Posts Tagged ‘mutlak geist’

DEVLET FELSEFESİ-2

Pazar, Ağustos 16th, 2009

E.CASSİRER’İN ‘DEVLET EFSANESİ’NDEN;

Machiavelli’nin “MODERN LAİK DEVLET” GÖRÜŞÜ:

Cassirer’e göre Machiavelli, skolastik gelenekten tümüyle kopan ilk düşünür olup, bu geleneğin temeli olan hiyerarşik dizgeyi de (aşağılara yayılmış ve yayılan gücün kaynağının yukarıda olduğu ve bu nedenle de gücün tek sahibinin tanrı olduğu anlayışı) yıkmış bir düşünürdür.

Ortaçağ düşünürleri, St.Paul’ün “tüm güç tanrının gücüdür”, sözünü tekrarlayıp durmuşlardır. Devletin tanrısal kökenli olduğu genellikle kabul edilmiştir. Bu görüş, Rönesans başlangıcında da bütün canlılığını korumaktaydı. Dünyasal gücün en kuvvetli savunucuları dabu ilkeyi yadsıma cesaretini gösteremediler. Machiavelli’ye göre gelince o bu ilkeye saldırmaz bile onu bilmezlikten gelir. O siyasal gücün tanrıdan tanrıdan gelmediğini görmüştür.

Machiavelli, yeni prensliklerin kurucuları olan kimseleri görmüş ve bunları dikkatle izlemiş, sonunda yeni prensliklerin gücünün tanrıdan gelmediğini hatta böyle düşünmenin bile saçmalamaktan başka bir şey olmadığını anlamıştır.

Krallara, haklarının kutsal bir kökeni varmış gibi davranmanın gerçekte hiçbir sağlam temeli olmadığını gören ilk düşünürlerdendir.

Rönesansın yeni kozmolojisinde ve yeni siyaset biliminde aşağı ve yukarı arasındaki ayrım ortadan kalmıştır.

Aşağı ve yukarı dünyalar için aynı ilke (evrenin ayrıcalıklı bir noktasının olmadığı) ve doğal yasalar geçerli olmaktadır.

Laik devlet, Machiavelli’nin yaşadığı dönemden çok önceleri de vardır. Siyasal yaşamın tam anlamıyla laikleşmesinin en erken örneklerinden biri II.Frederick tarafından İtalya’nın güneyinde Machiavelli, ‘Hükümdar’ı yazmadan üç yüzyıl önce kurulmuştu.

Bu tamamen yeni ve ortaçağın başka bir örneği olmayan bir olgusu idi. Ama bu henüz kuramsal anlatımına ve haklı nedenlerine kavuşmamıştı.

Freedrick, siyasal eylenmlerinde modern olduğu halde düşünceleri yönünden kesinlikle modern değildir. “Baş kafir” sayılıp iki kez aforoz edilmesine rağmen o, tanrıyla doğrudan kişisel ilişki kurmak istemektedir.

Machiavelli’ye göre ise tüm mistik görüşler akla aykırıdır. Onun kuramında önce teokratik düşünceler ortadan kaldırılmıştır. O kiliseye karşıdır ama din düşmanı değildir. Hatta dinin toplumsal hayatın zorunlu ögelerinden bir olduğuna inanmaktadır. Bu nedenle din. Machiavelli’nin dizgesinde bile zorunludur. Ama kendi başına bir erek değildir. Din, ancak iyi bir düzen ortaya koyarsa iyidir. Böylece dinin trancendent bir nesneler düzeni ile hiçbir ilişkisi kalmamış ve tüm tinsel değerlerini yitirmiştir. Laikleşme süreci, erginleşmesinin sonuna gelmiştir. Çünkü laik devlet, artık yalnızca olgusal olarak değil, aynı zamanda hukuksal olarak da vardır. Ve kesin olarak, kuramsal meşruiyetine kavuşmuştur.

HEGEL’İN ‘DEVLET’ ANLAYIŞI   (ÖNAY SÖZER):

Hegel’in devlet anlayışı, onun tarih anlayışında çıkar. Hegel, tarihsel yaşamdan, devletin dışında ve devletten önce bahsedilebileceğini yadsır.

Devlette, genel irade ile bireysel irade tam bir uyum içindedir. Devlet, doğrudan doğruya genel iradenin gerçekliğidir. Bu iradenin, somut bir varlık kazanmasıdır.

Devlet, bireysel iradelerin bir toplamı değil, akıllı, canlı bir bütündür. Devlet, aklın kendi özüne en uygun, en yakın olarak kendini geçekleştirdiği bir formdur.

Bu nedenle devlet, kendiliğinden akla uygun bir varlıktır. Tek tek devletlerin birbirlerinin karşısına egemen varlıklar olarak çıkarlar. Aralarındaki ilişkiler ancak gerkliliğe dayanabilir. Devletler, kendi üstlerinde bir güç olmadığından aralarındaki anlaşmazlıkları savaşla hallederler.

Herbiri kendi özel yararına dayanan devletler için en son yargıyı tarih verir. Tarih, yüksek dünya mahkemesidir. Devletlerin, ulusların, hak ve alın yazılarını belirleyen; dünya tarihidir.

Tarih, dünya geistının özgürlük bilincine doğru sürekli olan diyalektik bir ilerlemedir. Bu ilerlemede her dönemin temsilcisi, tarihi bir ulustur. Her tarihi ulusa, geistın bir amacını gerçekleştirecek bir ödev ayrılmıştır. Ödevini yerine getiren ulus tarih sahnesinden ayrılır. Yerini geistın bundan sonraki amacını yerine getirecek olan başka bir ulus alır.

Nasıl uluslar ile devletler anlamlarını tarih denilen bağlam içinde kazanırlarsa, tek tek kişiler de anlam ve belirlenimlerini devlet içinde kazanırlar. Devlet, tek tek kişilerle konuşup, iş görür. Bu nedenle bireyler de, devlet için alet ve araçtırlar. Bu durum, büyük kişiler için de geçerlidir.

Tarih onları, kendi amaçları emrinde bir araç olarak kullanır. Onları kendi tutkuları peşinde koştururken, bu arada kendi isteğini de gerçekleştirir.

Buna erişince de onları bir kenara atar. İşte bu ‘aklın hilesi’dir.

Kendini, tüm varlık olarak açan geistın, gelişmesindeki en son, en yüksek aşama ise; ‘mutlak geist’tır.

Mutlak geist, sırayla sanat, din, felsefede kendini gerçekleştirir. Tarih boyunca, sayısız devlet birbiri ardından ortaya çıkmış ve görevlerini yerine getirdikten sonra göçüp gitmişlerdir. Devletlerin ölümlü oluşuna karşılık sanat, din ve felsefe ölümsüzdürler. Bunlar da geistın, bütün insanlık tarihi boyunca uzayıp giden bir bir gelişmesini buluruz.

Bu ölümsüzlük, geistın özüne en uygun olan bir formdur. Bu nedenle geist, ereği olan kendi bilinç ve özgürlüğüne, en yetkin olarak ‘mutlak geist’a, bunun da en son basamağı olan ‘felsefe’de ulaşır.

M.SOYSAL’IN “100 SORUDA ANAYASA”:

Anayasa deyince ne anlaşılır? Ne anlamak gerekir?

Anayasa, öyle bir yasa ki, devletin temel yapısını ve bu yapının başlıca işleyiş kurallarını göstermekle kalmayıp, aynı zamanda çıkarılacak yasaların uymak zorunda olduğu temel ilkeleri de gösteriyor. Bu temel ilkeler ise çoğu zaman, vatandaşların hakları ve özgürlükleri için yapılan uzun uğraşların sonunda ortaya çıkmıştır. Onun için anayasalardaki temel ilkeler daha çok vatandaşların temel hakları ve özgürlükleri ile ilgilidir. Bu bakımdan bir devletin anayasası, vatandaşların temel haklarını ve özgürlüklerini koruyan başlıca belge oluyor.

Yalnız şunu da unutmamak gerekiyor; bir devletin kuruluşuyla genel yapısıyla ilgili işleyiş kuralları, vatandaşların temel hak ve özgürlükleri hep anayasa adını taşıyan metinlerde gösterilmezler.

Anayasaların bir de ‘bükülgen-bükülmez’ diye birbirinden ayrıldığı görülür. Bu terimler anayasanın değiştiriliş biçiminden doğuyor. Anayasaların değiştirilmesini sıkı kurallara bağlamış olan devletlere, “bükülmez anayasalı devlet”, sıkı kurallara bağlamamış olan devletlere ise “bükülgen anayasalı devlet” denir.

Unutmamak gerekir ki, anayasa değişikliği yapmak isteyenler, hukuk kurallarının ötesinde örneğin kamuoyunun ve örgütlenmiş güçlerin tepkisini göz önünde bulundurmak zorundadır. Siyasal partiler başta olmak üzere, sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları, üniversiteler, anayasa değişikliğinde bireylerin tepkilerinden daha da etkili olurlar.

Anayasaların değiştiriliş gibi yapılışları da çoğu zaman toplumsal güçlerin tam bir denge içinde bulundukları sırada olmaz. Anayasaların birçoğu, bir ihtilalin ya da yerleşik düzeni altüst edici büyük bir olayın arkasından yapılır. Bu gibi durumlarda ister istemez o ihtilali ya da o büyük olayı gerçekleştiren güçlerin çıkarları birer anayasa ilkesi niteliğine bürünür.

Örneğin 1982 anayasası, 12 Eylül hareketinin ardından siyasal partilerin kapatıldığı bir ortamda bir danışma meclisinin katılmasıyla doğrudan doğruya silahlı kuvvelerin üst komuta düzeyindeki güçlere uygun olarak yapılmıştır.

Aslında anayasa yapmak da, değiştirmek de sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.

Anayasa yapıcılığındaki hüner, toplumsal dengeyi daha doğrusu toplumsal güçlerin gelecekteki gelişmelerini gözönünde bulundurabilmektir.

“Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”nden ne anlamak gerekir?

Bu hüküm her şeyden önce, bölücülük hareketlerine bir tepki olarak anayasaya girmiştir. Bölünmezlik ilkesi, anayasa hukukunda, egemenlik kavramıyla birlikte ele alınması gereken bir ilkedir.

Egemenlik, en yüksek karar ve eyelem gücüne sahip olmak, başkasının otoritesi altında bulunmamak, otoriteyi başkasıla paylaşmamak demektir. Egemen devlet, kendi ülkesi üstünde en üstün güç olduğu için, yine o ülke üzerinde başka devletlerin otoritesine tabi değildir. Ve başka ülkelerle bağlantılı duruma gelmesi ancak kendi iradesiyle olur.

Fransız ihtilalcilerinin, “egemenlik bölünmez” deyişleri, devletle bütünleşmiş olan ulusun egemenliği, başka herhangi bir güçle paylaşmayacağını belirtmek içindir.

Ulusal devletin toprak unsuru ‘ülke’, insan unsuru da ‘ulus’tur. Ülke ve ulusun bütünlüğü, ‘ulusal devlet’i meydana getirir. Bu anlayış içinde; ülke, ulus, egemenlik ve devlet kavramları birbirinden ayrılmayan, ayrılmaması gereken bir bütünlük oluşturmuşlardır.

Bölünmezlik ilkesi, bölgeciliğin bölücülüğe dönüşmesini önleyecek olan en önemli ilkedir.

Bölünmezlik ilkesinin, anayasa hukuku alanında yarattığı zorunluluklar, olanaksızlıklar, yasaklamalar şunlardır:

1-Vatan toprağının devredilemezliği; ülke, ulusla egemenlikle ve devletle bütünleştiği için rastgele bir toprak olmaktan çıkmış, vatan toprağı niteliğini kazanmıştır. Başkasına devredilemez. Bir bölümünü başkasına devretmek demek; ulustan, egemenlikten ve devletten bir parçayı da devretmek demektir.

2-Federalizmin (çokulusluluk) olanaksızlığı; bölünmezlik ilkesinin, devlet yapısı bakımından hukuksal sonucu tek olan egemenliğin yine ulus ve ülke bütünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısıyla bütünleşmesidir. Nasıl ulusal devlet ilkesi, çokuluslu bir devlet anlayışını olanaksız kılıyorsa, bölünmezlik ilkesi de federatif yapıyı olanaksız kılıyor.

Bölünmezlik ilkesi devletin kendi iç yapısında federal devlette olduğu gibi birden çok egemenliğin yan yana bulunmasını engeller. Yani o devletin bir federasyonun federe devleti durumuna gelmesini önler.

3-Sınıf egemenliğinin yasaklanması; tek olan egemenlik ulus tarafından kullanılır. Egemenliğin kullanılışı bir tek toplumsal sınıf için olanaklı kılan ya da tam tersine bir toplumsal sınıfı egemenliğin kullanılışına katılmaktan alıkoyan düzenlemeler, bölünmezlik ilkesine ters düşer.

Bölünmezlik ilkesinden aşağıdaki gibi sonuçlar çıkarılamaz. Çünkü bunlarda egemenliğin bölünmesi ya da paylaşılması sözkonusu değildir:

1-Serbest bölgelerin kurulması; bir devletin kendi toprakları üzerinde bazı yasaların uygulanmadığı yabancı ya da yerli girişimcilere bazı kolaylıkların gösterildiği bölgeler kurması, orada egemenlikten vazgeçtiği anlamına gelmez. Çünkü, güvenlik ve yönetim türünden temel devlet görevleri devam ettiği gibi orada egemenliği paylaşan başka bir devlet yoktur. Bu durum askeri üsler için de geçerlidir.

2-Yerel yönetimlerin gelişmesi; yerel yönetimler, devlet yönetiminin bütünlüğünden kopuk kuruluşlar değildir. Bunların karar organları yerel olarak seçilir ama ellerindeki yetkiler, devletin egemenlik yetkilerinden ayrı yetkiler değildir.

3-Sınıf gerçeğinin kabul edilmesi; bölünmezlik ilkesi, sınıf egemenliğine dayalı devlet kavramını reddeder. Ve anayasa sınıf veya zümre egemenliğini amaçlayan siyasal partilerin kurulmasını yasaklar ama bu durum toplumun çeşitli sınıflardan oluştuğunu kabule engel değildir.

Önlenen, bir sınıfın iktidarı ele geçirerek diğer sınıfları egemenliğin kullanılmasına katılmaktan alıkoyması, kendi durumunu sürekli ve değişmez kılmasıdır. Yani önlenen, devletin bir sınıf egemenliğine dönüşmesi, bir tek sınıfın tekeline geçmesidir.

İktidar bir süre için, siyasal partiler yoluyla ağırlıklarını duyuran zümre ya da sınıfların eline geçebilir, geçmesi de doğaldır.

MİLLİ DEVLET :

1961 Anayasasında ‘Türk milliyetçiliği’ diye tanımlanan gerçek ‘Atatürk milliyetçiliği’nden farklı olup, bireyin toplum içinde daha çok eğitici bir milliyetçiliktir.

1982 Anayasasında ise ‘Atatürtk milliyetçiliği’ sözü yalnız bırakılmıştır.

Bu yaklaşım değişikliği ve milli devlet ilkesinin, anayasa metninde artık yer almayışı, devletin bir ‘milli devlet’ olma niteliğini, hukuksal açıdan değiştirmiş değildir. T.C. yine hukuk tanımlamalarına göre, ulusal bir devlettir. Devlet yine, bir ulus bütünlüğüne dayanıyor. Örneğin ‘ümmet’ esası üzerine kurulacak bir devlet öngörülmüyor.

1982 Anayasası yapılırken, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” maddesi, “milletlerarası yetkileri bulunan kuruluşlara, üyeliği öngören anlaşmalar ve hükümleri saklıdır” biçiminde bir fıkra içermekteydi. Bu hüküm ulusal egemenlikleri, ortak egemenliğe tabi kılan kuruluşlara (örneğin; AB) Türkiye’nin girmesini sağlamak amacıyla konmuştu. Ancak MGK bu fıkrayı maddeden çıkardı.

Ulusal devlet, kendi içindeki gruplar bakımından kendisininkinden başka egemenlik kabul etmediği gibi, kendi üstünde de başka egemenlik kabul etmez.

Şimdi Türkiye, AB’ne tam üyelik için başvurmuştur. Oysa Anayasa üye olamazsın diyor. O halde yapılmsı gereken ilk iş, anaysanın hayır demeyeceği uygun değişikliği yapmak. Aksi halde AB’ye girme imkanı yoktur.

“İnsan haklararına dayanan devlet” kavramından, “insan haklarına saygılı devlet” kavramına geçişin anlamı nedir?

1961 Anayasası, “insan haklarına dayanan devlet”ten sözetmekteydi. 1982 Anayasasının aynı maddesin de ise “insan haklarına saygılı devlet” deyimi var.

Acaba bu durum basit bir üslup değişikliği midir? Yoksa bu derin bir yaklaşım farkından mı kaynaklanmaktadır?

Önce ‘insan hakları’ nedir ona bakalım:

İnsan hakları, bütün insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin yalnızca insan oluşları nedeniyle, insanlık onurunun gereği olarak sahip oldukları hakların bütününü kapsar ve gerçekleştirilmiş bir durumdan çok, varılmak istenen bir amacı bir ideali belirler.

İnsan haklarına dayalı devlet ise, insanı temel değer olarak kabul eden, kendi varoluş nedenini insan haklarının korunması ya da gerçekleştirilmesi amacına dayandıran devlet demektir. Devlet, insan için vardır. İnsanın, insanca yaşaması için.

1982 Anayasası ile devletin, insan haklarına dayanan değil saygılı hale gelmesi, diğer değişiklikler de düşünüldüğün de çok temel bir yaklaşım farkını anlatıyor. İnsan hakları artık devletin temeli sayılmaktan, onun dayandığı kavramalr ve değerler bütünü olmaktan çıkmıştır. Devlet başka amaçlar için vardır. Devletin, insan haklarına saygıdan da öne aldığı ve devleti içine yerleştirdiği kavramlar olan “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı için vardır”. Bu çerçeve içinde yeralan devlet yine insan haklarına saygılı olacaktır. İnsana değer verilmesi, insan onurunun korunması gerekecektir ama insan hakları artık devletin varoluş nedeni olmaktan çıkmıştır.

Özgürlüğü ikinci plana iten ve otoriteye ön sıraya veren 1982 anayasası, bireyle toplum arasında; toplumu. İnsanla devlet arasında da kesinlikle devleti tercih eden bir anayasadır. İnsan hakları sadece bu tercihten sonra yine de uyulması ve saygı gösterilmesi gerekli değerler olarak vardır.

“Temel haklar ve Ödevler” konusunda 1982  Anayasasının genel yaklaşımı nedir?

Genel hükümler bakımından 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası arasındaki fark; 1982 Anayasasının “temel hak ve özgürlükler”i, ödev ve sorumluluk kavramıyla birlikte ifade etmiş olmasıdır.

“Temel hak ve özgürlükler kişinin ailesine, topluma ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder”.

Kişiden, topluluğa doğru bir ödevin doğması için topluluğun da kişiye, kişiliğini serbest ve tam olarak geliştirebilme olanağı sağlamış olması gerekir.  Bu olanağın bulunmadığı, önemli ölçüde sınırlamalar getirildiği yerde 1982 Anayasası, bireyle- toplum arasında, kesinlikle toplumu tercih eden bir anayasadır. Ödev de yoktur, kişi bu ödev duygusunu duymayacağı gibi toplumun da duymayacağı açıktır.

‘Sosyal Devlet’ ne demektir?

1961 Anayasasında olduğu gibi 1982 Anayasasına göre de T.C. devleti, bir sosyal devlettir. Gerçi 1982 Anayasasında ‘sosyal devlet’ yerine ‘sosyal hukuk devleti’nden sözedilir ama sosyal devlet ilkesi devletin nitelikleri arasından çıkarılmış değildir.

Sosyal devlet genellikle, vatandaşların sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı ödev bilen, devlet demektir.

Devletin sosyal devlet olma derecesini, anayasadaki ekonomik ve sosyal hakların gerçekleştirilme derecesi belirler. Ancak sosyal devlet,

yalnız bunları sağlamakla yetinen devlet değildir. Sosyal devlet, bir toplumdaki güçsüzlerin ezilmesini ve toplumda düzensizlikler yaratılmasını önlemek, milli gelirin adaletle uygun biçimde dağıtılmasını sağlamak gibi amaçlar güdüyorsa; devletin bu amaçlara yönelmesi, devlet için bu gerçekleşmeyi gerekli kılan, güçlerin bulunması da zorunludur. Sadece iyi niyetle, lütuf dağıtmayla sosyal devlet olunmaz. Bu olsa olsa ‘sadaka devleti’ olur. Devletin sosyal devleti olması, güçsüzlerin gücünü devlet yapısında hissettirecek kurumların, mekanizmaların ve yolların mevcut oluşuna bağlıdır.

Bu nedenle sosyal devlet ile ‘demokratik devlet’ kavramları birbirine sıkı sıkıya   bağlıdır. Demokratik olmayan bir yönetim altında, sosyal görünümlü politikaların izlenmesiyle devlet, sosyal devlet olmaz.

Devletin güçler dengesine dayalı bir sosyal devlet olabilmesi çalışanların örgütlenme ve hak elde etme haklarıyla da yakından ilgilidir. Bu devlette güçsüzlerin örgütlenip, ağırlık koyabilmeleri için yalnızca siyasal mekanizmalar yetmez. Çalışma yaşamına ilişkin hakların ve özgürlüklerin de bu ağırlığın serbestçe konulmasına olanak sağlayacak biçimde düzenlenmesi gerekir.

‘Hukuk Devleti’ ne demektir?

Hukuk devleti, vatandaşlarına hukuk güvenliği devlet demektir. Hukuk güvenliği sağlamak sözü tek başına bir şey ifade etmiyor. Bu güvenliğin sağlanabilmesi için bir takım koşullar gerekli. Bu koşullar:

1-Temel hakların güvence altına alınması; temel hakları kolayca değiştirilmeyen metinlerde ve anayasalarda saymak. Bunların düzenlenmesi ve sınırlanmasını da yasalarla yapılacak bir iş durumuna getirmek. Temel hakların güvence altına alınabilmesi için de devlet içindeki güçlerin bir elde toplanmasını engellemek, yetki kullananları karşılıkları denetlemeye tabi tutmak, belli görevleri belli dönemlere ve belli yetkilere bağlamak, iktidarın sınırlılıklarını üstün bir metinde dile getirmek gerekmektedir. Aslında hukuk devletini gerçekleştirme çabaları anayasacılık hareketlerinin bir başka yönü sayılabilir.

2-Yasalarda anayasaya uygunluğun sağlanması; hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi için çıkarılan yasaların, anayasaya uygun olması gerekir. Aksi halde hukuk devletinin ortadan kalkması sözkonusu.

3-Yönetimde hukuka bağlılığın sağlanması; hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi, yalnız yasaların anayasaya uygun olmasıyla tamamlanmaz. Bundan daha önemlisi, anayasa uygun kuralları uygulayacak ve devlet işlerini yürütecek yönetim mekenizmasının da hukuk düzenine bağlı kalmasıdır.

4-Yargı kuruluşlarının bağımsızlığını ve güvenilirliğini sağlayacak koşulların yerleştirilmesi; gerek yasaların anayasaya uygunluğunun denetlenmesinde gerek yönetimin hukuka bağlılığını sağlamakta gerek genel olarak bütün yasaların uygulanmasında yargı organlarının bağımsızlığı son derece önemlidir.

Hukuk devleti ilkesi ancak anlamlı ve yaratıcı bir tutumla uygulandığı zaman vatandaşa gerçek bir güvence sağlar. İlkenin yerleşmiş hukuk düzenine ve kurulu toplum ilişkilerine körü körüne uymak biçiminde uygulanması farkına varmadan yerleşik düzendeki ekonomik ve sosyal güçlerin egemenliğini pek ulu hukuk kurallarının gölgesinde sürdürmek olur.

‘Laik Devlet’ nedir?

Laik devlet, mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmi bir dini olmayan, dinsel kurallarla işgörmeyen bir devlet olup, bunun yanında laik olma vasfını korumak amacıyla dinin vicdanlara itilmesi için gerekli önlemleri de alabilen devlettir.

Laik bir devlette, diyanet işleri başkanlığının genel idare içinde yer alması nasıl yorumlanabilir?

1961 Anayasası gibi 1982 Anayasası da diyanet işleri başkanlığının genel idare yani doğrudan doğruya hükümete bağlı merkez kuruluşları içinde kalmasını sağlamaya çalışıyor. Bunun nedeni, çoğunluğu müslüman bir toplumun çözülmesini kolaylaştıran bir durumun kaybedilmemesi içindir.

Eğer din hizmetleri genel idare içinde değil de toplulukların kendi paralarıyla yürütecekleri hizmetler haline getirilmiş olsaydı devletten ayrı ve ister istemez devlete karşı bir güç olarak belirecek kuruluşların ortaya çıkmasına da katlanmak gerekecekti.

Atatürk’ün laiklik konusundaki politikası her şeyi hesaba katan ustaca bir politikadır. Din işleriyle toplum düzeni kesinlikle birbirinden ayrılırken, bu ayrılma dine karşı açıkça bir baskıyla sonuçlanmadı. Amaç dini, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirmek, onu toplum işlerinden ve toplum görevlerinden sıyrılıp vicdanlara itmekti. Eğer bir cemaat teşkilatı kurulsaydı, bu örgütün kısa bir zamanda büyük para gücüyle ve kenetlenmiş adamlarıyla devletle çarpışan bir güç haline geleceği muhakkaktı.

Laik bir devlette, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde ye alması Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlamı yoktur.

‘Demokratik Devlet’ nedir?

Bir devletin demokratik sayılması için aranması gereken koşullar nelerdir? Bu koşullar:

1-Seçim ve temsil ilkesi; bütün ülkelerde benimsenen tutum, halkın bir süre için belli sayıda temsilci seçmesi ve halk adına kararların bu temsilciler tarafından alınması yolundadır. Buna ‘temsili demokrasi’ ya da ‘aracılı demokrasi’ deniyor.

2-Genel ve eşit oy; ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun vatandaşın oy sahibi olmasına ‘genel oy’ ve yine bütün ayrılıklar göz önünde tutulmadan herkesin eşit ağırlıkta bir tek oya sahip olmasına da ‘eşit oy’ denir.

3-Çoğunluğun yönetim hakkı; genel oydan geçip seçimlerle iş başına gelmiş bir çoğunluğun belli bir süre için toplum işlerini yürütmesi klasik demokrasinin ilkelerinden biridir.

Çoğunluk ister bir partide toplanmış olsun, ister çeşitli partilerin anlaşarak bir araya gelmesinden oluşan koalisyon çoğunluğu olsun, kendisine tanınmış olan alanlarda kamu işlerini yürütmek hakkına sahip olacaktır. Gelecek seçime kadar bu hak onundur.

4-Azınlığın korunması ve çoğunluğun sınırlanması; azınlıkta kalan kimseler ve kuruluşlar, kamu işlerini yürütmek hakkına sahip olmayacaklardır ama yürütenleri eleştirmek ve uyarmak da onların hakkıdır.

Çoğunluk kazanmamış görüşleri yasaklamak klasik demokrasinin kendi temel felsefesiyle çatışan bir durumdur. Klasik demokraside azınlığın korunması bir zorunluluk olarak çoğunluğun sınırlanmasını gerektiriyor.

5-Devlete karşı bireysel temel haklar; hükümdarlara karşı girişilen uğraşların başlıca amacı, bireyi onların keyfi davranışlarından korumaktır. Egemenlik çoğunluğun eline geçince bu koruma, çoğunluğa daha doğrusu onun elinde bulunan devlet gücüne karşı yöneldi.

6-Yasalar önünde eşitlik ilkesi; yasalar herkese ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun aynı şekilde uygulanacaktır. Herhangi bir aileye, zümreye ya da sınıfa ayrıcalık tanınmayacaktır.

Seçim ve temsil ilkesi ile devletin ‘cumhuriyet’ oluşu arasında, nasıl bir ilişki vardır?

Gerçek bir cumhuriyette baştaki kişinin cumhurbaşkanı sıfatını taşıması yetmez, devlet başkanının da devletin bütün organları gibi seçimden çıkması ya da seçimden çıkmış kişilerce atanmaları gerekir. Cumhuriyet, bu genel kuralın devlet başkanını da içine alarak, istisnasız uygulandığı devlet biçimidir.

Seçim ve temsil ilkesinin devlet başkanına uygulanmayışı ve devletin başında hem devleti hem de halkı değil sadece devleti temsil eden bir hükümdarın bulunuşu. Devletin demokratik olma niteliğini ortadan kaldırmaz. Yalnızca adının cumhuriyetten başka bir şey olmasını gerektirir. Yani demokratik olmak ille de cumhuriyet olmak demek değildir ama cumhuriyet olmak ille de demokratik olmak demektir.

FICHTE / SCHELLİNG / HEGEL

Pazar, Haziran 28th, 2009

FICHTE, SCHELLİNG VE HEGEL KARŞILAŞTIRMASI :

 

Her üçünde de ortak amaç; tutarlı karşı çıkılamayacak temellere oturtulmuş bir felsefe sistemi kurmak. Her üçü de ideal bir sistemin olduğuna, insan aklının bunu ortaya koyabileceğine ait bir inanç var.

Çıkış noktaları.

 Fıchte’nin ki; eyleyen ben ( bu ben doğayı da yaratan).

Schelling ise hem nesneden hem de özneden yola çıkıyor.

Schelling’i, Fıchte’den ayıran en önemli fark; doğanın özne dışında da varolması.

Hegel’in çıkış noktası ise her şeyi temeli, kökeni olan mutlak geisttır.

 Vardıkları nokta:

Fıchte, sonlu benin sonsuzluğunda mutlak tanrıya varıyor.

Schelling de yine özdeşlik felsefesiyle mutlak tanrıya varıyor.

Hegel’in çıkış noktası zaten mutlak tanrı/geist. Ancak kendilik bilincine ulaştıktan sonra mutlaklığa erişecek.

İdealizmlerinin özü:

Fıchte’de her şeyde ideal ben var. Fıchte, sadece öznel idealizmi kabul eder.

Schelling idealizminde, doğa da var fakat insan geistı ile bilinçlenmesi gerekir.

Hegel idealizminin özü ise, mutlak geistın kendilik bilincine varmasıdır. Bu nedenle Hegel, buna ‘mutlak idealizm’ der.

Yöntemleri:

Fıchte’de diyalektik üç adımda var; ben, ben olmayan ve mutlak ben.

Schelling,diyalektiği Fıchte’den alır fakat kullanmada onun kadar başarılı değildir.

Hedel diyalektiğinin özü ise, bilincin nesneye yönelmesi ve nesneyi bilinç düzeyine çıkarmasında yatıyor. (Nesnenin diyalektiği)

 Buradaki hareket ne sadece ne sadece nesnenin ne de sadece insan bilincinin bu kavramın hareketi. İnsan ile nesnenin beraber hareket etmesi. Hegel’de diyalektiği mutlak olanın hareketinden ayrı düşünemeyiz. Tanrının düşüncesiyle metafizik bir süreç, insan düşüncesiyle ise bilgi süreci. Aslında tek bir süreç var o da mutlak geistın oluşum süreci.

 

 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra idealizmi en sert eleştiren, materyalist akımdır. İdealizmi içeriksiz ve gerçeğe aykırı bularak idealistlere ‘substans takımı’ derler.

 

                                 GEİST :

 Bu sözcük aslında birkaç dildedir. İlk kullanılışı Yunancadaki ‘pnevma’dır. Bu da ‘Kneo’ kavramından geliyor ve içe çekilen hava anlamındadır.

 Anaksimenes, insan ruhunu ‘hava’ oluşturur, der. Daha sonra bu kavram doktor filozoflarda görülür. Bunlar geistı, beyin olarak kullanır.

 Aristoteles, ‘pnevma’ kavramını en çok kullananlardandır. O bu kavramı iki anlamda kullanmıştır:

1-Alınan hava, içe çekilen hava, iç ısıyı oluşturan.

2-psişik olarak da ruhun ifadesi olarak kullanır.

 Stoacılarda ‘Pnevma’; insanın ve kozmosun özü. Yine bir doktor filozof olan Galeneus, pinevmayı; hem hayat hem de ruh ilkesi olarak kullanıyor.

Yeni Platonculukda Pnevma; madde olmayan kavramdır.

İbranice de ise pnevmanın karşılığı; ruh, tanrısal olan nefes anlamındadır.

Latincede kullaım şekleri de; animus, mens, spritustur.

Lucretius’ta vücudun ele alınan herhangi bir organıdır.

Cicero ve Seneca daha çok ‘mens’ olarak kullanıyor.

Agustinus da ise mens, insanın tanrı yanıyla ilgilidir.

Boethius, insan mensi kendini tanrı mensine vermelidir, der.

Skolastikte, Albertus Magnus; tanrısal mens tüm bilginin kökenidir, der

Yeniçağda Descartes, spritus olarak kullanır.

Locke; bilginin tüm içeriğini taşıyan akıl olarak kullanır.

Spinoza’da bilme etkinliğini gerçekleştirendir.

Kant’ın, ‘kritik’inde geçer.

20. yüzyılda en çok M.Scheller, N.Hatmann, W.Dilthey ve Bergson kullanır.

19.YY-HEGEL

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

 G.W.FRİEDRİCH HEGEL( 1770-1831 ):

 ‘Mutlak olanı düşünmek için, mutlak olandan işe başlamak gerekir’. İşte bunun içinde Hegel, kendini mutlak olarak ortaya koyuyor.

 Ona göre felsefenin görevi; bütünü kavramaktır, bu da bütünü kavram düzeyine çıkarmaktır. Hegel’e göre düşünmek, varlığın somut sorularından fışkıran capcanlı bir felsefe yapmaktır. Çıkış noktası; Kant ile hesaplaşmak.

 Hegel’in hayatı boyunca yaptığı; düşünen bilgiyi ortaya koymak. Canlı bir felsefe yapmaktır. Bu düşüncesini sistemleştirerek Batının en büyük metafizik sistemini oluşturur.

 Kant’ta nesnenin kuruluşu, anlama yetisinin kategorileri ile oluşuyordu. Nesnenin formları, benin kendi kendisine olan etkinliğine bırakılmıştır.

 Hegel, bilginin oluşumu hakkında Kant’ın düşüncelerini kabul eder ancak aklın, kendi yapısından ötürü nesnelerden bağımsız olduğunu söyler.

 Aklın nesnelerden bağımsız olması, bundan sonra felsefenin ilkesi olacaktır.

 Sensualistlerin sandığı gibi duyuların verdiğini aklın işlemesiyle nesnenin belirlenimi olamaz. Akıl, kendi yapısından dolayı bağımsız olarak, nesnelerin belirlenimini sağlar.

 Hegel, hem öznel hem de nesnel idealizmleri reddeder. Çünkü; nesnel idealizmde, nesnelerin beni sınırlaması, öznel idealizm de ise benin nesneleri sınırlaması sözkonusu.

 Dünya geistı, düşündüğünü yaratan geist. Düşünme, varlığı düşünüyor ve düşündüğü yerde de hakikat oluyor.

 Hegel, iki idealizmi reddedince geriye mutlak idealizm kalıyor. Hegel’de düşünen aslında geist. Varlık ise geistın düşünmesiyle kavradığı şey. Yani tek tek şeylerin kavram düzeyine yükselmesi. Geistın düşündüğü şeyi kavraması-işte varlığın bu şekilde düşünülmesi hakikattir. Etkinlik, her şey de geistın etkinliği.

 Hegel’e göre aslında filozofun içinde felsefe yapan mutlak geist. Mutlak geist, kendisinden pay alan insan geistı aracılığıyla düşünür ve konuşur.

 Mutlak düşünme, sürekli özne ve nesneyi bir tutarak kavramadır. Mutlak geistın düşünmesini, mutlak idealizmde gerçekleştirecek olan yine kendisidir. Böylece Hegel kendisini ‘dünya geistı’ olarak görür. Son derece spekülatif düşünce.

 Schelling ve Fıchte, mutlak geistı kendi karşılarına koyup onun hakkında spekülatif düşünüşlere gidiyorlardı.

 Oysa Hegel, ‘mutlak geist benim içimde, benim düşünmem zaten mutlak geistın düşünmesidir’ diyor.

 Hegel, Fıchte için ‘‘Schelling’den daha ileriydi ama o da gelip nesneye takılmıştır’’ der. Bu nedenle Fıchte’yi sadece öznelci olması nedeniyle reddeder.

 Hegel’de mutlak olanın kendisini bulması için, oluşa ve gelişime muhtaç olması en önemli düşünce.

 Hakikat, bütün olandır, bütün varlıktır. Bütün olan ise ancak gelişimini kendisiyle tamamlayan varlıktır.

 Hegel, Fıchte’nin diyalektiğini yeniden ele alır. Bu diyalektikle kavram, hareket eden kavram haline gelir. Burdaki kavramlar Schelling’deki gibi içi boş kavramlar değil. Hegel diyalektiği; kavramlar, ide ve geisttan başka bir şey değildir. Yani Hegel diyalektiği; organik/canlı bir diyalektiktir. Mutlak geist canlı olduğuna göre, düşünmede kendini canlı olarak ortaya koymalıdır.

 Diyalektik düşünce kendini geliştiren ve yeniden kendine dönen düşüncedir. Hegel düşüncesinin bütün ruhu burada yatar. Onun amacı bütünü kavrayıp ortaya koymaktır.

 Schellig’de diyalektik olmadığı için özdeş olanın kendini nasıl ortaya koyduğu açıklanamıyordu.

 Hegel’de mutlak olan nedir?

 Mutlak olan/mutlak yaşam ; tüm gerçekiliğin  temeli, kökenidir. Tüm gerçekliğe bu temelden bakmak ona metafizik bir karakter kazandırıyor.

 Ona göre artık felsefenin, bilimlerin bilimi olma zamanı gelmiştir. Felsefenin görevi; tüm gerçekliğe temelinde olanla, mutlak olanla bakmaktır.

 Tek yaşam pek çok yaşamlara dağılmıştır. Tek olan çokluk içinde görülmektedir. Tek olan, kendi içinde bölünmüş çokluk olarak bize görünüyor. Bu bölünme zorunludur. Mutlak yaşam sürekli bir yabancılaşma ve uzlaşma içindedir. Hegel, doğaya/yaşama yaratıcılığından dolayı tanrısal olan diyecektir. Mutlak yaşam; sürekli yeniden oluş, çeşitlilik ve yaratmadır.

 Felsefenin görevi; başından beri tanrıyı felsefenin doruğuna koymaktır. Felsefenin objesi, tanrı ve tanrının açığa çıkması olacaktır. Hegel’in tanrısal olandan anladığı ise ‘geist’tır.

 Mutlak olan-mutlak yaşam-tanrı-geist.

 Hegel’in insan geistı ile hristiyanlıktaki en asil yaratık olan insan geistı aynıdır.

 Tanrı mutlak geisttır. Eğer tanrı, geist ise ve dünya onun kendisini ortaya koyması ise dünyanın özünde bir geist varlığı görmemiz gerekmez mi?

 Dünyada gördüğümüz her şey aslında geisttır. Madde dememizin nedeni bizim bakış açımızın darlığı ve sınırlı olmasıdır.

 Dünyadaki oluş aslında geistın kendi kendisini ortaya koymasından başka bir şey değil. Şeylerin arkasındaki özü ancak felsefe yapmakla görebiliriz. Gerçek olan sadece geisttır. Yapılacak olan hakikati sormaktır.

 Eğer sadece geist gerçekse, tanrı kendini nasıl oluyor da doğa ve insan geistı olarak ortaya koyuyor?

 Tanrı, kendi kendini bölüyorsa, kendi kendinin bilincine ulaşmak, uzlaşmak için. Tanrı, tanrı olduğunun farkına varmak için.

 Acaba tanrı kendi kendisini nasıl ortaya koyacak? Burada Hegel, tanrının en halis geistı olan insandan yola çıkar. ‘Önce insan geistını anlamamız gerekir’ der.

 Geistın gelişimi; a)kendi dışına çıkma, b)kendini bölüp parçalama, c) ve yeniden kendine dönmektir.

 İnsan geistının gelişimi:

1-Geistın hayal kurduğu, uyuduğu evre; insanın henüz kendisi hakkında sağlam bir bilgisi olmadığı safha. Bu safha; tez aşamasıdır. Ancak geistın kendi bilincine ulaşması için, hayal kurduğu evreden uyanması gerekir. İşte bu 2- Basamaktır; geist uyanır ve kendini yavaş yavaş keşfetmeye başlar. Ancak bu keşfetmede garip bir şey olur; geist kendine bakar ama yabancı görür. Ve sorar; ‘bu ben miyim?’ işte bu insanın kendi kendisine yabancılaşması. Ben kendini parçalar böler. Burada ben, kendi bilincini aramak çabasındadır. Hegel bu safhaya; antitez der. Ben, kendini ararken kendine yabancı düşüyor.

3-Safhada insan, özgürlük bilincine erişmek için ‘bakan ve bakılan benim’ der. Böylece yabancılaşan insan geistı, kendiyle uzlaşır. Hegel, bu aşamaya da sentez der.

 Hegel, insan geistı kendilik bilincine varan bir geist olduğu için insanla başlar ve insanın gelişimini, mutlak geistın kendini ortaya koymasına uygular.

 Mutlak geist kendilik biliçtir. Onun bu bilince ulaşması ise diyalektik bir gidiştir. Hegel, tanrının da bir iç oluşu vardır, der. Tanrı oluş halinde, bu oluş da insana ihtiyaç duyuyor. Tanrı sürekli mükemmelliğe ulaşma / kendilik bilincine ulaşma içinde hareket ediyor.  Tanrı mükemmelliğini dünya tarihinde bulacaktır. Dünya tarihini de yapan; insan ve doğadır.

 Diyalektik gidiş nedir?

 Tanrı, kendilik bilincine erişmek için önce kendini bilmediği safhadan uyanır ve sonra kendine yabancılaşır. En üst aşamada da kendilik bilincine ulaşır.

 Kendine yabancılaşan tanrı, kendini;  doğa ve insan geistı olarak ikiye böler.

 İşte bakan; insan geistı, bakılan ise doğadır. İnsan ve doğa tanrının görünümünden başka bir şey değildir. İnsanın baktığı doğa, tanrının doğasıdır.

 İnsan+doğa=dünya=Tanrı

 İnsan geistı, tanrının kişi olmuş geistıdır. Dünyayı bilen insan geistı. İnsan tanrının içinde bakandır, doğa ise onun içinde bakılan. Gördüğümüz her şey hakikatte tanrının kendisidir. Antitez aşamasında ‘bu ben miyim?’ diye soran tanrı görür ki; bakan da bakılan da kendisi. Böylece tanrı parçalanmışlıktan kurtulur ve yeniden kendisi olur.

 Tanrı, kendi bilincine ulaşmak için dünya olmayı ve kendine yabancılaşmayı göze aldı. Sonunda tanrı kendine yabancılaşmaktan kurtulup, oluşumunu tamamlayacaktır.

 Mutlak olan tanrı, neden insan ve doğa olmak zorunda? Çünkü; bu tanrının kendilik bilincine ulaşmak için zorunlu bir yoldur.

 Mutlak geistı önce insan geistı ile açıklamasının nedeni; insan en yüksek geist varlığı. Daha sonra Hegel, insanın kendi bilincine erişmesini, tanrının kendi bilincine erişmesiyle paralel olarak açıklar. Dünyadaki tüm oluş, tanrının kendilik bilincine ulaşması sürecidir.

 Tanrının kendine yabancılaşması ‘bu ben miyim?’ diye sorması aslında dünya olmasıdır. İnsan tanrının bakan, bilen yanı olarak doğayı kavramaya çalışması aslında kendini bilmesi, tanıması demek.

 Son tahlilde tanrı, insan geistı sayesinde dünyadaki parçalanmışlığından kurtulacaktır. Zıtların birliği sağlanacaktır.

 

Oluş ve diyalektik hakkındaki görüşleri:

Hegel’de diyalektik ne felsefi bir yöntem ne de bir görüştür. Diyalektik, kendi hareketinde bulduğu yaratıcılıktır. Felsefenin görevi; sadece diyalektiği takip etmek değil onu bilinç düzeyine çıkarmaktır. İnsan bilincinin nesneye yönelmesi ve onu bilinç düzeyine çıkarmasıdır. Nesnenin oluş içindeki hareketini kavramaktır. Hegel buna nesneye kendini vermek diyor. Diyalektik de budur.

 İki türlü diyalektik vardır:

1-Nesnenin oluş içindeki hareketi

2-Nesnenin hareketini kavrama yetkinliğinde olanın yapısı da diyalektik.

 En doğru ifadesiyle diyalektik; kavramın hareketidir. Düşünce şeyin etrafında dolanır ona çeşitli yerlerinden bakar ve onda yeni olanı görür. O şey için belirlenmiş biçim değişir, yeni bir hal alır. Bu hal akıcı bir haldir.

 Diyalektik, sadece kavranmakta olan nesnenin hareketi değil; düşünceyle oluşun yan yana gitmesidir. Düşünce ancak hareket halindeyken anlaşılacaktır. Diyalektik her şeyi kavrıyor, kendi kendini değil. Diyalektik, zıtlıkları görmek için sürekli hareket halinde olmaktır. Hegel’de diyalektik, Kant’taki gibi bir çıkarım ürünü değildir. Diyalektik, nesnenin çok yönlü yapısı boyunca hareket etmektir.

Diyalektik hareketliliğin iç dinamiğini oluşturan ilke nedir?

Bu ilke çelişme ilkesidir. Bu çelişme içeriğin yok edilmesi değil, ortadan kaldırılmasıdır. Ortadan kaldırılan bir hiç haline gelmez. Çünkü hiçlik aslında dolaysız olandır. Oysa ortadan kaldırılan dolaylı olandır. Ortadan kaldırılan aynı zamanda korunandır. Bu nedenle de yok olmaz.

 Tez, antitezde korunuyorsa, bu koruma kendi içindeki çelişme sayesinde ilerleyip bir üst düzeye ilerleyecek ve kendini yeni bir biçimde sentezde gösterecektir. Ancak geriye dönüş sözkonusu değildir. Sentezdeki tez, tamamen eski tez değildir. Bu basamakta korunan yeniden ilk basamaktaki rolü üstlenecektir. Bütün gelişmeye ve ilerlemeye güç veren, negatif olandır.

 Negatif olan pozitif olanla üst düzeyde yeniden bir araya gelir e negatif olan, pozitif hale gelir. Mutlak geistın, kendini bulduğu yerde yeniden pozitif olmak zorunda yoksa diyalektik kendi içinde kendi tutarlılığını yitirir.

 Negatif nasıl pozitif olur? Aslında ortadan kalkan dolaysız olandır. Ortadan kalkan özellikler, nesne ya da kavram içine itilirler. Ve negatif olanın gücüyle yeniden ortaya çıkıp, bir üst düzeyde kendilerini gösterirler.

 Negatif olanın gücü, pozitif olanı ortaya çıkarmasında yatar.

 Çelişki, diyalektiğin formel yasasıdır ve biz sadece onun bu formel yanını kavrayabiliriz.

 Hegel, diyalektiğinin özü; mutlak geistın kendi kendini ortaya koyması anlamındadır. M.geist bunu insan geistı ile yapıyor. Bunun içinde insan geistının, dünya geistı olması gerekiyor. Bunu da Hegel, kendisi üstleniyor. Yani mutlak geist, insan geistı ile düşünüyor.

 Hegel’de diyalektik öyle bir düşünme ki; bu düşünme nesneler arasındaki ilişkileri kavramak demektir.

 Hegel’in amacı; bütün olanı bir tek noktadan –m.geisttan- çıkarak kavramak, kavram düzeyine çıkarmak. Kavranan, ilişkiler bütünü. Kavrayan, bilen aslında bir özne değil, kendi kendini gerçekleştirmekte olan mutlak geist.

 Diyalektik, nesneler arasındaki karşıtlıkta değil, düşünmenin yapısında var. düşünme kendi yapısını tecrübe ediyor. Kavramları terk etmek, yeniden üretmek, böylece akıcılığı kavramak.

 Çelişki, diyalektik düşünen için var. Ve bu çelişki aslında bir ortadan kaldırmadan ibaret. Çelişki; hareketliliğin, sürekliliğin ilkesi.

 Diyalektik, mutlak olanın kendi bilincine ulaşmak için katettiği bir süreç. Hegel, tanrının oluşumunu kavramak çabasında bunu da diyalektikle kavramaya çalışıyor. Diyalektiği ancak tanrı düşündüğünde düşünebiliriz.

 Hegel, ideden ne anlıyor?

 Onun ideden ne anladığını, geisttan anladığından ayırmanın pek imkanı yoktur. Geistın kendi içinde ya da dışında olması, bir üst düzeyde yeniden oluşması geistın ideleşmesidir.

 İde; kendi kendini gerçekleştiren kavramdır.

 İde; kendinde ve kendisi için hakiki olandır. Hem gerçek hem kavramdır. Hareket halindeki süreçtir, yaşamdır. Hem bu sürecin tamamlanması hem de sürecin kendisidir. Varılmak istenen amaçtır. Özne ile nesnenin özdeşliğidir. Kendinde olanla, kendisi için olanın çakışmasıdır. Geistın hareketliliğinde hem bu hareketlilik süreci hem de kendini doğa olarak ortaya koyması.

HEGEL’İN SİSTEMİ:

 Diyalektik şekilde oluşan sistemi 3 basamak halindedir.

 1-mantık, 2-Doğa felsefesi, 3-Geist felsefesi

 Mantık(logik); geistın kendinde ve kendisi için olduğu evredir.

Doğa felsefesi; geistın kendine yabancılaşması.

Geist felsefesi; idenin kendi içinde, kendine dönük olması.

 Mantık içinde; düşünceler, bilme etkinliği ve bilmenin mutlak etkinliği ortaya koyuluyor. Mantık; geistın kendi özünün kendi içinde olduğu evredir. Mantığın konusu; mutlak geistın doğayı ve insan geistının  yaratmadığı, kendini parçalamadığı uyuduğu evredir.

Hegel mantığı 3 evreye ayırır:

1-Varlık mantığı; konuları, nitelik- nicelik gibi ölçü cinsinden kavramlar.

2-Öz mantığı; konusu, öz ve gerçeklik.

3-Kavram mantığı; konuları, öznel kavram, nesne ve idedir.

 Hegel, varlık ve öz mantığını bir arada görüp, ikisine de ‘Objektif mantık’ der.

Kavram mantığına da ‘Sübjektif mantık’ der

Objektif mantık; bütün batı felsefesinin özelliklerini içerir yani Kant’taki ideler.

 Hegel, doğa felsefesini de 3’e ayırır:

1-Mekanik; zaman, mekan, ağırlık, kütle vs. bunların hepsi burada inceleniyor.

2-Fizik; ısı, kimyevi süreçler adhezyon, kohezyon gibi fiziğin temel konuları da burada inceleniyor.

3-Organik; burada da bitki ile hayvan incelemeleri var.

Görüldüğü gibi Hegel, bütünü kavrama çabası içinde.

  Geist felsefesinde tanrı yeniden kendini buluyor ve bu felsefe de 3’e ayrılır:

1-Sübjektif geist; konuları, Antropoloji, Fenomenoloji ve Psikoloji.

Antropolojide ele alınan konular; ırk, millet, yaşam biçimi, cinsiyet, yaş vs.

Fenomenoloji; denge, bilinç, anlama, akıl, us vs.

Psikolojinin konuları ise; zeka ve isteme.

2-Objektif geist; üç temel konusu; Hukuk, Moralite ve Ahlak.

Hukuk; genel ve herkes için geçerli olanın incelenmesi.

Moralite; tek olanın kendi iradesi ile karar verebilmesi.

Ahlak; hukuğun yıkılıp, en üst düzeye ulaşacağı safhadır. Hegel’in; devlet, hukuk ve özgürlük felsefesi buraya girer.

Özgürlük yine üç adımda:

a)Hür isteme

b)Keyfiyet

c)Genel, ideal ve doğru olanın istenmesi; bu dünya geistının özgürlüğü.

Hukuku felsefesi de yine üç adımda:

a)Aile

b)Burjuva toplumu

c)Devlet; tek olanı ezmiyor, ona özgürlüğünü sağlayan ve tek olana bütünün düzenini de bozmasına izin vermiyor. Böylece tek olan genel-geçer olanın içinde eritilmiyor.

3-Mutlak geist; yine 3 aşamada sanat, din ve felsefe.

Sanat; geistın kendini görmesi, tanıması; tek tek sanat eserlerinde oluyor.

Sanat da yine üç adımda:

a)Sembolik sanat; konusu, içerik değil, çevrenin ortaya konması.Örneğin, tapınak ve kilise mimarisi tanrının oturduğu yer olarak simgeleştiriliyor.

b)Klasik sanat; konusu, biçim ve içeriğin birleştiği plastik sanatları içeriyor. Burada tanrının ifade edilmesi sözkonusu.

c)Romantik sanat; burada artık renk, ton ve söz yani resim, müzik ve şiir sanatlarının ele alınması sözkonusu.

Artık geist ya da ide mekanda görünmüyor. Resim müzik ve şiir gibi sanat dallarında görünüyor.

Din; mutlak geistı tasarımlar. Din, tanrı bilgisidir. Tanrı bilgisi olarak da insan aklının en üst basamağıdır.( Felsefe ise mutlak olanı kavrar.) Din de 3 adımda ele alınır:

a)Doğunun doğa dinleri; tanrının doğanın özü olduğu düşüncesi ve tanrının doğada görülmesi. Örneğin, Şamanizmde doğanın açıklanamayıp, tanrısallaştırılması sözkonusu.

b)Yahudi, Yunan ve Roma dinleri; burada tanrı bir özne olarak görülür.

c)Hristiyanlık (en yüksek); 1.Baba, 2.Oğul, 3.Ruhül Kudüs(kutsal geist), bu Hegel’in sistemine çok uyar.

Felsefe; en yüksekte mutlak olanın kavrandığı felsefe, kendini düşünen idedir/mutlak geisttır. Geistın kendi kendisine dönmesidir. Doğanın ve tarihin amacına ulaşmasıdır. Felsefe bu yolu betimlemekle kalmaz, bu yolu gider. Onun yolunu gider. Onun bilgisini ortaya koyar. Bunun içinde felsefe, kendini bilen bir yoldur, süreçtir, metottur.

Metot; kendi kendisini ortaya koyan aynı zamanda buna bakan geistın kendisidir. Bu anlamda bu yol, geistın biçimidir.

Hegel’de bu sistem bir yerde durmaz. Bu oluşun günden güne bilinçlenmesi sözkonusu.

Hegel’in sistemi içinde sisteme uymayan ancak gerçeğe ait olan her şey ideal olanı, tanrısal olanı yansıtır. Güzel sanat eserleri var ama bunların hepsi çöldeki vahalar gibi.

Doğada pek çok anlamsız olan şey de var. nasıl olur da tanrı kendisini bu şekilde ortaya koyar? Doğada tanrısal olmayan pek çok şey var.

Hegel’in amacı, doğayı bilinçlendirmekse de sadece doğadaki mükemmel olanları görmüştür.

Buna rağmen spekülatif felsefenin görevi hep aynı; bütünü tek bir noktadan çıkarak anlama çabası.

  Hegel’in sistemini şematize edersek:

 I-SUBJEKTİF GEİST

      a)Antropoloji

      b)Fenomenoloji

      c)Psikoloji

     MANTIK (Geistın kendinde ve kendisi için olduğu evre)

     Varlık Mantığı + Öz Mantığı = Objektif mantık

     Kavram Mantığı = Subjektif Mantık

        

II- OBJEKTİF GEİST

      a)Hukuk,

      b)Moralite

      c)Ahlak;hukuk felsefesi(aile, burjuva toplumu, devlet)

                   .Devlet.

                   .Özgürlük felsefesi(hür isteme, keyfiyet, ideal)

 

      DOĞA(Geistın kendi kendine yabancılaşması)

       a)Mekanik

       b)Fizik

       c)Organik                           

 

III- MUTLAK GEİST (Geist felsefesi)

       ( Geist, kendilik bilincine ulaşmıştır)

      a)Sanat; sembolik, klasik  ve romantik sanat.

      b)Din; doğunun doğa dinleri, Yahudi, Yunan, Roma dinleri ve Hristiyanlık.

      c)Felsefe     

 

 

 

 

SCHELLİNG

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

  SCHELLİNG (1775-1854)

 

 Schelling, zıtlıklar içinde yaşamıştır. Bir yanda mutlak olan aşk, diğer yanda paramparça bir hayat. Dimamizmini sağlayan da bu zıtlık. O da Fıchte gibi mutlak olanın peşinde.

 Fıchte, felsefesinin en üst ilkesi olarak ‘mutlak ben’i benimsiyor ve geri kalan her şey ‘ben’in tasarımıdır diyordu. Schelling, Fıchte’nin bu düşüncelerini kabul ediyor ancak o daha fazlasını istiyor.

 Schelling, ‘ben’de sonlu olmayan başka bir öz görür. Tıpkı Fıchte’de olduğu gibi, onda sonlu olmayan öz; tanrı idi. Schelling ise buna ‘içimizde ebedi olan’ der.

 Schelling, son dönemde mistisizme daha çok yönelir. Kierkegaard, Schelling’in bu düşüncelerini aynen alır.

 İnsan hayatının içinde, sonlu olmayan/ebedi olan bu öz; bir imkan halinde. Herkes bu ebedi yanını gerçekleştirebilir. Schelling, ‘ebedi olan’a, ‘mutlak temel’ de der.

 İnsan kendi bakışlarını, kendi içinin derinliğine çevirirse sonlu benindeki ebedi olanın farkına varır. Çünkü insanda bambaşka bir yeti vardır. Bu yetiye Schelling, ‘intellektüel görü’ anlamını verir.

 Bunun sayesinde kendi içine bakan insan, kendindeki mutlak temeli-ebedi yanı görür. Aslında insanın mutlak temelinde gördüğü; tanrısal olandan başka bir şey değil. Tanrıyla bu sayede ilişki kurulur. Yoksa kutsal kitaplarla filan değil. Tanrısal olan sadece insan beninin değil, tüm gerçekliğin temelidir.

 Schelling’e göre felsefe, kendini sonlu olanlardan kurtarıp, mutlak olana erişmelidir. Bu konuda Fıchte ve Hegel de aynı şekilde düşünür.

 Sonlu insan, her şeye tanrının bakış açısından bakmalıdır. Yani mutlak bir şekilde bakılmalı. Ancak bunu Schelling gerçekleştiremez, bunu Hegel yapar, kendini ‘dünya geist’ı haline getirerek.

 Spinoza’dan beri bir düşünce var; ‘ayrı olan her şey aslında bir bütündür’. Hepsi tanrıda birleşir. Plotinos’da her şey ‘bir olan’dan çıkıyordu.

 Schelling bundan faydalanarak, tanrısal olan ne sadece içimizde ne de sadece dışımızda; tek olan aslında bileşik olanın ifadesidir. Varolan her şeyde o tek olanın ilkesi var. Burda işin içine ‘doğa’ giriyor.

 Fıchte’ye göre doğa, benin tasarımıydı. Schelling bu konuda Fıchte’den ayrılıyor. O, doğayı tek bir organizma olarak görür. Bu organizma içinde her şey yaşamaktır. Doğa, yaşamakta olan, hareketliliği içinde olan bir oluştur. Bu oluş kendini zıtlıklar içinde gösterir. İnorganik olanda eksi-artı, organik olan da ise erkek-dişi gibi.

 Sonsuz ve sürekli oluş, kendi kendine hareket, kendi içinde zıtlıkları taşıyan doğanın anlamı ne?

 Burada temeli sorulan doğa, presokratiklerdeki gibi fiziksel yani kendi kendini ortaya, ışığa çıkaran doğa anlamında. Schelling, doğadan; ‘sürekli bir kendi kendine oluş’ olarak anlıyor.

 Bu doğanın bir amacı var; geista ulaşmak. En yüksek doğa ürünü ise; insan geistı. Ve bu açıdan geriye baktığımızda doğa oluşum halinde. Ancak insan geistı, doğayı aşar ve onda amaç olanı tamamlar.

 Schelling’in ortaya koyduğu gerçekliğin aşamaları:

1.Doğanın bilinçsiz evresi.

2.Doğanın kendi kendisinin farkında olmadığı evre.

3.Doğanın, insan geistı ile bilinçli hale geldiği evre.

Aslında doğa-geist ek bir süreç. Tek bir organizmanın uzuvları gibi. Bu organizma köklerini doğadan alır ve geista kadar ulaşır. Doğaya bilinci veren aslında insan geistı. Doğanın ne olduğu üzerine kafa yoran ve bu nedenle de doğayı aşan insan geistıdır.

 Doğa içindeki aklın en son amacının geist olduğunu kabul ediyor. Doğayı ‘mutlak geişt’ olarak görmesi Schelling’in en can alıcı yeridir. Hem doğanın hem de geistin yaratıcısı, mutlak olandır. Doğada tüm olan bitende tanrının etkisi var. Her doğal yaratık, herhangi bir şey değil, onun/tanrının içinde hüküm süren tanrısal coşkunun bir ifadesidir. Ona göre doğa, gizli tanrıdır. Doğada gördüğümüz her şeyin ardında tanrı var. Doğa, tanrının kendini sakladığı, tarih ise kendini ortaya koyduğu yerdir.

Schelling’e göre tüm tarih, mutlak olanın kendi kendisini ortaya koymasından  başka bir şey değildir.

 ‘Tarih, tanrının geist olarak yazılmış destanından başka bir şey değildir’, der. Tarih, insanı yaratır ama insanın kendi kendisini ortaya koyması, tanrının kendisini ortaya koymasından başka bir şey değildir.

 Schelling, doğadaki her türlü oluşun arkasında tanrıyı düşünüyor ve onun açıktan ortaya koyması insanla oluyor. Mutlak olan, kendini geist olarak insanlık tarihi içinde ortaya koyuyor.

 Nasıl oluyor da en mükemmel varlık/tanrı, kendini bu çirkef dünyada ortaya koyuyor?

 Schelling’e göre, insanın geistı ile doğanın zorunluluğunu barıştıran; sanattır. Sanat, tanrıdan zorunlu ve dolaysız olarak fışkıran, tek ve ebedi bir gerçekleşmedir. Doğanın ve geistın birbirinden ayrı olan çizgileri sanatta birleşir.

 Sanat eseri; insan özgürlüğünün en yüksek eseridir. Ancak burada bir insanının geistı, diğeri doğanın zorunluluğu. Sanat eseri, insan özgürlüğünün en yüksek eseri ancak maddi yanı doğanın zorunluluğu ile oluyor. Böylece insanın geistı ile doğanın zorunluluğu barışıyor.

 Diyelim ki doğada, tarihte, sanat eserinde tanrının varlığını hissediyorum ama tanrının kendisini nasıl bilebilirim?

 Schelling, tanrıyı ‘mutlak özdeşlik’ olarak kabul eder. Tanrı tam bir özdeşliktir. Bütün her şeyin bütünleştiği, mutlak bir özdeşliktir. Hegel, bu düşünceyle ‘kapkara bir geceden başka bir şey değil’ diyerek alay eder. Gerçekten de bu düşünüş, sonlu olanın ortadan kalkmasıdır. Şeyler arasındaki farklılıklar, mutlak özdeşlikle birleşir ama bu gerçekliğin ortadan kalkmasıdır.

 Schelling artık ortaya koyduğu sistemden şüphe etmeye başlar ve şöyle der:

 ‘Bu garip gerçeklik temelini tanrıda bulamaz, bu garip gerçeklik de mutlak olana

girmelidir’.

 Bundan sonra Schelling, tanrıyı sadece içinde olumlu niteliklere sahip pozitif bir varlık olarak görmez. İçinde negatif, çelişkili bir varlık olarak da düşünür.

 ‘Kabul edilmelidir ki; iki şey var, karanlık bir tanrı ve ve diğer taraftan bilinçli geist’.

 Tanrı kendi kendisinin bölünmesini sağlayarak dünyadaki oluşu sağlar. Schelling buna ‘tanrının acılı yolu’ der.

 Schelling, doğadaki şeyler arasındaki farklılığı, çelişkiler açıklamak için tanrının içine negatif bir temel koyarak onu ikiye böler.

 İnsan kendi özgürlüğü sayesinde tanrıya döner veya uzaklaşır. Tanrıdan çıkan etki, insan sayesinde öze döner. Tanrı tekliğe ulaştığında, doğa/dünya ile geist barışmış durumdadır. Tekliğe ulaşılmasıyla her şey sonsuzluğa ulaşır. Bilinçlenmenin tamamlanması, tanrının tamamlanmasıdır.

 Dünya tarihi, kendini bölmüş olan tanrının yeniden kendi birliğine/tekliğine ulaşmasından başka bir şey değildir.

 Tanrı, insan geistı sayesinde birliğine ulaşacaktır. Schelling’de tanrı önce bir bütündü ancak doğadaki ve tarihteki olumsuzlukları görünce, onu ikiye böler-pozitif ve negatif olarak- ve çelişkiler zaten onun içinde var, der.

 Schelling’in asıl problemi; tanrının kendisini nasıl düşünebileceğimiz. Kendisini insanla gösteren tanrı, kendini tamamladığında –insan yok olmayacak- tarih olumlu bir şekilde yeniden başlayacaktır. Dünya tarihi, tanrının kendi kendisine dönmesidir. Schelling, dünyadaki kötülüklerden dolayı tanrıyı ikiye böler ve negatif temeli onun içine yerleştirir. Ve tüm dünya tarihi, tanrının kendi içindeki çelişkileri insan geistı ile ortadan kaldırarak bütünleşme çabasıdır.

 Fıchte’ye göre iki felsefe akımı vardı; dogmatizm ve idealizm. Dogmatizm, kendi başın varolanları kabul etmek. İdealizm ise dingansichi reddedip sadece bilinci kabul eden bir felsefedir.

 Fıchte, seçim yaparak idealizmi-ben/geistı kabul ediyordu. Oysa Schelling her ikisini de benimsiyor. Der ki; ‘bilme etkinliği hem objeyle hem de süje ile iş görür. Bu nedenle ikisinden birini seçmek olmaz. Felsefenin göstereceği; nesnel olanın öznel olana, öznel olanın da nesnel olana nasıl gittiğini göstermek.

 Schelling’e göre doğa, nesnel dünyadır. Bu doğa, öyle zengin ve içerikli ki; onun özne gibi olmadığı kesindir. Doğa kendine özgü canlılık biçiminde. Schelling’in Fıchte’den ayrıldığı en önemli nokta burası.

 Schellig’in doğayı canlı bir organizma olarak görmesine karşılık, Fıchte; doğanın varlığını kabul etmiyor. Schelling’de doğa sürekli bir değişme, devinme ve sürekli yükselme biçiminde. Yükselme ise diyalektik bir biçimde oluyor. Schelling bu diyalektik görüşünü Fıchte’den alıyor fakat onun kadar ileri götürmüyor, sadece doğayı açıklamada kullanıyor.

 

 Tez, madde ise antitez; madde olmayan olacaktır ki, bu ışıktır, ısıdır bu da sentezde; organik olanla birleşecektir. Aslında sentez en başta olandır. Sentez, tez ve antitezi içermektedir. Burdaki tez ve antitez organik olanın/hayatın formundan başka bir şey değildir.

 Herşey doğanın görünümü olarak canlıdır. Hayatın, ruhun arkasında başka bir şey vardır ki; o da insan geistıdır. Hayatın en büyük gayesi insan geistının ortaya çıkmasıdır. Doğanın kökeninde hep bir geist olduğu için insan, geistın bir varlığıdır. Doğanın amacı, geistı ortaya çıkarmaktır.

 Schelling’in ilk izlediği yol, doğa felsefesidir. Burada Kant’ın bir düşüncesine karşı çıkar. Kant’a göre doğaya bakış, matematiksel ve fiziksel bir takım yasalarla sınırlandırılmıştır. Aslında bu aklın doğaya bakış açısıdır. Yani bu yasa, insan aklının bir ürünüdür. Schelling’e göre, doğaya bu türlü bir bakış, onun canlılığını göz ardı etmektir. Ona göre doğaya, Kant gibi şematik bakmamalıyız.

 Schelling aslında doğa bilimlerinin yöntemini değiştirmek niyetinde değil. Sadece incelediği doğanın, niceliksel ve mekanik yanının olmadığını göstermek ve ‘doğa bundan daha fazla birşeydir’, der.

 Doğanın diğer yanı -objesi olmayan- doğa felsefesinin konusudur. Bu felsefe, doğanın temelini, kökenini araştırır. Aslında bütün araştırmalar, görüşler doğanın kendisi değildir.

 Doğa kendi kendisini yaratan yaşamdır. Bu görüşlerinden dolayı Schelling, romantizmin filozofudur denir.

 Ona göre doğanın amacı, arkasındaki geistın ortaya çıkmasıdır. Doğanın temelinde geist olduğundan insan da bir geist varlığıdır. Doğa bunun açığa çıkmasıyla anlam kazanır. İki geist vardır; mutlak geist ve insan geistı. İnsan geistı olmadan mutlak geistın bir önemi yoktur.

 Schelling buraya kadar, nesneden öznenin nasıl çıktığını gösterdi. Doğadan geistın ortaya çıkması.

 Şimdi ise Schelling, özneden nesne nasıl ortaya çıkıyor ona bakıyor. Schelling bu felsefeye ise ‘trancendental felsefe’ der. Bu felsefede araştırılan geistın nesneleşmesi yani geist doğa olarak nasıl ortaya çıkıyor o araştırılıyor.

 Trancendental felsefe üç adımdan oluşuyor:

 1.Teorik felsefe, 2. Pratik felsefe ve en yüksek basamağı 3. Sanat.

Teorik ve pratik felsefe sanatla birleşir.

 Schelling, doğa felsefesini ve trancendental felsefeyi üçüncü bir felsefeyle, özdeşlik felsefesiyle açıklamaya çalışır.

 Doğa felsefesinde, doğanın arkasında hep geist vardı ve en sonunda doğa, en yüksek noktaya geistı ortaya çıkarmakla ulaştı.

 Trancendental felsefe de ise geistın arkasında hep doğa vardı ve geist en yüksek noktasına doğayı ortaya çıkarmakla ulaştı.

 Özünde doğa ve geist aynı şeydir. Doğa görülen şeyse, geistta görünmeyen dünyadır. İşte özdeşlik felsefesi; farklı olduğu sanılan özünde bir ve aynı olan iki şeyin felsefesidir. Aslında bunlar –doğa, geist- mutlak olandır ve tanrı mutlak özdeşliktir. Tanrı bu özdeşliğini bozmadan kendini doğa ve geist olarak böler. Aslında her şey tanrının ideleridir. Dünya dediğimiz yer aslında tanrının kendini ortaya koyduğu yerdir. Tanrı dünyanın ta kendisidir. (Bu bir panteizmdir)

 Schelling’in doğa ve t.felsefesi, dünyayı bir sanat eseri olarak ortaya koyar. Dünya tanrısal ise kendisini mükemmel olarak ortaya koymalıdır.

 Ancak daha sonra her şeyin çok güzel olmadığını görerek tanrıya negatif yanı da koyar. Tüm dünya tarihi; tanrının negatif ve pozitif yanının mücadelesinden başka bir şey değildir. Bu mücadelenin sonunda pozitif olan yan, negatif olan yanı altederek başlangıçtaki gibi sadece pozitif olan bütünlüğünü yeniden sağlayacaktır.

 İşte Schelling’te yepyeni bir thegonie ile karşılaşıyoruz; panteizm.

 Schelling’in amacı; iyinin kötüyü yenmesi, tanrıdan negatif olanın kopması, mutlak iyi olması. Aslında özdeşlik felsefesi bir sentez gibidir, bu felsefe olmadan doğa ve t.felsefe olmaz.

 

            FICHTE İLE SCHELLİNG’İN KARŞILAŞTIRMASI :

 

 Her ikisinin de çıkış noktası Kant’ın ‘dingansich’i. Kant bununla eyleyen benin bilme yetisini sınırlıyordu.

 Fıchte  de ise ‘ben’i yaratıcılığında hiçbir şey engelleyemez. Ben özgürdür, ben’in bilemeyeceği bir şeyi söylemek, ben’in özgürlüğüne sınır çizmektir. Yani Fıchte, benin dışında bir dış dünyayı reddeder. Sadece ben var ve benin dışındaki her şey onun bir tasarımından başka bir şey değil.

 Schelling deise doğanın, dingansichin varlığı sözkonusu. O her ikisini de kabul ediyor.

 Nesne-özne; doğa felsefesi             I  Her ikisi:

Özne-nesne; trancendental felsefe  I  Özdeşlik Felsefesi

 Schelling’de sürekli devinim halinde bir doğa var. Fıchte’de doğa yok. Doğa, benin bir tasarımı. İkisi arasındaki en büyük fark burada.

 Her ikisinde idealizmin özü:

 Fıchte’deki ‘ben’ onun idealizminin özü. Oysa Schelling’de canlı doğanın insan geistı ile bilinçlenmesi sözkonusu. Schelling, Fıchte’nin tabiriyle  dogmatik yanı ağır basmasa da hem idealist hem de dogmatiktir.

 Her ikisin de de amaç bütünü açıklayacak bir sistem kurmak.

 Yöntem sorununa gelince; Schelling, diyalektik yöntemi Fıchte’den almış fakat kullanmada Fıchte’den geridir.

 İdealizlerinin ulaştığı son açısından; Fıchte’nin idealizmi önce mutlak bene ulaşıyor ve geri dönüyordu. Çünkü ben mutlak olduğunda kendi kendini de yok ediyordu. İkinci evrede Fıchte, beni sınırlar. Sonlu olmayan ben değil, benin içindeki tanrıdır der.

 Schelling ise doğa ve geistı, mutlak açıdan gördüğü için, özdeşlik felsefesinde tanrıya ulaşıyordu; ona göre ‘tanrı her şeyi içeren tekliktir’. O halde nasıl oluyor da kötü şeyler de var? Bu durumda Schelling, Fıchte gibi tanrının içine negatif yanı koyar. Sonunda pozitif olan negatif olanı altede altede kendine dönecek. İşte bu da dünya tarihi.

 Hangi yönleriyle eleştirebiliriz:

 Bunlar Kant’ın sağlam yanı tecrübeyi terk ederek ayakları havada kalan spekülasyonlara girmişlerdir.

 Kant, neyi bilebilirim neyi bilemem onu belirlemeye çalışıyordu. Bunlar ise her şeyin bilinebileceğini göstermeye çalışıyorlar. Sonunda da spekülasyonlara giriyorlar.

 Acaba kendilerinden sonra gelenleri nasıl etkilediler:

 Fıchte’nin ‘tanrı yoksa ben de yok, içimizde sonlu yan varsa, sonsuz yan da vardır’ düşüncesi Kierkegaard’ı etkileyecektir. Özgürlüğü veren olarak tanrıyı tanıması gerçekten Kierkegaard’ı çok etkiler.

 Schelling’in ise ‘tüm dünya tarihi, tanrının pozitif ve negatif yanlarının mücadelesinden başka bir şey değildir’ düşüncesi M.Scheller’i etkiler.