Posts Tagged ‘Scheler’

FENOMENOLOJİ – EDMUND HUSSERL

Pazar, Haziran 7th, 2009

  

Bu terim ilk kez 1764’te Lambert’in  ‘Yeni Organon’ adlı eserinde geçiyor.

1786 yılında da Kant, ‘Doğa biliminin metafizik başlangıç temelleri’ adlı eserinde kullanıyor.

Daha sonra Hegel, Hamilton, Edward Hartmann kullanıyorlar.

 

                                   EDMUND HUSSERL

 

Fenomenolojinin babası.

İkinci dünya savaşından önce ölmüş bir Yahudi.

Heidegger’le çok sıkı ilişkileri var. Heidegger, Husserl’in fenomenolojisinden çok fazla yararlanıyor.

Husserl’in etkilediği fenomenologlar:

Heidegger, Scheler, Ingarden, Pfönder, Geıger, Eugen Fink, Sartre, Marleu Ponty, A.Koyre.

Bu felsefe disiplini bugün bilim olma yolunda.

Husserl, hiçbir zaman sistematik olarak fenomenoloji şudur demiyor.

Fenomenolojinin en temel özelliği; indirgeme (reduction).

Husserl, iki tip indirgemeden sözediyor:

1-Eidetik(eidos) indirgeme.

2-Fenomenolojik indirgeme; daha çok içerik analizleriyle ilgili bir yöntem olma yolunda.

Fenomenolojinin temel özellikleri:

Fenomenoloji karşımıza özel bir bilgi edinme yolu olarak çıkıyor. Daha çok sezgi denilen etkinlikte yatıyor.

Sezginin ilişki kurduğu; ‘verilen, verilen nesne’.

Fenomenolojinin temel parolası; ‘nesnelerin kendisine doğru’.

Fenomen, verilen nasıl görünüyorsa, nasıl veriliyorsa onu görebilmek.

Verilenin kendisini görebilmek için fenomenolog indirgeme yapmak zorunda yani üçlü bir paranteze almak zorunda buna ‘epoche’ deniliyor.

1-Her türlü öznel olan her öge paranteze alınır. Amaç, nesneye bakan kendisini tamamen nesneye bıraksın. İşte bu tam nesnel tavır.

2-Nesnenin kendisini görebilmek için her türlü teorik olan (ispat, hipotez…) paranteze alınır. Bunda amaç, nesne kendi kendini ifade edebilmeli.

3-Her gelenek paranteze alınır. Amaç, başkaları tarafından o nesne hakkında söylenilenlerin hepsini safdışı bırakmak, nesne nasılsa bize kendini öylece göstersin.

 

Fenomenolojide fenomene ikili bir bakış sözkonusu:

 

1-Nesnede bakılan ne, nesnenin neliği.

2-Nesnenin özüne ait olmayan her şeyi safdışı bırakmak.

Bu paranteze alınanlar tamamen reddedilmiyor. Bunlar daha sonra materyal olarak kullanılıyor.

Fenomenolojik yöntem neden gerekli:

 

1-İnsan kendi yapısı gereği; ilk bakışta nesneyi göremez. Sübjektif ögeler nesneyi görmemizi engeller. Başka zamanda sahip olunan bilgiler, nesnenin açıklığını engeller. Önemli olan sadece verileni görmek.

2-Hiçbir nesne yalın/sade değil, kompleks. Birçok ögeden oluşuyor. İnsan bunların hepsini aynı anda göremez.

İşte bu iki nedenden dolayı fenomenolojik yöntem gerekli.

Nesnenin kendisine doğru parolası; nesneye sade ve tinsel bir bakışın ifadesi.

‘Bilginin tek haklı kaynağı bilinçtir’ der Husserl.

Bu bilinç, her zaman nesneye yönelen şeyin bilinci.

Husserl; duygu, yaşantı, his…gibi şeyler hoş ama bunlarla bilgi edinilemez der.

Bilginin tek haklı kaynağının bilinç olması, fenomenolojiyi ‘bilinç felsefesi’ haline getirir.

Bakmak, sadece verilene bakmak. Önümüzde açık-seçik duran nesneye bakmak. Sadece verilene baktığımızda, nesne kendini dile getirir. ‘Görünenin dile gelmesi’.

Sezgi, doğrudan doğruya nesneyi örtenleri açmak ve nesneyi görmek. Araştırmada araştırıcı sadece nesneye yönelir. Öznel olan her şeyi paranteze alıp, nesneye saf bir bakışla kendini vermek. Bu insan kendini unutan, sadece bilme etkinliğinde bulunan insandır.

Yine bu araştırıcı, her türlü pratik olanı dışta bırakır. Yapmakta olduğu işin, pratik faydasını düşünmez; sadece nesnenin  bilgisini elde etmeye çalışır.

Bu düşünür tipi, varoluş felsefesindeki sübjektif düşünür tipine karşı olan bir düşünür tipidir.

Merkezde olan araştırıcı değil, nesne. Sübjektif düşünmede ise düşünen merkezde.

Görev bilinci, fenomen hakkındaki bütün sübjektif olanları parantez içine alıp, sadece bu fenomeni kendinde bulunan özellikleriyle betimlemek.

Örneğin, din fenomenini Descartes gibi en küçük parçalarına ayırma ve sonra bütünü yeniden kurmak.

ARNOLD GEHLEN

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

 

 M.Scheler’in öğrencisi. Birincisi evresi; Scheler ve Alman idealizminin etkisinde olduğu dönem; doçentliğine kadar sürüyor.

 İkinci evre; ‘İnsan, onun doğası ve dünya içindeki yeri’ adlı kitabıyla Scheler’in etkisinden kurtulduğu görülür.

 Üçüncü evre; eylem kavramını genişlettiği dönem.

 Dördüncü evre; sosyolojiye özellikle kurumlar üzerine yöneldiği evre.

 Beşinci evre; kültür antropolojisiyle uğraştığı dönem.

 Altıncı evre; toplumla dair eleştirilerle uğraştığı dönem.

 Yedinci evre; devlet felsefesiyle ilgilendiği dönem.

 

 Anropoloji tarihi üzerine düşünceleri:

 

 Gehlen’e göre anropolojide iki gelenek var:

1-Bilim geleneği:

 a)Biyoloji geleneği

 b)Kültür geleneği

2-Felsefe geleneği

 

 Gehlen’e göre, 17.yy’a kadar felsefi antropoloji disiplini yok. İnsan tanrının yarattığı bir varlık; maddi bir yapı ile ruhu birleştiren bir tanrı yaratığı. Ona göre Descartes’de hristiyanlığı parantez içine alarak; ‘insan ruhu olan bir makinedir’. Böylece Descartes’le beraber insan dualizmi ortaya çıkıyor.

 Gehlen’e göre Schelerise, önce insan ile hayvan arasındaki ayırıcı özellikleri ortaya koyuyor, insan ve tanrı ilişkisi değil. Scheler, dualizmi keskinleştirerek geistı yaşamın karşısına koyuyor. Bu geist kökenini hayatta bulamayacağına göre dünyanın metafizik temelinde bulur.

 Gehlen’e göre; ruh, tanrı, geist, isteme vs. bunları kabul eden her antropoloji metafizik yapıyor demektir. Oysa antropoloji, metafizik olmamalılıdır. Her türlü metafizik belirlenimleri reddetmeli ve dualizmleri aşmalı. Bu dualizmleri aşacak olan felsefedir. Felsefe, insanı parçalamadan bir bütün içinde ele almalı bunun içinde anahtar bir tema bulmak gerekir. Bu nedenle de felsefe, amprik bir bilim olmalı, bilimlerin verilerinden yararlanmalı.

 Felsefe nasıl amprik bir bilim olacak?

 Şu iki hipotezin kabul edilmesiyle dualizm aşılabilir:

1-İnsan bir bütün olarak tek bir bilimin nesnesi olabilir.

2-İnsan kendi içinde bir bütündür. İnsan ikili bir varlık olarak görülmemelidir. Bunun içinde bütün dualizmleri, en başta da Scheler’i reddetmek.

 Gehlen’in amacı; felsefi olarak amprik bir antropoloji. Bu tezlerini doğrulamak için bir anahtar tema buluyor; eylem. Eylemden yola çıkarak, genel bir antropoloji kurmak. İnsan yapısının eylemle anlaşılabileceğini açıklamak ve antropolojiyi kurmak.

 Gerçekliği önceden görerek ve planlayarak değiştirmek. Kültür, gerçekliği bu şekilde değiştirmenin tamamı, gerçekliğin planlanarak değiştirilmesi kültürle.

 Kültür ancak bir insan topluluğunda ortaya çıkar, o halde eylem, kültür ve insan topluluğu. Ve merkeze eylemi oturtunca, kendisinin kullanacağı amprik yöntem; biyolojik yöntemle olacaktır.

 İnsanı bir bütün içinde ele alacak tek bilim; biyolojik amprik bilim. Bir bütün içinde ele alacak tek bilim; biyolojik amprik bilim. Bir bütün içinde ele alınması nedeniyle de; felsefi antropoloji.

 Gehlen’in felsefi antropolojisi; biyolojik yöntemi kullanan amprik bir bilim.

 

 Gehlen’in Scheler’den aldığı iki şey:

1-İnsan – hayvan karşılaştırması,

2-İnsanın dünyaya açık oluşu.

 Eylem; bilerek ve önceden tasarlayarak gerçekliği değiştirmek. Her şeyin temelinde olan, insan eylemi. Artık insan ruhu ve bedeni birbirinden ayrılmıştır.

 İnsan eylemde bulunan ve terbiye edilen bir varlıktır. Terbiye = moral. Gehlen’in burada yararlandığı, Nietzsche’dir.

 İnsan; 1- henüz tamamlanmamış, mükemmelleşmekte olan bir varlık.

2-İnsan, belirlenmemiş bir varlık.

 Oysa hayvan tamamlanmıştır artık terbiyesi mümkün değil. Çünkü hayvanda, içgüdü var. İnsan, zeki bir varlık olduğu için hem olağanüstü bir varlık hem de bu yüzden tehlikede olan bir varlık.

 Gehlen, neden-sonuç ilişkisi üzerinde durmuyor. Çünkü bu ilişki, insanı metafiziğe götürür. Önemli olan, bir yumak içindeki koşulları irdelemek.

 İnsan eylemi sayesinde her yerde yaşayabilir. Hayvan bunu yapamıyor. Çünkü hayvanın çevresi, insanın dünyası var.

 Kültür, zaten bulunan bir gerçeği önceden planlayarak, yaşam için kulanılır hale getirmek.

 Her türlü eğitim, terbiye, otorite, aile vs. hepsi kültür içinde. Kültür insanın fiziki varoluş koşullarındandır. Oysa hayvan çevresi içinde bilinçsiz olarak yaşıyor. Çünkü kültürü yok. (Gehlen’de eylem; zekaya dayanan eylem. Bu nedenle hayvanın çevresi, insanın ise kültür çevresi var.) İnsanı insan yapan, zekası sayesinde eylemde bulunmak. Bu sayede de dünyaya açık bir varlık.

 İnsanın kendisini doğaya karşı koruyabilecek özel organları yok. Oysa her hayvanın var. Morfolojik açıdan insan, hayvana oranla ilkel bir varlık. Üstelik insan erken doğmuştur. Fetal hatta fetüs evresinde kalmış bir varlık. Eğer insan 19-20 aylık iken doğmuş olsaydı kendini koruyabilecekti. İşte aile kurumu, insanın biyolojik yapısının korunmasızlığından dolayı ortaya çıkıyor.

 Buna karşılık insanda çok önemli bir şey var o da; beyin, çok özelleşmemişse de çok gelişmiş bir beyin. Beyinde her şey var ama geista bağlılık yok. İnsan beynine göre öyle eylemde bulunuyor.

 İnsan algı selinden hayatına yararlı olanları çekip çıkarıyor. Böylece dünya hakkında genel bir görmeye sahip oluyor. İnsan kendisini bu merkezden çıkarıp, kendisinde bir takım potansiyel işlevleri işin içine sokabiliyor ve bu işlevler ileriye dönük aktlar oluyor.

   İnsan, dünyaya açık bir varlık olması nedeniyle, algı seliyle karşı karşıya geliyor. Burada en önemli faktörlerden biri; dil. Dil, algı seli içinde işe en yarayacak olanları çekip çıkarıyor ve onları dile getiriyor.  Dil, en önemli yük azaltıcı.

 İnsanın güdüleri; ihtiyaçları aslında onun içinden gelen şeyler. Bu güdüler bir takım fantazmalar içinde saklıdırlar.

 Eylem, insanın bir ilişkisi bir arzusu ile ilgilidir.  Eylemin oluşumunda ise bu eylemin hiçbir ilgisi yok gibidir, sadece eylem görülür. Oysa bunlar uyku durumundadırlar. Bazen bunlar eyleme kadar ulaşamazlar, saklanırlar. İnsan bu kopma denilen (hiatus) şeyi yaşar. Gerçekleşmeyen bu istem insanın iç dünyasını oluşturur.

 İşte Gehlen, insanın kopmayla oluşan bu dünyasına ‘ruh’ der. Yani gerçekleşmemiş arzular, istekler… ruh denilen şeyi oluştururlar yoksa ruh, metafizik bir varlık değildir. Ruh, insanın iç dünyasındaki her şeydir, onun içselliğidir. Bu nedenle ruh ancak biyolojik olarak ele alınabilir.

 Gehlen, insanı bir bütün içinde ele alarak iki hipotezini gerçekleştirmiştir. Bunu yaparken dualizme kaçmamıştır. Yani insanı, biyolojik yapısından yola çıkarak bir bütün olarak açıklıyor ve böylece de amacına ulaşıyor.

 İnsanı bir bütün olarak ele aldığı bilim; amprik antropoloji.

SCHELLİNG

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

  SCHELLİNG (1775-1854)

 

 Schelling, zıtlıklar içinde yaşamıştır. Bir yanda mutlak olan aşk, diğer yanda paramparça bir hayat. Dimamizmini sağlayan da bu zıtlık. O da Fıchte gibi mutlak olanın peşinde.

 Fıchte, felsefesinin en üst ilkesi olarak ‘mutlak ben’i benimsiyor ve geri kalan her şey ‘ben’in tasarımıdır diyordu. Schelling, Fıchte’nin bu düşüncelerini kabul ediyor ancak o daha fazlasını istiyor.

 Schelling, ‘ben’de sonlu olmayan başka bir öz görür. Tıpkı Fıchte’de olduğu gibi, onda sonlu olmayan öz; tanrı idi. Schelling ise buna ‘içimizde ebedi olan’ der.

 Schelling, son dönemde mistisizme daha çok yönelir. Kierkegaard, Schelling’in bu düşüncelerini aynen alır.

 İnsan hayatının içinde, sonlu olmayan/ebedi olan bu öz; bir imkan halinde. Herkes bu ebedi yanını gerçekleştirebilir. Schelling, ‘ebedi olan’a, ‘mutlak temel’ de der.

 İnsan kendi bakışlarını, kendi içinin derinliğine çevirirse sonlu benindeki ebedi olanın farkına varır. Çünkü insanda bambaşka bir yeti vardır. Bu yetiye Schelling, ‘intellektüel görü’ anlamını verir.

 Bunun sayesinde kendi içine bakan insan, kendindeki mutlak temeli-ebedi yanı görür. Aslında insanın mutlak temelinde gördüğü; tanrısal olandan başka bir şey değil. Tanrıyla bu sayede ilişki kurulur. Yoksa kutsal kitaplarla filan değil. Tanrısal olan sadece insan beninin değil, tüm gerçekliğin temelidir.

 Schelling’e göre felsefe, kendini sonlu olanlardan kurtarıp, mutlak olana erişmelidir. Bu konuda Fıchte ve Hegel de aynı şekilde düşünür.

 Sonlu insan, her şeye tanrının bakış açısından bakmalıdır. Yani mutlak bir şekilde bakılmalı. Ancak bunu Schelling gerçekleştiremez, bunu Hegel yapar, kendini ‘dünya geist’ı haline getirerek.

 Spinoza’dan beri bir düşünce var; ‘ayrı olan her şey aslında bir bütündür’. Hepsi tanrıda birleşir. Plotinos’da her şey ‘bir olan’dan çıkıyordu.

 Schelling bundan faydalanarak, tanrısal olan ne sadece içimizde ne de sadece dışımızda; tek olan aslında bileşik olanın ifadesidir. Varolan her şeyde o tek olanın ilkesi var. Burda işin içine ‘doğa’ giriyor.

 Fıchte’ye göre doğa, benin tasarımıydı. Schelling bu konuda Fıchte’den ayrılıyor. O, doğayı tek bir organizma olarak görür. Bu organizma içinde her şey yaşamaktır. Doğa, yaşamakta olan, hareketliliği içinde olan bir oluştur. Bu oluş kendini zıtlıklar içinde gösterir. İnorganik olanda eksi-artı, organik olan da ise erkek-dişi gibi.

 Sonsuz ve sürekli oluş, kendi kendine hareket, kendi içinde zıtlıkları taşıyan doğanın anlamı ne?

 Burada temeli sorulan doğa, presokratiklerdeki gibi fiziksel yani kendi kendini ortaya, ışığa çıkaran doğa anlamında. Schelling, doğadan; ‘sürekli bir kendi kendine oluş’ olarak anlıyor.

 Bu doğanın bir amacı var; geista ulaşmak. En yüksek doğa ürünü ise; insan geistı. Ve bu açıdan geriye baktığımızda doğa oluşum halinde. Ancak insan geistı, doğayı aşar ve onda amaç olanı tamamlar.

 Schelling’in ortaya koyduğu gerçekliğin aşamaları:

1.Doğanın bilinçsiz evresi.

2.Doğanın kendi kendisinin farkında olmadığı evre.

3.Doğanın, insan geistı ile bilinçli hale geldiği evre.

Aslında doğa-geist ek bir süreç. Tek bir organizmanın uzuvları gibi. Bu organizma köklerini doğadan alır ve geista kadar ulaşır. Doğaya bilinci veren aslında insan geistı. Doğanın ne olduğu üzerine kafa yoran ve bu nedenle de doğayı aşan insan geistıdır.

 Doğa içindeki aklın en son amacının geist olduğunu kabul ediyor. Doğayı ‘mutlak geişt’ olarak görmesi Schelling’in en can alıcı yeridir. Hem doğanın hem de geistin yaratıcısı, mutlak olandır. Doğada tüm olan bitende tanrının etkisi var. Her doğal yaratık, herhangi bir şey değil, onun/tanrının içinde hüküm süren tanrısal coşkunun bir ifadesidir. Ona göre doğa, gizli tanrıdır. Doğada gördüğümüz her şeyin ardında tanrı var. Doğa, tanrının kendini sakladığı, tarih ise kendini ortaya koyduğu yerdir.

Schelling’e göre tüm tarih, mutlak olanın kendi kendisini ortaya koymasından  başka bir şey değildir.

 ‘Tarih, tanrının geist olarak yazılmış destanından başka bir şey değildir’, der. Tarih, insanı yaratır ama insanın kendi kendisini ortaya koyması, tanrının kendisini ortaya koymasından başka bir şey değildir.

 Schelling, doğadaki her türlü oluşun arkasında tanrıyı düşünüyor ve onun açıktan ortaya koyması insanla oluyor. Mutlak olan, kendini geist olarak insanlık tarihi içinde ortaya koyuyor.

 Nasıl oluyor da en mükemmel varlık/tanrı, kendini bu çirkef dünyada ortaya koyuyor?

 Schelling’e göre, insanın geistı ile doğanın zorunluluğunu barıştıran; sanattır. Sanat, tanrıdan zorunlu ve dolaysız olarak fışkıran, tek ve ebedi bir gerçekleşmedir. Doğanın ve geistın birbirinden ayrı olan çizgileri sanatta birleşir.

 Sanat eseri; insan özgürlüğünün en yüksek eseridir. Ancak burada bir insanının geistı, diğeri doğanın zorunluluğu. Sanat eseri, insan özgürlüğünün en yüksek eseri ancak maddi yanı doğanın zorunluluğu ile oluyor. Böylece insanın geistı ile doğanın zorunluluğu barışıyor.

 Diyelim ki doğada, tarihte, sanat eserinde tanrının varlığını hissediyorum ama tanrının kendisini nasıl bilebilirim?

 Schelling, tanrıyı ‘mutlak özdeşlik’ olarak kabul eder. Tanrı tam bir özdeşliktir. Bütün her şeyin bütünleştiği, mutlak bir özdeşliktir. Hegel, bu düşünceyle ‘kapkara bir geceden başka bir şey değil’ diyerek alay eder. Gerçekten de bu düşünüş, sonlu olanın ortadan kalkmasıdır. Şeyler arasındaki farklılıklar, mutlak özdeşlikle birleşir ama bu gerçekliğin ortadan kalkmasıdır.

 Schelling artık ortaya koyduğu sistemden şüphe etmeye başlar ve şöyle der:

 ‘Bu garip gerçeklik temelini tanrıda bulamaz, bu garip gerçeklik de mutlak olana

girmelidir’.

 Bundan sonra Schelling, tanrıyı sadece içinde olumlu niteliklere sahip pozitif bir varlık olarak görmez. İçinde negatif, çelişkili bir varlık olarak da düşünür.

 ‘Kabul edilmelidir ki; iki şey var, karanlık bir tanrı ve ve diğer taraftan bilinçli geist’.

 Tanrı kendi kendisinin bölünmesini sağlayarak dünyadaki oluşu sağlar. Schelling buna ‘tanrının acılı yolu’ der.

 Schelling, doğadaki şeyler arasındaki farklılığı, çelişkiler açıklamak için tanrının içine negatif bir temel koyarak onu ikiye böler.

 İnsan kendi özgürlüğü sayesinde tanrıya döner veya uzaklaşır. Tanrıdan çıkan etki, insan sayesinde öze döner. Tanrı tekliğe ulaştığında, doğa/dünya ile geist barışmış durumdadır. Tekliğe ulaşılmasıyla her şey sonsuzluğa ulaşır. Bilinçlenmenin tamamlanması, tanrının tamamlanmasıdır.

 Dünya tarihi, kendini bölmüş olan tanrının yeniden kendi birliğine/tekliğine ulaşmasından başka bir şey değildir.

 Tanrı, insan geistı sayesinde birliğine ulaşacaktır. Schelling’de tanrı önce bir bütündü ancak doğadaki ve tarihteki olumsuzlukları görünce, onu ikiye böler-pozitif ve negatif olarak- ve çelişkiler zaten onun içinde var, der.

 Schelling’in asıl problemi; tanrının kendisini nasıl düşünebileceğimiz. Kendisini insanla gösteren tanrı, kendini tamamladığında –insan yok olmayacak- tarih olumlu bir şekilde yeniden başlayacaktır. Dünya tarihi, tanrının kendi kendisine dönmesidir. Schelling, dünyadaki kötülüklerden dolayı tanrıyı ikiye böler ve negatif temeli onun içine yerleştirir. Ve tüm dünya tarihi, tanrının kendi içindeki çelişkileri insan geistı ile ortadan kaldırarak bütünleşme çabasıdır.

 Fıchte’ye göre iki felsefe akımı vardı; dogmatizm ve idealizm. Dogmatizm, kendi başın varolanları kabul etmek. İdealizm ise dingansichi reddedip sadece bilinci kabul eden bir felsefedir.

 Fıchte, seçim yaparak idealizmi-ben/geistı kabul ediyordu. Oysa Schelling her ikisini de benimsiyor. Der ki; ‘bilme etkinliği hem objeyle hem de süje ile iş görür. Bu nedenle ikisinden birini seçmek olmaz. Felsefenin göstereceği; nesnel olanın öznel olana, öznel olanın da nesnel olana nasıl gittiğini göstermek.

 Schelling’e göre doğa, nesnel dünyadır. Bu doğa, öyle zengin ve içerikli ki; onun özne gibi olmadığı kesindir. Doğa kendine özgü canlılık biçiminde. Schelling’in Fıchte’den ayrıldığı en önemli nokta burası.

 Schellig’in doğayı canlı bir organizma olarak görmesine karşılık, Fıchte; doğanın varlığını kabul etmiyor. Schelling’de doğa sürekli bir değişme, devinme ve sürekli yükselme biçiminde. Yükselme ise diyalektik bir biçimde oluyor. Schelling bu diyalektik görüşünü Fıchte’den alıyor fakat onun kadar ileri götürmüyor, sadece doğayı açıklamada kullanıyor.

 

 Tez, madde ise antitez; madde olmayan olacaktır ki, bu ışıktır, ısıdır bu da sentezde; organik olanla birleşecektir. Aslında sentez en başta olandır. Sentez, tez ve antitezi içermektedir. Burdaki tez ve antitez organik olanın/hayatın formundan başka bir şey değildir.

 Herşey doğanın görünümü olarak canlıdır. Hayatın, ruhun arkasında başka bir şey vardır ki; o da insan geistıdır. Hayatın en büyük gayesi insan geistının ortaya çıkmasıdır. Doğanın kökeninde hep bir geist olduğu için insan, geistın bir varlığıdır. Doğanın amacı, geistı ortaya çıkarmaktır.

 Schelling’in ilk izlediği yol, doğa felsefesidir. Burada Kant’ın bir düşüncesine karşı çıkar. Kant’a göre doğaya bakış, matematiksel ve fiziksel bir takım yasalarla sınırlandırılmıştır. Aslında bu aklın doğaya bakış açısıdır. Yani bu yasa, insan aklının bir ürünüdür. Schelling’e göre, doğaya bu türlü bir bakış, onun canlılığını göz ardı etmektir. Ona göre doğaya, Kant gibi şematik bakmamalıyız.

 Schelling aslında doğa bilimlerinin yöntemini değiştirmek niyetinde değil. Sadece incelediği doğanın, niceliksel ve mekanik yanının olmadığını göstermek ve ‘doğa bundan daha fazla birşeydir’, der.

 Doğanın diğer yanı -objesi olmayan- doğa felsefesinin konusudur. Bu felsefe, doğanın temelini, kökenini araştırır. Aslında bütün araştırmalar, görüşler doğanın kendisi değildir.

 Doğa kendi kendisini yaratan yaşamdır. Bu görüşlerinden dolayı Schelling, romantizmin filozofudur denir.

 Ona göre doğanın amacı, arkasındaki geistın ortaya çıkmasıdır. Doğanın temelinde geist olduğundan insan da bir geist varlığıdır. Doğa bunun açığa çıkmasıyla anlam kazanır. İki geist vardır; mutlak geist ve insan geistı. İnsan geistı olmadan mutlak geistın bir önemi yoktur.

 Schelling buraya kadar, nesneden öznenin nasıl çıktığını gösterdi. Doğadan geistın ortaya çıkması.

 Şimdi ise Schelling, özneden nesne nasıl ortaya çıkıyor ona bakıyor. Schelling bu felsefeye ise ‘trancendental felsefe’ der. Bu felsefede araştırılan geistın nesneleşmesi yani geist doğa olarak nasıl ortaya çıkıyor o araştırılıyor.

 Trancendental felsefe üç adımdan oluşuyor:

 1.Teorik felsefe, 2. Pratik felsefe ve en yüksek basamağı 3. Sanat.

Teorik ve pratik felsefe sanatla birleşir.

 Schelling, doğa felsefesini ve trancendental felsefeyi üçüncü bir felsefeyle, özdeşlik felsefesiyle açıklamaya çalışır.

 Doğa felsefesinde, doğanın arkasında hep geist vardı ve en sonunda doğa, en yüksek noktaya geistı ortaya çıkarmakla ulaştı.

 Trancendental felsefe de ise geistın arkasında hep doğa vardı ve geist en yüksek noktasına doğayı ortaya çıkarmakla ulaştı.

 Özünde doğa ve geist aynı şeydir. Doğa görülen şeyse, geistta görünmeyen dünyadır. İşte özdeşlik felsefesi; farklı olduğu sanılan özünde bir ve aynı olan iki şeyin felsefesidir. Aslında bunlar –doğa, geist- mutlak olandır ve tanrı mutlak özdeşliktir. Tanrı bu özdeşliğini bozmadan kendini doğa ve geist olarak böler. Aslında her şey tanrının ideleridir. Dünya dediğimiz yer aslında tanrının kendini ortaya koyduğu yerdir. Tanrı dünyanın ta kendisidir. (Bu bir panteizmdir)

 Schelling’in doğa ve t.felsefesi, dünyayı bir sanat eseri olarak ortaya koyar. Dünya tanrısal ise kendisini mükemmel olarak ortaya koymalıdır.

 Ancak daha sonra her şeyin çok güzel olmadığını görerek tanrıya negatif yanı da koyar. Tüm dünya tarihi; tanrının negatif ve pozitif yanının mücadelesinden başka bir şey değildir. Bu mücadelenin sonunda pozitif olan yan, negatif olan yanı altederek başlangıçtaki gibi sadece pozitif olan bütünlüğünü yeniden sağlayacaktır.

 İşte Schelling’te yepyeni bir thegonie ile karşılaşıyoruz; panteizm.

 Schelling’in amacı; iyinin kötüyü yenmesi, tanrıdan negatif olanın kopması, mutlak iyi olması. Aslında özdeşlik felsefesi bir sentez gibidir, bu felsefe olmadan doğa ve t.felsefe olmaz.

 

            FICHTE İLE SCHELLİNG’İN KARŞILAŞTIRMASI :

 

 Her ikisinin de çıkış noktası Kant’ın ‘dingansich’i. Kant bununla eyleyen benin bilme yetisini sınırlıyordu.

 Fıchte  de ise ‘ben’i yaratıcılığında hiçbir şey engelleyemez. Ben özgürdür, ben’in bilemeyeceği bir şeyi söylemek, ben’in özgürlüğüne sınır çizmektir. Yani Fıchte, benin dışında bir dış dünyayı reddeder. Sadece ben var ve benin dışındaki her şey onun bir tasarımından başka bir şey değil.

 Schelling deise doğanın, dingansichin varlığı sözkonusu. O her ikisini de kabul ediyor.

 Nesne-özne; doğa felsefesi             I  Her ikisi:

Özne-nesne; trancendental felsefe  I  Özdeşlik Felsefesi

 Schelling’de sürekli devinim halinde bir doğa var. Fıchte’de doğa yok. Doğa, benin bir tasarımı. İkisi arasındaki en büyük fark burada.

 Her ikisinde idealizmin özü:

 Fıchte’deki ‘ben’ onun idealizminin özü. Oysa Schelling’de canlı doğanın insan geistı ile bilinçlenmesi sözkonusu. Schelling, Fıchte’nin tabiriyle  dogmatik yanı ağır basmasa da hem idealist hem de dogmatiktir.

 Her ikisin de de amaç bütünü açıklayacak bir sistem kurmak.

 Yöntem sorununa gelince; Schelling, diyalektik yöntemi Fıchte’den almış fakat kullanmada Fıchte’den geridir.

 İdealizlerinin ulaştığı son açısından; Fıchte’nin idealizmi önce mutlak bene ulaşıyor ve geri dönüyordu. Çünkü ben mutlak olduğunda kendi kendini de yok ediyordu. İkinci evrede Fıchte, beni sınırlar. Sonlu olmayan ben değil, benin içindeki tanrıdır der.

 Schelling ise doğa ve geistı, mutlak açıdan gördüğü için, özdeşlik felsefesinde tanrıya ulaşıyordu; ona göre ‘tanrı her şeyi içeren tekliktir’. O halde nasıl oluyor da kötü şeyler de var? Bu durumda Schelling, Fıchte gibi tanrının içine negatif yanı koyar. Sonunda pozitif olan negatif olanı altede altede kendine dönecek. İşte bu da dünya tarihi.

 Hangi yönleriyle eleştirebiliriz:

 Bunlar Kant’ın sağlam yanı tecrübeyi terk ederek ayakları havada kalan spekülasyonlara girmişlerdir.

 Kant, neyi bilebilirim neyi bilemem onu belirlemeye çalışıyordu. Bunlar ise her şeyin bilinebileceğini göstermeye çalışıyorlar. Sonunda da spekülasyonlara giriyorlar.

 Acaba kendilerinden sonra gelenleri nasıl etkilediler:

 Fıchte’nin ‘tanrı yoksa ben de yok, içimizde sonlu yan varsa, sonsuz yan da vardır’ düşüncesi Kierkegaard’ı etkileyecektir. Özgürlüğü veren olarak tanrıyı tanıması gerçekten Kierkegaard’ı çok etkiler.

 Schelling’in ise ‘tüm dünya tarihi, tanrının pozitif ve negatif yanlarının mücadelesinden başka bir şey değildir’ düşüncesi M.Scheller’i etkiler.