Posts Tagged ‘teoloji’

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

LUDWİG FEURBACH

Pazar, Haziran 28th, 2009

MATERYALİZM:

 

LUDWİG FEURBACH (1804-1872)

 

Temel eseri; ‘Hristiyanlığın Özü’.

 Başından beri ataeist bir tutum içindedir. Din ve tanrı konusu temel uğraşı alanıdır. Bir ara Hegel’in etkisindedir ancak felsefi spekülasyonu çok çabuk bırakır.

 Onun için önemli olan; insandır. Mutlak geist ise insanla alakası olmayan, insana yabancı bir şeydir. Ona göre mutlak geist fikri, dine paralel olarak ortaya çıkmıştır. Hegel’in mutlak felsefesi; spekülatif bir teolojiden başka bir şey değildir. Hatta daha iler giderek; ‘mutlak felsefe’ hakkında ‘mutlak ahmaklığın felsefesi’ der.

 Ona göre felsefe, bu sarhoşluktan ayılmalıdır. Artık spekülatif felsefe kapanmalıdır. Çünkü bu, teolojiden başka bir şey değildir.

 Feurbach, felsefesinin temelinde; tanrısal bir hareket etmeme kararlılığı vardır. Felsefe bir tek şeyden yola çıkabilir; o da insandır; insanın doğa içindeki somut varlığından. Ona göre insan için ilk nesne yine insandır. İnsan kendisi için tüm gerçekliğin ölçüsüdür.

 Felsefenin konusu; tanrı değil, insan olmalıdır. Asıl gerçeklik; şimdi ve burada olan insandır.

  İnsanı insan yapan ise duyusallığıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran aklı değildir. Bu akıl, her zaman spekülatif eğilimleri olan akıldır. İnsan aklı yüzünden bu çıkmaz sokağa girebilir. Bu nedenle insanı insan yapan akıl değil, duyusallıktır. Duyusallık; hakikatin ve gerçekliğin yeridir. O hiçbir zaman spekülasyona girmez. Feurbach, duyular üstü olanı reddeder, duyuların ötesine geçmez. Bu da onu ateist yapar. Ona göre Hegel’in yaptığı, insanın dışında varolduğu sanılan hayalet/mutlak geist, zorlamayla yapılmış bir soyutlamadan başka bir şey değildir.

 Felsefe, gerçek olmak istiyorsa kendini sonlu insanla sınırlandıran, ateist bir felsefe olmalıdır. Ona göre, hristiyanlık çöküş içinde olan bir dindir. Hristiyan olmayan bir felsefe zorunludur.

 Feurbach, insanın neden inandığını antropolojik olarak açıklamaya çalışır. Bunun içinde dini tanrıya değil, insana indirgeyerek açıklar.

 Ona göre tanrı, insanın tasarımlarında, hayal gücünde vardır. Yoksa trancendent bir tanrı yoktur. İnsan özüyle ilgili tasarımlarını dışa vurup tanrılaştırır.

 ‘Tanrı insanın dışa vurulmuş kendiliğidir’. İnsanın kendinin idealleştirilmiş halidir. O tanrıyı, insandan yola çıkarak açıklamaya çalışır. İnsan, kendindeki tanrı idesini idealleştirerek ortaya koyuyor. İnsan her şeyi bilmediğinden bunu idealleştirip tanrıya atfediyor. İnsan kendini nasıl görmek istiyorsa bunu tanrıya atfediyor.

 İnsan neden kendisine trancendent bir alan yaratıyor?

 Feurbach, bunun nedenini insanın biyopsişik varlığında bulur. Ona göre insan, kendinden üstün her şeye bağımlı olmak, saygı duymak ve emin olmak ihtiyacındadır. Aslında insan, kendinden üstün bir şeyi yaratıyor ve saygı duyuyor.

 Oysa insanın asıl bağımlı olduğu tanrı değil, doğadır. Doğa:

1-İnsanın kendi içindeki doğa, 2-Kendi dışındaki doğa.

İnsanın kendi dışındaki doğa bir gerçeklik. Oysa insanın kendi içindeki doğa, arzuları, istekleri olan bir doğa. İnsan doğayı kavradığında sahte bağımlılıklardan da kurtulacaktır.

 İnsan, mutlu olmak ihtiyacında ve bu ihtiyacına erişmek içinde aşkın bir varlık arayışında. İnsan bu yüzden bencil bir varlık; kendisiyle hesaplaşmasında aşkın bir varlığa ihtiyaç duyuyor.

 Feurbach; Hegel’in söylediği ‘ruhun bedeni bilinçli olarak belirlediği’ni kabul eder ancak ‘ruh da bilinçsiz olarak beden tarafından belirlenir’ der. Ona göre, din ve felsefedeki sonsuzluk, sonlu ve duyusal olarak belirlenmiş bir şeyin mistisize edilmiş halidir.

 Felsefenin başlangıcı ne tanrı ne de varlık olabilir; başlangıç sonlu ve duyusal olandır.

 Tanrı, insanın en yüksek yere konmasıdır. Devleti kuran ve tarihi yapan sadece insandır. ‘İnsan insanın tanrısıdır’. Feurbach, ilk tutarlı tanrı tanımaz filozoftur. Antropolojik çıkış noktası; insandır. Teoloji dediğimiz alanın sırrı, insandan çıkmadır yani antropolojiktir.

SÖREN KİERKEGAARD

Pazar, Haziran 28th, 2009

 EXİSTANSİYALİZM:

 

 SÖREN KİERKEGAARD (1813-1855) :

 

Danimarkalı olup, varoluşçuluğun babası olarak bilinir. Sürekli olarak kendi varlığına bir anlam verme çabası içindedir. Bunu yaparken, kendi melankolisini de dışa vurmama gayretindedir. Kendisini ne olduğunu kimseye göstermemek için hep rengarenk giyinip, isim değiştirmektedir.

 Son derece keskin düşünceli bir insandır. Kendi kişisel sorununu kağıda dökmekde hem de bunu örtmeye çalışmaktadır. Katı bir hristiyan olmasına karşılık, zamanının kilisesini hep ağır bir şekilde eleştirmiştir.

 Kierkegaard’a göre, melankoliden kurtulmanın yolu; şiir, felsefe ve teolojide eserler vermektir.

 ‘Evlilikte mutlak aşıklık gereklidir ama bazı şeyler vardır ki; başkalarına –eşine dahi- anlatılmaması gerekir’.

 Kim kendi hakkında soru sorarsa, onun için felsefenin konusu; insan olacaktır. Tür olarak insanın bütün özelliklerini ortaya koymak değil. İnsanı tanımak tanımak denince, insanın kendi dışında bir ‘insan’ nesnesi aranılıyor. Oysa soruyu soranı merkeze almak gerekir.

 Her gerçek tanıma varoluşla ilgilidir. İnsanın kendi hakkında soru sorması, insanın kendi varoluşunu tanıma çabası içine girmesidir.

 Soruyu soran insan varoluştur ve kendi varoluşu hakkında soru soruyor demektir. Böylece Kierkegaard, varoluşçu bir filozof haline gelir.

 Kierkegaard’ın etkisi kendi çağında değil, insanın kendi kendisine sorun olduğu 20. yüzyıldadır.

 Etkilediği isimler; biyolojide; Barth, Bultmann.

 Felsefede; Jaspers, Heidegger ve Sartre’dır.

 

 Kierkegaard’ın felsefi inancı; ‘öznellik hakikattir’. Bu her şey özneldir, özneye göredir, nesnel hakikat yoktur demek değildir.

 Bir şeyin özne için hakikat haline gelebilmesi için o insanın kişisel hakikati ele geçirmeyi istemesi gerekir.

 Kierkegaard göre hakikat; o insanın inandığı, o insan için geçerli olan varoluşsal hakikattir.

 İnsan varoluşuna inanmalı, harekete geçmeli, onu değiştirmeye çalışmalıdır.

 Hegel’de insanın hakikati, geistın bakan yanından başka bir şey değildi. Kierkegaard’a göreyse Hegel, insanı unutmuştur.

Hegel’de hakikat bütün olandır. Kierkegaard da ise hakikat sadece benim içindir. Kendisi için yaşanabilecek ve ölünebilecek idedir. Bu da varoluştur. Hakikat=varoluş. Varoluş, insanın özünü kendi kendisiyle olan tecrübesiyle elde etmeye çalışmasıdır. Ona göre kendi kendine edindiği tecrübeler, feci iç karamsarlıkları ve korku.

 Ona göre insanın temel yaşantısı; karamsarlık ve korkudur. Bunlar insanın temel durumlarıdır. İnsan bu durum içinde yaşar.

 İnsan kendisiyle ilgili belirli tecrübeler edinmedikçe, toplum içinde törpülenmiş ortalama insan haline gelmektedir. İnsan temel durumlarını içinde taşımadıkça; kendine yabancılaşır ve insan olmaktan çıkar.

 İnsan kendi tecrübeleri içinde kendini sıkıştırıp; karamsarlıklarının ve korkularının ne olduğunu keşfeder. Yine korku içinde özgürlüğünün imkanını keşfeder. İnsan bu tecrübeye girdiğinde uyanır, kendinin ne olduğunu, kendini bu duruma getiren şeyleri görür ve karar vermek durumunda kalır.

 Karar verebilmek demek, özgürlüğün imkanı demektir. İnsan sınırları çizilmiş, olmuş bitmiş bir varlık değildir. İnsan aynı zamanda bir varolma imkanıdır.

 İnsana verilmiş olağanüstü şey; ‘seçme özgürlüğü’dür. Kierkegaard, kendini araştırır ve bunlara ‘yaşam evreleri’ der.

 Bu evrelerin 1. si Estetik evre (sanat felsefesi değil); bu evrede yaşayan insan, pek çok imkana sahip olmakla beraber onları gerçekleştirmeyi düşünmez. Kimi zamanda imkanın farkında değildir. Bu evrede insan; bakarak, görerek yaşamın tadını çıkarır. Eylemde bulunmaz, kendisi için bir sorumluluk yoktur Kendisi için olanı arar bulur ve tatmin olur. Ancak bu evrede insan kısa sürede boşluğa düşer. Bu evre hep duyularla yaşanan ve bu şekilde tatmin olunan bu evre, varoluşun tek evresi olamaz.

 Bu evrede insan hep nesnel olanlara yönelir ve onlarla tatmin olur. Böyle de yok olup gider.

2-Etik evre; bu hakikat olarak varolmak demektir. İnsanın önündeki imkanlardan birini seçerek kendini gerçekleştirmesi. Özgürlük, karar vermektir. Bu karar, insanın kendi kendisiyle ve kendisi için karar vermesidir. Bu kararı vermek için cesur olmak gerekir. Bu karar, bu cesareti gösteren varlık içinde kalıcı olur ve kendi hakikatine erişir.

 Seçme ve karar Kierkegaard’ın insanda imkan olarak gördüğü iki temel özelliktir.

 Etik evrede yaşayan; bu kararı vermiş, kendi kendini gerçekleştirmiş demektir. Bu evrede insan, nesnel olanı bırakmış ve kendi özgürlüğünü seçmiştir.

3-Dinsel evre; etik evrede Kierkegaard, düşüncesinin derinliğini kavramış değil, hala karamsar.

 İnsan kendi kendinden çıkarak hakikatle yaşayamayacağının bilincine varır. Çünkü ;insan, güçsüzlüğünün sonlu oluşunun farkına varır.

 İnsan en kötü, en derin karamsarlıktan yine de bir çıkış yolu bulabilir, insana yeni bir imkan açılırsa.

 İnsan sonlu olmakla, kendi içinde ebedi olanı görür. İçindeki sonsuz yanı ona bambaşka bir dünyanın kapısını açar. Hayatta atacağı adımlar için ebedi yanından emirler alır. İnsan bu yanını unutmamalılıdır. İnsanın ebedi olanla karşılaşması tanrı iradesi ile karşılaşmasıdır. İnsanın özgür olması, tanrı önünde mümkün. Çünkü, verilen karar tanrı önünde veriliyor. Dinsel evrede yaşayan insan, ebedi yanını gören ve tanrının iradesiyle yaşayan tek varlıktır. İnsanın korkusu melankolisi bu şekilde teselli bulur yoksa sonlu olan diğer insanlarla değil.

 İnsan, kendi tecrübeleriyle tanrının farkına varmalı(hristiyanlığı bu nedenle eleştiriyor).

 Kierkegaard’ın amacı; kendi yaşadıklarıyla bir mesaj vermek, çağrıda bulunmak.

 İnsanların kendileri için karar vermemeleri; insanlar içinde farksızlığı, ortalamalığı ortaya çıkarır. Sivrilenler ise hemen kitle tarafından törpülenmektedir.

 Kierkegaard, tek insan olma çağrısında bulunuyor. Bu tek insan tanrı karşısında sorumlu olan insandır. Kendisi, kendi çağında kitleler karşısında bir istisna olduğunun farkındadır.

 Kendisi tek olmanın ne demek olduğunu, bunu korkunçluğunu herkese gösteriyor ki; diğer insanlar böyle olmasın ama kitle de olmasın Herkes kendi kendini bulsun.

 ‘Tanrı, diğer insanların böyle olmaması için beni böyle yarattı ve bu görevi bana yükledi’ der.

 Hakikat; tek olarak insanın, kendi içinde keşfettiğidir. İnsan onunla birlikte yaşar ve ölür. İnsan kendisinin ne olduğunu, kendi kendisiyle tecrübe edinerek anlar. Yoksa başkasına bakarak ya da Kierkegaard’ okuyarak değil.

 Kierkegaard; insanların eşitlenmesine karşı çıkıyor. İnsan, ortalama, kollektif insan olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

 İnsan; bir sınıfa sokularak, o sınıf tarafından farklı özellikleri/olanakları yontulmaktadır. Ona göre, insanın tek olması, imkanlarını gerçekleştirme durumu kitle tarafından engellenmektedir. Örneğin bir parti ideolojisi tarafından insanlar yontulmakta ve parti ne derse o doğrudur!

 Oysa insan kendi kendini araştırarak tek insan olmalıdır. Bireye tek olma imkanı vermeyen ‘kollektivizm şeytandır’der.

 Kendini gerçekleştirmiş olan insan, nasıl insandır? Bu sorunun cevabı yoktur. Çünkü bu felsefe; tam olarak temellendirilmiş bir felsefe değildir.

 İnsanın kendini gerçekleştirmesi, insanın kendi içindeki hakikati keşfetmesidir. Önemli olan tek olduğunu fark etmesidir. Dolayısı ile tanrıyla ilişkiye girmesi ve sorumlu olması.

 Bu felsefe, ele avuca sığmayan, bulanık bir felsefedir. Sadece insanlara tek olmaya ve kendilerini gerçekleştirmeye çağırır.

 Yabancılaşma; kitle içinde kaybolmadır. Ona göre geist; insanın kendisidir.

 Onun bütün çabası; kitle içinde yabancılaşan insanı kendine getirmek. 

 Kierkegaard; yabancılaşma terimini, korku ve ürkme kavramlarıyla açıklamaya çalışır.

 Ürkme, her zaman nesnesi olan bir hislenme durumudur. Fareden, karanlıktan ürkme gibi.

 Oysa korku; kitle içinde varlığını bilincinde olmayan insanın durumudur. Korkunun nesnesi yoktur. Gelecekle ilgili bir felaketin verdiği huzursuzluk. Neden korktuğunu söyleyememe. Bu korku insanın ne olacağı ile ilgili. Korku insanın kazanamadığı bilinç durumu.

 Karamsarlık; insanın kendiyle ilişkiye girememesi, insanı gittikçe eriten bir hastalık; insanı yaratan kendi içindeki ebedi olandan kopma. Kendiyle girdiği ilişkide kendini bulamama, belirleyememe durumu. Bu hastalığa yakalanan, kendi ebediliği içinde tanrısal olana erişemiyor demektir.

 Karamsarlığın çeşitleri:

1-İnsan kendi varlığını bulamadığının bilincinde değilse, karamsar olduğunun da farkında değildir.

2-İnsan karamsar olduğunun bilincinde ise

 a)İnsan karamsar olsa bile kendi varlığını gerçekleştirmesi mümkün,

 b)İnsan karamsarlığa düşmeden de tanrı karşısında kendisi olabilir.

 İnsan kendine güvenmediği için ve tanrıya inanmadığı için karamsarlığa düşer, işte bu ölüme götüren hastalıktır.

 

 Nesnel düşünme ile varoluşsal düşünmenin ayrımı:

 

1-Nesnel düşünmede, düşünülen bir nesne var. Bu nesne düşünen insanın dışında. İnsan aklı sayesinde bu nesneye yöneliyor. Buna göre nesne, benim bilme etkinliğimin yöneldiği şey.

 Varoluşsal düşünme de ise düşünenin içinde. Yani düşünen insan, kendi kendini nesne haline getiriyor. ‘Ben kendi dışımda olana değil, kendi içimde olana yöneliyorum’.

2-Nesnel düşünmede aranılan hakikat; nesnel bir hakikattir. Benim o nesne üzerine koyduğum bilginin hakikati.

 Varoluşsal düşünme de ise hakikat tamamiyle öznel bir hakikattir. Buradaki hakikat, varoluşun kendisidir. Çoğunlukla, öznellik hakikattir.

3-Nesnel düşünmede önemli olan sonuçtur. Nesneye yönelen düşünce, o nesne hakkında bilgi ortaya koyar.

 Varoluşsal düşünce de ise böyle bir sonuç sözkonusu değil, zaten önemli de değildir. Burada düşünce ile düşünen birbirinden ayrı ama karşısında da değil. Düşünme eylemi, insanın kim olduğunu sorduktan sonra kendi kendisiyle girdiği ilişki. Bu süreç içinde insanın değişikliğe uğraması; varlık bilincinin değişikliğe uğramasıdır.

4-Nesnel düşünmede şu soru sorulur; düşünülen ne?

 Varoluşsal düşünme de ise sorulan, nasıl düşünüldüğüdür. Bu düşünmenin hakikati, o düşünme etkinliğinde bulunan insanın içsel olarak ortaya koyduğu hakikattir. Bir nesne ile ilgili değildir. Hakikat, insanın kendi içindeki imkanı görüp, tanrıya ulaşmasıdır. İnsan bu düşünme içine girebilir, bu bir imkandır ama sorun, bu düşünce iletilebilir mi? İletimi ancak dolaylı bildirimle sözkonusu.

 Kierkegaard’ın mesajı; ben böyleyim, siz nasıl isterseniz öyle yapın!

5-Nesnel düşünmede ’düşünüyorum o halde varım’ böylece mutlak düşünme etkinliğine girilir.

 Varoluşsal düşünme de ise ’varım, varolduğum için düşünebiliyorum’.

 

Kierkegaard, düşüncesinde hep canlı olan 20. yüzyılın temel problemini görmesi. Kitlenin, moralin, siyasal partilerin baskısı ve devletin mekanikleşmesini görüp, insanın bu unutulmuşluğundan kurtulabilmesini; varoluşsal düşüncede yani insanın kendi kendisine yönelmesiyle olabileceğini söylemiştir.

 

Kierkegaard düşüncesinde canlı olmayan; nesnel düşünmeyi tamamen gözardı etmesi. Oysa bilim bu düşünmeyle oluyor. Onun içinde bulunduğu durumu bu denli vurgulaması kendi psikopatolojik durumundan kaynaklanıyor. İnsanların bu durumdan kurtulmaları için tek tek cesaret göstermeleri ve tanrı karşısında özgür eylemde bulunmalarıyla olur.

MARTİN HEİDEGGER ve ‘METAFİZİK’

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

 MARTİN HEİDEGGER  (1889-1976):

 

1889 da Güney Almanya’da doğuyor. Önceleri teoloji öğrenimi daha sonraları da (1913) felsefe ve kültür bilimleri eğitimi görüyor. 1976 da doğduğu yerde ölüyor.

Sorduğu temel soru; varlığın anlamı ne?

Bütün amacı Platon’un sözünü ettiği; varlık hakkındaki devlet savaşını yeniden canlandırmaya çalışmak.

‘Vardır, is, esse, -dır’ dediğimizde ne kastediyoruz?

Bu ‘varlık’ dediğimiz şey insanın karşısına nerede çıkıyor?

Varlık, dediğimizde herkes bir şey anlıyor. Bu varlık anlayışı, günlük dilde, nesnelerle uğraşmada… kendini gösteriyor. Peki ama ‘varlık anlayışı’ olan varlık ne?

Dünyada varlık anlayışına sahip bir tek varlık var o da, insan. Bu nedenle Heidegger, varlık anlayışını çözümleyebilmek için insanın analizine gidiyor. Soyut bir insandan yola çıkmıyor. Sorusu ne insan ne de amacı antropoloji.

İnsanın somut, günlük yaşamından yola çıkıyor. Geist vs. açısından insana bakmıyor. İnsan bir takım imkanlarını kullanarak, planlayarak varlığını sürdürüyor. Onun bir dünyası var ve bu dünyada diğer insanlarla yaşamak zorunda. Dünya, kendisini insan sayesinde insana açıyor.

Bu bilimde, insan varlığının fundemental ontolojisi ile uğraşıyor. Heidegger, insanın dünya içinde oluşunu onun günlük hayatıyla analiz etmeye çalışıyor.

Vardığı sonuç şu:

İnsan öncelikle ve çoğunlukla kendinde değildir ve o biridir (das man). İnsan günlük yaşamda kendinde değil. Kişiye ne yapmasını hep birileri dikte ediyor. İnsan günlük yaşamda hep o birilerinin ellerine terk edilmiştir. Kişi bir sayı olarak var bir insan olarak yok.

İnsanın görevi bu durumdan kurtulmak, insan olmak. İnsan içinde bulunduğu durumu çeşitli şekillerde kavrayabilir.

Bu çeşitli durumlardan bir; korku. İnsan korku içinde ölümün kaçınılmazlığını hisseder. Bu korku temelde, ölüm korkusu. Korku içindeki insan,  kendini hiçle karşı karşıya hisseder. O ölümün içine terk edilmiştir. Ölüm korkusu ile her şey sağlam temelini yitirir. İnsanı, bu birinden kurtaran vicdanının sesi. İnsan kendini, kendi kararı ve özgürlüğü ile kurtarır ve gerçekleştirir

‘İnsan kendini ölüme giden bir kararlılıkla gerçekleştirebilir’. İnsan yaşamak için, kendisi olmak için karar veren bir varlık.

2.Safhada Heidegger, insandan ve onun varlık anlayışından değil, varlıktan çıkarak varlığa bakmak gerektiğini anlıyor. Burada Heidegger, geri dönüş yapıyor.

‘Asıl konu varlık ise insandan ancak ikinci derecede bahsedilebilir. O halde merkezde varlık olmalı, insan değil’.

Heidegger, insanı merkeze alan tüm felsefelere karşı çıkıyor. Öznenin merkezde olması anlayışı, yeniçağın sübjektivizminden  itibaren var ve bugüne kadar da geliyor.

Heidegger’de insan ‘otonom’ bir varlık değil. İnsan, varlığa bağımlı. İnsan, varlığı dile getirebildiği sürece var. Varlığı açığa çıkarabildiği sürece var.

Ona göre varlık, bir dünya temeli değil; bir tanrı hiç değil. Varlık, nesneye indirgenemez, bir nesne gibi düşünülemez. Varolan ile varlık arasındaki ontolojik fark, tüm batı metafiziğinin unuttuğu ve birbirine karıştırdığı şeydir.

Varlık; belirli bir şekilde açığa çıkmak, hakikat olmak, gizli olmamak, açıklık.

Varlık, insanın yaptığı bir şey değil. Varlık, kendini ortaya koyuyor ve çekiyor.

Varlık, süreç halinde, Tarih, onun tarihi; ‘varlık tarihi’.

Varlık nasıl oluyor da, aynı insan çeşitli varlık anlayışlarına sahip olabiliyor? Çünkü varlık, öyle istiyor. Varlık kendini o toplumda öyle tanıttığı için, farklı toplumlarda insanlar, farklı varlık anlayışına sahip oluyorlar.

Varlık, ‘olagelme’ ancak bu olagelme, bazen saklı bazen de açık.

Varlığın sesini duyanlar; şairler ve düşünürler. Ancak onların düşünüşüne de yön veren varlığın kendisi.

 

           METAFİZİK NEDİR ?

 

Hiç nedir? Diye sorduğumuzda ‘nedir’ varolana yönelik olduğundan aslında hiçi değil, yine hiçi bir varolan olarak anlıyoruz. Bu nedenle bu soru kendi kendisini nesnesinden ediyor. Mantık kuralları, bu soruyu sorgulamamızı bize yasaklıyor. Mantık kuralları, hep bir şey üzerine düşünmektir. Bu nedenle bu soruyu sormaktan ziyade soruyu açarak genişletmek gereklidir.

O halde biz hiçi, anlama yetisinin sınırları dışında bırakarak nasıl belirleyebiliriz?

Hiç; varolanın bütününün tam bir değillemesi değildir. Bu tanım, günlük dilin mantıki bir tanımıdır.

Hiç; değil ve değillemeden daha köklüdür. Hiç yine kendi kendisinde yatmaktadır.

Araştırılan, ilişkiye girilen, tavır yöneltilen; hep varolandır. O halde hiç, bizi neden ilgilendiriyor?

Bilimin ilişkiye girdiği, bilimsel tavrını yönelttiği sadece varolanlardır. Dünya ilişkisinin yöneldiği sadece varolan; başka bir şey değil.

Bilim, bizim sadece varolanlarla ilgilenmemizi istiyor. Bunun dışında başka bir şeyle ilgilenmemizi istiyor. Bilim, hiçi yok sayıyor. Böylece bir çatışma içine giriyoruz. Acaba hiçi yok sayma bilim adamının inisiyatifinde mi? Bilimadamını varolana yönelten nedir?

Cevap; hiç, hiçin hiçmesi. Aslında bilim adamının hiçi reddetmesi onu varolana yöneltiyor.

‘Hiç, bilim adamı için dehşet ve hayalden başka bir şey değildir’.

İnsanların varolanlara yönelmesi, varolanın çekici olması, hiçin ise itici olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan hep para kazanmak daha rahat yaşamak istiyor. Bu istek, bu varolanların çekiciliğinden doğmaktadır.

‘Varlık nedir?’ sorusu da en az ‘hiç nedir?’ sorusu kadar metafizik bir sorudur.

Varlığın meskeni dildir. O meskende ise sadece insan oturuyor. Aslında bilim varolana yöneliyor ama neye yöneldiğini de bilmiyor. Varlığı unutmuşlar. Önemli olan ‘varlık nedir?’ sorusunu yeniden canlandırmak.

Bilim, varlık üzerine düşünmüyor. Yaptığı sadece tek tek varolanlar üzerine yönelmek. Bilim bu tek tek varolanları varlık olarak görüyor. Bu nedenle bilimin mahiyet temelinin kökü kurumuştur. Bilim varlığı unutmuş, düşünmüyor. Üstüne üstlük bir de bilimde uzmanlaşmaya gidilmiş.

Hiçi düşündüğümüzde, düşünmenin doğası gereği her şeyi hep bir şey olarak düşünüyoruz. Böylece hiçi düşündüğümüzde, hiç de anlama yetisinin sınırları içinde kalıyor. Başka türlü de olamaz zaten.

Bir şey ya vardır ya da yoktur. Bu mantıkta çelişmezlik ilkesi. Bu ilkeden hareketle mantık, bu ‘hiç nedir?’ sorusunu yerden yere vurur. Çünkü hiçi düşünme, düşünmenin doğasına aykırıdır. Düşünme, hep bir şeyi düşünmedir.

Anlama yetisi araç, düşünme de yol olduğuna göre ‘hiç nedir?’ diye soramayız.

Hiç, varolanın bütünü bizim içimizi kapladığında ya da sıkıştırdığında ortaya çıkar. Gerçek anlamda bir iç sıkıntısı ya da bir sevinç anında ‘hiç’ kendini ortaya çıkarır.

Hiçi bize gösterecek temel heyecan; ‘korku’dur.

Bir an için varolanın, bizim için yok olması, ayağımızın altındaki sağlam temelin çekilmesi bizi sallantı içinde bırakır. Aslında bizi sallantı içinde bırakan hiçin ta kendisidir. Bu sallantı gerçek iç sıkıntısıdır. İşte o anda ‘ona bir şeyler oluyor’ deriz.

İç sıkıntısı ve sevinç; varolanın tecrübesini, korku ise hiçin tecrübesini verir.

Varolanın tümü ortadan kalktığında, tek tek senler, benler de ortadan kalkıyor. Bu nedenle ‘ona bir şey oluyor’ deriz.

Heidegger’de korku; sadece hiç. Korku dile getirilemez, sadece tecrübesi edilir.

‘Saf varolma’; hiçin tecrübesini edinmiş olan tek insanın hali. Bilim, sanat… tarafından belirlenmiş bir varolma değil; insanın hiçbir şeye tutunamadığı, sarsıntıdaki insanın, kendi kendine bırakılmış insanın sadece kendisine tutunması. Aslında bu durum, hiçin tecrübesidir.

Heidegger’de, ‘varolanların bütünü’, beni saran bütün varolanlar, evrendeki bütün varolanlar değil, günlük yaşamda gölgede kalan veya aydınlıktaki beni saran bütün varolanlar.

‘Bizim varolmamız, bilim tarafından belirlenmiştir. Bizi varolana yönelten; bilimin, mantığın reddettiği hiçtir. Bizim varolanla ilişkiye girmemizi sağlayan; hiçin hiçmesi. O zaman hep korku içinde sallanmamız mı gerekiyor? Oysa biz korkunun ender olduğunu söylemiştik’.

Heidegger, bu problemi şöyle çözüyor:

‘zaten biz hep varolanla ilişki içindeyiz. Korku ile hiçin tecrübesini ediniyoruz.

Hiç kendini nasıl gizliyor? Hep varolanla ilişki içinde olduğumuzdan, varolan tarafından hapsedildiğimizden, hiç kendini gizleyebiliyor. Hiç, bizi kendinden itmekle gizliyor. Hiç bizi ittikçe, biz varolana yöneliyoruz ve itildiğimiz bu varolan

içinde kaybolmamızla hiç kendini gizliyor.

Heidegger’e göre, ‘değil’ ve ‘değilleme’ aslında hiçden çıkar. Oysa mantık be bilime göre hiç, değillemeden çıkar deniyor.

Değilleme, hiçin hiçmesinden fışkıran değil de, onda temelini bulur. Değilleme, değili kendisinden çıkaramaz.

Neden ‘değil’ kökenini hiçte buluyor?

Günlük hayatta bize hiçin hiçmesini gösteren; tiksinme, mahrumiyet, işkence, ölüm, hayır deme, bütün karşı koyucu eylemler ve negatifler (bunlar hiçen davranışlar). Korku, hiçi açığa çıkarıyor.

Korku, insan varlığı içinde bir imkan, her zaman orada fakat uyumaktadır. İnsan bu korkunun farkında olabilir.

Heidegger’e göre hiç korkusu, en az işi başından aşkın olanın, ‘evet evet’inde ve ‘hayır hayır’ında, en kolay baskı altında, en emin de temelde cesur olan varolmada, bu ölümünedir.

Hiç – insan ilişkisi; hiç varolanın bütünü içinde bir tek varolanla ilişkiye giriyor o da; insan. Hiç ile insan arasındaki ilişki çift taraflıdır. İkisi de birbirinin içindedir. Karşılıklı bir ilişki vardır.

Hiç- metafizik ilişkisi: metafizik, bütününün ötesine geçmektedir.

Heidegger’in amacı; bilimin reddettiği metafiziğin, bilimi belirlediğini göstermek.

Bilim her zaman varolanı soruyor ama varlığı sormuyor. Heidegger’in doğrudan varlık nedir? diye sormayıp, ‘hiç nedir? diye sorması; varlığın unutulduğunu göstermek içindir. Varolanın ötesine geçmek için, varlık sorusunu tersten alıyor.

‘Batı dünyası, varlık kadar hiçi de unuttu’.

Heidegger’de asıl soru; ‘varlığın anlamı nedir?’ sorun bu.

Bunu nasıl soracağız, varolanın kendinden çıkarak mı? Hayır, böyle yaptığımızda varlık; geisttır, substanstır vs. diyor. Bu seferde tam tersinden bakalım diyor. Yani hiçten yola çıkalım, çabası bu.

Heidegger’in metne soru ile başlayıp soru ile bitirmesinin amacı; soruyu diri, canlı tutmak.

Olagelme; hem insanı hem de varlığı içine alan bir süreç. Varlığın kendini yayma biçimi. İnsan bu durumun farkına varan tek varlık.

‘Metafizik bir varlık anlayışıdır. Bu varlık anlayışına sahip olan ise insan. Bu insanın doğasına ait’.

‘İnsan varoldukça felsefe yapmak belirli tarzda gerçekleştirir’. (Platon)

Heidegger, Jaspers’in tabiriyle bir sınır durumunda iş yapmaktadır.