kendisine çevirmesine engel olur. Bu bakımdan din, toplumun afyonudur. İnsanları hep ahretle teselli ederek, her şeye boyun eğmeye, katlanmaya yöneltir. Din, insanın yarattığı bir şeydir. Din, proleteryanın kendi bilincine ulaşmasını engellemekten başka bir şey yapmamaktadır. Proleterya din tarafından uyutulmamalı.

 Aslında Marx’ın açtığı savaş her türlü metafiziğe karşı sadece dinlere değil. Bunun içine Hegel dahil bütün felsefe sistemleri giriyor.

 

 Artı değer kuramı:

 Kapitalist, proleter işgücüyle ortaya koyduğu ürünün pazardaki değerinin çok altında bir ücret veriyor. Kârı bütünüyle işçi kendi emeğiyle yaratmasına karşılık, onu cebine indiren, sermayesine katan işveren olmakta. İşveren, işçinin hakkını gaspetmektedir. Onu sömürmektedir.

 

 FEURBACH – MARX KARŞILAŞTIRMASI:

 

Her ikisinde de çıkış noktası; insan.

Feurbach, “insan için ilk nesne, insanın kendisidir”.

Marx, “insan için insanın kökeni, insanın kendisidir”.

Her ikisi de duyular ötesini reddederek, insanın somut gerçekliğinden yola çıkıyorlar.

 Feurbach’da somut gerçeklik; şimdi ve burada olan gerçeklik, Marx’da ise insan gerçekliğidir.

 Marx’ı, Feurbach’tan ayıran en önemli özellik; Marx, insanı  eylemde bulunan bir varlık olarak görüyor. İnsan; çalışan, emek ortaya koyan bir varlıktır.

 Oysa Feurbach; “geleceğin felsefesi, duyular ötesini reddederek insandan yola çıkan ateist felsefedir” deyip bırakıyor.

 Yine Marx, Feurbach’tan ayrı olarak yabancılaşma kavramını ortaya atıyor ve açıklıyor.

 Feurbach’ın materyalizminin pasif olmasına karşılık, Marx’ın ki, aktiftir. Marx, maddenin özündeki hareketliliği görüyor. Onda madde ölü değil; sürekli düşünme ve eylemi etkileyen, değiştirendir.

 Marx’a göre Feurbach, idealizmin sınırlarını henüz aşmamıştır.

 

 Diyalektik:

 Hegel’de diyalektik hem bilincin hem de nesnenin birlikteki hareketliliğiydi. Hegel buna, kavramın diyalektiği diyordu. Geistın kendini bölüp ortaya koyması ve yeniden insan geistı ile kendilik bilincine dönmesi idi. Bu da tamamen metafizik bir süreçtir.

 Marx’ın diyalektik anlayışına göre ise tüm dünya tarihi, bir tek üç adımdan oluşur:

 Tez olan kapitalizmin, antitez olarak proleteryayı ortaya çıkarması ve sentezde, sınıfsız toplumun ortaya çıkması. Diyalektik sadece toplumsal gelişme açısından ele alınıyor. Feurbach da ise diyalektik yok.