Posts Tagged ‘iyi insan’

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

ORTAÇAĞ FELSEFESİ

Salı, Şubat 16th, 2010

 

              ORTAÇAĞ FELSEFESİ

          

                YENİ PLATONCULUK

 

 Adından anlaşılacağı gibi bu felsefe, Platon’u esas almıştır. Zira Platon o zamana kadar mistik yönü ağır basan en büyük filozoftu. Bu akım Platon’un yanı sıra, Aristoteles ve Stoa okulundan da etkilenmiştir. Kendisi de, İslam felsefesine büyük etki yapmıştır.

  Plotinos’un felsefesi, maddi olan her şeye karşı cephe alan bir felsefedir. Antik felsefenin değer verdiği hayat anlayışı bu düşünce içinde tamamen manevi ve deruni bir mahiyete bürünmüştür.

 

  PLOTİNOS (205-270) :

     

     Bu akım, antikçağ ile ortaçağ arasında bir köprüdür.

 

  BİR

  á â

 AKIL

  á â

 RUH

  áâ

DOĞA

Ruhun birinci parçası yukarda kalır. İkinci parçası sonsuza dek yürür. İlk yaşamdan çıkmış ikinci yaşamdır. İleriye yürüyen ruh, yukarda kalanla eşit değildir. Ruhun bu ilerleyişi, seyredalmadır ve sınırsızdır.

Akıl, ruh aracılığıyla yeryüzüne iniyor. Her bir ruh, hangi beden en çok kendisine benziyorsa gidip ona yerleşiyor. Böylece ruh da düşüş görüyoruz ama yine de başı yukarda kalıyor. Birinci ruhla alakasını kesmiyor. Fakat derecelerde farklılık oluyor. Her bedende eşit ruh yok. Ruh, akıldan aldığı paylarla faklı farklı bedenlere yerleşiyor. Ona göre ruh, ancak bedenden kurtulursa, ‘BİR’i (tanrıyı) görür.

  Plotinos, kendisinin bu olayı 4 defa gerçekleştirdiğini söyler.

  Akıl, tanrıya bakar, tanrıyı görür, o tanrının bağışlarının bir bütünüdür. Kendisi de tanrının bir bağışıdır.

  Ruh, tanrıyı ne ölçüde görüyorsa, biliyorsa; o ölçüde aklın bilgisi de kuvvetli oluyor. Demek ki; bütün nesneler, düşüncenin ve anlığın izleridir. Anlık/akıl, kendi içinde içsel bir edim. Doğrudan tanrı ile ilgilidir. Ruhsa, dışsaldır. Kendisine yükleyebileceğimiz tek şey edimde bulunmasıdır. Ruh ile akıl edimselliği bakımından birbirinden ayrılmaktadır.

   Doğa, seyredalarak sadece şeyleri meydana getiriyor. Tabi doğanın kendisi de bir seyredalmadır. Plotinos ruhu; ‘annesi’, yukarıdaki şemayı da ‘babası’ olarak nitelendiriyor.

 “Bu varlıklar, bir seyredalmadan doğarlar ve ben de onlardan doğarım. Ama onların ediminden değil, varlığından doğarım. Her şey ‘Bir’in seyredalışıdır”.

      

  Hayvan nedir? İnsan nedir? (Enneadlardan):

 

 “Haz, elem, tiksinti, güven, korku.. bunların hepsi birer duygudur. Acaba bunlar ruhta mı, yoksa bedeni kullanan ruhta mı ya da ikisinin bileşiminde bir şeyde mi?

 Önce ruhun, ruh olup olmadığı araştırılmalıdır. Acaba bu şey, ruhun varlığından başka bir şey midir? Başka bir şeyse ruh, bir bileşiktir. Ama ruhla, ruhun varlığı aynı şey ise, ruh bir formdur/ideadır. Kendinden başka bir şey meydana getirmesi, karışıma girmesi sözkonusu değildir. Onun içkin ve kendi içinde bir aksiyonu vardır. Akıl bu aksiyonu bize gösterir. Öyleyse ruhun ölümsüz olduğunu söyleyebiliriz. Ruhun ‘idea’ olduğunu söylemekle, ölümsüz olduğunu söylemiş oluruz. Ölümsüz olan bu varlıkta ‘pasif haller’ yoktur. O kendi dışındakilere bir şeyler verir. Fakat sadece kendisinden üstün olan şeylerden, bir şeyler alabilir. Böyle bir şey korkmaz. Çünkü; ‘korku’ pasif bir haldir. Bir öz hiç bir şeyle karışmaz. O, kendinde olmayanı niçin istesin? Kendi olmayanı istemek, varlığını kaybetmeyi istemektir. 

  Ruh bedene geçti diye bedenin pasif hallerinde de bulunmayacak demek değildir. Ruh, bir cevher olduğu için beden ayrı bir formdur. Pasif halleri, ruhtan çok bedene vermek gerekir.

 İstemenin, acı duymanın ruhla bir ilgisi yoktur. Böyle olan daha çok hayvandır.

 ‘Asıl insan’ akıllı ruhla birdir. Asıl insan dışındakiler, hayvandır. Asıl insan, bedenden ayrı ruhla birdir ve zihin erdemlerine sahiptir. Alışkanlıkla ilgili, zihni olmayan erdemler, bileşiğin erdemleridir. Bileşiğin duyduğu dostlukla, asıl insanın duyduğu dostluk farklıdır.

 Akıl her zaman kendini görür. Biz ancak ona dönersek onu görürüz. Anlık, akıl yürütmeye gerek görmez, parçalı da değildir. Yaşamı bir başkasına muhtaç da değildir. Fakat bizim yaşamımız parçalıdır ve yaşamak için başka şeylere de ihtiyaç duyarız. Anlıksa, başka şeylere hayat verir.

  Her şeyi doğuran Bir’dir/tanrıdır. Fakat kendisi doğurduklarının hiçbiri değildir. Ne delinir, ne dinlenir, ne bir yerdedir, ne bir zamandadır ne de bir nesnedir. Sadece O kendindedir. Bütün özellikler Ondadır. O ne düşünülerek ne de sözle bilinir. Çünkü; söz, anlattığı birliğin dışında çokluktur”. Biz Bir’i ancak Plotinus gibi seyredalmayla bilebiliriz. 

 

 Edemler, zihni erdemler ve medeni erdemlerdir. Asıl insan (akıllı ruha sahip insan); zihni erdemlere, asıl olmayansa; medeni erdemlere sahiptir.

  Medeni erdemler; yiğitlik,bilgelik, ölçülülük, adalet.. kaynağı yalnızca ruhta bulunan erdemlerdir.

  Ruh; kötülüklerden, kendinde erdemler bulunan tanrıya benzemek ve ona doğru kaçarak kurtulur.

  Medeni erdemlere sahip insan, kendinde olanın tanrılık varlığın hepsi olduğunu  sanır. Ruh kendini, tanrı diye satarak kandırır.

  Yetenek ruhtadır. Çünkü; tanrının buna ihtiyacı yoktur. Bilgelik ve tedbir iki türlüdür; bazen zekada bazen ruhtadır. Zekada bulunduğunda erdem olmuyor. Ancak ruhda bulunduğunda erdemdir. Kendiliğinden erdem dediği ise, erdem ideasıdır. Bilge dediği insan, asıl insandır. Medeni erdemlere sahip insan; olsa olsa ‘iyi insan’dır.

  Plotinos’a göre diyalektik, filozofun yürüdüğü yoldur. Hakikati bilmenin yolu; eğitim sistemidir. İdeaları bilmeyi sağlayan yolsa bilgelikle gelen bir yetidir. 

 

   PATRİSTİK DÖNEM:

 

    Hristiyanlığın dogma ve prensiplerini, filozofların hücumuna karşı savunma durumunda kalması sonucunda, hristiyanlık bazı filozofları yetiştirmişti. Düşünce tarihinde bu döneme ‘Patristik Felsefe’ denir. Bu felsefe, kilise babalarının felsefesidir. Bu dönem, 2. ve 6 .yy.lar arasında hristiyan doktrininin temellerini kurmaya çalışmış olan hristiyan filozoflarıdır.

                                                                 

  AUGUSTİNUS (354-430):

 

  ZAMAN GÖRÜŞÜ:

 

 “Zaman, salt bir varlık değil, insanın kafasının içindedir. Yeri ve göğü tanrı yaratmıştır. Zaman, sonsuz değildir. Sonsuz olsaydı, ebediyet olurdu.

  Öyleyse zaman nedir?

 Hiç kimse sormadığında biliyorum, sorduğunda ise

bilmiyorum. Yokolmak yoksa, geçmişi biliyorum. Yeni oluşacak bir şey yoksa geleceği de biliyorum, demektir.

 Zamanda şunu anlayabiliriz; oluşacak olmasından, geçmişe karışıp yok olması.

 Bir şeyin varolmasını yok olmasına bağlıyoruz. Varolan geçmişte yokolursa, zaman olmaz. Yok olmazsa da zaman değil, ebediyet olur. Çünkü; zaman, varolma eğiliminde değildir.

 ‘Uzundu’ sıfatını ancak şimdiki zamanda söyleyebiliriz. Çünkü; öbür taraflar yokluk. Ne, olacak şeyler ne de geçmiş şeyler var değildir. Zamanı 3’e bölmek yani geçmiş, şimdi, gelecek demek de doğru değildir. Olsa olsa; geçmiş şeylerin şimdisi (bunun ruhtaki yeri bellektir), şimdiki şeylerin şimdisi (görme, göz önünde olma), ve gelecek şeylerin şimdisi(bekleme).

  Bu 3’ü sadece ruhta vardır. Ruhun dışında görmemekteyiz”.

 

  YARADILIŞ’ adlı esrinden:

 

 “Sen yoktan bir şey yaratın. Başlangıcı sen yaptın. Yeri ve göğü sen yarattın. Ama yer ve gök senin kendinden yaratılmış bir şey değildir. Eşit olsa sana eş olurdu. Ama yaratanla yaratılmış eş olamaz. Ve yoktan yeri göğü yarattın. Çünkü; senin yüceliğin ve iyiliğin var.

  Yeri ve göğü iki türlü şey olarak yarattın; biri sana daha yakın olarak, diğeri hiçliğe daha yakın olarak yarattın.

 Fakat bir de göklerin göğü, senin içindi tanrım. İnsanoğluna verdiğin yer, bizim şu anda gördüğümüz ve duyumsadığımız gibi değildi. Çünkü; görünmezdi, fomsuzdu. Eskiden bir derinlik vardı, üzerinde hiçbir ışığın olmadığı bir karanlık vardı. Çünkü; suların şimdi görülen bu derinliği, kendi derinliklerinde bir ışığa sahipti. Suyun üstünde karanlık vardı. Suyun derinliklerinde doğası ışık vardı. Suyun içinde sürünen balıklar tarafından algılanabilen. Ama bu derinlik hiçti Çünkü; şimdiye kadar tamamen formsuzdu. Sen dünyayı hemen hemen hiçe yakın bir şeyden maddeden yarattın ki, insanlığın hayran kalacağı harikulade şeyler yapıyorsun. Çünkü; bu cisimsel gök olağanüstüdür ki, suyu ve suyu birbirinden ayırıyor.

  İkinci gün, ışığın yaratılmasından sonra dedin ki; olsun, o oldu. Suyu ve suyu ayıran gök oldu. Senin gök diye adlandırdığın gök ki, bu yer ve denizin göğüdür.

  Üçüncü gün, görünür bir şekil vererek gök görünür oldu. Bu günlerden önce yeni bir gök yarattın bizim göğümüzü.

   Senin başlangıçta yarattığın göklerin göğü, entelektüel(akıllı) bir yaratıktır. Her ne kadar senin ebediliğinle aynı olmayarak fakat senin ebediyetinden pay alır ve senin en mutlu seyredalmanda değişebilir olmaktan alıkoyar. Ve hiçbir düşme olmaksızın ilk yaratılandan bu yana sana yapışık olarak tüm zaman değişimlerinin ötesinde yer alır.

 Ve şimdi üçlü birlik bana bir bulanıklık içinde göründü. O görünen şey sendin tanrım. Çünkü; sen babasın ve üçlü birlikte, bizim bilgeliğimizin başlangıcısın ki, senin bilgeliğin senden doğmuş olan ebediyetinle aynı olan, senin oğlundur bu birlik. Ben şimdi babayı görüyorum ve anlıyorum ki, tüm bu şeyleri yapan odur. Ve başka bir güç altında oğlu görüyorum ki, tanrı onda tüm şeyleri yaratmıştır.

 Ve tanrının üçlü birlik olduğuna inanarak, senin ruhunun suyun üstünde hareket ettiğini görüyorum.

 Tanrım, baba, oğul ve kutsal ruhtur ki üçü bir birliktir. Senin ruhun suyun üzerinde geziniyor. Bana üçlü birlik göründü”.

 

KONFÜCYUS

Çarşamba, Şubat 10th, 2010

KONFÜCYUS

(GÖNDEREN; KEMAL AĞI – 10 ŞUBAT 2010)

Kurduğu felsefe ekolü ile bugün bile Çin toplumuna yön veren Konfüçyüs, 2 bin 560 yaşında. Filozofun sözleri bugün de milyonların yolunu aydınlatıyor.


M.Ö 551–479 yılları arasında yaşayan Konfüçyüs, yaşadığı dönemde büyük bir karmaşanın hüküm sürdüğü coğrafyada öğretisini, topluma bir düzen getirmek ve insanları kişisel yaşamlarında mutluluğa ulaştırmak amacıyla  geliştirmiştir.

Ana teması insancıl düzen olan öğretisine göre iyi insan; dünyayla uyum içinde yaşayan insandır.
Bugün, Konfüçyüs’ün doğum günü olarak kabul ediliyor ve Çin’de çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. İzleyicileri tarafından bugüne taşınan ve milyonlarca insanın hayatında rehber olan Konfüçyüs’ün sözlerinden bazıları :

-Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.

Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.

Aradığını bilmeyen bulduğunda anlayamaz.

Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma.

Dal rüzgârı affetmiştir ama kırılmıştır bir kere.

İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser.

Konuşmaya layık olanlarla konuşmazsanız, insan kaybedersiniz. Konuşmaya layık olmayanlarla konuşursanız, söz kaybedersiniz. Bilge olan kişi, insan kaybetmez, söz de kaybetmez.

Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız.

-Arsız güçlü olunca, haklı suçlu olurmuş.

Karanlığa söveceğine, kalk bir mum yak.

– Gerçek bilgi, cehaletin sınırını bilmektir.

Susmak, insanı ele vermeyen sadık bir arkadaştır.

Üstün insan, konuşmadan önce eyleme geçer ve sonra eylemine göre konuşur.

Bilgi özgüveni, özgüven ise gücü yaratır.

Çizik bir elmas, çizik olmayan bir çakıl taşından daha iyidir

Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.

Alkışı en sessiz şekilde karşılayan, alkışı hak etmiş demektir.

Bir milleti tutsak etmek isterseniz, onun müziğini çürütün.

Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olmaz ise; insan da acı çekmeden olgunlaşmaz.

Faydalı insan odur ki boş durmayı sevmez, kişiliğini faydalı işlerle geliştirir.

Güçlü olan, sayıca kalabalık kitleler değil, eğitimli kitlelerdir.

İyi insanlar, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur.

Fedakârlıklar, senden başkası bilmiyorsa değer taşır.

Kitleler cezalarla düzene sokulursa yozlaşmış olur, karizma ve nezaketle yönetilirse bilinçli ve dürüst olur.

Bir şeyi bildiğin zaman, onu bildiğini göstermeye çalış. Bir şeyi bilmiyorsan, onu bilmediğini kabul et. İşte bu bilgidir.

Eğitimli insanın hedefi daima yüksek olur. Küçük işlerle küçük insanlar uğraşır.

Kendisini eleştirebilen insanlar doğruyu ve güzeli bulma konusunda daha şanslıdırlar.

İrade öyle değerli bir özelliktir ki bir ordu komutansız kalsa da kişi iradesinden yoksun kalamaz. İradeli insan davranışları tutarlı insandır.

İyi yönetici olmanın sırrı dört yanlıştan kaçınmak, beş doğruyu uygulamaktan geçer. Dört yanlış şunlardır: nasihat etmeden infaz etmek (gaddarlık); öğretmeden başarıyı ölçmek (kabalık), yönetimde gevşek olup sınırlar koymak (art niyet), özlük haklarının dağıtımında cimri davranmak (bürokrat olmak). Beş doğru ise şunlardır: müsrif olmadan eliaçık olmak; gocunmadan çalışmak; haris olmadan istek duymak; mağrur olmadan rahat davranmak; ürkütücü olmadan saygın olmak.

– Ben dersimin bir yönünü anlattığımda o diğer iki yönünü kendisi çıkaramıyorsa, dersimi bir daha tekrar etmem.

– Kendi kusurlarını affetmeyen adamın, bütün kusurları affedilebilir.

– Müzik, ruhun gıdasıdır.

– Kayıksız nehir geçmeye çalışanla, kılıçsız aslana saldıranla, ölüm karşısında kaygı duymayanla yola çıkılmaz.

– Bir yerin nasıl yönetildiğini anlamak için, o yerin anayasası olan müziğine bakın.

– Niye o meyvayı taşlıyorsun, günü geldiğinde zaten kendiliğinden düşecek. Bırak o adamı, öldürmeye çalışma günü geldiğinde zaten ölecek.

-Kaybetmemek için zaaflarınızı, kazanmak içinse gücünüzü bilin.

-Nereye gideceğini bilmeyen adam, evinden çıktığı anda zaten kaybolmuş demektir.

– Hükümdar adilse, kanunlara gerek yoktur. Adil değilse, kanunların bir anlamı yoktur.

– Medeni bir insanın yasaya ihtiyacı yoktur.

– Güçlü olan, zayıf yanını herkesten iyi bilendir. Daha güçlü olan ise, zayıf yanına hükmedebilendir.

– Gülümsemenin ardındaki hüznü, öfkenin ardındaki pişmanlığı, sessizliğin ardındaki nedeni görebilen insana güvenin.

– İşini severek yapan, bir gün bile çalışmış olmaz.

– Ya bir yol bul, ya bir yol aç ya da yoldan çekil.