Posts Tagged ‘antropoloji’

MARTİN HEİDEGGER ve ‘METAFİZİK’

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

 MARTİN HEİDEGGER  (1889-1976):

 

1889 da Güney Almanya’da doğuyor. Önceleri teoloji öğrenimi daha sonraları da (1913) felsefe ve kültür bilimleri eğitimi görüyor. 1976 da doğduğu yerde ölüyor.

Sorduğu temel soru; varlığın anlamı ne?

Bütün amacı Platon’un sözünü ettiği; varlık hakkındaki devlet savaşını yeniden canlandırmaya çalışmak.

‘Vardır, is, esse, -dır’ dediğimizde ne kastediyoruz?

Bu ‘varlık’ dediğimiz şey insanın karşısına nerede çıkıyor?

Varlık, dediğimizde herkes bir şey anlıyor. Bu varlık anlayışı, günlük dilde, nesnelerle uğraşmada… kendini gösteriyor. Peki ama ‘varlık anlayışı’ olan varlık ne?

Dünyada varlık anlayışına sahip bir tek varlık var o da, insan. Bu nedenle Heidegger, varlık anlayışını çözümleyebilmek için insanın analizine gidiyor. Soyut bir insandan yola çıkmıyor. Sorusu ne insan ne de amacı antropoloji.

İnsanın somut, günlük yaşamından yola çıkıyor. Geist vs. açısından insana bakmıyor. İnsan bir takım imkanlarını kullanarak, planlayarak varlığını sürdürüyor. Onun bir dünyası var ve bu dünyada diğer insanlarla yaşamak zorunda. Dünya, kendisini insan sayesinde insana açıyor.

Bu bilimde, insan varlığının fundemental ontolojisi ile uğraşıyor. Heidegger, insanın dünya içinde oluşunu onun günlük hayatıyla analiz etmeye çalışıyor.

Vardığı sonuç şu:

İnsan öncelikle ve çoğunlukla kendinde değildir ve o biridir (das man). İnsan günlük yaşamda kendinde değil. Kişiye ne yapmasını hep birileri dikte ediyor. İnsan günlük yaşamda hep o birilerinin ellerine terk edilmiştir. Kişi bir sayı olarak var bir insan olarak yok.

İnsanın görevi bu durumdan kurtulmak, insan olmak. İnsan içinde bulunduğu durumu çeşitli şekillerde kavrayabilir.

Bu çeşitli durumlardan bir; korku. İnsan korku içinde ölümün kaçınılmazlığını hisseder. Bu korku temelde, ölüm korkusu. Korku içindeki insan,  kendini hiçle karşı karşıya hisseder. O ölümün içine terk edilmiştir. Ölüm korkusu ile her şey sağlam temelini yitirir. İnsanı, bu birinden kurtaran vicdanının sesi. İnsan kendini, kendi kararı ve özgürlüğü ile kurtarır ve gerçekleştirir

‘İnsan kendini ölüme giden bir kararlılıkla gerçekleştirebilir’. İnsan yaşamak için, kendisi olmak için karar veren bir varlık.

2.Safhada Heidegger, insandan ve onun varlık anlayışından değil, varlıktan çıkarak varlığa bakmak gerektiğini anlıyor. Burada Heidegger, geri dönüş yapıyor.

‘Asıl konu varlık ise insandan ancak ikinci derecede bahsedilebilir. O halde merkezde varlık olmalı, insan değil’.

Heidegger, insanı merkeze alan tüm felsefelere karşı çıkıyor. Öznenin merkezde olması anlayışı, yeniçağın sübjektivizminden  itibaren var ve bugüne kadar da geliyor.

Heidegger’de insan ‘otonom’ bir varlık değil. İnsan, varlığa bağımlı. İnsan, varlığı dile getirebildiği sürece var. Varlığı açığa çıkarabildiği sürece var.

Ona göre varlık, bir dünya temeli değil; bir tanrı hiç değil. Varlık, nesneye indirgenemez, bir nesne gibi düşünülemez. Varolan ile varlık arasındaki ontolojik fark, tüm batı metafiziğinin unuttuğu ve birbirine karıştırdığı şeydir.

Varlık; belirli bir şekilde açığa çıkmak, hakikat olmak, gizli olmamak, açıklık.

Varlık, insanın yaptığı bir şey değil. Varlık, kendini ortaya koyuyor ve çekiyor.

Varlık, süreç halinde, Tarih, onun tarihi; ‘varlık tarihi’.

Varlık nasıl oluyor da, aynı insan çeşitli varlık anlayışlarına sahip olabiliyor? Çünkü varlık, öyle istiyor. Varlık kendini o toplumda öyle tanıttığı için, farklı toplumlarda insanlar, farklı varlık anlayışına sahip oluyorlar.

Varlık, ‘olagelme’ ancak bu olagelme, bazen saklı bazen de açık.

Varlığın sesini duyanlar; şairler ve düşünürler. Ancak onların düşünüşüne de yön veren varlığın kendisi.

 

           METAFİZİK NEDİR ?

 

Hiç nedir? Diye sorduğumuzda ‘nedir’ varolana yönelik olduğundan aslında hiçi değil, yine hiçi bir varolan olarak anlıyoruz. Bu nedenle bu soru kendi kendisini nesnesinden ediyor. Mantık kuralları, bu soruyu sorgulamamızı bize yasaklıyor. Mantık kuralları, hep bir şey üzerine düşünmektir. Bu nedenle bu soruyu sormaktan ziyade soruyu açarak genişletmek gereklidir.

O halde biz hiçi, anlama yetisinin sınırları dışında bırakarak nasıl belirleyebiliriz?

Hiç; varolanın bütününün tam bir değillemesi değildir. Bu tanım, günlük dilin mantıki bir tanımıdır.

Hiç; değil ve değillemeden daha köklüdür. Hiç yine kendi kendisinde yatmaktadır.

Araştırılan, ilişkiye girilen, tavır yöneltilen; hep varolandır. O halde hiç, bizi neden ilgilendiriyor?

Bilimin ilişkiye girdiği, bilimsel tavrını yönelttiği sadece varolanlardır. Dünya ilişkisinin yöneldiği sadece varolan; başka bir şey değil.

Bilim, bizim sadece varolanlarla ilgilenmemizi istiyor. Bunun dışında başka bir şeyle ilgilenmemizi istiyor. Bilim, hiçi yok sayıyor. Böylece bir çatışma içine giriyoruz. Acaba hiçi yok sayma bilim adamının inisiyatifinde mi? Bilimadamını varolana yönelten nedir?

Cevap; hiç, hiçin hiçmesi. Aslında bilim adamının hiçi reddetmesi onu varolana yöneltiyor.

‘Hiç, bilim adamı için dehşet ve hayalden başka bir şey değildir’.

İnsanların varolanlara yönelmesi, varolanın çekici olması, hiçin ise itici olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan hep para kazanmak daha rahat yaşamak istiyor. Bu istek, bu varolanların çekiciliğinden doğmaktadır.

‘Varlık nedir?’ sorusu da en az ‘hiç nedir?’ sorusu kadar metafizik bir sorudur.

Varlığın meskeni dildir. O meskende ise sadece insan oturuyor. Aslında bilim varolana yöneliyor ama neye yöneldiğini de bilmiyor. Varlığı unutmuşlar. Önemli olan ‘varlık nedir?’ sorusunu yeniden canlandırmak.

Bilim, varlık üzerine düşünmüyor. Yaptığı sadece tek tek varolanlar üzerine yönelmek. Bilim bu tek tek varolanları varlık olarak görüyor. Bu nedenle bilimin mahiyet temelinin kökü kurumuştur. Bilim varlığı unutmuş, düşünmüyor. Üstüne üstlük bir de bilimde uzmanlaşmaya gidilmiş.

Hiçi düşündüğümüzde, düşünmenin doğası gereği her şeyi hep bir şey olarak düşünüyoruz. Böylece hiçi düşündüğümüzde, hiç de anlama yetisinin sınırları içinde kalıyor. Başka türlü de olamaz zaten.

Bir şey ya vardır ya da yoktur. Bu mantıkta çelişmezlik ilkesi. Bu ilkeden hareketle mantık, bu ‘hiç nedir?’ sorusunu yerden yere vurur. Çünkü hiçi düşünme, düşünmenin doğasına aykırıdır. Düşünme, hep bir şeyi düşünmedir.

Anlama yetisi araç, düşünme de yol olduğuna göre ‘hiç nedir?’ diye soramayız.

Hiç, varolanın bütünü bizim içimizi kapladığında ya da sıkıştırdığında ortaya çıkar. Gerçek anlamda bir iç sıkıntısı ya da bir sevinç anında ‘hiç’ kendini ortaya çıkarır.

Hiçi bize gösterecek temel heyecan; ‘korku’dur.

Bir an için varolanın, bizim için yok olması, ayağımızın altındaki sağlam temelin çekilmesi bizi sallantı içinde bırakır. Aslında bizi sallantı içinde bırakan hiçin ta kendisidir. Bu sallantı gerçek iç sıkıntısıdır. İşte o anda ‘ona bir şeyler oluyor’ deriz.

İç sıkıntısı ve sevinç; varolanın tecrübesini, korku ise hiçin tecrübesini verir.

Varolanın tümü ortadan kalktığında, tek tek senler, benler de ortadan kalkıyor. Bu nedenle ‘ona bir şey oluyor’ deriz.

Heidegger’de korku; sadece hiç. Korku dile getirilemez, sadece tecrübesi edilir.

‘Saf varolma’; hiçin tecrübesini edinmiş olan tek insanın hali. Bilim, sanat… tarafından belirlenmiş bir varolma değil; insanın hiçbir şeye tutunamadığı, sarsıntıdaki insanın, kendi kendine bırakılmış insanın sadece kendisine tutunması. Aslında bu durum, hiçin tecrübesidir.

Heidegger’de, ‘varolanların bütünü’, beni saran bütün varolanlar, evrendeki bütün varolanlar değil, günlük yaşamda gölgede kalan veya aydınlıktaki beni saran bütün varolanlar.

‘Bizim varolmamız, bilim tarafından belirlenmiştir. Bizi varolana yönelten; bilimin, mantığın reddettiği hiçtir. Bizim varolanla ilişkiye girmemizi sağlayan; hiçin hiçmesi. O zaman hep korku içinde sallanmamız mı gerekiyor? Oysa biz korkunun ender olduğunu söylemiştik’.

Heidegger, bu problemi şöyle çözüyor:

‘zaten biz hep varolanla ilişki içindeyiz. Korku ile hiçin tecrübesini ediniyoruz.

Hiç kendini nasıl gizliyor? Hep varolanla ilişki içinde olduğumuzdan, varolan tarafından hapsedildiğimizden, hiç kendini gizleyebiliyor. Hiç, bizi kendinden itmekle gizliyor. Hiç bizi ittikçe, biz varolana yöneliyoruz ve itildiğimiz bu varolan

içinde kaybolmamızla hiç kendini gizliyor.

Heidegger’e göre, ‘değil’ ve ‘değilleme’ aslında hiçden çıkar. Oysa mantık be bilime göre hiç, değillemeden çıkar deniyor.

Değilleme, hiçin hiçmesinden fışkıran değil de, onda temelini bulur. Değilleme, değili kendisinden çıkaramaz.

Neden ‘değil’ kökenini hiçte buluyor?

Günlük hayatta bize hiçin hiçmesini gösteren; tiksinme, mahrumiyet, işkence, ölüm, hayır deme, bütün karşı koyucu eylemler ve negatifler (bunlar hiçen davranışlar). Korku, hiçi açığa çıkarıyor.

Korku, insan varlığı içinde bir imkan, her zaman orada fakat uyumaktadır. İnsan bu korkunun farkında olabilir.

Heidegger’e göre hiç korkusu, en az işi başından aşkın olanın, ‘evet evet’inde ve ‘hayır hayır’ında, en kolay baskı altında, en emin de temelde cesur olan varolmada, bu ölümünedir.

Hiç – insan ilişkisi; hiç varolanın bütünü içinde bir tek varolanla ilişkiye giriyor o da; insan. Hiç ile insan arasındaki ilişki çift taraflıdır. İkisi de birbirinin içindedir. Karşılıklı bir ilişki vardır.

Hiç- metafizik ilişkisi: metafizik, bütününün ötesine geçmektedir.

Heidegger’in amacı; bilimin reddettiği metafiziğin, bilimi belirlediğini göstermek.

Bilim her zaman varolanı soruyor ama varlığı sormuyor. Heidegger’in doğrudan varlık nedir? diye sormayıp, ‘hiç nedir? diye sorması; varlığın unutulduğunu göstermek içindir. Varolanın ötesine geçmek için, varlık sorusunu tersten alıyor.

‘Batı dünyası, varlık kadar hiçi de unuttu’.

Heidegger’de asıl soru; ‘varlığın anlamı nedir?’ sorun bu.

Bunu nasıl soracağız, varolanın kendinden çıkarak mı? Hayır, böyle yaptığımızda varlık; geisttır, substanstır vs. diyor. Bu seferde tam tersinden bakalım diyor. Yani hiçten yola çıkalım, çabası bu.

Heidegger’in metne soru ile başlayıp soru ile bitirmesinin amacı; soruyu diri, canlı tutmak.

Olagelme; hem insanı hem de varlığı içine alan bir süreç. Varlığın kendini yayma biçimi. İnsan bu durumun farkına varan tek varlık.

‘Metafizik bir varlık anlayışıdır. Bu varlık anlayışına sahip olan ise insan. Bu insanın doğasına ait’.

‘İnsan varoldukça felsefe yapmak belirli tarzda gerçekleştirir’. (Platon)

Heidegger, Jaspers’in tabiriyle bir sınır durumunda iş yapmaktadır.

ARNOLD GEHLEN

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

 

 M.Scheler’in öğrencisi. Birincisi evresi; Scheler ve Alman idealizminin etkisinde olduğu dönem; doçentliğine kadar sürüyor.

 İkinci evre; ‘İnsan, onun doğası ve dünya içindeki yeri’ adlı kitabıyla Scheler’in etkisinden kurtulduğu görülür.

 Üçüncü evre; eylem kavramını genişlettiği dönem.

 Dördüncü evre; sosyolojiye özellikle kurumlar üzerine yöneldiği evre.

 Beşinci evre; kültür antropolojisiyle uğraştığı dönem.

 Altıncı evre; toplumla dair eleştirilerle uğraştığı dönem.

 Yedinci evre; devlet felsefesiyle ilgilendiği dönem.

 

 Anropoloji tarihi üzerine düşünceleri:

 

 Gehlen’e göre anropolojide iki gelenek var:

1-Bilim geleneği:

 a)Biyoloji geleneği

 b)Kültür geleneği

2-Felsefe geleneği

 

 Gehlen’e göre, 17.yy’a kadar felsefi antropoloji disiplini yok. İnsan tanrının yarattığı bir varlık; maddi bir yapı ile ruhu birleştiren bir tanrı yaratığı. Ona göre Descartes’de hristiyanlığı parantez içine alarak; ‘insan ruhu olan bir makinedir’. Böylece Descartes’le beraber insan dualizmi ortaya çıkıyor.

 Gehlen’e göre Schelerise, önce insan ile hayvan arasındaki ayırıcı özellikleri ortaya koyuyor, insan ve tanrı ilişkisi değil. Scheler, dualizmi keskinleştirerek geistı yaşamın karşısına koyuyor. Bu geist kökenini hayatta bulamayacağına göre dünyanın metafizik temelinde bulur.

 Gehlen’e göre; ruh, tanrı, geist, isteme vs. bunları kabul eden her antropoloji metafizik yapıyor demektir. Oysa antropoloji, metafizik olmamalılıdır. Her türlü metafizik belirlenimleri reddetmeli ve dualizmleri aşmalı. Bu dualizmleri aşacak olan felsefedir. Felsefe, insanı parçalamadan bir bütün içinde ele almalı bunun içinde anahtar bir tema bulmak gerekir. Bu nedenle de felsefe, amprik bir bilim olmalı, bilimlerin verilerinden yararlanmalı.

 Felsefe nasıl amprik bir bilim olacak?

 Şu iki hipotezin kabul edilmesiyle dualizm aşılabilir:

1-İnsan bir bütün olarak tek bir bilimin nesnesi olabilir.

2-İnsan kendi içinde bir bütündür. İnsan ikili bir varlık olarak görülmemelidir. Bunun içinde bütün dualizmleri, en başta da Scheler’i reddetmek.

 Gehlen’in amacı; felsefi olarak amprik bir antropoloji. Bu tezlerini doğrulamak için bir anahtar tema buluyor; eylem. Eylemden yola çıkarak, genel bir antropoloji kurmak. İnsan yapısının eylemle anlaşılabileceğini açıklamak ve antropolojiyi kurmak.

 Gerçekliği önceden görerek ve planlayarak değiştirmek. Kültür, gerçekliği bu şekilde değiştirmenin tamamı, gerçekliğin planlanarak değiştirilmesi kültürle.

 Kültür ancak bir insan topluluğunda ortaya çıkar, o halde eylem, kültür ve insan topluluğu. Ve merkeze eylemi oturtunca, kendisinin kullanacağı amprik yöntem; biyolojik yöntemle olacaktır.

 İnsanı bir bütün içinde ele alacak tek bilim; biyolojik amprik bilim. Bir bütün içinde ele alacak tek bilim; biyolojik amprik bilim. Bir bütün içinde ele alınması nedeniyle de; felsefi antropoloji.

 Gehlen’in felsefi antropolojisi; biyolojik yöntemi kullanan amprik bir bilim.

 

 Gehlen’in Scheler’den aldığı iki şey:

1-İnsan – hayvan karşılaştırması,

2-İnsanın dünyaya açık oluşu.

 Eylem; bilerek ve önceden tasarlayarak gerçekliği değiştirmek. Her şeyin temelinde olan, insan eylemi. Artık insan ruhu ve bedeni birbirinden ayrılmıştır.

 İnsan eylemde bulunan ve terbiye edilen bir varlıktır. Terbiye = moral. Gehlen’in burada yararlandığı, Nietzsche’dir.

 İnsan; 1- henüz tamamlanmamış, mükemmelleşmekte olan bir varlık.

2-İnsan, belirlenmemiş bir varlık.

 Oysa hayvan tamamlanmıştır artık terbiyesi mümkün değil. Çünkü hayvanda, içgüdü var. İnsan, zeki bir varlık olduğu için hem olağanüstü bir varlık hem de bu yüzden tehlikede olan bir varlık.

 Gehlen, neden-sonuç ilişkisi üzerinde durmuyor. Çünkü bu ilişki, insanı metafiziğe götürür. Önemli olan, bir yumak içindeki koşulları irdelemek.

 İnsan eylemi sayesinde her yerde yaşayabilir. Hayvan bunu yapamıyor. Çünkü hayvanın çevresi, insanın dünyası var.

 Kültür, zaten bulunan bir gerçeği önceden planlayarak, yaşam için kulanılır hale getirmek.

 Her türlü eğitim, terbiye, otorite, aile vs. hepsi kültür içinde. Kültür insanın fiziki varoluş koşullarındandır. Oysa hayvan çevresi içinde bilinçsiz olarak yaşıyor. Çünkü kültürü yok. (Gehlen’de eylem; zekaya dayanan eylem. Bu nedenle hayvanın çevresi, insanın ise kültür çevresi var.) İnsanı insan yapan, zekası sayesinde eylemde bulunmak. Bu sayede de dünyaya açık bir varlık.

 İnsanın kendisini doğaya karşı koruyabilecek özel organları yok. Oysa her hayvanın var. Morfolojik açıdan insan, hayvana oranla ilkel bir varlık. Üstelik insan erken doğmuştur. Fetal hatta fetüs evresinde kalmış bir varlık. Eğer insan 19-20 aylık iken doğmuş olsaydı kendini koruyabilecekti. İşte aile kurumu, insanın biyolojik yapısının korunmasızlığından dolayı ortaya çıkıyor.

 Buna karşılık insanda çok önemli bir şey var o da; beyin, çok özelleşmemişse de çok gelişmiş bir beyin. Beyinde her şey var ama geista bağlılık yok. İnsan beynine göre öyle eylemde bulunuyor.

 İnsan algı selinden hayatına yararlı olanları çekip çıkarıyor. Böylece dünya hakkında genel bir görmeye sahip oluyor. İnsan kendisini bu merkezden çıkarıp, kendisinde bir takım potansiyel işlevleri işin içine sokabiliyor ve bu işlevler ileriye dönük aktlar oluyor.

   İnsan, dünyaya açık bir varlık olması nedeniyle, algı seliyle karşı karşıya geliyor. Burada en önemli faktörlerden biri; dil. Dil, algı seli içinde işe en yarayacak olanları çekip çıkarıyor ve onları dile getiriyor.  Dil, en önemli yük azaltıcı.

 İnsanın güdüleri; ihtiyaçları aslında onun içinden gelen şeyler. Bu güdüler bir takım fantazmalar içinde saklıdırlar.

 Eylem, insanın bir ilişkisi bir arzusu ile ilgilidir.  Eylemin oluşumunda ise bu eylemin hiçbir ilgisi yok gibidir, sadece eylem görülür. Oysa bunlar uyku durumundadırlar. Bazen bunlar eyleme kadar ulaşamazlar, saklanırlar. İnsan bu kopma denilen (hiatus) şeyi yaşar. Gerçekleşmeyen bu istem insanın iç dünyasını oluşturur.

 İşte Gehlen, insanın kopmayla oluşan bu dünyasına ‘ruh’ der. Yani gerçekleşmemiş arzular, istekler… ruh denilen şeyi oluştururlar yoksa ruh, metafizik bir varlık değildir. Ruh, insanın iç dünyasındaki her şeydir, onun içselliğidir. Bu nedenle ruh ancak biyolojik olarak ele alınabilir.

 Gehlen, insanı bir bütün içinde ele alarak iki hipotezini gerçekleştirmiştir. Bunu yaparken dualizme kaçmamıştır. Yani insanı, biyolojik yapısından yola çıkarak bir bütün olarak açıklıyor ve böylece de amacına ulaşıyor.

 İnsanı bir bütün olarak ele aldığı bilim; amprik antropoloji.

19.YY-HEGEL

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

 G.W.FRİEDRİCH HEGEL( 1770-1831 ):

 ‘Mutlak olanı düşünmek için, mutlak olandan işe başlamak gerekir’. İşte bunun içinde Hegel, kendini mutlak olarak ortaya koyuyor.

 Ona göre felsefenin görevi; bütünü kavramaktır, bu da bütünü kavram düzeyine çıkarmaktır. Hegel’e göre düşünmek, varlığın somut sorularından fışkıran capcanlı bir felsefe yapmaktır. Çıkış noktası; Kant ile hesaplaşmak.

 Hegel’in hayatı boyunca yaptığı; düşünen bilgiyi ortaya koymak. Canlı bir felsefe yapmaktır. Bu düşüncesini sistemleştirerek Batının en büyük metafizik sistemini oluşturur.

 Kant’ta nesnenin kuruluşu, anlama yetisinin kategorileri ile oluşuyordu. Nesnenin formları, benin kendi kendisine olan etkinliğine bırakılmıştır.

 Hegel, bilginin oluşumu hakkında Kant’ın düşüncelerini kabul eder ancak aklın, kendi yapısından ötürü nesnelerden bağımsız olduğunu söyler.

 Aklın nesnelerden bağımsız olması, bundan sonra felsefenin ilkesi olacaktır.

 Sensualistlerin sandığı gibi duyuların verdiğini aklın işlemesiyle nesnenin belirlenimi olamaz. Akıl, kendi yapısından dolayı bağımsız olarak, nesnelerin belirlenimini sağlar.

 Hegel, hem öznel hem de nesnel idealizmleri reddeder. Çünkü; nesnel idealizmde, nesnelerin beni sınırlaması, öznel idealizm de ise benin nesneleri sınırlaması sözkonusu.

 Dünya geistı, düşündüğünü yaratan geist. Düşünme, varlığı düşünüyor ve düşündüğü yerde de hakikat oluyor.

 Hegel, iki idealizmi reddedince geriye mutlak idealizm kalıyor. Hegel’de düşünen aslında geist. Varlık ise geistın düşünmesiyle kavradığı şey. Yani tek tek şeylerin kavram düzeyine yükselmesi. Geistın düşündüğü şeyi kavraması-işte varlığın bu şekilde düşünülmesi hakikattir. Etkinlik, her şey de geistın etkinliği.

 Hegel’e göre aslında filozofun içinde felsefe yapan mutlak geist. Mutlak geist, kendisinden pay alan insan geistı aracılığıyla düşünür ve konuşur.

 Mutlak düşünme, sürekli özne ve nesneyi bir tutarak kavramadır. Mutlak geistın düşünmesini, mutlak idealizmde gerçekleştirecek olan yine kendisidir. Böylece Hegel kendisini ‘dünya geistı’ olarak görür. Son derece spekülatif düşünce.

 Schelling ve Fıchte, mutlak geistı kendi karşılarına koyup onun hakkında spekülatif düşünüşlere gidiyorlardı.

 Oysa Hegel, ‘mutlak geist benim içimde, benim düşünmem zaten mutlak geistın düşünmesidir’ diyor.

 Hegel, Fıchte için ‘‘Schelling’den daha ileriydi ama o da gelip nesneye takılmıştır’’ der. Bu nedenle Fıchte’yi sadece öznelci olması nedeniyle reddeder.

 Hegel’de mutlak olanın kendisini bulması için, oluşa ve gelişime muhtaç olması en önemli düşünce.

 Hakikat, bütün olandır, bütün varlıktır. Bütün olan ise ancak gelişimini kendisiyle tamamlayan varlıktır.

 Hegel, Fıchte’nin diyalektiğini yeniden ele alır. Bu diyalektikle kavram, hareket eden kavram haline gelir. Burdaki kavramlar Schelling’deki gibi içi boş kavramlar değil. Hegel diyalektiği; kavramlar, ide ve geisttan başka bir şey değildir. Yani Hegel diyalektiği; organik/canlı bir diyalektiktir. Mutlak geist canlı olduğuna göre, düşünmede kendini canlı olarak ortaya koymalıdır.

 Diyalektik düşünce kendini geliştiren ve yeniden kendine dönen düşüncedir. Hegel düşüncesinin bütün ruhu burada yatar. Onun amacı bütünü kavrayıp ortaya koymaktır.

 Schellig’de diyalektik olmadığı için özdeş olanın kendini nasıl ortaya koyduğu açıklanamıyordu.

 Hegel’de mutlak olan nedir?

 Mutlak olan/mutlak yaşam ; tüm gerçekiliğin  temeli, kökenidir. Tüm gerçekliğe bu temelden bakmak ona metafizik bir karakter kazandırıyor.

 Ona göre artık felsefenin, bilimlerin bilimi olma zamanı gelmiştir. Felsefenin görevi; tüm gerçekliğe temelinde olanla, mutlak olanla bakmaktır.

 Tek yaşam pek çok yaşamlara dağılmıştır. Tek olan çokluk içinde görülmektedir. Tek olan, kendi içinde bölünmüş çokluk olarak bize görünüyor. Bu bölünme zorunludur. Mutlak yaşam sürekli bir yabancılaşma ve uzlaşma içindedir. Hegel, doğaya/yaşama yaratıcılığından dolayı tanrısal olan diyecektir. Mutlak yaşam; sürekli yeniden oluş, çeşitlilik ve yaratmadır.

 Felsefenin görevi; başından beri tanrıyı felsefenin doruğuna koymaktır. Felsefenin objesi, tanrı ve tanrının açığa çıkması olacaktır. Hegel’in tanrısal olandan anladığı ise ‘geist’tır.

 Mutlak olan-mutlak yaşam-tanrı-geist.

 Hegel’in insan geistı ile hristiyanlıktaki en asil yaratık olan insan geistı aynıdır.

 Tanrı mutlak geisttır. Eğer tanrı, geist ise ve dünya onun kendisini ortaya koyması ise dünyanın özünde bir geist varlığı görmemiz gerekmez mi?

 Dünyada gördüğümüz her şey aslında geisttır. Madde dememizin nedeni bizim bakış açımızın darlığı ve sınırlı olmasıdır.

 Dünyadaki oluş aslında geistın kendi kendisini ortaya koymasından başka bir şey değil. Şeylerin arkasındaki özü ancak felsefe yapmakla görebiliriz. Gerçek olan sadece geisttır. Yapılacak olan hakikati sormaktır.

 Eğer sadece geist gerçekse, tanrı kendini nasıl oluyor da doğa ve insan geistı olarak ortaya koyuyor?

 Tanrı, kendi kendini bölüyorsa, kendi kendinin bilincine ulaşmak, uzlaşmak için. Tanrı, tanrı olduğunun farkına varmak için.

 Acaba tanrı kendi kendisini nasıl ortaya koyacak? Burada Hegel, tanrının en halis geistı olan insandan yola çıkar. ‘Önce insan geistını anlamamız gerekir’ der.

 Geistın gelişimi; a)kendi dışına çıkma, b)kendini bölüp parçalama, c) ve yeniden kendine dönmektir.

 İnsan geistının gelişimi:

1-Geistın hayal kurduğu, uyuduğu evre; insanın henüz kendisi hakkında sağlam bir bilgisi olmadığı safha. Bu safha; tez aşamasıdır. Ancak geistın kendi bilincine ulaşması için, hayal kurduğu evreden uyanması gerekir. İşte bu 2- Basamaktır; geist uyanır ve kendini yavaş yavaş keşfetmeye başlar. Ancak bu keşfetmede garip bir şey olur; geist kendine bakar ama yabancı görür. Ve sorar; ‘bu ben miyim?’ işte bu insanın kendi kendisine yabancılaşması. Ben kendini parçalar böler. Burada ben, kendi bilincini aramak çabasındadır. Hegel bu safhaya; antitez der. Ben, kendini ararken kendine yabancı düşüyor.

3-Safhada insan, özgürlük bilincine erişmek için ‘bakan ve bakılan benim’ der. Böylece yabancılaşan insan geistı, kendiyle uzlaşır. Hegel, bu aşamaya da sentez der.

 Hegel, insan geistı kendilik bilincine varan bir geist olduğu için insanla başlar ve insanın gelişimini, mutlak geistın kendini ortaya koymasına uygular.

 Mutlak geist kendilik biliçtir. Onun bu bilince ulaşması ise diyalektik bir gidiştir. Hegel, tanrının da bir iç oluşu vardır, der. Tanrı oluş halinde, bu oluş da insana ihtiyaç duyuyor. Tanrı sürekli mükemmelliğe ulaşma / kendilik bilincine ulaşma içinde hareket ediyor.  Tanrı mükemmelliğini dünya tarihinde bulacaktır. Dünya tarihini de yapan; insan ve doğadır.

 Diyalektik gidiş nedir?

 Tanrı, kendilik bilincine erişmek için önce kendini bilmediği safhadan uyanır ve sonra kendine yabancılaşır. En üst aşamada da kendilik bilincine ulaşır.

 Kendine yabancılaşan tanrı, kendini;  doğa ve insan geistı olarak ikiye böler.

 İşte bakan; insan geistı, bakılan ise doğadır. İnsan ve doğa tanrının görünümünden başka bir şey değildir. İnsanın baktığı doğa, tanrının doğasıdır.

 İnsan+doğa=dünya=Tanrı

 İnsan geistı, tanrının kişi olmuş geistıdır. Dünyayı bilen insan geistı. İnsan tanrının içinde bakandır, doğa ise onun içinde bakılan. Gördüğümüz her şey hakikatte tanrının kendisidir. Antitez aşamasında ‘bu ben miyim?’ diye soran tanrı görür ki; bakan da bakılan da kendisi. Böylece tanrı parçalanmışlıktan kurtulur ve yeniden kendisi olur.

 Tanrı, kendi bilincine ulaşmak için dünya olmayı ve kendine yabancılaşmayı göze aldı. Sonunda tanrı kendine yabancılaşmaktan kurtulup, oluşumunu tamamlayacaktır.

 Mutlak olan tanrı, neden insan ve doğa olmak zorunda? Çünkü; bu tanrının kendilik bilincine ulaşmak için zorunlu bir yoldur.

 Mutlak geistı önce insan geistı ile açıklamasının nedeni; insan en yüksek geist varlığı. Daha sonra Hegel, insanın kendi bilincine erişmesini, tanrının kendi bilincine erişmesiyle paralel olarak açıklar. Dünyadaki tüm oluş, tanrının kendilik bilincine ulaşması sürecidir.

 Tanrının kendine yabancılaşması ‘bu ben miyim?’ diye sorması aslında dünya olmasıdır. İnsan tanrının bakan, bilen yanı olarak doğayı kavramaya çalışması aslında kendini bilmesi, tanıması demek.

 Son tahlilde tanrı, insan geistı sayesinde dünyadaki parçalanmışlığından kurtulacaktır. Zıtların birliği sağlanacaktır.

 

Oluş ve diyalektik hakkındaki görüşleri:

Hegel’de diyalektik ne felsefi bir yöntem ne de bir görüştür. Diyalektik, kendi hareketinde bulduğu yaratıcılıktır. Felsefenin görevi; sadece diyalektiği takip etmek değil onu bilinç düzeyine çıkarmaktır. İnsan bilincinin nesneye yönelmesi ve onu bilinç düzeyine çıkarmasıdır. Nesnenin oluş içindeki hareketini kavramaktır. Hegel buna nesneye kendini vermek diyor. Diyalektik de budur.

 İki türlü diyalektik vardır:

1-Nesnenin oluş içindeki hareketi

2-Nesnenin hareketini kavrama yetkinliğinde olanın yapısı da diyalektik.

 En doğru ifadesiyle diyalektik; kavramın hareketidir. Düşünce şeyin etrafında dolanır ona çeşitli yerlerinden bakar ve onda yeni olanı görür. O şey için belirlenmiş biçim değişir, yeni bir hal alır. Bu hal akıcı bir haldir.

 Diyalektik, sadece kavranmakta olan nesnenin hareketi değil; düşünceyle oluşun yan yana gitmesidir. Düşünce ancak hareket halindeyken anlaşılacaktır. Diyalektik her şeyi kavrıyor, kendi kendini değil. Diyalektik, zıtlıkları görmek için sürekli hareket halinde olmaktır. Hegel’de diyalektik, Kant’taki gibi bir çıkarım ürünü değildir. Diyalektik, nesnenin çok yönlü yapısı boyunca hareket etmektir.

Diyalektik hareketliliğin iç dinamiğini oluşturan ilke nedir?

Bu ilke çelişme ilkesidir. Bu çelişme içeriğin yok edilmesi değil, ortadan kaldırılmasıdır. Ortadan kaldırılan bir hiç haline gelmez. Çünkü hiçlik aslında dolaysız olandır. Oysa ortadan kaldırılan dolaylı olandır. Ortadan kaldırılan aynı zamanda korunandır. Bu nedenle de yok olmaz.

 Tez, antitezde korunuyorsa, bu koruma kendi içindeki çelişme sayesinde ilerleyip bir üst düzeye ilerleyecek ve kendini yeni bir biçimde sentezde gösterecektir. Ancak geriye dönüş sözkonusu değildir. Sentezdeki tez, tamamen eski tez değildir. Bu basamakta korunan yeniden ilk basamaktaki rolü üstlenecektir. Bütün gelişmeye ve ilerlemeye güç veren, negatif olandır.

 Negatif olan pozitif olanla üst düzeyde yeniden bir araya gelir e negatif olan, pozitif hale gelir. Mutlak geistın, kendini bulduğu yerde yeniden pozitif olmak zorunda yoksa diyalektik kendi içinde kendi tutarlılığını yitirir.

 Negatif nasıl pozitif olur? Aslında ortadan kalkan dolaysız olandır. Ortadan kalkan özellikler, nesne ya da kavram içine itilirler. Ve negatif olanın gücüyle yeniden ortaya çıkıp, bir üst düzeyde kendilerini gösterirler.

 Negatif olanın gücü, pozitif olanı ortaya çıkarmasında yatar.

 Çelişki, diyalektiğin formel yasasıdır ve biz sadece onun bu formel yanını kavrayabiliriz.

 Hegel, diyalektiğinin özü; mutlak geistın kendi kendini ortaya koyması anlamındadır. M.geist bunu insan geistı ile yapıyor. Bunun içinde insan geistının, dünya geistı olması gerekiyor. Bunu da Hegel, kendisi üstleniyor. Yani mutlak geist, insan geistı ile düşünüyor.

 Hegel’de diyalektik öyle bir düşünme ki; bu düşünme nesneler arasındaki ilişkileri kavramak demektir.

 Hegel’in amacı; bütün olanı bir tek noktadan –m.geisttan- çıkarak kavramak, kavram düzeyine çıkarmak. Kavranan, ilişkiler bütünü. Kavrayan, bilen aslında bir özne değil, kendi kendini gerçekleştirmekte olan mutlak geist.

 Diyalektik, nesneler arasındaki karşıtlıkta değil, düşünmenin yapısında var. düşünme kendi yapısını tecrübe ediyor. Kavramları terk etmek, yeniden üretmek, böylece akıcılığı kavramak.

 Çelişki, diyalektik düşünen için var. Ve bu çelişki aslında bir ortadan kaldırmadan ibaret. Çelişki; hareketliliğin, sürekliliğin ilkesi.

 Diyalektik, mutlak olanın kendi bilincine ulaşmak için katettiği bir süreç. Hegel, tanrının oluşumunu kavramak çabasında bunu da diyalektikle kavramaya çalışıyor. Diyalektiği ancak tanrı düşündüğünde düşünebiliriz.

 Hegel, ideden ne anlıyor?

 Onun ideden ne anladığını, geisttan anladığından ayırmanın pek imkanı yoktur. Geistın kendi içinde ya da dışında olması, bir üst düzeyde yeniden oluşması geistın ideleşmesidir.

 İde; kendi kendini gerçekleştiren kavramdır.

 İde; kendinde ve kendisi için hakiki olandır. Hem gerçek hem kavramdır. Hareket halindeki süreçtir, yaşamdır. Hem bu sürecin tamamlanması hem de sürecin kendisidir. Varılmak istenen amaçtır. Özne ile nesnenin özdeşliğidir. Kendinde olanla, kendisi için olanın çakışmasıdır. Geistın hareketliliğinde hem bu hareketlilik süreci hem de kendini doğa olarak ortaya koyması.

HEGEL’İN SİSTEMİ:

 Diyalektik şekilde oluşan sistemi 3 basamak halindedir.

 1-mantık, 2-Doğa felsefesi, 3-Geist felsefesi

 Mantık(logik); geistın kendinde ve kendisi için olduğu evredir.

Doğa felsefesi; geistın kendine yabancılaşması.

Geist felsefesi; idenin kendi içinde, kendine dönük olması.

 Mantık içinde; düşünceler, bilme etkinliği ve bilmenin mutlak etkinliği ortaya koyuluyor. Mantık; geistın kendi özünün kendi içinde olduğu evredir. Mantığın konusu; mutlak geistın doğayı ve insan geistının  yaratmadığı, kendini parçalamadığı uyuduğu evredir.

Hegel mantığı 3 evreye ayırır:

1-Varlık mantığı; konuları, nitelik- nicelik gibi ölçü cinsinden kavramlar.

2-Öz mantığı; konusu, öz ve gerçeklik.

3-Kavram mantığı; konuları, öznel kavram, nesne ve idedir.

 Hegel, varlık ve öz mantığını bir arada görüp, ikisine de ‘Objektif mantık’ der.

Kavram mantığına da ‘Sübjektif mantık’ der

Objektif mantık; bütün batı felsefesinin özelliklerini içerir yani Kant’taki ideler.

 Hegel, doğa felsefesini de 3’e ayırır:

1-Mekanik; zaman, mekan, ağırlık, kütle vs. bunların hepsi burada inceleniyor.

2-Fizik; ısı, kimyevi süreçler adhezyon, kohezyon gibi fiziğin temel konuları da burada inceleniyor.

3-Organik; burada da bitki ile hayvan incelemeleri var.

Görüldüğü gibi Hegel, bütünü kavrama çabası içinde.

  Geist felsefesinde tanrı yeniden kendini buluyor ve bu felsefe de 3’e ayrılır:

1-Sübjektif geist; konuları, Antropoloji, Fenomenoloji ve Psikoloji.

Antropolojide ele alınan konular; ırk, millet, yaşam biçimi, cinsiyet, yaş vs.

Fenomenoloji; denge, bilinç, anlama, akıl, us vs.

Psikolojinin konuları ise; zeka ve isteme.

2-Objektif geist; üç temel konusu; Hukuk, Moralite ve Ahlak.

Hukuk; genel ve herkes için geçerli olanın incelenmesi.

Moralite; tek olanın kendi iradesi ile karar verebilmesi.

Ahlak; hukuğun yıkılıp, en üst düzeye ulaşacağı safhadır. Hegel’in; devlet, hukuk ve özgürlük felsefesi buraya girer.

Özgürlük yine üç adımda:

a)Hür isteme

b)Keyfiyet

c)Genel, ideal ve doğru olanın istenmesi; bu dünya geistının özgürlüğü.

Hukuku felsefesi de yine üç adımda:

a)Aile

b)Burjuva toplumu

c)Devlet; tek olanı ezmiyor, ona özgürlüğünü sağlayan ve tek olana bütünün düzenini de bozmasına izin vermiyor. Böylece tek olan genel-geçer olanın içinde eritilmiyor.

3-Mutlak geist; yine 3 aşamada sanat, din ve felsefe.

Sanat; geistın kendini görmesi, tanıması; tek tek sanat eserlerinde oluyor.

Sanat da yine üç adımda:

a)Sembolik sanat; konusu, içerik değil, çevrenin ortaya konması.Örneğin, tapınak ve kilise mimarisi tanrının oturduğu yer olarak simgeleştiriliyor.

b)Klasik sanat; konusu, biçim ve içeriğin birleştiği plastik sanatları içeriyor. Burada tanrının ifade edilmesi sözkonusu.

c)Romantik sanat; burada artık renk, ton ve söz yani resim, müzik ve şiir sanatlarının ele alınması sözkonusu.

Artık geist ya da ide mekanda görünmüyor. Resim müzik ve şiir gibi sanat dallarında görünüyor.

Din; mutlak geistı tasarımlar. Din, tanrı bilgisidir. Tanrı bilgisi olarak da insan aklının en üst basamağıdır.( Felsefe ise mutlak olanı kavrar.) Din de 3 adımda ele alınır:

a)Doğunun doğa dinleri; tanrının doğanın özü olduğu düşüncesi ve tanrının doğada görülmesi. Örneğin, Şamanizmde doğanın açıklanamayıp, tanrısallaştırılması sözkonusu.

b)Yahudi, Yunan ve Roma dinleri; burada tanrı bir özne olarak görülür.

c)Hristiyanlık (en yüksek); 1.Baba, 2.Oğul, 3.Ruhül Kudüs(kutsal geist), bu Hegel’in sistemine çok uyar.

Felsefe; en yüksekte mutlak olanın kavrandığı felsefe, kendini düşünen idedir/mutlak geisttır. Geistın kendi kendisine dönmesidir. Doğanın ve tarihin amacına ulaşmasıdır. Felsefe bu yolu betimlemekle kalmaz, bu yolu gider. Onun yolunu gider. Onun bilgisini ortaya koyar. Bunun içinde felsefe, kendini bilen bir yoldur, süreçtir, metottur.

Metot; kendi kendisini ortaya koyan aynı zamanda buna bakan geistın kendisidir. Bu anlamda bu yol, geistın biçimidir.

Hegel’de bu sistem bir yerde durmaz. Bu oluşun günden güne bilinçlenmesi sözkonusu.

Hegel’in sistemi içinde sisteme uymayan ancak gerçeğe ait olan her şey ideal olanı, tanrısal olanı yansıtır. Güzel sanat eserleri var ama bunların hepsi çöldeki vahalar gibi.

Doğada pek çok anlamsız olan şey de var. nasıl olur da tanrı kendisini bu şekilde ortaya koyar? Doğada tanrısal olmayan pek çok şey var.

Hegel’in amacı, doğayı bilinçlendirmekse de sadece doğadaki mükemmel olanları görmüştür.

Buna rağmen spekülatif felsefenin görevi hep aynı; bütünü tek bir noktadan çıkarak anlama çabası.

  Hegel’in sistemini şematize edersek:

 I-SUBJEKTİF GEİST

      a)Antropoloji

      b)Fenomenoloji

      c)Psikoloji

     MANTIK (Geistın kendinde ve kendisi için olduğu evre)

     Varlık Mantığı + Öz Mantığı = Objektif mantık

     Kavram Mantığı = Subjektif Mantık

        

II- OBJEKTİF GEİST

      a)Hukuk,

      b)Moralite

      c)Ahlak;hukuk felsefesi(aile, burjuva toplumu, devlet)

                   .Devlet.

                   .Özgürlük felsefesi(hür isteme, keyfiyet, ideal)

 

      DOĞA(Geistın kendi kendine yabancılaşması)

       a)Mekanik

       b)Fizik

       c)Organik                           

 

III- MUTLAK GEİST (Geist felsefesi)

       ( Geist, kendilik bilincine ulaşmıştır)

      a)Sanat; sembolik, klasik  ve romantik sanat.

      b)Din; doğunun doğa dinleri, Yahudi, Yunan, Roma dinleri ve Hristiyanlık.

      c)Felsefe