Posts Tagged ‘Taklit’

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

EĞİTİM SOSYOLOJİSİ

Pazartesi, Aralık 21st, 2009

 

 

  Eğitim sosyolojisi; bireyin kültürel çevresi ile etkileşimin incelenmesidir. Bu etkileşimin incelenmesinde, kültürel çevre, diğer bireyler, sosyal gruplar ve davranış modelleri üzerinde durulur.

 George Poynl’a göre eğitim sosyolojisi; bireyle çevre arasındaki sürekli etkileşimdir.

 A.Ellwood’a göre ise eğitim sosoyolojisi; hayatın eğitsel yanıdır.

 E.B.Ruther’a göre ise eğitim gruplarının gelişimini inceleyen bir bilgi dalıdır.

 Bireylerin kişiliklerinin oluşumunda eğitim kurumlarının çok büyük rolü olduğu tespit edilmiştir. Örneğin; kolej ile normal lisenin öğrenciler üzerindeki etkileri birbirinden çok farklıdır.

 

 Eğitim sosyolojisi ile eğitim psikolojisi arasındaki fark:

 

 Eğitim sosyolojisi; bireyle toplum arasındaki ilişkiye önem verirken yani bireylerin kişiliklerini yönlendiren kültürel etkenlerle ilgilenirken eğitim psikolojisi; öğrenme ve deneyimlerin değerlendirilmesi ile ilgilenmektedir.

 Ayrıca eğitim psikolojisi, çocuğa yeni alışkanlıklar kazandırma ve geliştirme teknikleri ile ilgilenmektedir. Yani öğrenme için optimum şart nedir? Ve nasıl gerçekleşir? Sorularına cevap arar.

 Eğitim sosyolojisi ise eğitim kurumlarının, birey üzerindeki etkisini saptamaya ve bu etkideki olumsuz yanları ortadan kaldırarak, toplumun erişmek istediği ideal şartlara nasıl ulaşılacağını bulmaya çalışır. Bu amaçla program geliştirme ve öğretme metotlarına önem verir.

 

 Toplumsallaşma ve okul:

 

 En basit tanımıyla toplumsallaşma; insan yavrusunun toplumun bir üyesi haline gelmesidir.

 Antroploglara göre ise toplumsallaşma; kültürün yeni kuşaklara aktarılması sürecidir.

 Sosyologlara göre ise bireylerin birbirleriyle etkileşimde bulunmaları sonucu toplumun davranış, duyuş ve yapma özelliklerini öğrenip kendilerine maletmeleri sürecidir.

 Eğitimciler ise çocuğun eğitim süreci olarak ele alıyorlar.

 Biyolojik ve psikolojik temelli yaklaşımlar ise tolumsallaşmayı; biyolojik bir varlık olan insanın, sosyal bir varlık haline gelmesi şeklinde tanımlıyorlar.

 Kısaca toplumsallaşma; insanın doğumundan ölümüne kadarki bir süreçtir. Bu süreç ne tek yönlü ne de kapalı uçludur.

 Toplumsallaşmanın amacı; bu süreçte topluma uyum sağlamaktır. Bireyselleşme açısından toplumsallaşma, bireyin kişiliğini, özbenliğini geliştirmesidir. Toplum açısından ise kültürün yeni kuşaklara aktarılmasıdır.

 

 Mahmut Tezcan’a göre toplumsallaşma:

 Amaç; a)bireyin topluma uyumunu sağlamak,

 b)belli rollerin kazanılması,

 c)insana yaşam boyunca gerekli bilgi, beceri vedeğerleri kazandırmaktır.

 

 Toplumsallaşmanın aracıları:          Araçları:

 1-Aile-akraba grubu.                       1-İletişim

 2-Arkadaş grubu.                           2-İşbirliği

 3-Okul.                                          3-Kalıtım

 4-Kitle iletişim araçları.                   4-Toplumsal çevre.

 

 Çocuğun esas olarak benliğini bulduğu çevre; aile çevresidir.

 Toplumsallaşma süreci nasıl işliyor?

  Esas itibariyle bu süreç, öğrenmeyle olmaktadır. Öğrenme de etkileşim ve iletişimle olmaktadır. Birey etkileşimleri sonucunda yeni şeyler öğreniyor. Ayrıca öğrendiklerini başkalarına da öğretiyor.

 

 Öğrenme şekilleri:

 1-Taklit; çocuğun anne babasına bakarak, onların davranışlarını aynen yapmaya kalkmasıdır.

 2-Telkin; örneğin; ailesinin saç uzatmasını uygun bulmaması halinde bu kararından vazgeçmesi.

 3-Rekabet; bireyin çevresi ile rekabete girerek bazı davranışlarını geliştirmesidir. Ancak aşırı rekabet, anormal sonuçlara yol açar.

 

 Özbenlik; bireyin kendi kişisel ve toplumsal kimliği hakkındaki duygu ve anlayışlarıdır.

 Ayna benlik; bireyin kendi davranışları ile başkalarının davranışlarını karşılaştırıp aynı davranışlar olduğunu görmesidir.

 

 Toplumsallaşmada özbenliğin 3 boyutu:

 1-Kimlik; bireyin toplum içindeki yerini anlaması, toplumsal kimliğini oluşturur.

 2-Benlik simgesi; bireyin kendi yetenekleri, becerileri konusundaki anlayış biçimidir.

 3-Benlik saygınlığı; bireyin olumlu ya da olumsuz özdeğerini anlayış biçimidir.

 Genel olarak davranışlarının olumlu olduğuna inanıyorsa benliğine saygı duyuyor demektir.

                         ———/————-

 

 Okul:

 Çocuğun sosyalleşmesindeki temel kurumlardan bir tanesidir. Okulun esas amacı; eğitim öğretimdir. Çocuğun duygusal bağımsızlığını azaltıyor veya kaldıryor.

 Okulun toplumda kendine özgü marşıyla, gezileriyle, kültürel etkinlikleriyle vs. bir kültürü vardır. Birey de bu faaliyetler ölçüsünde toplumsallaşmaktadır.

 Okulun özellikleri:

 1-Biçimsellik; okulda bütün programların, faaliyetlerin yaşa göre ayarlanmasıdır.

 2-Bürokrasileşme;kırtasiyecilik’ ve ‘uzmanlaşma’ sonucu ortaya çıkan görevlerin koordinasyonunun sağlanmasıdır.

 Bürokrasileşmeyi ilk kez M.Weber ortaya atmıştır.

 3-Öğrenci etkileşimi; öğrenciler arasındaki informel ilişkilerdir.

 

 Okulun örgütsel yapısı:

 MEB àMEB İL MD.àOkul yöneticisiàÖğretmenler ve diğer personelàÖğrenciler.

                      ————/————-

 

 KÜLTÜR:

 

 Kültür; bir yaşam biçimi, sosyal etkileşimler ürünüdür. Oluşum ve kökeni bakımından, doğanın yarattıkları yanında insanın yapıp etmelerinin tümüdür.

 Taylor’a göre kültür; bir toplumun üyesi olarak bireyin, öğrenerek kazandığı bilgi, sanat, gelenek, görenek vb. yetenek ve alışkanlıklarından oluşan bir bütündür.

 

 Kültürün özellikleri:

 1-Kültür öğrenilir.

 2-Tarihidir ve süreklidir.

 3-Toplumsaldır.

 4-İdeal ya da idealleştirilmiş kurallar bütünüdür.

 5-Kültür değişir ama bu değişme kendiliğinden ve uyumludur.

 6-Kültür birleştiricidir. Her grubun, azınlığın kültürü milli çapta birleşmektedir.

 7-Biyolojik ihtiyaçları gidererek doyum sağlar.

 8-Kültür bir soyutlamadır.

 

 Her toplumda, sınıfların, azınlıkların vs. kendine özgü alt kültürlerinin olduğunu görüyoruz. Ancak bu alt kültürler, ülke çapında bir bütün oluşturmaktadır.

 

 Kültür süreçleri:

 1-Kültürleme; bireyin kendi kültürünün özelliklerini öğrenmesidir. Toplumca istenen bir insan olmasıdır. Hem kasıtlı (okul, aile vs.) hem de kendiliğindendir. Toplumsallaşmayla aynı anlamdadır.

 2-Kültürleşme; iki farklı toplumun birbirleriyle etkileşimleri sonucu, kültür alış verişi yapmalarıdır.

 3-Kültürlenme; farklı kültürlerden gelen insanların birbirleriyle etkileşmeleri sonucu yeni bir kültür meydana getirmeleridir.

 4-Kültürel değişme; kültürün değiştiği kesinlik kazanmıştır. John Dewey, “değişmenin, değişmeyeceğini ve sürekli bir değişme olduğu”nu söylüyor.

 

 Kültürel boşluk; çok hızlı değişen kültüre ayak uyduramamadır. Örneğin; kırsal kesimden gelenlerin, kent kültürüne ayak uyduramamaları sonucu açığa çıkan durumdur.

 

 Toplumsal sınıflar ve çocuğun başarısı üzerine etkisi:

 1-Baba mesleğinin, çocuğun eğitimi üzerine etkisi.

 2-Sınıfsal farklılaşmanın, çocuğun eğitimi üzerine etkisi.

 3-Toplumsal sınıf ve çocuğun başarısı üzerine etkisi.

 

 1-Baba mesleğinin çocuğun eğitimi üzerine etkisi; örneğin, baba profösör ise çocuğun da profösör olmasa bile ona yakın bir meslekte bulunma olasılığı yüksektir.

 2-Sınıfsal farklılaşmanın çocuğun eğitimi üzerine etkisi; farklı statülerden, gelir ve eğitim düzeylerinden gelen çocukların aynı sınıfta eğitim görmesi, çocuğun eğitini etkilemektedir.

 3-Toplumsal sınıfların başarıya etkisi; örneğin, alt sınıflardaki çocuklar, ekonomik gelirin düşük olması nedeniyle yeterli beslenemediklerinden, zihinsel gelişimleri de ona göre olmaktadır. Bu da onların, başarısını etkilemektedir. Yine ısınma, aydınlatma, temizlik, çalışma odası gibi nedenler başarılarına aynı oranda etki etmektedir.

 

 Toplumda 2 türlü hareket vardır:

 1-Fiziksel hareketlilik; zorunlu veya isteğe bağlı göç olaylarıdır.

 2-Toplumsal hareketlilik; yatay ve dikey hareketliliktir.

 

 Toplumsal hareketliliği etkileyen etkenler:

 1-Nüfus; üst tabakada doğum oranının az olmasına karşılık, alt tabakada fazladır. Alt tabakadakiler geçimlerini, üst tabakadakilerin işlerini yaparak sağlarlar.

 2-Göç; daha küçük yerleşim bölgelerinden daha büyük yerlere göç, toplumsal hareketliliğe yol açar.

 3-Sanayileşme; teknolojik gelişimle birlikte yeni yeni araçların ortaya çıkması, yeni mesleklerin doğmasına bu da toplumsal hareketliliğe yol açıyor.

 4-Eğitimde fırsat eşitliği; eğitimin her kesimden insanın yararlanmasına toplumda bir hareketlilik doğuruyor.

 5-Mesleksel statüdeki değişmeler; teknolojik gelişime paralel olarak, her dönem en saygın olan meslekler daha sonra yerini başka mesleklere bırakabilmektedirler. Bu durum da statü değişikliğine dolayısıyla toplumsal hareketliliğe yol açmaktadır.

 6-Miras; bu yolla da ortaya çıkan sınıf değiştirmeler, sosyal hareketliliğe yol açmaktadır.

 7-Evlenmeler; evliliğin şekline göre yatay ya da dikey hareketlilik ortaya çıkmaktadır. Örneğin alt sınıftan olan birinin, üst sınıftan biriyle evlenmesi vs.

 

 Toplumsal değişme kuramları:

 

 1-Toplumsal değişmelerin temelinde, “teknolojik değişmeler”in olduğunu savunan görüş ki, eğitim de bu değişmede etkin rol oynar.

 2-Toplumsal değişmenin, “ekonomik değişmeler” olduğunu savunan görüş. Eğitimin de bir koşul olarak ekonomiyi etkileyeceğini söylüyorlar.

 3-Toplumsal değişmenin,  ideolojik değişmeler” olduğunu savunan görüş. Bunlara göre de eğitim, bir araç rolünü oynamaktadır.

 Eğitim daha sonra bu sosyal değişmelerin kalıcı olmasını sağlıyor.

 

 Max Weber’in eğitim kuramı:

 

 1-Karizmatik eğitim; bu eğitime bireyin ihtiyacı olmadığını vurguluyor. Kişinin doğaüstü güçlere sahip olduğu söyleniyor. Bu tür insanların toplumda az oldukları ve değişmeye öncü oldukları belirtiliyor. Örneğin; Cengizhan, Fatih,  Napolyon, vs.

 2-Geleneksel eğitim; normal eğitimdir. Belli konu ve programların okulda bireylere verilmesidir.

 3-Bürokratik rasyonelli eğitim; uzman kişilerin eğitimidir. Toplumun karmaşıklaşmasıyla, uzman kişilere ihtiyaç duyulmaktadır. Onları yetiştirmek amacıyla yapılan eğitimdir.

                                         ———

 Toplumsal değişmenin eğitimle ilişkisinde başlıca alanları:

 

 1-Sanayi ve teknolojideki gelişmeler eğitimi birçok şekilde etkilemektedir:

   a)Bu gelişmeler paralel olarak yeni bilgi ve becerilere sahip insanlar yetiştirme ihtiyacı doğmaktadır.

   b)Bireylerin teknolojik gelişimlerin gerisinde kalmaması için zaman zaman açılan kurslarla bilgilendirilmesi gerekmektedir.

   c)Kitle eğitim araçlarındaki gelişmeler, eğitimin gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamaktadır.

   d)Ulaşım sektöründeki gelişmeler yeni alt kültürlerin doğmasına neden olmaktadır. Örneğin; sosyete çocuklarının pahalı arabalarla yarışması vs.

   e) Teknolojik gelişmeler, eğitim araç ve gereçlerinin de gelişmesini sağlar. Böylece eğitim de daha verimli hale gelir.

 2-Kentleşme; sanayileşmeyle birlikte göç olgusu harekete geçmiş ve bu hareketlilik eğitime de yansımıştır. Bu yansıma daha çok olumsuz yönde olmuştur. Sınıfların artması, kültür çatışmaları, kültürel boşluk gibi durumlarla karşılaşılmıştır.

   a)Okul, çeşitli kültürden gelen öğrencileri kaynaştırmalıdır.

   b)Sosyal kurallara uymak için okul, eğitimde denetim rolü görmelidir. Yani olumsuz davranışları yok edecek şekilde toplumsal denetim sağlamalıdır.

   c)Kent yaşamına yeni başlayan çocuğun uyumunu sağlamak için okul, özel eğitim konuları geliştirmelidir.

   d)Kente göç eden yetişkinler de eğitilmelidir. Halk eğitim merkezleri açarak; okuma yazma kursları, dikiş nakış kursları gibi ihtiyaca uygun kurslar açılarak eğitilmelidirler.

  3-Demografik gelişmeler; nüfusun artmasıyla birlikte eğitime duyulan ihtiyaç da artmaktadır. Ayrıca öğretmen, araç gereç yetersizliği gibi pek çok problem ortaya çıkmatadır.

  4-Yüksek öğretim; nüfus artışı, teknolojik gelişmeler uzman, araştırmacı ihtiyacını gümdeme getirdiğinden, bu insanların yetişmesi yüksek öğretim kurumlarını ön plana çıkarmaktadır.

  5-Özel eğitimin geliştirilmesi; sosyal değişmeyle birlikte özürlü bireylerin de eğitilip topluma kazandırılmaları vurgulanıyor.

  6-Aile yaşamındaki değişmeler; giderek daha hızlı bir şekilde çekirdek aileye doğru bir gidiş görülmektedir. Kadının üretime katılmasıyla, eve bağlılığı azalmış, çocuklar da kreşlerde büyümek zorunda kalmaktadır.

  7-Baskı kurumları ya da grupları; sendikalar, ticaret ve sanayi odaları, siyasal partiler, dini kuruluşlar, medya gibi kurum ve kuruluşlarca kamuoyu oluşturularak sosyal değişimlere neden olunmaktadır.

  8-Demoktatik gelişmeler; düşünce ve ifade özgürlüğüne önem verilmesiyle, yaratıcı, üretken insanların ortaya çıkması hılanmaktadır. Bu da sosyal hareketleri etkilemektedir.

  9-Çağdaşlaşma; sosyal değişimin belirli bir amaca, planlı kalkınmaya yöneltilmesi vs.

 

 Eğitimde fırsat eşitliği: (4 türdür)

 1-Herkesin tüm eğitim sisteminden yararlanma hakkıdır.

 2-Herkesin asgari eğitim düzeyinden yararlanmasıdır. Örneğin; herkese ilkokula kadar okuma eşitliğinin sağlanmasıdır.

 3-Herkesin yeteneği ve potansiyeline göre eğitimden yararlanmasıdır. Bu durum gelişmiş ülkelerde daha yaygındır.

 4-Bütçeden eğitime ayrılan pay ne kadar fazla olursa, o kadar çok kişiye fırsat eşitliği tanınmış olacaktır. Eğitim kalitesi de aşağı yukarı bu payla doğru orantılıdır.

 

 Fırsat eşitliğini engelleyen nedenler:

 1-Ekonomik nedenler:

   a)Ailenin geliri; yüksek gelirli ailelerin çocukları eğitimden, düşük gelirlilere oranla daha çok yararlanmaktadır. Dar gelirli ailelerin çocukları, kısa yoldan hayata atılmak durumunda kalıyorlar. Bu ailelerin çocukları meslek ve teknik okulları tercih etmektedir. Yüksek gelirli olanların çocukları ise en üst eğitimden bile yararlanmaktadırlar.

   b)Ailenin mesleği; ana-babanın eğitim düzeyi ne kadar yüksekse, çocuklarına da en az o oranda eğitim vermek istemektedirler.

   c)Devletin ekonomik geliri; devletin ekonomik geliri ne kadarsa eğitime ayrılan pay da ona göre olmaktadır. Tabi ayrılan pay, kaliteyi de etkilemektedir.

  2-Coğrafi nedenler:

    a)Yerleşme; kırsal bölgelerde yaşayanların eğitim olanaklarından yaşayanların yararlanmaları, şehirlerde yaşayanlara oranla daha az olmaktadır. Bunun nedeni eğitim merkezlerinin büyük bir kısmının şehir merkezlerinde olmasıdır.

    b)Yöresel farklılaşma; eğitim açısısından bölgeler arası bir dengesizlik sözkonusudur.

   3-Toplumsal nedenler:

    *Cinsiyet ayrımı; kız çocuklarının, erkeklere oranla eğitim olanaklarından daha az yararlanmaktadırlar.

 Bunun nedenleri:

   *Bağnazlık; özellikle kırsal alanda bir takım bağnazca düşünceler nedeniyle kız çocukları okutulmamaktadır.

   *Din faktörü; günah diye kız çocuklarının okutulmaması vs.

   *Tarımda da işgücünden yararlanmak için okutulmaz.

  

   *Ekonomik gelişmeye paralel olarak, kız çocuklarının okuma oranı artmaktadır.

   *Dil faktörü; eğitimin resmi dille yapılması ve bu dili bilmeyenler gerektiği gibi eğitimden yararlanamaz.

   *Irk faktörü; ırkçılığın hakim olduğu yerde farklı ırktan olanlar eğitimden yeterince yararlanamazlar.

   *Nüfus artışı; nüfusun hızlı artması halinde eğitim olanakları herkese yetmeyebilir.

   *Eğitim olanaklarının yetersizliği; öğretmen, araç gerç yetersizliği vs. Özellikle özürlülere hitap eden özel eğitim kurumlarının yetersizliği, bu kişilerin eğitimden istenilen oranda yararlanmalarını engellemektedir.

 4-Siyasal nedenler:

    Kısa süreli iktidar değişiklikleri nedeniyle, her hükümet bir önceki hükümetin eğitim politikasını beğenmeyip tamamen değiştirmesi, eğitimde istikrarsızlığa yol açmaktadır. Ayrıca, eğitime ayrılan payın da önemi daha önce değinildiği gibi çok büyüktür.

    Kısaca, tüm bu nedenler eğitimde fırsat eşitliğini engellemektedir. Bir de buna bireysel ayrılıkların eklenmesi durumu daha da sıkıntıya sokmaktadır.

    Fırsat eşitliğinin tam anlamıyla sağlanması zaten mümkün değildir. Olsa olsa azami düzeyde sağlanabilir.

 

 Kitle iletişim araçları ve eğitim:

 

 Kitle iletişim araçlarının eğitime yararları olabileceği gibi zararları da sözkonusudur. Bu onların nasıl kullanılacağına bağlıdır.

 Bu konuda TV’nin yararları ve zararlarını sayabiliriz.

 Yararları:

 *Çocuğu eve bağladığından mutlu bir aile ortamı sağlıyor.

 *Belli kültürel yayınlarla, çocukların kültürün artırabilir.

 *Az da olsa çocuğu düşünmeye sevkdebilir.

 *Çocuğun ilgileri ve yaşam alanını genişletiyor.

 *Çocukta estetik zevkler sağlayabilir.

 

 Zararları:

 *Kitap okumak gibi yararlı alışkanlıklardan alıkoyabilir.

 *Çocuğu pasifleştirir.

 *Tek tip değer yargıları geliştirir.

 *Duygusal açıdan güven ve olmayan çocuklarda korku ve endişeye yol açar.

 *Belirli diziler nedeniyle çocukta saldırganlık güdüsü gelişebilir.

 

 Şöyle ya da böyle kitle iletişim araçları, belirli bir insan imajıyla insanların sosyalleşmesini sağlamaktadır.

 Bu araçların, temel eğitim ve yaygın eğitimde de kullanabildiklerini de görüyoruz.

GELİŞİM PSİKOLOJİSİ

Salı, Aralık 1st, 2009

 

 Gelişim psikolojisi; insanın döllenmeden ölüme kadar süren sürecini inceleyen, bir bilgi dalıdır.

 Yaşamın en hızlı değişikliklerinin olduğu dönem; 0-2 yaş arası daha sonra 2-6 yaş arası ve son olarak da gençlik dönemidir.

 25 yaşından sonra hücresel değişiklikler başlamaktadır. Bu değişiklikler önce yavaş yavaş daha sonra giderek hızlanmaktadır. 25 yaşına kadar gelişimde bir ilerleme; ‘progness’, 25 yaşından sonra ise bir gerileme; ‘regness’vardır.

 

 Çocuğun dil gelişimiyle ilgili kuramlar:

 

 Taklit kuramı:

 Bu kurama göre çocuklar, işittikleri sözleri taklit ederek öğrenirler. Buna tepkiler; çocuk daha önce işitmediği sözleri, nasıl öğrenip kullanıyor? Gramer, nasıl taklit edilir? Neler taklit ediliyor?

 Bu kurama eleştirel yaklaşanlar; “dil öğrenimi sadece taklitle kalsaydı sınırlı ve ileriye gidemezdi. Oysa çocuk, dili çok kompleks bir şekilde öğrenmektedir”, demektedirler.

 Taklit kuramı, çevresel koşullara (aile, arkadaş grubu, okul vs.) ağırlık veren bir öğrenme kuramıdır. Bu öğrenme kuramı, pekiştirmeyi de içine alıyor. Ayrıca ‘bağsal öğrenme’ye de ağırlık veren bu kuram; ‘klasik koşullanma’, ‘ayırt etme’, ‘genelleme’ gibi temel kavramlarla öğrenmeyi açıklamaya çalışır.

 Skinner’a göre çocuğun çıkardığı sesler, sözler edimlerdir. Bu edimlerin pekiştirilmesiyle öğrenilmeleri artar. Ona göre pekiştirme, önce kelimelerle sonra cümlelerle olmaktadır.

 Taklit kuramına çok sert karşı çıkan Chomsky’e göre çocuk, seslerden heceleri, hecelerden kelimeleri, kelimelerden kalıpları, kalıplardan cümleleri oluşturmaktadır. Bütün bunlar için de bir takım kurallar kullanır. Çocuk bu kurallarla, sonsuz sayıda cümle kurabilir. Chomsky, bu kurallara; ‘dönüşüm kuralları’ demektedir. Çocuk bu sayede düşündüklerini yazıya, söze geçirebilmektedir.

 Ona göre dönüşüm kuralları; derin yapıyı (semantik / anlamsal) yüzeysel yapıya (sentaks / kelimelerin diziliş sırası / gramer) dönüştürmek içindir. Bunun öğrenilmesi dilin kazanılmasında en temel şeydir. Çocuk okula başlamadan dönüşüm kurallarını öğrenir.

 Chomsky’ye göre, derin yapı pekiştirilemez ve asla taklit edilemez. Dilin kazanılması, sinir sisteminde doğuştan varolan yeteniğin olgunlaşması ile olur

 Chomsky, ’üretme’ sözcüğünü örnek veriyor. Çocuk daha önce duymadığı, dağarcığında olmayan bu kelimeyi, pekiştirilmeden yaratıcı bir şekilde dağarcığında kendisi üretiyor. Ona göre insan beyninde, bir türetme yapısı vardır. İnsanlar yeni şeyleri türetme kapasitesine sahiptirler, diyor.

 Böylece Chomsky, Skinner’ın kuramını yıkmıştır.

 

 Chomsky’nin görüşlerine katılan Lenneber’ e göre de dilin kazanılması, doğuştan bir yetenekle olmaktadır.

 Piaget’ye göreyse, çocukta düşünce ile dil birbirine paralel olarak gelişmektedir. Hatta düşünce biraz daha öncedir.  Dilin anlamını önemli kılan düşüncedir. Bir, iki yaşındaki çocukların kullandığı kelimelerin üçte ikisi isimlerle, pek azıysa hareketlerle ilgilidir.

 Ona göre işlem öncesi dönemde, çocuklar genellikle iletişim amacı taşımayan şekilde, yüksek sesle konuşurlar. Başkalarını duymazlar. Bu tür konuşmaya ‘egosantrik konuşma’ denir. Bu konuşma çocuğun kendisi üzerine yoğunlaşmasıdır.

 Piaget’ye göre, 4-7 yaş arası çocuklarda üç tür egosantrik konuşma vardır:

 1-Tekrar, 2-Monolog, 3-Kollektif monolog

 

 Kollektif monolog; birkaç çocuk bir arada ama yine de birbirlerini duymayıp, yüksek sesle konuşurlar.

 Kısaca Piaget’ye göre, dil gelişimi ile bilişsel gelişim birlikte olmaktadır. Annelerin dil gelişimine yardımcı olmaları, dil gelişimini hızlanmaktadır. Ancak ilk gelişimde etkili olmaktadır daha sonraki bilişsel gelişimde çocuğun kendisi bunu başarmaktadır.

 

Erikson’a göre kritik dönem:

Ona göre, insan gelişimlerinin en kritik dönemleri; 0-2 yaş ve ergenlik dönemidir. Yaşamın ilk yıllarında hayata uyum ya öğrenilir ya da güvensizlik duygusu ortaya çıkar. Bu güven duygusu, ilk iki yaşta gelişmezse çocuk ilerde hep güvensizlik duyar.

 Gençlik Şizofreniyası’; kişinin gençlik döneminde kişiliğini bulamamasıdır.

 Freud’a göre, çocuğun ilk beş yaşındaki durumu ilerde ne olacağını gösterir. Erikson ise buna ‘hayır’ der.

 

 Eğiklik etkisi:

 

İlk kez 1933 yılında Hoffmann, işlem öncesi döneme ait çocuklarda, çatı üzerine bacanın 90 dereceye yakın bir açıyla çizildiğini tespit etmiştir. (Paiaget de Hoffmann’ın bu çalışmalarını desteklemiştir.) Bu durum, bu yaşlardaki çocuklarda dikey olana eğik çizmenin gelişmediğini göstermektedir. Bu yetenek, 7 yaşlarında kazanılmaya başlanıp, 9 yaşlarında iyice pekişmektedir.

 Bazı hayvan türlerinde de eğik çizgilerin, dikey çizgilere oranla daha zor algılandığı tespit edilmiştir. İşte bu duruma ‘eğiklik etkisi’ denilmektedir.

 Bu dönem çocukları kareyi, kare içine kolayca çizdikleri halde üçgen ya da daire içine kareyi öyle kolayca çizememişlerdir.

 Bir görüşe göre bunun nedeni; çocuk hep her şeyi dikey gördüğünden, sinirlenip eğik olanı da dik çizmektedir.

 Çocuk, üçgeni üçgenin içine çizerken dış üçgenden yararlanıyor. Ancak üçgenin içine kare çizerken yararlanabileceği bir şey yok. Bu nedenle zorlanıyor.

 Piaget’ye göre ise çocuk belli bir nokta üzerine odaklandığından, kağıdın düz kenarlarını görememekte, bu nedenle de bacayı eğik çizmektedir.

 Piaget’nin bu cevabı yeterli değil. Çünkü; çocuğa anlamsız materyal verildiğinde de aynı hataları yapıyor.

 Daire 3, kare 4, üçgen 5 yaşında kazanılmaktadır.

 

 Ergenlikte fiziksel gelişim:

 

 Kızlarda ergenliğe giriş yaşı genellikle 7 yaş, erkekler de ise 9 buçuk yaştır. Bu dönemin en geç başlama yaşı kızlarda 13buçuk, ekekler de ise 14 yaştır.

 Bu dönem, dinamikliği yönünden diğer dönemlerden ayrılır. Kas ve iskelet yapısı gelişir, boy uzar, cinsel bölgelerin gelişimi hızlanır, kıllanmalar başlar, ses tonunda değişmeler görülür.

 Erkeklerde testis ve spektüslerin gelişmesiyle erkeklik hormonu gelişir. Buna bağlı olarak da cinsel bölgelerin gelişimi hızlanır.

 Kızlar da ise göğüsler büyümektedir. Cinsel gelişimi, çeşitli yerlerin kıllanması izler.

 Erkeklerin bazılarında göğüs kafesi ve göğüsler genişlemektedir. Bu olaya ‘jinokomastik’ denilmektedir.

 Kız ve erkeklerin aynı yaşta olmalarına rağmen biyolojik yaşları farklı olduğundan farklı gelişim gösterirler.

 Kızlarda boy uzaması; 10 buçuk-14 cm, erkeklerde; 12-14 cm arasıdır. (Bir yıl içindeki boy uzaması)

 Kızlarda ses değişimi; 18 yaşında başlar ve erkeklere oranla pek belli değildir. Bu ses değişimi 1-2 yıl sürebilmektedir.

 

 İskelet yapısı:

1-Uzun kemikler; kollar ve bacaklar.

2-Yuvarlak ve şekilsiz kemikler; el ve ayak bilekleri ile omurgada yer alan kemikler.

3-Düz kemikler; pelviste ve kafatasında yer alan kemikler.

 

 Uzun kemikler, ergenlikte en hızlı gelişen kemiklerdir. Bu kemiklern şekillerinin aynı kalmasına karşılık boyları ve kalınlıkları gelişiyor.

 Bu dönemde, vücut kompozisyonu bütün iskelet yapısı birbirinden haberli olarak uyumlu bir şekilde gelişiyor.

 Erkeklerde iskelet gelişimi daha hızlı ve büyük, kızlarda ise daha yavaş olmaktadır. Kızlar bu döneme daha önce girip daha hızlı basamaklardan geçerek, çok çabuk bitirmektedirler.

 Kızlar sürat ve aktivite gerektiren performanslarda, 14 yaşında zirveye ulaşırlar. Kızlar, ince motor faaliyetleri bu yaşlarda gerçekleştirmelerine rağmen erkeklerde bu daha geç olmaktadır.

 Bu dönemde bir de yağ miktarı, cinsel gelişime göre değişmektedir. Yağ birikimi kızlarda daha fazla olmaktadır.

 Bir diğer önemli husus da ergenliğin gelişimini sağlayan; ‘endokrin’ salgı bezlerinin gelişimidir. Gelişmeyi sağlayan iki hormon daha var; ‘büyüme’ ve ‘somatomedin’ hormonudur. Bu hormonlar kızlarda ve erkeklerde farklı şekillerde salgılanıyor. Bir de ‘austragen’ hormonu var ki, bu sadece cinsiyet gelişimini değil, büyüme ve olgunlaşmayı da etkiliyor.

 Daha önceleri ergenlik çağına girme daha gençken, bugün daha erken olmaktadır. Örneğin; kızlarda adet görme daha önceleri 15-17 yaşken, bugün 12-14 yaş civarıdır. Bunun sebebi ise iyi beslenme gibi etkenlerdir.

 

 Ergenlerde zihinsel gelişim:

 Ergenler, akıl yürütmeyi yavaş yavaş başarmaktadırlar. Akıl yürütmenin ve problem çözmenin en hızlı dönem; 11-15 yaştır. Bu dönemde soyut problemlerle uğraşılıyor bazen başarılıyor da.

 Piaget’de 11 yaş civarında başlayan formel işlemsel dönem, kişinin artık bilişsel gelişime ulaştığını göstermektedir. Ona göre bu dönemin en önemli özelliği; sınıfsal, mantıksal düşünmenin gelişmesidir. Ayrıca olası ilişkiler de gelişir. Ergen bu ilişkileri görüp işine yarayanı seçebilmektedir. Piaget buna, ‘basit bilimsel yöntem’ olarak bakmaktadır. Yine bu dönemde birleştirici – bütünleştirici düşünme esnekliğiyle birlikte, ‘hacim korunumu ilkesi’ kazanılmaktadır.

 

 Adölasan dönem:

 Bu dönem ergenlikten gençliğe geçiş dönemidir. Bu dönemde, kızlarda ‘austragen’ erkekler de ise ‘androgen’ hormonları salgılanır.

 İklim, genetik koşullar, beslenme gibi durumlar buluğ dönemini etkilemektedir. Erken buluğa girmenin bir zararı yok ancak çoğunlukla bu durumdaki kişilerde güvensizlik duygusu gelişmektedir. Arkadaşları tarafından alay konusu olmaktadırlar. Genellikle bu durumdaki birey, birkaç alanda başarılı olarak bundan kurtulabilmektedir.

 Bu dönemde çocukların gençliğe geçişleri bir sorundur:

 *Gerek fiziksel gerekse hormonal gelişim öylesine hızlıdır ki, birey bu duruma uyum sağlamakta güçlük çeker.

 *Bu dönem akademik olarak da önemlidir. Birey yavaş yavaş mesleğe uygun düşünmeye başlamaktadır.

 *Seks dürtüleri ortaya çıkar ancak bu dürtüler, toplumsal tabularca frenlenir.

 *Yine ilk kez bu dönemde ‘ben kimim?’ sorusuna cevap aranmaktadır. Birey kimliğini kendi başına bulamıyorsa gruplarda arar.

 

 Yaşlılık ve yaşlılıktaki biyolojik ve psikolojik gelişim:

 

 Yaşlılık; yaşanılan yılların sayısal toplamıdır. Belli bir yaş sınırının üzerinde olanlardır.

 Birren’e göre yaşlanma; bireyin psikolojik, biyolojik ve sosyal yönlerinden yaş almasıyla ortaya çıkan düzenli değişikliklerdir. Ancak bu değişiklikler azalma, zayıflama yönünde olan değişikliklerdir.

 Çeşitli gelişmelerle insan ömrünün artması, yaşlı insan sayısını da artırmıştır. Bu da yaşlılık biliminin, ‘gerentoloji’nin kurulmasına yol açmıştır.

 

 Yaşlanmalar:

 1-Biyolojik yaşlanma.

 2-Psikolojik yaşlanma.

 3-Sosyolojik yaşlanma.

 

 Biyolojik yaşlanma:

 İnsan organizmasının yapısında ve fonksiyonlarında zamanla ortaya çıkan değişikliklerdir. Bu dönemde en önemli fiziksel değişiklikler; saçların beyazlaşması, derinin buruşması, omurga, dirsek ve belde disklerin gelişmesinin durması sonucu vücudun bükülmesidir.

 Duyusal bozukluklar ortaya çıkmaktadır. Özellikle 40 yaşından sonra görme duyusu, işitme ve tat duyuları zayıflar.

 Fiziksel değişmelerin yanında bir de fizyolojik değişmeler vardır. Örneğin; oksijen alımı % 60 azalır. Bunun sonucu kişi çabuk yorulur, iş görme gücü azalır.

 Kalbe gelen kanın ancak % 65’i pompolanmaktadır. Kaslarla ilgili sinir hücrelerinde bozulma o kadar fazla değildir. Refleksler yavaşlasa da bunları üreten sinir hücrelerindeki bozulma o kadar değildir.

 

 Biyolojik yaşlanma teorileri:

 1-Bireyin hücrelerinin azalması ve bu ölen hücrelerin yerine yenisinin üretilmemesinden dolayı yaşlılık ortaya çıkmaktadır.

 2-DNA ve RNA’daki değişmelerin metobolizmadaki değişimlere yol açması, hücre kaybı ve %10’da kromozom kaybı olması nedeniyle yaşlılık ortaya çıkmaktadır.

 Yaşlanma olgusunu açıklayan en tutarlı görüşler; ‘bilişsel (zihinsel) açıklamacı’ görüşlerdir. Bunlar, yetişkinlikteki zihinsel yeteneklerle, yaşlılıktaki zihinsel yeteneklerin bütün bütüne değil de kısmi değişiklikler olduğunu söylüyor.

 Bilişselcilere göre, sözel yetenek değişiklikleri 60-65 yaşları arası düşmektedir.

 

 Schoei, zihni; ‘kristalize zekâ’ ve ‘görsel depolama’ diye ikiye ayırmaktadır. Görsel depolamada yaşla ilgili önemli bir değişiklik olmamasına rağmen görsel faaliyetlerde önemli ölçülerde azalma görülmüştür.

 Cattel da zekâyı; ‘kristalize’ ve ‘akıcı zekâ’ diye ikiye ayırmıştır. Akıcı zekâ; nörofizyolojik durumla ilgili öğrenme ve yenilikleri kabul etme, çabuk anlama, çabuk kavrama süreçleri ile çok yakından ilgilidir.

 Kristalize zekâysa, statik bir yapıdır.

 Akıcı zekâ doruğa, ergenlikte ulaşıyor. Bundan sonra gerilediği görülmektedir. Kristalize zekâysa ölümden biraz önceye kadar hep sabit kalıyor. Akıcı zekâ olmadan, kristalize zekâ olmaz.

 

 Psikolojik yaşlanma:

 Psikolojik gelişmeler, bellek gelişiminin yaş ilerledikçe geriye doğru gittiği görüşünü yıkmıştır.

 Ayrıca gençlerle yaşlılar arasındaki fark; yaşlılar ölüme daha yakın olduklarından psikolojik değişimleri farklı farklı olmaktadır.

 Yeni öğrenilenlerin hatırlanmasında güçlük çekilmektedir. Eski öğrenilenlerin unutulmaması ise yaşlılar uzun süre yaşadıklarından ve bu nedenle de iyi öğrenmiş olduklarından kolay kolay unutmuyorlar.

 Algılamada, akıl yürütmede, problem çözmede ve buna bağlı olarak bilişsel gelişmelerde azalmalar görülmektedir.

 

 Sosyal yaşlanma:

 Vurguladığı dönem, emeklilik dönemidir. Ekonomik, sosyal, kültürel düzeyine göre yaşlılık rolleri değişmektedir. Sosyal yaşlanmayı belirleyen bunlardır

 

 Sosyal değişme kuramları:

 

 1-Disengagenent kuramı; sosyal-psikolojik yaş ilerledikçe birey kendini geriye çekmeye başlar. Fiziksel dünyadan, kendi iç dünyasına çekilir. Sosyal açıdan da kişiler arası ilişki düzeyini kaybediyor. Birey daha az kişilerle etkileşime giriyor. Bir yerde toplum onu buna zorlamaktadır.

 2-Aktivite kuramı; biyolojik yapıda ve sağlıktaki değişmelerin dışında yaşlı insan, orta yaşlılarla psikolojik ve sosyolojik olarak aynı düzeydedir. Yaşlılarda geri çekilme olayı, yaşlının istemesi yanında toplumun da onu zorlamasına bağlıdır.

 Yaşlılıkta her türlü aktivite yavaşlar. Bunun da işine ve kişilik yapısına bağlı olduğunu savunuyorlar.

 Bunlara göre başarılı bir yaşlılık; kişinin kendisine yetecek düzeyde fiziksel, sosyal ve zihinsel aktivitesini korumuş olmasına bağlıdır.

 3-Rol çıkışı kuramı; bireyin emekli olması, dul olması, iş gibi önemli sosyal durumlarından kişiyi ayırmıştır.

 4-Sosyal gelişme kuramı; insanlar güven duygusu, sevgi, sosyal tabu, hayranlık gibi vb. türden sosyal olaylarla ödüllendirilmektedir. Bu ödülleri elde etmek de çaba, sıkıntı ve yorgunluk getirmektedir.

 Ödüller için harcanan toplam çabadan (sıkıntı, yorgunluk) çıkarılan kâr kişinin yaşlılık durumunu belirliyor.

 

    

 BİREYSEL AYRILIKLAR:

 

 Bireyler arası farklı davranışları çözümlemek için belirli yaklaşımlar geliştirilmiştir. Bunlar:

 1-İnsanların her bakımdan eşit oldukları varsayımına dayanan yaklaşım; bu yaklaşıma göre, insanlar nerede doğmuş ve yaşamış olursa olsun eşittirler. Yani aynı potansiyele sahiptirler. Her insan aynı yaşam koşulları, sosyal, zihinsel gelişme bakımından aynı şartlar sağlanırsa, bütün insanlar aynı düzeye gelirler. Herkes sonsuz gelişme potansiyeline sahiptir.

 Bu görüşe göre insanlar arasındaki farklılıklar, aynı yaşam olanaklarının sağlanmamasından kaynaklanmaktadır.

 Eşit eğitim, beslenme, sağlık vs. olanakları sağlanırsa herkesin de eşit olacağını savunmaktadırlar.

2.Yaklaşım, yukardaki yaklaşımın tam tersidir:

  İnsanlar eşit doğmazlar, doğuştan insanlar birbirinden farklıdır. Kalıtsal olarak getirdiğimiz özelliklerle birbirimizden farklıyızdır. Yıllar sonra bu farklılıklar daha da belirginleşecektir.

 Bireyler sonsuz potansiyellerle değil, biyolojik yapılarının elverdiği ölçüde bir potansiyelle doğarlar. Herkes kendine göre büyüme, öğrenme, gelişme gösterir. Ne kadar aynı olanaklar sağlanırsa sağlansın, bireyler aynı düzeye gelemezler.

Örneğin; geri zekâlı çocuklara ne kadar çok üstün çevre olanakları sağlarsak sağlayalım normal çocukların seviyesine ulaşamazlar.

 Peki bireyler arası farklılıklar nasıl incelenecek?

 Bu konuda birçok kuram ortaya atılmıştır. Örneğin; tip kuramcılarının ortaya attığı; ‘tipoloji kuramları’.

 Bir diğer kuram; ‘trait kuramı’ kuramı. Bu kurama göre, bireylerin davranışlarında, tutumlarında göze çarpan, devamlılık gösteren, tutarlılıklar gösteren özellikler ele alınmıştır. Ancak tüm bireyler arasında, karşılaştırma yapabilmek için daha çok birbirine benzeyen traitlerin (benzeş davranışsal özellikler) saptanmasına çalışılmıştır. Yani bu görüşe göre, bireyler aynı traitler, benzer davranışlar bakımından karşılaştırılabilirler. Örneğin; zekâ testleri saptanmış traitlerden oluşmaktadır. Bu testten alınan sayısal değer, bireyin kim olduğunu, diğerleriyle karşılaştırmayı sağlayan bir ölçüt sağlıyor.

 Trait yaklaşımı, bireyler arasında niceliksel bir karşılaştırma olanağı sağlıyor. Bu sayede bu yaklaşımla daha katkılı teknikler geliştirilmiştir. Bu tekniklerden en fazla kullanılanı; ‘faktör analizi’dir.

 Ancak bu yaklaşımda önemli bir problem var:

 Tüm insanların karşılaştırılabilecekleri traitlerin ne olduğunun saptanması oldukça zor.

 Tipoloji kuramları ise bireyleri belirli özellikler bakımından tiplere ayırmışlardır:

 Örneğin tipolojinin babası Spranger, 6 tip saptamıştır:

 1-Estetik tip, 2-Sosyal tip, 3-Politik tip,

 4-Dinsel tip, 5-Ekonomik tip, 6-Teorik tip.

 Kredchmer de iki tip saptmıştır; aynı fiziksel özellikleri olanları topladığı ‘fiziksel tip’ ve aynı mizaca sahipleri topladığı; ‘mizaç tip’. Aslında ikisi bir tiptir. Kredchmer, bu iki tipin karşılaştırılabileceğini söylemiştir.

 Jung da insanları, ‘içe dönük tip’ (çekingen, az sosyal, utangaç) ve ‘dışa dönük tip’ (atılgan ve daha sosyal) diye ikiye ayırmıştır. Ve insanların hangi tipden olduğunu anlamak için testler geliştirmiştir ancak sonuçta her iki tipten de olmayan bireyler ortaya çıkmıştır.