Posts Tagged ‘Kişi hakları’

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

İ.KUÇURADİ, ‘İNSAN HAKLARI’-1

Çarşamba, Ağustos 19th, 2009

 

 İnsan hakları nedir?

 İnsan hakları, insanların tarihe getirdikleri bir fikirdir. İnsanlara ilişkin bir takım taleplerdir.

 Belirli tarihsel koşullarda aynı talepler farklı olabilir. Bu ideleri hep yeniden kavramak, onlara neyin kastedildiğini, neyin talep edildiğini saptamak, dile getirmek gerekir.

 Tarihsel koşullarında saptandığında, içi boş kavramlardır.

 

 Tarayıcıları bakımından haklar:

 a)Kişi hakları,  b)Grup hakları

 

 Kişi hakaları:

a)Temel haklar,  

b)Yurttaşlık hakları; tanınan haklar. Bir devletin yurttaşlarına tanıdığı haklar.

    Ekonomik, sosyal ve siyasal haklar.

 

 Temel Haklar:

 

 İnsan haklarını sadece bu haklarla sınırlandırmamız gerekir. (İ.K)

 Kişilerin sırf insan olduklarından dolayı sahip oldukları haklar ya da kişi oluşları nedeniyle getirilen talepler.

 Temel haklar, karşımıza gereklilik önermeleri olarak çıkıyor daha özel olarak ise eylem ilkeleri şeklinde ortaya çıkıyorlar. Şunu yapmak gerekir, şunu yapmamak gerekir, diyor.

 Örneğin, “hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz”, “işkence yapılamaz”, “kanun önünde herkes eşittir” gibi.

 

Önermeler:

 a)Düşünceler,  b)Bilgisel önermeler.

            â

    Pratik ilkeler:

 a)İsteme ilkeleri.

 b)Eylem ilkeleri (İnsan Hakları).

 

 İnsan hakları önermeleri, doğrulanıp yanlışlanamazlar. Ancak bir bilgiyle ya da bilgi olmayan bir şeyle temellendirilmeleri gerekir.

 

 İnsan Hakları:

 

 a)Doğrudan doğruya korunan haklar; bazı şeylerin yapılmamasını talep eden haklar. Kişinin rahat bırakılmasını (dokunulmazlık) talep eden, fiili bir hareketi gerektirmeyen haklar.

 b)Dolaylı korunan haklar; korunması eylemi gerektiren haklar.

 

 İnsan hakları herkes için geçerli ilkler de değildirler. Çünkü ilkeler gerçek şeyler değildir. Bu nedenle insan haklarının gerçeklikte olmaları sözkonusu değil. Dolayısıyla objeleri yoktur. Onun objesini biz yaratıyoruz. Kimse bu ilkelere uymazsa, kağıt üzerinde fikirlerden, taleplerden başka bir şey kalmaz.

 “Hiçbir insana işkence yapılamaz” diye gerçeklikte bir ilke yok. Sadece fikir olarak var. Bir gereklilik önermesidir. Bunun içinde sadece bilgi konusu yapılabilirler. Bu bütün pratik ilkelerin özellikleridir.

 Yukardaki önermede temellendirecek olan gerekliliktir. Neden yapılması ya da yapılmaması gerekir.

 Eylem ilkelerin hepsi, bir düşünce ve bir çıkarım ürünüdürler. Daha doğrusu indüktif çıkarımlardır. “Şöyle yapmak gerekir ya da yapmamak gerekir” hep indüksiyonla çıkarılıyor. Örneğin, yapılmaması gereken bir davranışı yapanların çoğu zaman zarara uğradıklarını görüyoruz ve “yapmamak gerekir” diyoruz.

 Kırmızı ışıkta geçip zarara uğramayabilirsin ama uğrama olasılığı çoktur. Kırmızı ışıkta geçmediğin halde de kazaya uğrayabilirsin ama uğramama olasılığı daha fazladır. Yani ihtimalin azlığı ya da çokluğu sözkonusudur. Bu önermeler ampiriktir. Bir gereklilik önermesi yarar-zarar istatistikleri ile temellendirilebilir. Temellendirmede bu anayollardan biridir.

 İndüktif çıkarımlar, tek tek yapılan davranışların etkilerinin sonucuna bakılarak yapılan çıkarımlardır.

 İnsan hakları, belli tarihsel koşullarda insanın değerinin bilgisiyle yapılan çıkarımlardır. Tarihsel koşullara göre zamanla değişen ilkelerdir.

 

İnsan hakları “reductio ad absurdum”la da temellendirilebilir. Yani önermenin karşıtının doğru olduğunu farzederek ilerlemek. Çıkmaza, çelişkiye girildiğinde tersi kabul ediliyor.

 Örnek, “insan sağlıklı olmak için beslenmelidir” bu önermenin “reductio ad absurde” ile temellendirilmesi; “insan beslenmediği zaman ne oluyor? Bunun için sağlıklı beslenenlerle karşılaştırma yaparak ne olduğunu açıkça görürüz. Bu temel hakkın korunması halinde, insanın insanlaşmasına, insan olarak olanaklarını geliştirmesine imkan verilmiyor demektir. Diğer haklardan yararlanması engelleniyor demektir.

 Eğer insanların olanaklarını geliştirmelerini istiyorsak, insanların varlığını sürdürebilecek kadar beslenmelerini sağlamak gerekir ki, o insan olanaklarını geliştirebilsin.

 Bir hak insanın varlığını sürdürmesini engellemiyorsa o temel hak değildir. Başka değişle, eğer insan olanaklarını geliştirmesine engel oluyorsa o temel haktır.

 Temel haklar sağlanmadan bir insanın olanaklarını geleiştirmesi imkansızdır.

 Gereklilik önermeleri, “neden gerekir? Sorusuna dönerek ve gerekmediğinde yani tersi olduğunda durum ne oluyor, bu karşılaştırma ile temellendirilebilirler.

Yoksa gereklilik önermeleri ne doğrudur ne de yanlıştır, sadece temellendirilmeleri sözkonusudur.

 Temel haklar sürekli eylemlerimizi, toplumsal düzeni belirlemesi sözkonusu taleplerdir.

 

 Vicdan; kişinin kendisiyle ilgili olarak yaptığını değerlendirmesi ve olumsuz bir değer biçtiğinde kendisiyle ilişkisinde duyduğu bir duygu.

 

 Kişi eylemini sonradan değerlendirirken, moralle yaptıkları arasındaki değerlendirme yani değer biçmesi çakışıyorsa vicdan azabı sözkonusudur. Başkasının eyleminden dolayı vicdan azabı çekmesi sözkonusu değil veya vicdan azabına gitmesi çok zor.

 

 İnsan hakları beyannamesinde eşitlik, insanların akıl ve vicdan sahibi olmalarıyla temellendiriliyor.

 “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Çünkü akıl ve vicdana sahiptirler. Bu yüzden insanlar birbirine kardeşçe davranmalıdırlar”,

 

 İnsan haklarının korunması, insanların birbirine kardeşçe davranmaları:

1-Böyle olmadığında vahşiliklere yol açabilir(ampirik yaklaşım).

2-İyi bir dünya istiyorsak böyle olmalı şeklinde temellendiriliyor (özlem ifadesi).

 

  Bu beyannamedeki ‘insan’ anlayışı tipik bir ‘Batı insan anlayışı’dır.

 Acaba bütün insanlar akıl ve vicdan ile donatılmış mıdır?

 Realitede beyannameye imza atanlar açıkça demeseler de özellikle politikacılar “bana ne?”, “ne olursa olsun!” diyor.

 Bu beyanname ile bir fikir getirilmiştir ancak içerik bakımından belirsizdirler.

 

Bir ideyi değerlendirmek demek, örneğin; insan haklarında ‘adalet’ gibi bir ideyi değerlendirmek demek:

 1-Kavramsal olarak saptamak; içeriğini belirlemek, kavramsal olarak açıklığa kavuşturmak (Bizi ilgilendiren burası).

 2-Başka türden idelerle karşılaştırıp, onun özelliğini belirlemek; benzer ideler arasındaki yerini belirlemek, değerini ortaya koymak.

 3-Değerliliğini ortaya koymak; insanlar için ortaya çıkardığı sonuçlarının önemini belirlemek.

 

  Beyannamede ‘insan olma’, bütün insanların akıl vee vicdanla donatılmış olmasına dayandırılıyor. Bundan dolayı bütün insanların belirli tarzda yaşama ve muamele görmeye hakkı vardır, deniliyor. Bu belirli tarzda muamele görmeye de, ‘haklar’ diyorlar.

 Bütün insanlar, akıl ve vicdana sahipse aynı muameleyi görmeli, aynı haklara sahip olmalı. İnsan hakları işte buradan çıkıyor.

 Burada ‘insan nedir?’ ile ‘insan olma nedir?’ sorularını ayırmak gerekir.

 İnsanın diğer canlılardan farkını saydığımızda, ‘insan nedir?’ sorusuna cevap verilmiş olur. Antropolojide bunu yapıyor.

 İnsanın özellikleri ile tür olarak insanın olanakları aynı şey değildir.

 Tür olarak insanın özelliklerini bütün insanların gerçekleştiremediklerini görüyoruz. İşte tür olarak insanın özellikleri, insanın olanaklarıdır.

 İnsanın bazı yapısal özellikleri, ‘insan olma’nın içeriğini oluşturuyor. İnsan olma, insanın bazı olanaklarının değerinin bilgisi.

 İnsan hakları fikrinin türetimi yapılırken gerçeklikteki koşullardan başka diğer bir kaynak; insanın yapısal özellikleridir. Bu türetim şöyle yapılabilir.

 Tür olarak insanın, a,b,c,d olanakları varsa, bu taktir de her kişiye bu olanakları gerçekleştirme fırsatı verilmeli. İşte bu herkesin hakkıdır. ‘İnsanlaşabilme’ fırsatı herkese verilmelidir. Oysa gerçekte bu fırsat herkese verilmiyor.

 Peki bu fırsatı herkes için kim yaratacak, kim verecek?

 İnsanın yapısal olanaklarının yanında, etik olanaklarının da olduğunu görüyoruz.

 İnsanın olnaklarının fakında olan her kişi, bu olanakları diğer kişiler için de, gerçekleştirebilme fırsatını yaratmalıdır. Bu ‘etik kişi’nin sorumluluğudur. Bu durum çoğu zaman ‘ödev’ denilen şeyi gerektiriyor.

 “Ben bu olnaklara sahipsem, bu olanakları başkalarına da sağlamaya mecburum”.

 Talep edilen belirli tarihsel koşullarda, belirli başka koşulların yaratılması talep ediliyor.

 Bazı olanaklar, insan olmayı oluşturuyorlar. Temel haklar böyle olanakların gerçekleşme koşullarının talepleridir.

 Grup hakları, temel hakların günümüzün koşullarında değer korumaya yönelik taleplerdir. Grup hakkı, temel hakkı korumaya yönelikse o zaman grup hakkı olabilir ve korunmaya değerdir.

 Yuttaşlık hakları; ekonomik, sosyal ve siyasal haklardır. Belirli bir ülkede yuttaşların hareket edebileceği sınırlardır. Bu sınırlar ülkeden ülkeye farklı çizilir. Bu haklar bir ülkede kurum ve kuruluşlar tarafından dolaylı olarak korunurlar.

 Temel haklarla, yuttaşlık hakları arasında ‘sosyal adalet’ ortaya çıkıyor.

 Bir hakka, temel hak diyebilmemiz için, dile getirdiği talebin, insan olanaklarını gerçekleştirebilme koşullarının talebi olmalıdır.

 Bir temel hak sınırlanamaz ama bir tanınan hak sınırı fazla aşılmış ise sınırlanabilir.

 Haklar, kişilere özgüdür, özgürlük ise ilkelere ilişkindir.

 

  ÖZGÜRLÜK:

1-Antropolojik özgürlük; insan istemesinde özgür müdür, değil midir? Yani insanın özgür olup olmaması ile ilgilenir.

2-Etik özgürlük; bir insanın özgürlüğü.

3-Toplumsal özgürlük; temel özgürlüğün belirleyicisi olarak ortaya çıkıyorlar. Tek tek özgürlükler, toplumsal özgürlüğü oluşturuyor.

   ØMoral özgürlük, taşıyıcısı kişi değil, çevredir.

   Moral belirli bir grupta belirli bir zamanda geçerli olan değer yargılarıdır. Değişkendirler. Oysa kişilerin özgür olabilmesi için, etik özgürlüğe sahip olması gerekir.

  ØHukuksal özgürlük; bu özgürlüğü belirlemek için:

    *Kişi açısından,

    *Devlet açısından bakmak gerekir.

  Hukuksal özgürlük genellikle, kişinin istediği kanaate sahip olması ve istediğini söylerken engellenmeyeceğim düşüncesiyle ortaya çıkıyor.

 İster korunsun ister korunmasın her temel hak, bir kişi hakkıdır. İşte bu hakların korunması, güvence altına alınması, karşımıza ‘özgürlükler’ olarak çıkıyor.

 Hakların bir ülkede güvence altına alınması, o ülkenin vatandaşlarını özgür kılar.

 Halkın talep ettiği, bu hakların doğru korunmasıdır. Kişi bu haklarını gerçekleştirir veya gerçekleştiremez.

 Bu hakların yasallaşması, herkesten bu haklara saygı göstermesi talebini getiriryor. Doğrudan korunan temel hakların bir ülke tarafından güvence altına alınması yani yasallaşmasında bu haklar, karşımıza özgürlükler olarak çıkıyor. Bu özgürlükler ortadan kalksa bile, bu haklar varlığını sürdürür. Kişi bu hakkı kullanır veya kullanmaz. Kullandığında yasalara karşı gelmiş olacağından, varlığı tehlikeye girer.

 Yasal düzenleme olmadan, özgürlükten sözedemeyiz. Ancak olsa olsa yasadışı etik özgürlük olabilir.

 Bazen haklar, yasalar tarafından güvence altına alınsa bile sen koruyacaksın, korumadığında da yine cezalandırılabilirsin.

 

 Düşünce özgürlüğü; yeni bir düşünce getirdiğinde kişiye dokunulmamasıdır. Yoksa her düşündüğünü söylemek demek değildir. Ayrıca propoganda ve reklam da düşünce özgürlüğüne girmez.

 Dolaylı korunan haklar; bu hakların bir ülkede bütün ilgili yuttaşlar için korunması yetmiyor. Bu haklar belirli düzeyde korunmasını da şart koşan haklardır.

 Dolaylı haklar, ilgili yurttaşlar için eşitçe ve insan onuruna yaraşır şekilde belirli düzeyde korunmasını isteyen haklardır. Burada eşitçe korunması karşımıza ‘sosyal adalet’ olarak çıkıyor.

 Sosyal adalet; bir ilkedir, sosyal adaletsizlik ise bir durumdur. Örneğin, diyaliz makinesi ile hasta sayısı doğru orantılı olmadığı için, hastaların haklarının eşitçe korunmaması sözkonusu.

 Sosyal adalete, kişi açısından bakıldığında etikle ilgili bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Devlet açısından bakıldığın da ise, sosyal düzenin düzenlenmesi ile ilgilidir.

 Dolaylı korunan temel haklar, yuttaşlık/tanınan hakları hesaba katarak veya katmayarak sosyal adalet ya da adaletsizlik olarak ortaya çıkıyor.

 Sosyal adaletsizlik, ilgili yurttaşların haklarının eşitçe korunmadığı durumdur. Sosyal adaletsizlik, ülkelerin zenginlikleri ya da fakirlikeriyle ilgili değildir. Örneğin, fakir bir ülkede yurttaşlar, çok fakir olmamakla sosyal adalet sağlanabilir.

 Sosyal adalet, bir ülkedeki ilgili vatandaşların haklarının, insan onuruna yaraşır şekilde eşitçe korunması halinde gerçekleşir.

 Eşitlik; paylaştırılacak olanda değil, eşitçe korumadadır.

 Her hastaya diyaliz makinesi sağlayamıyorsak, mevcut makineleri belirli bölgelere dağıtarak daha çok kişinin yararlanması sağlanır. Yokları paylaştırmak.