Posts Tagged ‘işkence’

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

ANONİM / 1

Çarşamba, Mart 31st, 2010

ÖZLÜ SÖZLER – ANONİM

 

– Yüreğiyle düşünen olmalısın, hayatı anlamlandırmak zor değil, zor olan; “sevmek ve üretmek”.

*

Çok uzun yaşarsan, sevdiklerinin seni birer birer terkettiğini görürsün!

*

 – Çocukların kalplerindeki “tanrı”, onların anneleridir.

*

– Çocuklarla filozoflar, birbirine benzer. Her ikisi de başkalarının ne dediğine bakmadan, direkt “nedir?” diye sorar.

*

Mutluluk isteyenlerin değil, hakedenlerindir.

*

Hayal etmek, bilgiden daha önemlidir. Bugün gerçek olanların hepsi, geçmişte en az bir kere hayal edilmişti.

*

Edebiyat, hayat eleştirisidir.

*

– “İnsan beyni” bizim anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, onu anlayamayacak kadar da “aptal” olmamız gerekirdi.

*

– Küçük beyinler “kişileri”, orta beyinler “olayları”, büyük beyinler de “fikirleri” tartışır.

*

– Kimi adamların “fikirleri” vardır, kimi fikirlerin de “adamları” vardır.

Mazeret terazisinin, tartamayacağı günah yoktur.

*

– “İktidar” “gelin” gibidir, kendine ortak istemez.

*

– Deveye sormuşlar, “inişi mi yoksa yokuşu mu seversin?” diye, o da “düzün suyu mu çıktı” demiş.

*

– Deveye sormuşlar, “boynun niye eğri?” diye, o da “nerem doğru ki?” demiş.

*

– Kurda sormuşlar, “boynun niye kalın?” diye, o da “kendi işimi kendim görürüm de ondan!” demiş.

*

– Gezen kurt, yatan kurttan daha iyidir.

– Kurt kocayınca, itin maskarası olurmuş!

– Ağacı kurt, insanı dert yer.

*

– Kartala, ok değmiş o da kendi teleğinden.

*

– At izi, it izine karışmış.

– Ata et, ite ot verilmez.

– Atın ölümü, arpadan olsun.

– Boş torbaya, kısrak gelmez.

– Dere geçerken, at değiştirilmez.

– Hızlı giden atın boku, seyrek düşer.

– Yumuşak atın, çiftesi pek olur.

*

– İte bak, yattığı yere bak!

– İt ite, it de kuyruğuna buyuruyor.

– Isıracak köpek, dişini göstermez.

*

– İti an, çomağı hazırla!

– İyi adam, lafının üzerine gelirmiş!

*

– Nerde birlik, orda dirlik.

– Nerde çokluk, orda bokluk.

*

– İki çıplak, bir hamama yakışırmış.

– İki gönül bir olunca, samanlık seyran olurmuş.

*

– El elin eşşeğini, türkü çağırarak arar!

 – Eşşeğin sevmediği ot, burnunun dibinde bitermiş!

– Eşşeği seven, ossruğuna katlanır!

 – Eşek ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır.

– Mektep cehaleti alır, merkeplik baki kalır.

– Eşşeğin hatırı yoksa, sahibinin de mi yok?

*

– Bir boklu dana, bütün sürüyü boklamaya yeter.

– El danasından, öküz olmaz.

– Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa!

*

– Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış!

*

– Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır.

*

– Yılanın başını, küçükken ezeceksin.

– Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın.

*

– Ya bu deveyi güdecen ya da bu diyardan gidecen,

– Deliye laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur.

– Elalem deliye hasret, biz akıllıya!

*

– Kasap “et” derdinde, koyun “can” derdinde!

– Her koyun, kendi bacağından asılır!

*

Cin olmadan, adam çarpmaya kalkar,

hakım” diyeceği yerde de “bokum” der çıkar.

*

– İşini bilmeyen çavuşlar, sıçar bokunu avuçlar.

*

Naz ile yetişenin, “mihneti” olmaz.

Mihnetin olmadığı yerde, “aşk” olmaz.

*

– Az verme “hırsız” edersin, çok söyleme “arsız edersin.

*

– Balık, baştan kokar.

– İmam “salarsa“, cemaat orta yere yapar.

*

– Kimi insanları tanıdıkça, büyüdüğünü görürsün,

kiminin de tanıdıkça, küçüldüğünü!

*

-Erkeği toklukta, kadını yoklukta, evladını yaşlılıkta, kardeşini mirasta, arkadaşını yolculukta, dostunu zor durumda tanırsın.

*

– Yüz verdik deliye, sıçtı geldi halıya!

– Birine kırk gün deli dersen, deli olurmuş!

*

– Acele giden, ecele gider.

– Acele işe, şeytan karışır.

*

– Kötü örnek, emsal olmaz.

– Teşbihte hata, olmaz.

*

– Sağır duymaz, uydurur.

– Kelin ilacı olsa, önce kendi kafasına sürermiş!

– Kel başa, şimşir tarak.

– “Kel” ölünce “sırma saçlı”, “kör” ölünce “badem gözlü” olur.

– Körle yatan, şaşı kalkar.

– Körler sağırlar, birbirini ağırlar.

 *

– İnsanoğlu çiğ süt emmiş kimse bilmez fendini, her kime iyilik yaptıysan ondan sakın kendini.

*

– Söylesem tesir etmiyor, sussam gönlüm razı gelmiyor…

– Doğruyu söylesem sizden, yalan söylesem Allah’tan korkuyorum, suskunluğum bundandır.

– Kem söz, sahibine aittir.

*

– Akacak kan, damarda durmaz.

– Bükemediğin bileği, öp.

*

– Her dağın, kendine göre “kar”ı vardır.

*

– Dayanma gücü, galip gelme gücüdür.

*

– Bir hayali olmayanın, “ideali” de olmaz.

*

– Benim ağzım sıkıdır, sadece “camiyle kahve”nin ortasında konuşurum!

*

– Ben herkese inanırım, sadece içindeki şeytana güvenmem!

*

– Şerim şerim, üstüne işerim!

*

– Öğrenci hazır olduğunda, hocası ortaya çıkar.

*

– Taşlanacaksam, ilk taşı “günahsız” biri atsın!

*

– Zulme karşı sessiz kalmak, zulümdür.

*

– Ne verirsen elinle, o da gelir seninle.

– Dünya hayatı; “darılma” değil, “dayanma” yeridir.

– Zaman; “hesaplaşma” değil, “helalleşme” zamanıdır.

*

– Dünya malı dünyada kalır, kefenin cebi yok.

*

– Ahlâksızlığın en kötüsü, “ahlâk” haline gelmesidir.

*

– İktidar olma hırsı, maneviyatı öldürür.

*

– Cinayeti işletemiyorlarsa, “şahit” yapıyorlar.

*

– Ne yaparsan yap, haddini bilerek yap ve sen haketmiş olma.

*

Şeytan, ayrıntıda gizlidir.

– Şeytan da kariyerine melek olarak başlamıştı ama şimdi sadece bir iblis.

En yalnız insan, kendisiyle geçinemeyendir.

*

Bilgelik, emekleyerek gelişir.

*

– Afaki meselelerde “sahil” yoktur.

*

– En tehlikeli yalan, içinde bir parça doğru olandır.

-Yalancının mumu, yatsıya kadar yanar.

– Bozacının şahidi, şıracı.

– Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz.

– Bilgi kutsal, “yorum” hürdür.

– Güneş, balçıkla sıvanmaz.

*

– Hatırda kalmaz, satırda kalır.

*

– Eden kurtulur, diyen tutulur.

*

– Etme bulursun, inleme ölürsün!

*

– Ne ekersen, onu biçersin.

*

– Hamama giren, terler.

*

– Bir adamı en çok, ya düğünde ya cenazede tanırsın!

* 

– Hayatta en çok neyi istersen, o şey olur.

*

– Olmayacak duaya, “amin” denmez.

*

– Herkes, istediği kadarını alır.

*

– Ehem, mühime tercih edilir.

*

– Herşeyi çözdüğünü sandığın an, yanılırsın.

*

– Sen önünü kış tut, bahar gelirse bahtına.

*

– Olağan olan kazalardır, facialar değil.

*

– Her arayan belki bulamayacak ama bulacak olan, mutlaka arayan olacaktır.

*

– Arayan belasını da bulur, mevlasını da!

*

– Yaşam öyle bir öğretmendir ki; önce sınav yapar sonra ders verir.

*

– İnsanları olaylar değil, olaylara getirdiği yorumlar incitir.

*

İnsan, en gelişmiş ilkel yaratıktır.

*

– Zor oyunu bozar.

İş bilenin, kılıç kuşananın.

*

– En iyi savunma, taarruzdur.

*

– İnsan, kaybedeceği şeylere, fazla bağlanmamalı.

– Yenildiğinde değil, vazgeçtiğinde kaybedersin.

*

– Acı bir son yaşamak, “sonsuz bir acı son” yaşamaktan iyidir.

*

– Uzak olan kardeşten, yakın olan “dost” daha iyidir.

*

– Bir insanın ölümünden daha kötü olan, “iki insanın” ölmesidir.

*

– Fazla merhametten, maraz doğar.

– Merhamet; acımak değil, anlamaktır.

– Dinlemek, sevmektir.

*

–  İnancın, vicdanın kadardır.

*

– İnsanları, vicdanları ile cüzdanları arasına sıkıştırmak zulümdür.

*

– Herkes Hz.Ömer‘in adaletini istiyor ama kimse onun gibi yaşamak istemiyor.

*

– Barışmasını bilmeyen, kavga etmesin.

*

– Gülü seven, dikenine katlanır.

*

Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz.

*

Ahlâk; daha çok orta sınıfın uyduğu, çok zengin ve çok yoksulların ise bazen uydukları kurallardır.

*

– Azgelişmiş, yoksul ve yoksun bırakılmış toplumların da kendine özgü bir faşizmi vardır.

*

– Herkes, yargı bağımsız” olsun diyor ama kimse “tarafsız” olmasını istemiyor.

*

– Eğer bir “cezaevi” varsa, içinde kim olduğunun bir önemi yoktur.

*

Masumiyet yargılanamaz.

*

Doktor hata yaparsa bir kişi, hukukçu hata yaparsa herkes zarar görür.

*

– Terzinin hatasını ütü, ahçının hatasını maydonoz, doktorun hatasını ise toprak örter.

*

– Korkaklar hergün, cesurlar bir kere ölür.

*

Korkularımız, arzularımızdır.

*

– Korkunun ecele faydası yok.

*

Korkak insan; konuşması gereken yerde susan, susması gereken yerde de konuşandır.

*

İhtiyaç, korkakları cesaretlendirir.

*

– Dilde bir ejderha gizlidir, kan dökmeden öldürür.

*

– Zihnimin kapıları açıldıkça, yalnızlığım artıyor.

*

– Söyleme sırrını dostuna, o da gider söyler dostuna.

*

– Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!

*

– Nasıl yaşarsan, öyle de ölürsün!

*

– Hayat, kurallarını tanrının koyduğu bir oyundur!

*

– Tanrı akıllıları kendine dost, aptalları ise kul olarak yaratmıştır!

*

Olaylar insanların dışında gelişir, insanlar sadece olaylar karşısında verdiği tepkilerden sorumludur.

*

Tanrı düşüncesi, ilkel toplumlarda bilgeliği temsil eder.

*

– Şeyh uçmaz, mürid uçurur.

*

– “Ama”dan önceki herşey ya önemsizdir ya da yalandır.

*

– Bir memleketin sonunu hazırlayan, kabiliyetsiz muktedirler ile kifayetsiz muhterislerdir.

*

Diktatörlerden en büyük zararı; onu sevenler, ona ençok destek verenler görür.

*

– Aptallar söylediklerine, akıllılar söylemediklerine pişman olur.

*

Akılsız dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun daha iyi!

*

– Davacının akılsızı, mübaşire anlatır derdini.

*

– Zekâsını farkeden için en büyük zaaf, şımarmasıdır.

*

– Biz kuşbakışı diyoruz, o kuş gözüyle görmeye çalışıyor!

*

İyimserler her felaketi bir “fırsat”, kötümserlerse her fırsatı bir “felaket” olarak görürler.

*

– Ne kadar geriye bakabilirseniz, o kadar ileriyi görebilirsiniz.

*

Ekonomi, iktisatçılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.

*

– Onlar paralarını, ben anılarımı biriktirdim.

*

Az para dövüştürür, çok para seviştirir.

*

Tecrübe, yediğin kazıkların toplamıdır!

*

– Aklına satmayı koyanlar, alıncaya kadar ya ürünü değiştiriyor ya bizi.

*

Sabır acıdır, meyvası tatlıdır.

*

Beklemek, kavuşmaktan iyidir.

*

Vuslat ertelendikçe, şehvet artar.

*

Umut ertelendikçe, yerini işkenceye bırakır.

*

Nostaljinin fazlası, gelecekten kopmadır.

*

Karakter olduğun, itibar sandığın şeydir.

*

Dahilik ile delilik komşudur.

*

– Elinde çekiç olan, her şeyi çivi zannediyor.

*

– Gecenin en karanlık olduğu an, sabaha en yakın olduğu zamandır.

*

MARTİN HEİDEGGER ve ‘METAFİZİK’

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

 MARTİN HEİDEGGER  (1889-1976):

 

1889 da Güney Almanya’da doğuyor. Önceleri teoloji öğrenimi daha sonraları da (1913) felsefe ve kültür bilimleri eğitimi görüyor. 1976 da doğduğu yerde ölüyor.

Sorduğu temel soru; varlığın anlamı ne?

Bütün amacı Platon’un sözünü ettiği; varlık hakkındaki devlet savaşını yeniden canlandırmaya çalışmak.

‘Vardır, is, esse, -dır’ dediğimizde ne kastediyoruz?

Bu ‘varlık’ dediğimiz şey insanın karşısına nerede çıkıyor?

Varlık, dediğimizde herkes bir şey anlıyor. Bu varlık anlayışı, günlük dilde, nesnelerle uğraşmada… kendini gösteriyor. Peki ama ‘varlık anlayışı’ olan varlık ne?

Dünyada varlık anlayışına sahip bir tek varlık var o da, insan. Bu nedenle Heidegger, varlık anlayışını çözümleyebilmek için insanın analizine gidiyor. Soyut bir insandan yola çıkmıyor. Sorusu ne insan ne de amacı antropoloji.

İnsanın somut, günlük yaşamından yola çıkıyor. Geist vs. açısından insana bakmıyor. İnsan bir takım imkanlarını kullanarak, planlayarak varlığını sürdürüyor. Onun bir dünyası var ve bu dünyada diğer insanlarla yaşamak zorunda. Dünya, kendisini insan sayesinde insana açıyor.

Bu bilimde, insan varlığının fundemental ontolojisi ile uğraşıyor. Heidegger, insanın dünya içinde oluşunu onun günlük hayatıyla analiz etmeye çalışıyor.

Vardığı sonuç şu:

İnsan öncelikle ve çoğunlukla kendinde değildir ve o biridir (das man). İnsan günlük yaşamda kendinde değil. Kişiye ne yapmasını hep birileri dikte ediyor. İnsan günlük yaşamda hep o birilerinin ellerine terk edilmiştir. Kişi bir sayı olarak var bir insan olarak yok.

İnsanın görevi bu durumdan kurtulmak, insan olmak. İnsan içinde bulunduğu durumu çeşitli şekillerde kavrayabilir.

Bu çeşitli durumlardan bir; korku. İnsan korku içinde ölümün kaçınılmazlığını hisseder. Bu korku temelde, ölüm korkusu. Korku içindeki insan,  kendini hiçle karşı karşıya hisseder. O ölümün içine terk edilmiştir. Ölüm korkusu ile her şey sağlam temelini yitirir. İnsanı, bu birinden kurtaran vicdanının sesi. İnsan kendini, kendi kararı ve özgürlüğü ile kurtarır ve gerçekleştirir

‘İnsan kendini ölüme giden bir kararlılıkla gerçekleştirebilir’. İnsan yaşamak için, kendisi olmak için karar veren bir varlık.

2.Safhada Heidegger, insandan ve onun varlık anlayışından değil, varlıktan çıkarak varlığa bakmak gerektiğini anlıyor. Burada Heidegger, geri dönüş yapıyor.

‘Asıl konu varlık ise insandan ancak ikinci derecede bahsedilebilir. O halde merkezde varlık olmalı, insan değil’.

Heidegger, insanı merkeze alan tüm felsefelere karşı çıkıyor. Öznenin merkezde olması anlayışı, yeniçağın sübjektivizminden  itibaren var ve bugüne kadar da geliyor.

Heidegger’de insan ‘otonom’ bir varlık değil. İnsan, varlığa bağımlı. İnsan, varlığı dile getirebildiği sürece var. Varlığı açığa çıkarabildiği sürece var.

Ona göre varlık, bir dünya temeli değil; bir tanrı hiç değil. Varlık, nesneye indirgenemez, bir nesne gibi düşünülemez. Varolan ile varlık arasındaki ontolojik fark, tüm batı metafiziğinin unuttuğu ve birbirine karıştırdığı şeydir.

Varlık; belirli bir şekilde açığa çıkmak, hakikat olmak, gizli olmamak, açıklık.

Varlık, insanın yaptığı bir şey değil. Varlık, kendini ortaya koyuyor ve çekiyor.

Varlık, süreç halinde, Tarih, onun tarihi; ‘varlık tarihi’.

Varlık nasıl oluyor da, aynı insan çeşitli varlık anlayışlarına sahip olabiliyor? Çünkü varlık, öyle istiyor. Varlık kendini o toplumda öyle tanıttığı için, farklı toplumlarda insanlar, farklı varlık anlayışına sahip oluyorlar.

Varlık, ‘olagelme’ ancak bu olagelme, bazen saklı bazen de açık.

Varlığın sesini duyanlar; şairler ve düşünürler. Ancak onların düşünüşüne de yön veren varlığın kendisi.

 

           METAFİZİK NEDİR ?

 

Hiç nedir? Diye sorduğumuzda ‘nedir’ varolana yönelik olduğundan aslında hiçi değil, yine hiçi bir varolan olarak anlıyoruz. Bu nedenle bu soru kendi kendisini nesnesinden ediyor. Mantık kuralları, bu soruyu sorgulamamızı bize yasaklıyor. Mantık kuralları, hep bir şey üzerine düşünmektir. Bu nedenle bu soruyu sormaktan ziyade soruyu açarak genişletmek gereklidir.

O halde biz hiçi, anlama yetisinin sınırları dışında bırakarak nasıl belirleyebiliriz?

Hiç; varolanın bütününün tam bir değillemesi değildir. Bu tanım, günlük dilin mantıki bir tanımıdır.

Hiç; değil ve değillemeden daha köklüdür. Hiç yine kendi kendisinde yatmaktadır.

Araştırılan, ilişkiye girilen, tavır yöneltilen; hep varolandır. O halde hiç, bizi neden ilgilendiriyor?

Bilimin ilişkiye girdiği, bilimsel tavrını yönelttiği sadece varolanlardır. Dünya ilişkisinin yöneldiği sadece varolan; başka bir şey değil.

Bilim, bizim sadece varolanlarla ilgilenmemizi istiyor. Bunun dışında başka bir şeyle ilgilenmemizi istiyor. Bilim, hiçi yok sayıyor. Böylece bir çatışma içine giriyoruz. Acaba hiçi yok sayma bilim adamının inisiyatifinde mi? Bilimadamını varolana yönelten nedir?

Cevap; hiç, hiçin hiçmesi. Aslında bilim adamının hiçi reddetmesi onu varolana yöneltiyor.

‘Hiç, bilim adamı için dehşet ve hayalden başka bir şey değildir’.

İnsanların varolanlara yönelmesi, varolanın çekici olması, hiçin ise itici olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan hep para kazanmak daha rahat yaşamak istiyor. Bu istek, bu varolanların çekiciliğinden doğmaktadır.

‘Varlık nedir?’ sorusu da en az ‘hiç nedir?’ sorusu kadar metafizik bir sorudur.

Varlığın meskeni dildir. O meskende ise sadece insan oturuyor. Aslında bilim varolana yöneliyor ama neye yöneldiğini de bilmiyor. Varlığı unutmuşlar. Önemli olan ‘varlık nedir?’ sorusunu yeniden canlandırmak.

Bilim, varlık üzerine düşünmüyor. Yaptığı sadece tek tek varolanlar üzerine yönelmek. Bilim bu tek tek varolanları varlık olarak görüyor. Bu nedenle bilimin mahiyet temelinin kökü kurumuştur. Bilim varlığı unutmuş, düşünmüyor. Üstüne üstlük bir de bilimde uzmanlaşmaya gidilmiş.

Hiçi düşündüğümüzde, düşünmenin doğası gereği her şeyi hep bir şey olarak düşünüyoruz. Böylece hiçi düşündüğümüzde, hiç de anlama yetisinin sınırları içinde kalıyor. Başka türlü de olamaz zaten.

Bir şey ya vardır ya da yoktur. Bu mantıkta çelişmezlik ilkesi. Bu ilkeden hareketle mantık, bu ‘hiç nedir?’ sorusunu yerden yere vurur. Çünkü hiçi düşünme, düşünmenin doğasına aykırıdır. Düşünme, hep bir şeyi düşünmedir.

Anlama yetisi araç, düşünme de yol olduğuna göre ‘hiç nedir?’ diye soramayız.

Hiç, varolanın bütünü bizim içimizi kapladığında ya da sıkıştırdığında ortaya çıkar. Gerçek anlamda bir iç sıkıntısı ya da bir sevinç anında ‘hiç’ kendini ortaya çıkarır.

Hiçi bize gösterecek temel heyecan; ‘korku’dur.

Bir an için varolanın, bizim için yok olması, ayağımızın altındaki sağlam temelin çekilmesi bizi sallantı içinde bırakır. Aslında bizi sallantı içinde bırakan hiçin ta kendisidir. Bu sallantı gerçek iç sıkıntısıdır. İşte o anda ‘ona bir şeyler oluyor’ deriz.

İç sıkıntısı ve sevinç; varolanın tecrübesini, korku ise hiçin tecrübesini verir.

Varolanın tümü ortadan kalktığında, tek tek senler, benler de ortadan kalkıyor. Bu nedenle ‘ona bir şey oluyor’ deriz.

Heidegger’de korku; sadece hiç. Korku dile getirilemez, sadece tecrübesi edilir.

‘Saf varolma’; hiçin tecrübesini edinmiş olan tek insanın hali. Bilim, sanat… tarafından belirlenmiş bir varolma değil; insanın hiçbir şeye tutunamadığı, sarsıntıdaki insanın, kendi kendine bırakılmış insanın sadece kendisine tutunması. Aslında bu durum, hiçin tecrübesidir.

Heidegger’de, ‘varolanların bütünü’, beni saran bütün varolanlar, evrendeki bütün varolanlar değil, günlük yaşamda gölgede kalan veya aydınlıktaki beni saran bütün varolanlar.

‘Bizim varolmamız, bilim tarafından belirlenmiştir. Bizi varolana yönelten; bilimin, mantığın reddettiği hiçtir. Bizim varolanla ilişkiye girmemizi sağlayan; hiçin hiçmesi. O zaman hep korku içinde sallanmamız mı gerekiyor? Oysa biz korkunun ender olduğunu söylemiştik’.

Heidegger, bu problemi şöyle çözüyor:

‘zaten biz hep varolanla ilişki içindeyiz. Korku ile hiçin tecrübesini ediniyoruz.

Hiç kendini nasıl gizliyor? Hep varolanla ilişki içinde olduğumuzdan, varolan tarafından hapsedildiğimizden, hiç kendini gizleyebiliyor. Hiç, bizi kendinden itmekle gizliyor. Hiç bizi ittikçe, biz varolana yöneliyoruz ve itildiğimiz bu varolan

içinde kaybolmamızla hiç kendini gizliyor.

Heidegger’e göre, ‘değil’ ve ‘değilleme’ aslında hiçden çıkar. Oysa mantık be bilime göre hiç, değillemeden çıkar deniyor.

Değilleme, hiçin hiçmesinden fışkıran değil de, onda temelini bulur. Değilleme, değili kendisinden çıkaramaz.

Neden ‘değil’ kökenini hiçte buluyor?

Günlük hayatta bize hiçin hiçmesini gösteren; tiksinme, mahrumiyet, işkence, ölüm, hayır deme, bütün karşı koyucu eylemler ve negatifler (bunlar hiçen davranışlar). Korku, hiçi açığa çıkarıyor.

Korku, insan varlığı içinde bir imkan, her zaman orada fakat uyumaktadır. İnsan bu korkunun farkında olabilir.

Heidegger’e göre hiç korkusu, en az işi başından aşkın olanın, ‘evet evet’inde ve ‘hayır hayır’ında, en kolay baskı altında, en emin de temelde cesur olan varolmada, bu ölümünedir.

Hiç – insan ilişkisi; hiç varolanın bütünü içinde bir tek varolanla ilişkiye giriyor o da; insan. Hiç ile insan arasındaki ilişki çift taraflıdır. İkisi de birbirinin içindedir. Karşılıklı bir ilişki vardır.

Hiç- metafizik ilişkisi: metafizik, bütününün ötesine geçmektedir.

Heidegger’in amacı; bilimin reddettiği metafiziğin, bilimi belirlediğini göstermek.

Bilim her zaman varolanı soruyor ama varlığı sormuyor. Heidegger’in doğrudan varlık nedir? diye sormayıp, ‘hiç nedir? diye sorması; varlığın unutulduğunu göstermek içindir. Varolanın ötesine geçmek için, varlık sorusunu tersten alıyor.

‘Batı dünyası, varlık kadar hiçi de unuttu’.

Heidegger’de asıl soru; ‘varlığın anlamı nedir?’ sorun bu.

Bunu nasıl soracağız, varolanın kendinden çıkarak mı? Hayır, böyle yaptığımızda varlık; geisttır, substanstır vs. diyor. Bu seferde tam tersinden bakalım diyor. Yani hiçten yola çıkalım, çabası bu.

Heidegger’in metne soru ile başlayıp soru ile bitirmesinin amacı; soruyu diri, canlı tutmak.

Olagelme; hem insanı hem de varlığı içine alan bir süreç. Varlığın kendini yayma biçimi. İnsan bu durumun farkına varan tek varlık.

‘Metafizik bir varlık anlayışıdır. Bu varlık anlayışına sahip olan ise insan. Bu insanın doğasına ait’.

‘İnsan varoldukça felsefe yapmak belirli tarzda gerçekleştirir’. (Platon)

Heidegger, Jaspers’in tabiriyle bir sınır durumunda iş yapmaktadır.