Posts Tagged ‘Koyun’

HAYVANLAR ALEMİ

Pazar, Temmuz 27th, 2014

 – Deveye sormuşlar, “inişi mi yoksa yokuşu mu seversin?” diye, o da “düzün suyu mu çıktı” demiş.

– Deveye sormuşlar, “boynun niye eğri?” diye, o da “nerem doğru ki?” demiş.

– Deveye diken, insana söven yaraşır.

– Ya bu deveyi güdeceksin ya da bu diyardan gideceksin.

– Deliye laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur.

– Bir tutam ot, deveyi yardan uçurur.

*

– Kurda sormuşlar, “boynun niye kalın?” diye, o da “kendi işimi kendim görürüm de ondan!” demiş.

– Gezen kurt, yatan kurttan daha iyidir.

– Kurt gözünü karartınca, sürüyü hesaba katmazmış.

 – Kurt kocayınca, itin maskarası olurmuş!

 – Ağacı kurt, insanı dert yer.

– Kurt ol da gel beni ye!

– Kurt, dumanlı havayı sever.

– Kurt, kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz.

– Kurt kuzuyu yemeye karar verince, kuzunun suyu bulandırdığı bahanedir.

– Kurt yediği koyuna bakar, kaç koyun öldüğüyle ilgilenmez.

*

– Atın iyisine doru, insanın iyisine deli derler.

– Gelin ata binmiş, “ya nasip” demiş!

– At izi, it izine karışmış.

– Ata et, ite ot verilmez.

– Atın ölümü, arpadan olsun.

– Boş torbaya, kısrak gelmez.

– At, sahibine göre kişner.

– Dere geçerken, at değiştirilmez.

– Hızlı giden atın boku, seyrek düşer.

– Yumuşak atın, çiftesi pek olur.

– Atım at oldu, sahibi malabat oldu.

– Beyden gelen atın dişi sayılmaz.

– Erken kalkmayan avrat, söz dinlemeyen evlat, mahmuzla gitmeyen at, kapında varsa hepsini kaldır at!

– At ölür meydan kalır, yiğit ölür şanı kalır.

– Ata kızıp eşşeği yol arkadaşı seçenin, gideceği yer ahırdır.

– Dört ayağı varken, at bile tökezler. (Abhaz Atasözü)

*

– İte bak, yattığı yere bak!

– İt ite, it de kuyruğuna buyuruyor.

 – Isıracak köpek, dişini göstermez.

– Havlayan köpek ısırmaz.

– İti an, çomağı hazırla!

– İt ürür, kervan yürür.

– İt, iti ısırmaz.

– Aç köpek kudurur.

– Aç köpek fırın deler.

– Eceli gelen köpek, cami duvarına işermiş!

– İt ile dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak yeğdir.

– Köpekle yatan, pireyle kalkar. (İspanyol Atasözü)

*

– Taş var köpek yok,

taş yok köpek var,

taş var köpek var

ama kralın köpek

sıkıysa at taşı!

(Saskritçe bir şiir)

*

– El elin eşşeğini, türkü çağırarak arar!

 – Eşşeğin sevmediği ot, burnunun dibinde bitermiş!

– Eşşeğe altın semer vursan da eşek yine eşektir.

– Eşşeği seven, ossuruğuna katlanır!

– Sıpanın oynaması, eşşeği yoldan çıkarır.

 – Eşek ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır.

– Ölmüş eşek, kurttan korkmaz.

– Mektep cehaleti alır, merkeplik (eşeklik) baki kalır.

– Eşşeğin hatırı yoksa, sahibinin de mi yok?

– Adam namussuz olmaya görsün, sevmeyeceği eşşeğin önüne ot koymaz.

– On tane eşşeğin olacağına, adam gibi bir enişten olsun yeter!

– Allah bir garibi sevindirmek isterse, önce eşşeğini kaybettirir, sonra da buldururmuş!

– Eşşeğe içki içrmişler, çulunu bahşiş bırakmış.

*

Ehli keyfe keyif verir, kahvenin kaynaması,

Eşşeği yoldan çıkarır, sıpanın oynaması.

*

– Ömrünün sonuna kadar eşeğe binmektense, bir yıl ata binmek yeğdir. (Hollanda Atasözü)

– Eşek, eşekle dost olur. (Latin Atasözü)

– Bir insan sana eşek derse umursama ama beş kişi diyorsa, git kendine bir semer al. (Amerikan Atasözü)

*

– Bir boklu dana, bütün sürüyü boklamaya yeter.

 – El danasından, öküz olmaz.

– Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa!

– Öküz öldü, ortaklık bozuldu.

– Kork nisanın beşinden, öküzü ayırır eşinden.

*

Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış!

Tavşana kaç, tazıya tut diyorlar.

*

Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır.

– Kafasında kırk tilki dolaşır, kırkının da kuyruğu birbirine değmez!

– Sen tilkiysen ben de kuyruğuyum.

– Tilkiyi canından eden parlak postudur, insanı canından eden hain dostudur.

*

Yılanın başını, küçükken ezeceksin.

– Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın.

Yılandan korkmam, yalandan korktuğum kadar.

*

Koçyiğitin eğlencesi yarinenmiş.

– Kasap “et” derdinde, koyun “can” derdinde!

– Her koyun, kendi bacağından asılır!

– Maydanoza gelince kırt kırt, sapına gelince mee!

– Ya sürüdensin ya da çoban.

– Bir kazanda iki koç kaynamaz. (Moğol Atasözü)

*

– Kart kedi, taze sıçandan hoşlanır.

– Kedi kendi götünü görmüş, “ne büyük yaram var!” demiş.

– Kedi uzanamadığı ciğere, “murdar” dermiş.

– Aslan yattığı yerden belli olur.

– Önemli olan kedinin ak ya da kara olması değil,  fareyi yakalamasıdır. (Mao)

– Eğer bir fare, kediye gülüyorsa yakınlarda bir delik var demektir.

(Nijerya Atasözü)

Aslanlar kendi tarihlerini yazmadıkça, onların tarihini avcılar yazmaya devam edecektir.

(Afrika Atasözü)

– Fareye “aslan nedir?” diye sormuşlar, “kediyi” göstermiş.

(Arnavut atasözü)

*

– Bataklığı kurutmadığınız sürece sivrisinekler olacaktır.

– Pire için, yorgan yakılmaz.

– Pire itte, bit yiğitte bulunur.

– Yavşak büyüdü bit oldu, enik büyüdü it oldu.

– Maşallah “danazorlar”, dinozorların yokluğunu aratmıyor!

– Zürefanın düşkünü, beyaz giyer kış günü.

*

– Attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değsin.

– Dereye su gelinceye kadar, kurbağanın gözü patlarmış.

*

 – Kuyudaki kurbağa, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanır.

(Çin Atasözü)

*

Balık, baştan kokar.

– İyilik yap denize at, balık bilmezse “halık” bilir.

– Kaçan balık, büyük olur.

– Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, “beyaz adam” paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.

*

– Küçük derede, büyük balık olmaz.

(Kızılderili Atasözü)

*- Sular yükseldikçe balıklar karıncaları yer, sular çekildikçe de karıncalar balıkları, kimse bugünkü üstünlüğüne, gücüne güvenmemeli. Çünkü, kimin kimi yiyeceğine, suyun akışı karar verir.

(Afrika Atasözü)

– Dilinde bülbül, kalbinden katil! (Arnavut Atasözü) 

 – Kartal için, bir güvercini mağlup etmek şeref değildir.

(İtalyan Atasözü)

Kartala ok değmiş, o da kendi yeleğinden.

– Geriye gitsem akbaba, ileri gitsem atmaca!

– Her kuşun eti yenmez!

– Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine “vatanım” demiş!

– Bülbülün sustuğu yerde, baykuşlar öter.

– Bıldırcının beyliği, arpa biçimine kadardır.

Leyleğin ömrü “lak lakla”, dervişin ömrü “beklemekle” geçermiş!

– Kargalar kartallarla, kediler aslanlarla aşık atamaz.

– Kılavuzu karga olanın, burnu boktan kurtulmaz.

– Besle kargayı, oysun gözünü!

– Kargaya yavrusu, kuzgun görünürmüş!

– Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!

– Kaz gelecek yerden, tavuk esirgenmez.

– Aç tavuk kendini, “darı ambarında” görürmüş!

– Civciv yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş.

– Vakitsiz öten horozu, keserler.

*

– Aç ayı oynamaz.

– Armudun iyisini, ayılar yer.

– Köprüyü geçinceye kadar, ayıya “dayı” denir!

Ayıdan post, düşmandan dost olmaz.

– Ayı yavrusunu severken, duvardan duvara vururmuş!

– Bahtsız bedeviyi, çölde kutup ayısı kovalarmış!

*

DENEMELER -4 (AHMET AĞI)

Salı, Haziran 29th, 2010

– Acı, bilinçle doğru orantılıdır.

– Sübjektivizmin varlığı, objektif bir olgudur.

– İnsanlarla arandaki mesafe, seni sırtından vuramayacakları kadar olsun.

– Bugünü yarının provası olarak yaşayanlar, hiçbir zaman bugünü yaşayamazlar.

– Ayıp, yasak, günah üçgeninde yaşayan insan için aşk yok, düş yok, umut yoktur.

“İyi” ya da “kötü” dediğimiz şey, aslında ihtiyaçlar nedeniyle kaçınılmaz olandır.

– Ödül ya da ceza beklemeden, sadece “iyi” olduğu için eylemde bulunan insan, en muteber insandır. “İyi insan”ın ortaya çıkmasıyla, bu insanı hedefleyen ahlak, hukuk ve teolojiye de gerek kalmaz.

– Başkasını oynamak, kendin olmaktan daha zordur.

– Tanrıyı oynayan, herkesi günahkâr görür.

– Tanrı, insanın koyun gibi davranmasını isteseydi, insanı yaratmasına gerek kalmazdı.

– Hayat, bir yönüyle de oyundur. Mesele, senin nasıl oynadığındır.

– Kendi yanlışlarınızı, başkalarının doğruları haline getirmeye çalışmayın.

– Hatanın küçük olması, yolaçacağı zararın da küçük olacağı anlamına gelmez. Çok küçük önlemlerle, çok büyük felaketlerin önüne geçebilirsiniz.

– İnsan, eksiklikler bütünüdür.

– Her öğreti, eksiktir.

– Herşeyin daha kötüsü, duyarlılığını yitirmektir.

– Ne kadar sahipsen, o kadar bekçisin.

– En büyük israf, yetenektir.

– Yaratıcı zeka, zor anlarda ortaya çıkar.

– Doğrular herkesi, yanlışlar ise söyleyeni bağlar.

– “Sonradan görmezlerden” değil, “sonradan görmelerden” sakının!

– Akıllı insan eleştirir, cahil ötekileştirir.

Bilinç, baskıdan doğar.

– Her son, başka bir sonla sonsuzluğa açılır.

– Her özgürlüğü belirleyen bir kader vardır.

Dualite ontolojik değilse, herşey bütünün bir parçasıdır.

– “Vahdet-i vücud”, tanrının “kuantum” halidir.

İnsan, tanrının taklitçisidir.

– Önemli olan seni dünyaya getirmeleri değil, nasıl bir “dünya” verdikleridir.

Bilgelerin ortak özelliği, aynı gerçeği farklı dile getirmeleridir.

– “Aydın insan”, kendi literatürünün karşılığını farklı terminolojilerde de kurabilen kişidir.

– Dev hacimli “küçük eserler”  ile küçük hacimli “dev eser”ler arasındaki fark, “dilin gücü”ndedir.

– Kitaplar doğrularıyla olduğu kadar, yanlışlarıyla da çok daha öğretici olabilir.

– “Kitap okumak” herşey değildir ama hiç okumayan da yozlaşır.

– “Okumak”, sadece iki kapak arasında puntolarla dizilmiş yazıları okumak değil, yazılan herşeyin de kaynağı olan insanı, doğayı, evreni okumaktır.

– Bugün neyi okursanız yarın onu yazarsınız. Neyi ne kadar kadar iyi okursanız – genetik kodlar dahil – o kadar yeniden yazarsınız.

– Olgularla kuşatıldığımız halde, olguların dışında bir anlam aramak boşunadır. “Dil”de olgusaldır ve “olgusal olmayan”ı ifade edemez.

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

– Ölüm bu denli gizemli olmasaydı, hayata bu kadar bağlanmazdık.

– Varolmak, hareket halinde olmaktır.

– “İyi insan”, karşısına çıkan herkese ve herşeye hakettiği değeri veren kendi haddini de bilendir.

– Bir faydan yoksa, zarar da verme!

– İdealleri olmayan bir insan için, hayat alışkanlıklardan ibarettir.

– Kendin olmayı başardığın sürece, başkalarıyla dost olabilirsin.

– Zaman, herşeyin üzerinde bir sarkaçtır.

– Başkasını sevmeyebilirsin ama ne alçaltıcı ne de kötü muamelede bulunamazsın, hatta sesini bile yükseltemezsin.

– Hayatımızın büyük bir kısmı alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Kendi fikirlerimiz sandığımız pekçok düşünce de böyledir. Ancak ezberimizi bozan durumlarla karşılaştığımızda önce savunmaya geçer sonra da sorgulamaya başlarız.

../..

Biat kültürüne dayalı cemaatçilik, dinsel muhafazakarlıktan çok siyasal muhafazakarlığın bir sonucudur. Despotik sistemlerde siyasal iktidar, bireylerden kendisine sorgusuzca itaat eden kullar olmasını ister. Tanrının yargılayabilmesi için özgür olması gereken bireyler, dinin siyasallaşması ile iradelerini başkasına devrettikleri kullara dönüşürler.

Bir kum tanesinin dahi sırrı çözülmemişken, herşey ayan beyan ortadaymış gibi birilerine iman edenler, “koyun” olmanın ötesine geçememiş olanlardır.

– İnsanı dünyaya tanrının bıraktığına inanılıyorsa, bu bile orada kalması için değil kendisine gelmesi içindir.

– “Dünya”, insanoğlunun sadece yaşamını idame ettirdiği ya da cezasını çektiği bir “cehennem” değil, “yeni dünyalar” bulması için bir başlangıçtır.

– “Karanlık güçler”, önce “bela” çıkarıyor sonra da “bunu ancak biz çözeriz” diyerek, her daim çaresizliğe karşı yeni bir umut görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Aldıkları her vekalet, hep daha fazlasını almalarına meşruiyyet sağlarken, pek çok insan da bunlara gönülden inanıp, şükran duygularıyla herşeylerini verecek kadar teslim olmaktadır.

– Zavallı insan (!) günahı içinde kıvranırken, kurtarıcısına karşı sonsuz minnet ve şükran duygularıyla teslim olmuştur…

– Dünyanın “cehennem”, tanrının ise “cezalandırıcı” olması, kendi varoluş nedenleri için oluşturdukları bir mittir. Böylece, “tanrı için işkence” dahi mübah hale gelir. Meşruiyyetini “ilk günah”tan alan tanrı fikri, insanı “kul köle” etmenin en kolay yoludur.

– Tanrı insani kültürün, insan dünyanın, dünya… gerçeğin bir parçası; söylenebilir olan herşey, gerçeğin bir parçasıdır kendisi değil.

– Hiçbir şey gerçeğin ötesine geçemez ve gerçekle kıyaslandığında, “dünyalı tanrılar” bile “cüce” kalır.

Gerçek; herşeyi kuşatan, sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen ve söylenen herşeyin de fazlasıyla ötesinde olandır.

– Tanrının insanlarla, “antropomorfist” yani “insan biçimci” şekilde iletişim kurması ve bütün kültürlerde benzer söylemlerin görülmesi abes değil, olması gerekendir. Aksi halde iletişim kurulmaz.

Bilmiyorsak her şey mümkündür. Her şey mümkünse kesin ifadelerden kaçınılmalı, “olanaklılık” açısından yaklaşılmalıdır.

-İnsanlar çoğunlukla, “tanrının kavramsal gerçekliği” ile “gerçeğin tanrısallığını” aynı şey sandıklarından başkalarını yargılama hakkını da sadece kendilerinde görüyorlar.

Ateistlerin reddettiği, sonuç itibariyle ifadesini insanda bulan “tanrı” anlayışlarıdır. Yoksa gerçeğin tanrısal niteliklere sahip oluşunu reddetmek için akıl ve izandan yoksun olmak gerekir.

Din, insanın tanımladığı tanrının yaptırım gücüne dayanarak, sosyal hayatı düzenleyen kurallardır. Sonuçta da kültürün bir parçasıdır. Ateizm ise aslında dinin bir reddidir, dinin ortaya koymuş olduğu tanımlanmış tanrının reddidir.

– Aslolan gerçektir. Gerçek, herkesin ve herşeyin bir parçası olduğu halde tamamı hakkında kimsenin de bir şey bilmediği, sürekli keşfettiğimiz ve fakat yorumlarımızın da ötesine geçemediğimizdir.

../..

Eşitlik, eşitler arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşitsizliktir. Böylesi bir eşitlik anlayışı, daha önce sömürülenlerin, sömürüsünü istemektir.

– Hayatımızın çoğu, alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir. Ne kadar müptelaysanız, o kadar “özgür değilsiniz” demektir. Bağımlılık, zihni ele geçirir. En kötüsü de “özgür olduğumuzu” sanmaktır.

– Hayatınızın merkezinde ne/ler varsa, hayatınız da onun etrafında şekillenir.

– İnsan bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

– İnsan yaşlandıkça olgunlaşır, toplumlar ise tecrübelerinden yararlandığı ölçüde medenileşir.

*

– Kan dökülmesine en çok karşı çıkan kurumların başında, belki de “dinler” gelir. Ancak, en çok da onlar için kan dökülüyor olması, çözümlenmesi gereken bir paradokstur. 

– İnsan, korkuların en dehşetlisiyle baskılanıyor ve anlamaya çalıştığında da aforoz edilip, işkencenin her türlüsüne maruz kalıyorsa ne böyle bir “din” ne de böyle bir “tanrı inancı” olamaz.

“İnsana acımayan bir tanrı”, tanrı değil olsa olsa insanın insanı köleleştirmesi için yarattığı bir “canavar”dır.

Ortaçağdan kalma ceza ve işkencelerle insanı yakan, öldüren, patlatan bir tanrı inancı ancak “sapkın olanlara” hizmet eder. Maalesef pekçok insan da böyle bir inanca, şöyle ya da böyle hizmet etmektedir. Azgelişmiş toplumlarda kötü niyetli kişilerin, toplumu istedikleri gibi yönlendirmeleri de bir o kadar kolay olmaktadır.

../..

– Herkes kendi çıkarlarını korumayı, “insan hakları” gibi gördüğünden kavga ve savaşların sonu gelmiyor. Oysa insan haklarını korumak, herkesin çıkarınadır. İkisini birbirinden ayırdetmenin yolu ise ‘insan hakları’ eğitimine çocuk yaşta başlanmasıyla mümkündür.

– İki tür alçalmadan daha iyisine şükretmek, sadece çaresizliğin bir ifadesidir.

– Birilerine duvar çektiğinizde, evet onlar içeri giremez ama siz de dışarı çıkamazsınız.

– Sizi rahatsız edecek diye herşeyden uzak durmanın bedeli, sizi mutlu edecek şeylerden de mahrum kalmaktır.

– Toplumların gelişimi; bilgi ve sermaye birikimiyle olur. Bilgi birikiminin temelinde “dogmalar”, sermaye birikiminin temelinde ise “sömürü” vardır. Arzulanan “refah toplumu” için bazı olumsuzlukların göze alınması gerekiyor. Bedel ödeme de ise alt gelir grupları, herzaman en başta gelmektedir.

– Demokrasi geliştikçe, sermaye tabana yayılır.

– Demokrasilerdeki en önemli ekonomik kriterler; yoksulluk sınırının üstünde, tekelleşme sınırınınsa altında kalmaktır.

– Demokrasilerin geliştiği açık toplumlarda devlet, bireylerin hizmetinde olup, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm unsurları da ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Aynı yapı içinde, kimi kurum ve kuruluşların hoşuna gitmese bile bireylerin seslerini en fazla duyurabildiği sistemdir. Örgütlülük açısından da Sivil Toplum Örgütleri, yönetim süreçlerinin her aşamasında vardır.

Buna karşılık kapalı toplumlarda devlet, bireylerden önce gelir ve idarecilerin gerekli görmesi halinde (devletin ve milletin yüksek menfaatleri icabı!) kişilerin aleyhine temyizi olmayan kararlar alabilir. Devletin, bireylerin üzerinde oluşu ve idarecilerinin de fazladan imtiyaz sahibi olması; totaliter, faşist bir yönetim anlayışıdır.

– Ulaşım ve iletişim arttıkça, küreselleşme de artar.

21. YÜZYILI BELİRLEYEN UNSURLAR:

·Küresel sermaye; artık dünyaya siyasilerden çok küresel sermaye yön vermektedir. Sermaye büyüdükçe, pazarı da o denli belirliyor. Pazar, tüm dünyadır.

·Liberal ekonomi / pazar ekonomisi; girişimcilerin devletden nemalanmasının yerini, herkesin parasını, pazarda rekabet ederek kazanması almıştır.

·Uluslarüstü yapılar; ulus devletlerin yerini ‘AB’ gibi uluslarüstü yapılar almakta ve dünya birliklere doğru gitmektedir. “Birleşmiş Milletler”in daha etkin olduğu, sınırların kalktığı “dünya devleti”ne doğru yol almaktayız.

·  Medya;  iktidarı denetleyen bir güç olarak, basın ne kadar özgürse insanlar da hak ve özgürlüklerden o kadar yararlanıyor demektir.

·İnternet ve sosyal medya; küresel iletişim, dünyada herkesin her şeyden haberdar olmasıyla “dünya kamuoyu” hergeçen gün ağırlığını daha hızlı ve etkin bir biçimde göstermektedir. Herkesin öğrenmek zorunda kaldığı ‘İngilizce’ ise dünya dili olma yolunda hızla ilerlemektedir.

·Çevre; tüm dünyamızdır ve onu dikkate almadan yapılan her şey sonunda bizim varlığımızı da tehdit eder hale gelmektedir (küresel ısınma, iklim değişiklikleri vs.). Uluslar arası çevre örgütleri dünya çapında etkin kuruluşlar haline gelmiştir.

·Sivil Toplum Örgütleri; “özgür birey, örgütlü toplum” anlayışı içinde, STK’ların görüşünü almayan hiçbir yaklaşımın da uygulanma şansı yoktur.

·Demokrasi; daha çok insan yönetim süreçlerinde yer almak istiyor. Demokrasilerin gelişimiyle beraber sistem de “mutlu azınlık” kültüründen, “mutlu çoğunluk” kültürüne doğru gelişmektedir.

·İnsan hakları, temel haklar ve özgürlükler; “insan hakları” bilincinin gelişmesiyle totaliter rejimler tasfiye olurken, demokrasilerin gelişimi yönünde kişi hak ve özgürlükleri de genişlemektedir.

Küresel uygulamalar bizleri, her geçen gün

“dünyanın evimiz, tüm insanlığın da ailemiz” olduğu yönünde evrimleştirmektedir.

Zamanın ruhunu, tarihsel ve toplumsal koşulların değişimini dikkate almayan ideolojik ve dini uygulamalar, bizleri her seferinde özgürlüklerin kısıtlandığı baskıcı yönetimlere götürmektedir.

NAZIM HİKMET

Pazar, Mayıs 31st, 2009

 

NAZIM HİKMET,  (Mehmet Çalışkan / HABERTÜRK)

Lise birinci sınıfta edebiyat öğretmenimiz bir gün herkese okuduğu son şiirin hangisi olduğunu sordu. Sıra bana gelince, ‘Bugün Pazar’ı okuduğumu söyledim.

Yüzünde dudak bükmekle gülümsemek arasında bir tavır belirince öğretmenimin duygularını anlayamamakla birlikte daha çok Nâzım Hikmet şiiri  okumaya karar verdim.

1992’de çalıştığım derginin ortaklarından Engin Güneş, bir gün “Makineni al, Nâzım Hikmet’in kardeşi Samiye Hanım’a gidiyoruz” dedi. Engin Güneş, röportaj yapacak ben de fotoğraflarını çekecektim.

Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’na vardığımızda bir hayli yorgun görünen Samiye Hanım, röportaj yapamayacağımızı, fotoğraf da çektirmek istemediğini ama bir süre sohbet edebileceğini söyledi.

15 – 20 dakikalık sohbet sırasında Samiye Hanım, bir anda gözlerini bana çevirip “Çocuğum, bana neden uzun uzun bakıyorsun?” deyince korku ve utanç karışımı bir ifadeyle “Özür dilerim, farkında değilim, dalmış olmalıyım. Size baktıkça Nâzım Hikmet’i görüyor gibiyim, ondandır” dedim.

Alnımdan öptü…

15 Ocak 1902’de Selanik’te doğan, doğum adı Mehmed Nâzım konulan mavi gözlü çocuk, büyüdüğünde dünyaca tanınan bir şair – yazar olacak, eserleri yaklaşık 60 dile çevrilecekti.

Nam-ı diğer ‘Dünya vatandaşı’ olacaktı.

Babası; Osmanlı Hariciyesi’nde çeşitli memurluklar ve Matbuat Umum Müdürlüğü yapan Hikmet Nâzım Bey.

Annesi; ilk kadın ressamlarımızdan Ayşe Celile Hanım.

Mehmet Nâzım, ilk eğitiminde iki kişinin önemli payı vardı. Biri; annesi Ayşe Celile Hanım, diğeri ise aynı zamanda mevlevi bir şair olan dedesi Mehmed Nâzım Paşa... Aldığı eğitimlerin ışığında sanattan, edebiyattan uzak kalması elbette söz konusu bile olamazdı. İlk şiiri ‘Feryad-ı Vatan’ı henüz 11 yaşında yazdı.

Selanik’te Hariciye Nezareti’nde memur olarak çalışan Hikmet Nâzım Bey, daha iyi bir yaşama sahip olma hedefiyle görevinden ayrılarak ailesiyle birlikte, Mehmed Nâzım Paşa’nın o sıralarda yaşadığı Halep’e göç etti. Mehmed Nâzım’ın kardeşleri Ali İbrahim ile Samiye, Halep’te dünyaya geldi.

Ali İbrahim, bir süre sonra dizanteriye yakalanıp hayatını kaybetti.

Mehmed Nâzım Paşa’nın Diyarbakır’a atanmasıyla Hikmet Nâzım Bey ile ailesi de Halep’ten bu şehre taşındı. Ancak Hikmet Nâzım Bey, Diyarbakır’da bunalınca ailesiyle birlikte bu kez İstanbul’a göç etti.

İstanbul’daki iş kurma denemelerinde başarız olup iflas edince, 1914’te dönmek zorunda kaldığı memuriyette Matbuat-ı Umumiye’de çevirmen olarak görev yapmaya başladı.

İlköğrenimini Göztepe Taş Mektebi’nde tamamlayan Mehmed Nâzım, orta öğrenimine Mekteb-i Sultani’de (Galatasaray Lisesi) başladı. Ne var ki babasının ticarette iflas edip memuriyete dönmek zorunda kalmasından dolayı okulunun ücreti karşılanamayınca Nişantaşı Sultanisi’ne geçti.

Evdeki şiirli toplantıların birinde Mehmed Nâzım, kahramanlık şiiri okudu. Toplantıda bulunan dönemin bahriye nazırı Cemal Paşa, şiiri okumasından etkilenince Mehmed Nâzım’ın eğitimine Heybeliada’daki Bahriye Mektebi’nde (Deniz Lisesi) devam etmesini önerdi.

Yahya Kemal’in de (Beyatlı) öğretmenlik yaptığı okul, Mehmed Nâzım’ın edebi gelişimine önemli bir katkı sağladı sağlamasına ama madalyonun öteki yüzünde annesiyle babasının boşanmasına neden ihanet vardı. Daha doğrusu ihanet iddiası…

Söz konusu ihanet iddiası şöyle;

Mehmed Nâzım, bir gün yazdığı ‘Samiyenin Kedisi’ şiirini Yahya Kemal’den yorumlamasını istedi. Yahya Kemal, Mehmed Nâzım’a şiiri yazmasından esinlendiği kediyi gördükten sonra yorum yapacağını söyledi.

Bunun üzerine Yahya Kemal, eve davet edildi.

Yahya Kemal, kediyi gördükten sonra Nâzım Hikmet’e “Sen pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsan ileride iyi bir şair olacaksın” dedi.

Aslında Yahya Kemal’in amacı kediyi değil, hoşlandığı Ayşe Celile Hanım’ı görmekti.

Bir süre sonra da Yahya Kemal ile Ayşe Celile Hanım’ın arasında ilişki olduğu söylentileri ayyuka çıktı. Bunun üzerine Hikmet Nâzım Bey, Ayşe Celile Hanım’dan boşandı. Bir süre sonra da Cavide Hanım ile evlendi. Bu evlilikten de iki çocuğu dünyaya gelen Hikmet Nâzım Bey, başkonsolos olarak atandığı Hamburg’da yaşamaya başladı. Ayşe Celile Hanım ise resim eğitimi görmek üzere bir süreliğine Paris’e yerleşti.

Bahriye Mektebi’nde öğrenimine devam eden 16 yaşındaki Mehmed Nâzım’ın 1918’de aşk temalı bir şiiri ilk kez bir dergide yayımlandı. 13 Kasım 1918’de İstanbul’un işgal edilmesiyle duygularında yaşadığı değişim, şiirlerine yurtsever cümleleriyle yansımaya başladı.

Mehmed Nâzım, mezuniyetine üç ay kala akciğerleri çepeçevre saran zarların arasında sıvı toplanmasıyla sonuçlanan bir hastalık olan Zatülcenp’e yakalanması sonucu Bahriye Mektebi’nden ayrılmak zorunda kaldı. Sonraki iki yılını da hastalıkla boğuşarak geçirdi.

1921’de arkadaşı Vâlâ Nureddin ile birlikte Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere ailesine haber vermeden Anadolu’ya geçen Mehmed Nâzım, İnebolu’da tanıştığı  Spartakistlerden  Sadık Ahi’den sosyalizmle ilgili fikirler edindi. O tanışma, dünya görüşünün kırılma noktası oldu.

* Spartaküs Birliği… I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da Marksistler tarafından kurulan siyasi örgüt. Bu örgüt daha sonra Almanya Komünist Partisi’ne dönüştü.

İnebolu’dan ayrıldıktan sonra Vâlâ Nureddin ile birlikte bir haftalık yürüyüşle Ankara’ya ulaşan Mehmed Nâzım’a sağlığı askerlik yapmaya elverişli olmadığı için çürük raporu verildi.

Tedrisat-ı Taliye Müdürü Kâzım Nâmi’nin (Duru), asker olarak hizmet veremeyecek olsa da öğretmen olarak fayda sağlanabileceği düşüncesiyle Mehmed Nâzım’ın 14 Haziran 1921’de Bolu Sultanisi kısm-ı iptidai muallimliğine atanmasında başrol oynadı.

Ne var ki, ilk öğretmenlik çalışmasının ömrü çok kısa oldu. Bolu’da Milli Mücadele’ye karşı padişahı destekleyenlerin baskısıyla iki ay sonra öğretmenliği bırakmak zorunda kaldı.

Mehmed Nâzım, Ağustos 1921’de Bolu’dan ayrılarak yine yareni Vâlâ Nureddin ile birlikte yollara düşerek Batum’a gitti. Yaklaşık bir yıl yaşadığı Batum’da tanıştığı Ahmet Cevat (Emre) ve Şevket Süreyya (Aydemir) ile birlikte Moskova’ya geçme kararı aldı.

Ki o günlerde Vladimir Lenin’in liderliğinde gerçekleştirilen Ekim Devrimi’nden sonra başlayan Rus İç Savaşı’nın son zamanları yaşanıyordu.

Mehmed Nâzım, gittiği her yerde olduğu gibi bilgisi, görgüsü, kültürü ve derin düşünceleriyle Moskova’da da geniş bir nüfuz edinmekte geç kalmadı.

Moskova’da Türkiye Komünist Partisi üyesi olan Mehmed Nâzım, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde felsefe, siyasal bilimler ve iktisat dallarından oluşan Marksizm – Leninizm eğitimi aldı.

Kurulan Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarına tanıklık eden Mehmed Nâzım, Moskova’da yaşadığı birinci dönemde Rus avangart şiirini inceleme, Bagritski, Mayakovski, Selvinski, Inber, Panov gibi edebiyatçıların eserlerini tanıma fırsatı buldu.

Rus fütüristleri ve konstrüktivistlerinden esinlendiği bu dönemde klasik biçimden sıyrılarak yeni bir biçim geliştirmeye başlayan Mehmed Nâzım, Ocak 1923’te Meyerhold Tiyatrosu’nda düzenlenen Uluslararası Sanat Gösterisi’nde şiir okuyacak kadar tanınmış ve saygıdeğer biriydi. Okuduğu şiir, ‘Yeni Sanat’tı…

* 1915’te İstanbul’da tanıştığı Nüzhet Hanım ile 1922’de gittiği Moskova’da yeniden karşılaştı. Arkadaşlıkları ilerleyince ailelerinin karşı çıkmasına rağmen evlendiler. Yeterli paraları olmadığı için evlerini öğrenci pansiyonunda kurdular. Nüzhet Hanım’ın eşine sarfettiği “Bizim de herkes gibi bir yuvamız, cici bici bir evimiz olsun istemez misin Nâzım? Her akşam evimizde seni bekleyeyim, huzur içinde yaşayalım. Sana mı kaldı dünyayı düzeltmek?” sözleri Mehmed Nâzım’da büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Bu yüzden de evlilikleri birkaç ay içinde zedelendi.

Nüzhet Hanım, kısa bir süre sonra hastalanarak tedavi için 1923’te İstanbul’a döndü.

Mehmed Nâzım, 1924’te Türkiye’ye döndükten sonra eşiyle yeniden bir araya gelmek istediyse de Nüzhet Hanım yanaşmadı. Hatta bir tiyatroda karşılaştığı eşini görmezden geldi. Mehmed Nâzım, buna oldukça kızarak boşanma kararı aldı.

* Nâzım Hikmet’in 1932’de yazdığı ünlü şiiri ‘Mavi Gözlü Dev’ hakkında iki farklı görüş bulunuyor. İleriki yıllarda evleneceği Hatice Piraye Hanım’ın oğlu Memet Fuat, Nâzım Hikmet’in şiiri annesine yazdığını söyledi. Nâzım Hikmet’in arkadaşları Vâlâ Nureddin, Zekeriya Sertel, Kemal Sülker ise şiirin Nüzhet Hanım’a yazıldığını açıkladı.

Sözlerinden anladığımız kadarıyla Nâzım Hikmet, ‘Mavi Gözlü Dev’ şiiri Nüzhet Hanım’a yazmış.

* Nüzhet Hanım ile ayrılmasından sonra Moskova’dan okul arkadaşı Liyolya ile birliktelik yaşadı. Türkiye’ye dönmesi gerektiği için ayrılmak zorunda kaldılar.

1924… Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nden mezun olan Mehmed  Nâzım, Türkiye Komünist Partisi’nin ülke içindeki faaliyetlerine katılmak üzere yurda döndükten sonra babası Müşir Mehmed Ali Paşa’nın yayımladığı Sinema Postası Dergisi’nin teknik işlerine de yardım etti. Türkiye Komünist Partisi’nin legal yayın çalışmalarında görev alan Mehmed Nâzım, bu doğrultuda Aydınlık Dergisi ve Orak – Çekiç Gazetesi’ne hem şiirler ve makaleler yazdı hem de sokaklarda gazetenin satışını yaptı.

1925… Çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu doğrultusunda tüm sosyalist ve komünist kuruluşlar ve yayın organları kapatılırken birçok yazar tutuklandı. Hakkında tutuklanma kararı çıkarılan Mehmed Nâzım, gittiği izmir’de bulunamadı. Bunun üzerine de İstiklâl Mahkemesi’nde gıyaben yargılanarak 12 Ağustos 1925’te 15 yıllık mahkumiyete çarptırıldı.

İzmir’den gizlice İstanbul’a ulaşan Mehmed Nâzım, annesi Ayşe Celile Hanım’ı ziyaret ettikten sonra bir tekneyle dönemin TKP lideri Şefik Hüsnü ile birlikte yeniden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde çevirmenlik ve asistanlık yaptı.

1 Mart 1926’da kabul edilen Türk Ceza Kanunu gereğince aldığı 15 yıllık hapis cezası bir yıla inince, Mehmed Nâzım, yurda dönmek için Türkiye Büyükelçiliği’ne birkaç kez başvuruda bulunsa da olumlu sonuç alamadı.

1928… Ülkeye başka birinin pasaportuyla girmeye çalışırken gözaltına alınan Mehmed Nâzım, İstanbul’a sevkedilerek hakkında yeni bir dava daha açıldı. İsteği üzerine 1925’te İstiklâl Mahkemesi’nin verdiği hüküm kararıyla yeni davanın birleştirilerek yeniden görülmesine karar verildi. Davada İstiklâl Mahkemesi’nin verdiği mahkumiyet hükmü kaldırılırken bir başkasının pasaportunu kullanmaktan üç aylık hapis cezası aldı. Tutukluluk süresi, mahkumiyet süresini aşmış bulunduğu için serbest kaldı.

* Moskova’da tanışıp 1926’da evlendiği  Lena Yurçenko’nun  Türkiye’ye gelememesinden dolayı boşanmak zorunda kaldı.

1929… Nâzım Hikmet, ‘835 Satır’ adlı şiir kitabıyla edebiyat çevrelerinde geniş yankı uyandırırken aralarında Ahmet Haşim’in de olduğu birçok meslektaşının övgüsünü alsa da bir süre sonra yayımladığı ‘Putları Yıkıyoruz’ başlıklı yazısındaki eski edebiyatı yıkmak ve yenisinin temellerini atmak yönündeki fikirleri nedeniyle dönemin önde gelen edebiyatçılarının tepkisini çekti.

Birçok meslektaşının tepkisini çekse de Nâzım Hikmet,  Muhsin Ertuğrul, Cemal Reşit Rey, Peyami Safa ile çalışma olanağı buldu.

Yazıları nedeniyle artan baskılar, Nâzım Hikmet’i takma adlar kullanmaya yöneltti. 20’ye yakın takma ad kullanarak yazmaya devam ederken ustalık dönemi eseri olarak tanımlanan ‘Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı’nı yayımladı.

* Kızkardeşi Samiye Hanım’ın arkadaşı olan, Suzan ve Memet Fuat adlı iki çocuğu bulunan Hatice Piraye Hanım (Altınoğlu) ile yakınlaştı. O dönemde Hatice Piraye Hanım, kendisini ve çocuklarını bırakıp müzik kariyeri için Paris’e giden kocası Vedat Örfi’den boşanmak üzereydi. 13 Eylül 1932’de gerçekleşen boşanmanın ardından Hatice Piraye Hanım ile nişanlanıp 31 Ocak 1935’te evlendi.

Nâzım Hikmet – Piraye Hanım. ‘Ran’ soyadının hikayesi şöyle; Nâzım Hikmet cezaevinde olduğu dönemde, 1934 Haziran’ında soyadı yasası çıkarılmıştı. Bütün yurttaşların yıl sonuna kadar soyadı almaları gerekiyordu. ‘Hikmet’, Mehmed Nâzım’ın babasının adıydı. Mehmed Nâzım da yeni bir soyadı almak zorundaydı. Soyadının ne olacağı konusunda kararsız olan Mehmed Nâzım, Piraye Hanım ile bu konuda anlaşamıyordu. Bir gün Birlikte bir soyadı düşünmeye başladılar. Piraye Hanım ne bulsa Mehmed Nâzım gülüyordu. Sonunda anlamsız bir soyadı almaya karar verdiler. Piraye Hanım, ‘Ran’ı önerdi. Mehmed Nâzım da bunun bazı fiillerin sonuna eklenebileceğini anımsattı. Örneğin başaran, kurtaran, saldıran, coşturan… Buna çok güldüler. “İsteyen kendine göre yorumlasın” dediler. Ertesi gün de nüfus dairesine başvurup ‘Ran’ı nüfuslarına işlettiler.

1933… Hakkında açılan davalar nedeniyle hapis cezası almasıyla Bursa Cezaevi’ndeki tutukluluk süreci başladı. Muhsin Ertuğrul ile başlayan sinema kariyerine bir yıl ara vermek zorunda kaldı.

Nâzım Hikmet, 1933’te cezaevine girene kadar 6 film senaryosu yazarken onlardan ikisinin yönetmenliğini de yaptı.

* Bursa Cezaevi’ne kendisini ziyarete gelen şehir tiyatrolarından tanıdığı Semiha Berksoy ile yakınlaştı. Gönlü kaysa da nişanlı olduğu için Berksoy ile bir beraberlik yaşamadı.

Semiha Berksoy, cezaevinden çıktıktan sonra Nâzım Hikmet ile vapurdaki karşılaşmasını şöyle anlatmıştı; “Merdivenlerden çıkıyorduk. Birden ‘ben evliyim seni alamam’ dedi. Ben de onu seviyordum. ‘Olsun’ dedim. Onu o şekilde kabul etmiştim. Meğer o tarihte evli değilmiş, Hatice Piraye’ye evlenme sözü vermiş.”

Nâzım Hikmet, Semiha Berksoy’a olan ilgisini belki bir birlikteliğe dönüştüremedi ama duygularını yazdığı ‘Bu Bir Rüyadır’ adlı operetle dile getirdi. Operette başrolü Semiha Berksoy oynadı.

1938… Kendisiyle görüşen iki genç subayın sakıncalı yayın bulundurmaktan gözaltına alınmasının ardından Nâzım Hikmet, Harp Okulu Komutanlık Askeri Mahkemesi’nde ‘askeri kişileri üstlerine karşı kışkırtmak’ suçlamasıyla yargılandı. 15 yıl ağır hapis ve ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilme cezası aldı. Aynı zamanda ‘donanmayı isyana teşvik’ suçundan açılan ayrı bir davadan da yargılanarak 20 yıl daha ağır hapis cezası aldı.

Nâzım Hikmet, 31 Ağustos 1938’de İstanbul Cezaevi’ne, 1940 Şubat’ında ise oradan Çankırı Cezaevine gönderildi. Sağlığının bozulması üzerine aynı yılın aralık ayında Bursa Cezaevi’ne nakledilen Nâzım Hikmet, orada Orhan Kemal ile koğuş arkadaşlığı yaptı.

Cezaevinde bir yandan edebi çalışmalarına devam eden Nâzım Hikmet, diğer yandan hakkında verilen hüküm kararının bozulması için çabalarını sürdürdü. Beklenen af kararı gelmeyince 8 Nisan 1950’de açlık grevine başladı. Bu eylem sonucunda dönemin kültür ve sanat camiası, serbest bırakılması yönünde çağrılar yaptı. O yıl, 65 yaşında olan Ayşe Celile Hanım da oğluna destek vermek için açlık grevine başlayıp imza kampanyası başlattı.

Nâzım Hikmet’in tahliye edilmesi elbette açlık grevleriyle söz konusu bile olmayacaktı.

14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerden sonra Adnan Menderes’in başbakanlığında Demokrat Parti, 22 Mayıs 1950’de iktidar görevini CHP’den devraldı. Demokrat Parti’nin ilk icraatları arasında bir genel af yasası da vardı. 14 Temmuz 1950’de çok partili siyasetin ilk genel af yasası olan ‘Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanun’dan faydalanarak tahliye olanlar arasında Nâzım Hikmet de vardı.

* Mahkumiyetinin son dönemlerinde, o sırada Nurullah Berk ile evli olan, dayısının kızı Münevver Hanım (Andaç) ile yakınlaşınca eşi Hatice Piraye Hanım ile araları açıldı. Tahliye olduktan sonra 23 Mart 1951’de Hatice Piraye Hanım’dan boşandı. Üç gün sonra, 26 Mart 1951’de ise Münevver Hanım’dan olan oğlu Mehmet Nâzım Ran dünyaya geldi.

* Hatice Piraye Hanım, Nâzım Hikmet’ten boşandıktan sonra bir daha evlenmedi. Vefat ettiği 21 Mart 1995’e kadar Altunizade’deki evinde sakin bir yaşam sürdü.

12 yıllık esaret hayatından sonra serbest kalan Nâzım Hikmet, 22 Kasım 1950’de Dünya Barış Konseyi tarafından Julius Fučík, Pablo Picasso, Pablo Neruda, Paul Robeson ve Wanda Jakubowska ile birlikte Uluslararası Barış Ödülü’ne layık görüldü.

1951… Nâzım Hikmet, yasal olarak yükümlülüğü olmamasına rağmen Kadıköy Askerlik Şubesi tarafından Sivas’ın Zara ilçesinde vatani görevini yapması için askere çağrıldı. Bu çağrı, sağlık durumunun kötüleşmesi de göz önünde bulundurularak ölmesi istendiği yönünde düşüncelerin oluşmasına, yorumlar yapılmasına neden oldu. Nâzım Hikmet, çevresindekilerin salıklarıyla 17 Haziran 1951’de İstanbul’dan ayrılarak Romanya üzerinden Moskova’ya gitti.

Gidiş o gidiş…

Bir daha da memleketine dönemedi.

Askerlik görevini yerine getirmeden ülkeden ayrılması üzerine 25 Temmuz 1951’de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılan Nâzım Hikmet, bu konuda şunları söyledi; “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından – hey gidi dünya – çıkarılmışım. Beni Türklükten, halkımın evladı olmaktan, milletime ölümsüz bağlı bulunmaktan kimse, hiçbir kuvvet çıkaramaz, ayıramaz.

Vatansız duruma düşen Nâzım Hikmet’in annesinin baba tarafından dedesi, Polonya’dan 1848 ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğuna göç eden Polonezlerden Konstantin Borzecki’dir. Bu göçün ardından Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celaleddin Paşa adını almış ve Osmanlı Ordusunda subay olarak görev yapmıştır. Türk tarihinde önemli bir eser olan “Les Turcs anciens et meternes” (Eski ve Yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Türk vatandaşlığından çıkarılınca, büyük dedesi Mustafa Celâleddin Paşa’nın (Konstantin Borzecki) memleketi Polonya’nın vatandaşlığına geçerek ‘Borzecki’ soyadını alır.

Nâzım Hikmet, çeşitli organizasyonlardan aldığı davetler üzerine Bulgaristan, Macaristan, Fransa, Küba ve Mısır’daki konferanslarda savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yapan Nâzım Hikmet, Dünya Barış Konseyi Başkanlık Divanı’na seçildi.

*1952’de konferans için gittiği Çin’de geçirdiği ilk kalp krizinden sonra döndüğü Moskova’da tedavisini üstlenen Dr. Galina Kolesnikova ile beraberliğe başladı. Kolesnikova, Nâzım Hikmet’in hayatında olduğu sürece aynı zamanda yardımcısı, tercümanıydı.

* Dr. Galina Kolesnikova ile birliktelikleri devam ederken Nâzım Hikmet, Vera Tulyakova ile tanıştı. Nâzım Hikmet, etkilendiği kadının evli olduğunu tanışmalarından bir yıl sonra öğrendi. Nâzım Hikmet, Dr. Galina Kolesnikova’dan ayrıldı, Vera Tulyakova ise eşinden boşandı. Birlikteliklerini 1959’da resmiyete dökerek evlendiler.

* Nâzım Hikmet, Moskova’ya gittikten sonra Münevver Hanım, son derece sıkıntılı günler geçirdi. Nâzım Hikmet, yaşamını çeviri yaparak ve özel ders vererek devam ettirmeye çalışan oğlunun annesi Münevver Hanım’a İtalyan Barış Hareketi üyesi İtalyan Joyce Lussu aracılığıyla para gönderdi.

* Joyce Lussu, parayı teslim etmek için buluştuğu Münevver Hanım’ı çok sevdi. Belki haline biraz da acıdı… Bunun üzerine Münevver Hanım ve oğlu Mehmet Nâzım’ı yurt dışına çıkarıp Nâzım Hikmet ile kavuşturma planı yaptı.

Joyce Lussu, Münevver Hanım ile Mehmet Nâzım’ı Ayvalık’ta bir yata bindirerek Midilli Adası’na doğru yola çıktılar. Yat, adanın yakınlarında kayalara çarparak parçalansa da yolcular kazadan yara almadan kurtuldu.

* Münevver Hanım ile oğlu Mehmet Nâzım, Atina üzerinden Varşova’ya geçti. Ne var ki bilmediği Nâzım Hikmet’in Moskova’da Vera Tulyakova ile evli olduğuydu.

Münevver Hanım, Varşova’da Nâzım Hikmet ile buluştuğunda bu gerçeği öğrendi.

Buluşmalarında sadece şiir üzerine sohbet etmelerinden anladı ki, Nâzım Hikmet’in hayatında oğlunun annesi olmasının dışında bir yeri kalmamıştı.

Varşova’da kalarak Doğu Dilleri Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra 1968’de Paris’e yerleşen Münevver Hanım, bir yandan Gallimard Yayınevi için kitap tercümeleri yaparken bir yandan da Fransız hükûmeti mahkemesinde resmi çevirmen olarak çalıştı.

* Nâzım Hikmet ve Yaşar Kemal’in eserlerini Fransızca’ya çeviren Münevver Hanım, Yaşar Kemal’in yaptığı ‘İnce Memed 3’ çevirisiyle 1987’de Fransız Çevirmenler Derneği Çeviri Büyük Ödülü’nü kazandı. Münevver Hanım, akciğer kanseri nedeniyle 16 Mayıs 1998’de hayatını kaybetti.

 Nazım,3 Haziran 1963’te saat 06.30’da gazetesini almak üzere ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına yürüdüğü sırada geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti.

Yüzlerce sanatçının katıldığı Sovyet Yazarlar Birliği Salonu’nda düzenlenen törenden sonra Nâzım Hikmet’in cenazesi Moskova’daki Novodeviçi Mezarlığı’na defnedildi. Siyah granitten yapılan mezar taşını da ünlü şiirlerinden biri olan ‘Rüzgâra Karşı Yürüyen Adam’ın cümleleri işlendi.

Nâzım Hikmet’in eserlerine 1938’de konulan yayım yasağı 1968’de kaldırıldı.

3 Haziran 1990’da Nâzım Hikmet’in kız kardeşi Samiye Yaltırım ve çağrısına cevap veren Nâzım Hikmet dostları tarafından Nâzım hikmet Kültür ve Sanat Vakfı‘nın kuruluş çalışmaları başladı. 22 Mayıs 1991’de resmiyet kazanan vakfın öncelikli çalışmalarından biri de Nâzım Hikmet’in yeniden Türk vatandaşlığına kabul edilmesiydi.

Bu konuda birçok çağrıda bulunulmuş, birçok dilekçe verilmiş olsa da Nâzım Hikmet ancak doğumunun 107, ölümünün ise 48’inci yılı olan 2009’da yeniden vatandaşlık hakkı kazanabildi.

5 Ocak 2009’da “Nâzım Hikmet Ran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürürlükten kaldırılmasına ilişkin önerge” Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı. Nâzım Hikmet Ran’a yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının iade edilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve imzaya açıldığını ifade eden hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Nâzım Hikmet Ran’ın yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmasına ilişkin önerinin Bakanlar Kurulu’ tarafından oylanarak kabul edildiğini açıkladı.

Bakanlar Kurulu’nun 5 Ocak 2009 tarihinde aldığı bu karar, 9 Ocak 2009’da Resmi Gazete’de yayımlanarak resmileşti.

SİNEMA KARİYERİ

1932’de ziyaret ettiği Muhsin Ertuğrul’un siparişi üzerine ‘Kafatası’ ve ‘Bir Ölü Evi’ piyesini yazdı. Ertuğrul’un aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın öyküsü olan ‘Bir Millet Uyanıyor’ adlı filmde asistanlığını yapmasını istemesiyle sinema kariyeri başladı.

Yazdığı senaryolar;

* Güneşe Doğru

* Karım Beni Aldatırsa

* Söz Bir Allah Bir

* Naşit Dolandırıcı

* Cici Berber

* Düğün Gecesi

* Fena Yol (Yunanlı yazar Grigorios Ksenopoulos’un romanından senaryolaştırdığı film ilk Türk – Yunan ortak yapımı oldu)

Cezaevinde yazdığı senaryolar;

* Milyon Avcıları (Max Neufeld’in yönettiği  ‘Sehnsucht 202’ adlı Alman müzikli komedisini uyarlayıp senaryolaştırdı)

* Aysel, Bataklı Damın Kızı (Selma Lagerlöf ve Hasan Cemil Çambel ile birlikte yazdı. Film, Türk sinemasının başyapıtlarından biri olarak kabul edilir.)

* Leblebici Horhor Ağa

* Tosun Paşa

* Bir Kavuk Devrildi (Muhsin Ertuğrul ve Necdet Mahfi Ayral ile birlikte yazdı.)

* Şehvet Kurbanı

* Kıskanç

* Kahveci Güzeli

* Kızılırmak Karakoyun

* Yolcu (Başar Sabuncu tarafından 1993’te filme çekildi.)

Leblebici Horhor Ağa

Leblebici Horhor Ağa

Tahliye olduktan sonra yazdığı senaryolar;

* Üçüncü Selim’in Gözdesi

* Barbaros Hayrettin Paşa

* Lale Devri

* Balıkçı Güzeli

* En Büyük Kötülük

* Yusuf ile Zeliha

* Bir Aşk Masalı

* Fransa – Vietnam (Filme çekilemedi)

* Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim

* Enayi

Yönettiği filmler;

* Güneşe Doğru

* İstanbul Senfonisi (Kısa Metraj Belgesel)

* Bursa Senfonisi (Kısa Metraj Belgesel)

* Cici Berber

* Düğün Gecesi

Hakkında Çekilen Filmler

* Su da Yanar (Ali Özgentürk’ün yönettiği 1987 yapımı film, Nâzım Hikmet ile ilgili bir film yapmak isteyen bir yönetmenin öyküsünü konu edindi.)

* Mavi Gözlü Dev (Biket İlhan’ın yönettiği 2006 yapımı film, Nâzım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’nde geçirdiği dönemi anlatıyor.      

                    ***

                      ******

Sende ben imkansızlığı seviyorum.

*

Bıraksın peşimizi, kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar

 *

 Yaşamak

Bir ağaç gibi

tek ve hür

ve bir orman gibi

kardeşçesine

bu davet bizim

*

Ben yanmasam

Sen yanmasan

nasıl çıkar karanlıklar

aydınlığa

*

Herşey ortak, yarin yanağından gayri

*

Sefalette değil, refahta eşitlik istiyoruz.

*

 

DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.

Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.

Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.

Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.

Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.

Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

                    1947

                      NAZIM HİKMET

BAZI ESERLERİ

 

– Memleketimden İnsan Manzaraları

– Kafatası

– Unutulan Adam

– Taranma Baba’ya Mektuplar

– Ferhat ile Şirin

– Kurtuluş Savaşı Destanı

– Kız Çocuğu

– Tahir ile Zühre

– Şeyh Bedrettin Destanı

– Sevdalı Bulut (Tiyatro oyunu)

 

 ŞİİR KİTAPLARI

 

– 835 Satır, (1929)

– Jokond ile Si-Ya-u, (1929)

– Varan 3, (1930)

– 1 + 1 = 1, (1930)

– Sesini Kaybeden Şehir, (1931)

– Benerci Kendini Niçin Öldürdü, (1931)

– Gece Gelen Telgraf, (1932)

– Taranta Babu’ya Mektuplar, (1935)

– Portreler, (1935)

– Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936)

– Saat 21-22 Şiirleri, (1965)

– Kurtuluş Savaşı Destanı, (1965)

– Şu 1941 yılında (Memleketimden İnsan Manzaraları’nın 3. kitabı), (1965)

– Dört Hapishaneden, (1966)

– Rubailer, (1966)

– Memleketimden İnsan Manzaraları (İlk bölüm), (1966)

– Memleketimden İnsan Manzaraları, (1966-1967)

– Kuvayi Milliye, (1968)

 

ROMANLARI

– Kan Konuşmaz, (1965)

– Yeşil Elmalar (yedi yazardan derleme), (1965)

– Yaşamak Güzel Bir Şey Be Kardeşim, (1967)