Posts Tagged ‘kültür’

EĞİTİM SOSYOLOJİSİ

Pazartesi, Aralık 21st, 2009

 

 

  Eğitim sosyolojisi; bireyin kültürel çevresi ile etkileşimin incelenmesidir. Bu etkileşimin incelenmesinde, kültürel çevre, diğer bireyler, sosyal gruplar ve davranış modelleri üzerinde durulur.

 George Poynl’a göre eğitim sosyolojisi; bireyle çevre arasındaki sürekli etkileşimdir.

 A.Ellwood’a göre ise eğitim sosoyolojisi; hayatın eğitsel yanıdır.

 E.B.Ruther’a göre ise eğitim gruplarının gelişimini inceleyen bir bilgi dalıdır.

 Bireylerin kişiliklerinin oluşumunda eğitim kurumlarının çok büyük rolü olduğu tespit edilmiştir. Örneğin; kolej ile normal lisenin öğrenciler üzerindeki etkileri birbirinden çok farklıdır.

 

 Eğitim sosyolojisi ile eğitim psikolojisi arasındaki fark:

 

 Eğitim sosyolojisi; bireyle toplum arasındaki ilişkiye önem verirken yani bireylerin kişiliklerini yönlendiren kültürel etkenlerle ilgilenirken eğitim psikolojisi; öğrenme ve deneyimlerin değerlendirilmesi ile ilgilenmektedir.

 Ayrıca eğitim psikolojisi, çocuğa yeni alışkanlıklar kazandırma ve geliştirme teknikleri ile ilgilenmektedir. Yani öğrenme için optimum şart nedir? Ve nasıl gerçekleşir? Sorularına cevap arar.

 Eğitim sosyolojisi ise eğitim kurumlarının, birey üzerindeki etkisini saptamaya ve bu etkideki olumsuz yanları ortadan kaldırarak, toplumun erişmek istediği ideal şartlara nasıl ulaşılacağını bulmaya çalışır. Bu amaçla program geliştirme ve öğretme metotlarına önem verir.

 

 Toplumsallaşma ve okul:

 

 En basit tanımıyla toplumsallaşma; insan yavrusunun toplumun bir üyesi haline gelmesidir.

 Antroploglara göre ise toplumsallaşma; kültürün yeni kuşaklara aktarılması sürecidir.

 Sosyologlara göre ise bireylerin birbirleriyle etkileşimde bulunmaları sonucu toplumun davranış, duyuş ve yapma özelliklerini öğrenip kendilerine maletmeleri sürecidir.

 Eğitimciler ise çocuğun eğitim süreci olarak ele alıyorlar.

 Biyolojik ve psikolojik temelli yaklaşımlar ise tolumsallaşmayı; biyolojik bir varlık olan insanın, sosyal bir varlık haline gelmesi şeklinde tanımlıyorlar.

 Kısaca toplumsallaşma; insanın doğumundan ölümüne kadarki bir süreçtir. Bu süreç ne tek yönlü ne de kapalı uçludur.

 Toplumsallaşmanın amacı; bu süreçte topluma uyum sağlamaktır. Bireyselleşme açısından toplumsallaşma, bireyin kişiliğini, özbenliğini geliştirmesidir. Toplum açısından ise kültürün yeni kuşaklara aktarılmasıdır.

 

 Mahmut Tezcan’a göre toplumsallaşma:

 Amaç; a)bireyin topluma uyumunu sağlamak,

 b)belli rollerin kazanılması,

 c)insana yaşam boyunca gerekli bilgi, beceri vedeğerleri kazandırmaktır.

 

 Toplumsallaşmanın aracıları:          Araçları:

 1-Aile-akraba grubu.                       1-İletişim

 2-Arkadaş grubu.                           2-İşbirliği

 3-Okul.                                          3-Kalıtım

 4-Kitle iletişim araçları.                   4-Toplumsal çevre.

 

 Çocuğun esas olarak benliğini bulduğu çevre; aile çevresidir.

 Toplumsallaşma süreci nasıl işliyor?

  Esas itibariyle bu süreç, öğrenmeyle olmaktadır. Öğrenme de etkileşim ve iletişimle olmaktadır. Birey etkileşimleri sonucunda yeni şeyler öğreniyor. Ayrıca öğrendiklerini başkalarına da öğretiyor.

 

 Öğrenme şekilleri:

 1-Taklit; çocuğun anne babasına bakarak, onların davranışlarını aynen yapmaya kalkmasıdır.

 2-Telkin; örneğin; ailesinin saç uzatmasını uygun bulmaması halinde bu kararından vazgeçmesi.

 3-Rekabet; bireyin çevresi ile rekabete girerek bazı davranışlarını geliştirmesidir. Ancak aşırı rekabet, anormal sonuçlara yol açar.

 

 Özbenlik; bireyin kendi kişisel ve toplumsal kimliği hakkındaki duygu ve anlayışlarıdır.

 Ayna benlik; bireyin kendi davranışları ile başkalarının davranışlarını karşılaştırıp aynı davranışlar olduğunu görmesidir.

 

 Toplumsallaşmada özbenliğin 3 boyutu:

 1-Kimlik; bireyin toplum içindeki yerini anlaması, toplumsal kimliğini oluşturur.

 2-Benlik simgesi; bireyin kendi yetenekleri, becerileri konusundaki anlayış biçimidir.

 3-Benlik saygınlığı; bireyin olumlu ya da olumsuz özdeğerini anlayış biçimidir.

 Genel olarak davranışlarının olumlu olduğuna inanıyorsa benliğine saygı duyuyor demektir.

                         ———/————-

 

 Okul:

 Çocuğun sosyalleşmesindeki temel kurumlardan bir tanesidir. Okulun esas amacı; eğitim öğretimdir. Çocuğun duygusal bağımsızlığını azaltıyor veya kaldıryor.

 Okulun toplumda kendine özgü marşıyla, gezileriyle, kültürel etkinlikleriyle vs. bir kültürü vardır. Birey de bu faaliyetler ölçüsünde toplumsallaşmaktadır.

 Okulun özellikleri:

 1-Biçimsellik; okulda bütün programların, faaliyetlerin yaşa göre ayarlanmasıdır.

 2-Bürokrasileşme;kırtasiyecilik’ ve ‘uzmanlaşma’ sonucu ortaya çıkan görevlerin koordinasyonunun sağlanmasıdır.

 Bürokrasileşmeyi ilk kez M.Weber ortaya atmıştır.

 3-Öğrenci etkileşimi; öğrenciler arasındaki informel ilişkilerdir.

 

 Okulun örgütsel yapısı:

 MEB àMEB İL MD.àOkul yöneticisiàÖğretmenler ve diğer personelàÖğrenciler.

                      ————/————-

 

 KÜLTÜR:

 

 Kültür; bir yaşam biçimi, sosyal etkileşimler ürünüdür. Oluşum ve kökeni bakımından, doğanın yarattıkları yanında insanın yapıp etmelerinin tümüdür.

 Taylor’a göre kültür; bir toplumun üyesi olarak bireyin, öğrenerek kazandığı bilgi, sanat, gelenek, görenek vb. yetenek ve alışkanlıklarından oluşan bir bütündür.

 

 Kültürün özellikleri:

 1-Kültür öğrenilir.

 2-Tarihidir ve süreklidir.

 3-Toplumsaldır.

 4-İdeal ya da idealleştirilmiş kurallar bütünüdür.

 5-Kültür değişir ama bu değişme kendiliğinden ve uyumludur.

 6-Kültür birleştiricidir. Her grubun, azınlığın kültürü milli çapta birleşmektedir.

 7-Biyolojik ihtiyaçları gidererek doyum sağlar.

 8-Kültür bir soyutlamadır.

 

 Her toplumda, sınıfların, azınlıkların vs. kendine özgü alt kültürlerinin olduğunu görüyoruz. Ancak bu alt kültürler, ülke çapında bir bütün oluşturmaktadır.

 

 Kültür süreçleri:

 1-Kültürleme; bireyin kendi kültürünün özelliklerini öğrenmesidir. Toplumca istenen bir insan olmasıdır. Hem kasıtlı (okul, aile vs.) hem de kendiliğindendir. Toplumsallaşmayla aynı anlamdadır.

 2-Kültürleşme; iki farklı toplumun birbirleriyle etkileşimleri sonucu, kültür alış verişi yapmalarıdır.

 3-Kültürlenme; farklı kültürlerden gelen insanların birbirleriyle etkileşmeleri sonucu yeni bir kültür meydana getirmeleridir.

 4-Kültürel değişme; kültürün değiştiği kesinlik kazanmıştır. John Dewey, “değişmenin, değişmeyeceğini ve sürekli bir değişme olduğu”nu söylüyor.

 

 Kültürel boşluk; çok hızlı değişen kültüre ayak uyduramamadır. Örneğin; kırsal kesimden gelenlerin, kent kültürüne ayak uyduramamaları sonucu açığa çıkan durumdur.

 

 Toplumsal sınıflar ve çocuğun başarısı üzerine etkisi:

 1-Baba mesleğinin, çocuğun eğitimi üzerine etkisi.

 2-Sınıfsal farklılaşmanın, çocuğun eğitimi üzerine etkisi.

 3-Toplumsal sınıf ve çocuğun başarısı üzerine etkisi.

 

 1-Baba mesleğinin çocuğun eğitimi üzerine etkisi; örneğin, baba profösör ise çocuğun da profösör olmasa bile ona yakın bir meslekte bulunma olasılığı yüksektir.

 2-Sınıfsal farklılaşmanın çocuğun eğitimi üzerine etkisi; farklı statülerden, gelir ve eğitim düzeylerinden gelen çocukların aynı sınıfta eğitim görmesi, çocuğun eğitini etkilemektedir.

 3-Toplumsal sınıfların başarıya etkisi; örneğin, alt sınıflardaki çocuklar, ekonomik gelirin düşük olması nedeniyle yeterli beslenemediklerinden, zihinsel gelişimleri de ona göre olmaktadır. Bu da onların, başarısını etkilemektedir. Yine ısınma, aydınlatma, temizlik, çalışma odası gibi nedenler başarılarına aynı oranda etki etmektedir.

 

 Toplumda 2 türlü hareket vardır:

 1-Fiziksel hareketlilik; zorunlu veya isteğe bağlı göç olaylarıdır.

 2-Toplumsal hareketlilik; yatay ve dikey hareketliliktir.

 

 Toplumsal hareketliliği etkileyen etkenler:

 1-Nüfus; üst tabakada doğum oranının az olmasına karşılık, alt tabakada fazladır. Alt tabakadakiler geçimlerini, üst tabakadakilerin işlerini yaparak sağlarlar.

 2-Göç; daha küçük yerleşim bölgelerinden daha büyük yerlere göç, toplumsal hareketliliğe yol açar.

 3-Sanayileşme; teknolojik gelişimle birlikte yeni yeni araçların ortaya çıkması, yeni mesleklerin doğmasına bu da toplumsal hareketliliğe yol açıyor.

 4-Eğitimde fırsat eşitliği; eğitimin her kesimden insanın yararlanmasına toplumda bir hareketlilik doğuruyor.

 5-Mesleksel statüdeki değişmeler; teknolojik gelişime paralel olarak, her dönem en saygın olan meslekler daha sonra yerini başka mesleklere bırakabilmektedirler. Bu durum da statü değişikliğine dolayısıyla toplumsal hareketliliğe yol açmaktadır.

 6-Miras; bu yolla da ortaya çıkan sınıf değiştirmeler, sosyal hareketliliğe yol açmaktadır.

 7-Evlenmeler; evliliğin şekline göre yatay ya da dikey hareketlilik ortaya çıkmaktadır. Örneğin alt sınıftan olan birinin, üst sınıftan biriyle evlenmesi vs.

 

 Toplumsal değişme kuramları:

 

 1-Toplumsal değişmelerin temelinde, “teknolojik değişmeler”in olduğunu savunan görüş ki, eğitim de bu değişmede etkin rol oynar.

 2-Toplumsal değişmenin, “ekonomik değişmeler” olduğunu savunan görüş. Eğitimin de bir koşul olarak ekonomiyi etkileyeceğini söylüyorlar.

 3-Toplumsal değişmenin,  ideolojik değişmeler” olduğunu savunan görüş. Bunlara göre de eğitim, bir araç rolünü oynamaktadır.

 Eğitim daha sonra bu sosyal değişmelerin kalıcı olmasını sağlıyor.

 

 Max Weber’in eğitim kuramı:

 

 1-Karizmatik eğitim; bu eğitime bireyin ihtiyacı olmadığını vurguluyor. Kişinin doğaüstü güçlere sahip olduğu söyleniyor. Bu tür insanların toplumda az oldukları ve değişmeye öncü oldukları belirtiliyor. Örneğin; Cengizhan, Fatih,  Napolyon, vs.

 2-Geleneksel eğitim; normal eğitimdir. Belli konu ve programların okulda bireylere verilmesidir.

 3-Bürokratik rasyonelli eğitim; uzman kişilerin eğitimidir. Toplumun karmaşıklaşmasıyla, uzman kişilere ihtiyaç duyulmaktadır. Onları yetiştirmek amacıyla yapılan eğitimdir.

                                         ———

 Toplumsal değişmenin eğitimle ilişkisinde başlıca alanları:

 

 1-Sanayi ve teknolojideki gelişmeler eğitimi birçok şekilde etkilemektedir:

   a)Bu gelişmeler paralel olarak yeni bilgi ve becerilere sahip insanlar yetiştirme ihtiyacı doğmaktadır.

   b)Bireylerin teknolojik gelişimlerin gerisinde kalmaması için zaman zaman açılan kurslarla bilgilendirilmesi gerekmektedir.

   c)Kitle eğitim araçlarındaki gelişmeler, eğitimin gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamaktadır.

   d)Ulaşım sektöründeki gelişmeler yeni alt kültürlerin doğmasına neden olmaktadır. Örneğin; sosyete çocuklarının pahalı arabalarla yarışması vs.

   e) Teknolojik gelişmeler, eğitim araç ve gereçlerinin de gelişmesini sağlar. Böylece eğitim de daha verimli hale gelir.

 2-Kentleşme; sanayileşmeyle birlikte göç olgusu harekete geçmiş ve bu hareketlilik eğitime de yansımıştır. Bu yansıma daha çok olumsuz yönde olmuştur. Sınıfların artması, kültür çatışmaları, kültürel boşluk gibi durumlarla karşılaşılmıştır.

   a)Okul, çeşitli kültürden gelen öğrencileri kaynaştırmalıdır.

   b)Sosyal kurallara uymak için okul, eğitimde denetim rolü görmelidir. Yani olumsuz davranışları yok edecek şekilde toplumsal denetim sağlamalıdır.

   c)Kent yaşamına yeni başlayan çocuğun uyumunu sağlamak için okul, özel eğitim konuları geliştirmelidir.

   d)Kente göç eden yetişkinler de eğitilmelidir. Halk eğitim merkezleri açarak; okuma yazma kursları, dikiş nakış kursları gibi ihtiyaca uygun kurslar açılarak eğitilmelidirler.

  3-Demografik gelişmeler; nüfusun artmasıyla birlikte eğitime duyulan ihtiyaç da artmaktadır. Ayrıca öğretmen, araç gereç yetersizliği gibi pek çok problem ortaya çıkmatadır.

  4-Yüksek öğretim; nüfus artışı, teknolojik gelişmeler uzman, araştırmacı ihtiyacını gümdeme getirdiğinden, bu insanların yetişmesi yüksek öğretim kurumlarını ön plana çıkarmaktadır.

  5-Özel eğitimin geliştirilmesi; sosyal değişmeyle birlikte özürlü bireylerin de eğitilip topluma kazandırılmaları vurgulanıyor.

  6-Aile yaşamındaki değişmeler; giderek daha hızlı bir şekilde çekirdek aileye doğru bir gidiş görülmektedir. Kadının üretime katılmasıyla, eve bağlılığı azalmış, çocuklar da kreşlerde büyümek zorunda kalmaktadır.

  7-Baskı kurumları ya da grupları; sendikalar, ticaret ve sanayi odaları, siyasal partiler, dini kuruluşlar, medya gibi kurum ve kuruluşlarca kamuoyu oluşturularak sosyal değişimlere neden olunmaktadır.

  8-Demoktatik gelişmeler; düşünce ve ifade özgürlüğüne önem verilmesiyle, yaratıcı, üretken insanların ortaya çıkması hılanmaktadır. Bu da sosyal hareketleri etkilemektedir.

  9-Çağdaşlaşma; sosyal değişimin belirli bir amaca, planlı kalkınmaya yöneltilmesi vs.

 

 Eğitimde fırsat eşitliği: (4 türdür)

 1-Herkesin tüm eğitim sisteminden yararlanma hakkıdır.

 2-Herkesin asgari eğitim düzeyinden yararlanmasıdır. Örneğin; herkese ilkokula kadar okuma eşitliğinin sağlanmasıdır.

 3-Herkesin yeteneği ve potansiyeline göre eğitimden yararlanmasıdır. Bu durum gelişmiş ülkelerde daha yaygındır.

 4-Bütçeden eğitime ayrılan pay ne kadar fazla olursa, o kadar çok kişiye fırsat eşitliği tanınmış olacaktır. Eğitim kalitesi de aşağı yukarı bu payla doğru orantılıdır.

 

 Fırsat eşitliğini engelleyen nedenler:

 1-Ekonomik nedenler:

   a)Ailenin geliri; yüksek gelirli ailelerin çocukları eğitimden, düşük gelirlilere oranla daha çok yararlanmaktadır. Dar gelirli ailelerin çocukları, kısa yoldan hayata atılmak durumunda kalıyorlar. Bu ailelerin çocukları meslek ve teknik okulları tercih etmektedir. Yüksek gelirli olanların çocukları ise en üst eğitimden bile yararlanmaktadırlar.

   b)Ailenin mesleği; ana-babanın eğitim düzeyi ne kadar yüksekse, çocuklarına da en az o oranda eğitim vermek istemektedirler.

   c)Devletin ekonomik geliri; devletin ekonomik geliri ne kadarsa eğitime ayrılan pay da ona göre olmaktadır. Tabi ayrılan pay, kaliteyi de etkilemektedir.

  2-Coğrafi nedenler:

    a)Yerleşme; kırsal bölgelerde yaşayanların eğitim olanaklarından yaşayanların yararlanmaları, şehirlerde yaşayanlara oranla daha az olmaktadır. Bunun nedeni eğitim merkezlerinin büyük bir kısmının şehir merkezlerinde olmasıdır.

    b)Yöresel farklılaşma; eğitim açısısından bölgeler arası bir dengesizlik sözkonusudur.

   3-Toplumsal nedenler:

    *Cinsiyet ayrımı; kız çocuklarının, erkeklere oranla eğitim olanaklarından daha az yararlanmaktadırlar.

 Bunun nedenleri:

   *Bağnazlık; özellikle kırsal alanda bir takım bağnazca düşünceler nedeniyle kız çocukları okutulmamaktadır.

   *Din faktörü; günah diye kız çocuklarının okutulmaması vs.

   *Tarımda da işgücünden yararlanmak için okutulmaz.

  

   *Ekonomik gelişmeye paralel olarak, kız çocuklarının okuma oranı artmaktadır.

   *Dil faktörü; eğitimin resmi dille yapılması ve bu dili bilmeyenler gerektiği gibi eğitimden yararlanamaz.

   *Irk faktörü; ırkçılığın hakim olduğu yerde farklı ırktan olanlar eğitimden yeterince yararlanamazlar.

   *Nüfus artışı; nüfusun hızlı artması halinde eğitim olanakları herkese yetmeyebilir.

   *Eğitim olanaklarının yetersizliği; öğretmen, araç gerç yetersizliği vs. Özellikle özürlülere hitap eden özel eğitim kurumlarının yetersizliği, bu kişilerin eğitimden istenilen oranda yararlanmalarını engellemektedir.

 4-Siyasal nedenler:

    Kısa süreli iktidar değişiklikleri nedeniyle, her hükümet bir önceki hükümetin eğitim politikasını beğenmeyip tamamen değiştirmesi, eğitimde istikrarsızlığa yol açmaktadır. Ayrıca, eğitime ayrılan payın da önemi daha önce değinildiği gibi çok büyüktür.

    Kısaca, tüm bu nedenler eğitimde fırsat eşitliğini engellemektedir. Bir de buna bireysel ayrılıkların eklenmesi durumu daha da sıkıntıya sokmaktadır.

    Fırsat eşitliğinin tam anlamıyla sağlanması zaten mümkün değildir. Olsa olsa azami düzeyde sağlanabilir.

 

 Kitle iletişim araçları ve eğitim:

 

 Kitle iletişim araçlarının eğitime yararları olabileceği gibi zararları da sözkonusudur. Bu onların nasıl kullanılacağına bağlıdır.

 Bu konuda TV’nin yararları ve zararlarını sayabiliriz.

 Yararları:

 *Çocuğu eve bağladığından mutlu bir aile ortamı sağlıyor.

 *Belli kültürel yayınlarla, çocukların kültürün artırabilir.

 *Az da olsa çocuğu düşünmeye sevkdebilir.

 *Çocuğun ilgileri ve yaşam alanını genişletiyor.

 *Çocukta estetik zevkler sağlayabilir.

 

 Zararları:

 *Kitap okumak gibi yararlı alışkanlıklardan alıkoyabilir.

 *Çocuğu pasifleştirir.

 *Tek tip değer yargıları geliştirir.

 *Duygusal açıdan güven ve olmayan çocuklarda korku ve endişeye yol açar.

 *Belirli diziler nedeniyle çocukta saldırganlık güdüsü gelişebilir.

 

 Şöyle ya da böyle kitle iletişim araçları, belirli bir insan imajıyla insanların sosyalleşmesini sağlamaktadır.

 Bu araçların, temel eğitim ve yaygın eğitimde de kullanabildiklerini de görüyoruz.

SOSYOLOJİYE GİRİŞ -1

Salı, Eylül 22nd, 2009

 

 Sosyoloji nedir?

 

 E.Durkheim’a göre sosyoloji; sosyal olguları ve sosyal kurumları inceleyen bir bilim dalıdır.

 G.Simmell, sosyoloji; sosyal ilişkileri inceleyen bilim dalıdır.

 M.Weber, sosyoloji; sosyal eylemi esas alan bir bilim dalıdır.

 Parker, sosyoloji; toplu davranış bilimidir.

 Kovalevski, sosyoloji; sosyal organizasyonun ve sosyal değişmenin bilimidir.

 Small, sosyoloji; sosyal süreçlerin bilimidir.

 Ward ve Sumner’a göre ise sosyoloji; toplumun bilimidir.

 

 Bütün bu tanımlar temelde sosyal sistemde birleşir. Her sosyal sistem, birbirine sıkısıkıya bağlı bir takım unsurlardan oluşur. Birinde olacak bir değişiklik diğerlerini bozmaksızın etkiler.

 Genel olarak bakılırsa her sosyal sistemin bir takım alt sistemleri vardır. Örneğin, bir ailenin diğer ailelerle olan ilişkisi bir sosyal sistemi, aile içindeki karı koca ilişkileri ise bir alt sistemi oluşturur.

 Bu sosyal sistemler makro ya da mikro yaklaşımlarla ele alınıp incelenebilirler. Ancak makro ve mikro yaklaşımların hem olumlu hem de olumsuz yönleri vardır.

 Makro bir çalışma, küçük grupların kökenine inemediği için elde edilen bilgiler yüzeysel kalır. Dolayısı ile küçük gruplardaki dinamizmi, sosyal gerçekliği yeterince yansıtmayabilir. Öte yandan, mikro düzeyde iki kişilik grup incelendiğinde, toplumun bütününü temsil etme veya yansıtma özelliği kaybolabilir.

 

 Toplum nedir?

 

 ‘Toplum’ kavramı, insanlararası ilişkiden çıkmaktadır. Toplumsal ilişki birey ve grupların birbirlerinin davranışları konusunda sürekli karşılıklı beklentilere sahip olması dolayısıyla az çok kalıplaşmış bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

 Başka bir değişle toplumsal ilişki; insan iletişiminin bir örüntüsüdür. Toplum ise, tplumsal ilişkilerin bir örüntüsüdür.

 Bir başka görüş, toplumu belirli insan gruplarından yola çıkarak tanımlamaktadır. Bu açıdan toplum, ortak bir yaşam biçimini paylaşan, belli bir coğrafi mekanda yaşayan kendilerini bir bütün olarak gören, karşılıklı etkileşim içinde bulunan insanların oluşturduğu en geniş gruplaşmadır.

 Bir diğer görüş, bir toplumu diğer toplumlardan ayıran siyasal bağıntı olduğunu söylemiştir.

 Siyasal bağımsızlık, belli bir grubu ayrı bir toplum olarak tanımlamaya ne ölçüde yetebilir? Zira siyasal kavram göreli bir kavramdır.

 

 Kısaca toplumun özelliklerİ şunlardır:

 

 1-Toplum, belirli bir toprağa bağlı insan grubudur.

 2-Toplumu belirleyen asıl özellik; kendine özgü bir kültürü olmasıdır. Burada kastedilen kültür, geniş anlamdadır. Yani insanların çalışarak topluma kattıkları maddi manevi her şeydir.

 3-Toplum, özgür bir gruptur. Herhangi bir grup içinde alt grup değildir. Kendisi bir gruptur.

 4-Toplumdaki kişiler birbirlerinin varlığının bilincindedir.

 5-Toplum büyük ölçüde yığınlardan oluşsa bile bu yığını bir arada tutan bağlar (temel çıkar, ortak amaç,dil, din, tarih birliği..)vardır. Dolayısıyla toplum bir bütündür.

 

 Sosyolojide kültür; insanların toplumda yaşamaları sebebi ileöğrendikleri şeylerin toplamıdır. Bu açıdan her toplumun kendine özgü bir kültürü vardır.

 Kültür belli gruplara ya da kişilere has olmayıp, bir toplumun üyeleri o toplumun kültürüne sahiptir.

 Bu konuda en önemli tanım E. Taylor’un yaptığı kültür tanımıdır. Ona göre kültür ya da uygarlık; bilgi, sanat, ahlak, hukuk, adet ve geleneklerle insanın, toplumun bir üyesi olarak kazandığı tüm yetenek ve alışkanlıklardan oluşan karmaşık bir bütündür. Yani insanın yarattığı ve kendinden sonraki kuşaklara aktarmak üzere ürettiği her şeydir.

 19. yüzyıl antropologları gibi Taylor da kültür ve uygarlığı, eşanlamlı kullanmaktadır.

 19. yüzyıl antropologları kültürü, insanın akıl ve becerisi geliştikçe gelişen evrimci bir anlayışla ele almışlardır.

 Zamanla kültür ve uygarlık ayrılmış, uygarlığın evrimsel niteliğini korumasına karşılık kültür, bir yaşam biçimi olarak nitelenmiştir. Bu anlamda en ilkel toplumların dahi karmaşık bir kültürleri olacağı ortaya çıkmıştır.

 Bu açıdan kültürü, sosyolojik açıdan şu şekilde tanımlayabiliriz:

 Kültür; bir toplumun üyeleri arasında paylaşılan, devredilen ve değişim süreci içinde bulunan öğrenilmiş davranış kalıplarıyla bu kalıpların ürünlerinin oluşturduğu bir yaşam biçimidir.

 Kültürler arasında büyük bir ayrılık görülmektedir. Çünkü bir toplumun hayat tarzı, o topluma özgü kurumlaşmış davranış biçimlerinden oluşur.

 Bir kültürel ortamda olumlu sayılan bir davranış, diğer bir kültürde kurallara aykırı sayılabilir.

 Bazı kültürlerin yüksek bir uyumluluk ve bütünleşme düzeyinde olmasına karşılık, bazı kültürler de çatışmalar, uyumsuzluklar görülebilir. Dolayısıyla herhangi bir insanı, toplumun davranışlarını anlamak isteyen sosyoloğun o toplum ya da grubun kültürünü incelemek gerekir.

 

 Kültür Süreçleri:

 

 Kültürleme; insanoğlunun çocuk veya ergin olarak, kendi kültüründe etkinlik kazanması ve eğitim süreci sırasında karşılaştığı bilinçli ve bilinç dışı tüm şartlanmalardır.

 Kavram, sosyal bilimcilerin kullandığı sosyalizasyon ya da toplumsallaşma anlamındadır. Ancak kültürleme, bu kavramdan daha geniş kapsamlıdır.

 Sosyalizasyon, yalnızca topluma uyum sağlayan bir süreç olduğu halde kültürleme, öteki bütün şartlanmaları da içine almaktadır. Öte yandan kültürleme, eğitim kavramından da daha geniş kapsamlıdır. Çünkü eğitim, kültürlemenin bilinçli, amaçlı ve istendik davranışlarını içermektedir. Oysa kültürleme tanımı gereği bilinçsiz ya da bilinç dışı yaygın, kendiliğinden, tesadüfi ve bireysel öğrenmeleri de kapsar.

 En geniş anlamıyla kültürleme; eğitim ve öğrenmedir.

 

 Kültürleşme; kültürel yayılma süreci ile gelen, maddi ve manevi unsurlarla başka kültürden birey ve grupların belli bir kültüre girmesi ve karşılıklı etkileşim sonucu her ikisinin de değişmesidir.

 Kavram olarak, kültürlemenin zıddı olan bir süreçtir. Kültürleme, insanoğlunun kendi kültüründen öğrendiklerinin tümünü kapsadığı halde kültürleşme, insanın başka toplumlardan öğrendikleri veya bir toplumun diğerinden edindiği unsurlar veya farklı toplumların karşılıklı olarak birbirinden etkilendiği süreçtir. Yani kültürleşme, iki veya daha fazla sayıdaki kültür grubunun aşağı yukarı sürekli ilişki ve etkileşim sonucunda gruplardan birisinin ötekine ait kültürel unsurları kabul etmesi, benimsemesi ve ortaya yeni bir kültür sentezinin çıkması süreci olarak tanımlanabilir.

 

Kültürel yayılma; belli bir toplumda dıştan içe doğru veya içten dışa doğru maddi ve manevi unsurların sürekli olarak yayılmasıdır. Başka bir değişle, bir kültür unsurunun, başka kültürlerde görülmesi olayıdır. Bu kültür unsuru bir üretim aracı olabilir. Örneğin, Batı kültürüne ait traktörün bizde kullanımı.

 

 Kültürlenme; belli bir toplumun alt kültürlerinden ya da farklı toplumlardan gelen birey ve grupların buluşması ve etkileşim süreci sonunda asıl kültür ve alt kültürlerde bulunmayan yepyeni sentezlere ulaşması.

 Örnek; Türközü’nde farklı kültürlerden gelen Yozgatlı ve Çankırılılar Ankara içinde yeni bir durum ortaya çıkarmıştır.

 

 Kültür şoku; bir kültürden başka bir kültüre giden bireylerin yeni kültüre gösterdikleri uyum güçlükleri, bunalımlar, tepkilerdir. Başka bir değişle, bir kültür unsurunun başka bir kültürün değerleri karşısında vurguna uğraması, şaşırması, garipsenmesidir.

 

 Zorla kültürleme; bir kültüre mensup birey ve grupların, başka gruplar tarafından kültürlerinin zorla değiştirilmesi sürecidir. Başka değişle, kuvvetli kültürün zayıf bir kültüre özelliklerini zorla kabul ettirmesidir.

 Örnek; Osmanlıda Sırp Çocuklarının zorla olmasa da Enderun mektebinde Osmanlı kültürü ile yetiştirilmesidir.

 

 Kültürel asimilasyon; bir kültürel sistemin başka bir kültürel sistemi giderek kendine benzetmesi, kültürel egemenliği altına almasıdır.

 Büyük bir kültür içinde yer alan küçük kültür eğer nicel ve nitel yönden değişmeye açık değilse o kültür içinde uzun süre kalamaz. Eğer kalacaksa küçük kültür, büyük kültürü benimsemek zorundadır.

 

 Kültür değişmesi; toplumun bütünü ya da bazı kurumları ile değişmesi sürecidir. Bütün kültürler kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş olarak sürekli bir değişim içindedir.

 

 Sosyal Gruplar:

 

 Bu gruplar iki ya da daha fazla kişinin bir araya gelmesiyle oluşur. Genip anlamda sosyal grup; belli bir amaç ya da amaçları gerçekleştirmek için bir araya gelen, birbrlerinin varlığının farkında olan ve etkileşimde bulunan insanların oluşturduğu bir birliktir.

 

 Sosyal grubun özellikleri:

 

1-Karşılıklı etkileşim; grup üyeleri birbirinin varlığından haberdar.

2-Grup üyeleri arasında ortak amaçlar ve değerler sözkonusudur.

3-Grubun kendine özgü sosyal yapısı var. Kişilerin yerleri, pozisyonları belirlenmiştir.

4-Üyelerin uymak zorunda oldukları, bir takım kurallar var. Bu kurallar yazılı ya da yazısız olabilir.

5-Süreklilik vardır. Belli bir zamanda üyelerden oluşmuş bir gruptur.

6-Gruplar bazı üyeleri değişerek nesiller bayu devam edebilir.

7-Gerek kendi üyeleri gerekse başka gruplar tarafından, grubun varlığı kabul ediliyor.

 

  Sosyal gruplar dışında bir takım gruplar; ‘yığınlar’ var.

 

 Toplumsal yığınlar:

 

 Aralarında toplumsal birleştirici amaç olmayan ya da yüzeysel geçici olarak beraber olan insan kümeleridir.

 Örnek; mağazada alışveriş yapan insanlar. Buradaki insanlar birbirlerini tanımıyorlar, statü ve yer ayrımına da gitmiyorlar. Genellikle rastlantı ile oluşuyorlar. Çabuk dağılıyorlar ya da kendilerine yeni insanlar ilave edilmesi ile hacim ve görünüşleri değişiyor.

 

Yığınlar kendi aralarında üçe ayrılıyorlar:

 1-İzleyici ve dinleyici toplulukları.

 2-Kalabalıklar.

 3-Gösteri toplulukları.

 

 İzleyici ve dinleyici toplulukları; belirli bir süre için aynı yerde toplanan ve hepsi aynı uyarıcıya dönük insanlardan oluşur. Örnek; sinemedaki insanlar.

 Kalabalıklar; bir konserin ya da sinemanın bitiminde dağılmakta olan insanların oluşturduğu yığındır. Buradaki isanlar sadece yakınındaki insandan haberdardır. Aralarında hiçbir amaç yoktur.

 Gösteri toplulukları; bir amacın gerçekleştirilmesi, kamuoyunu etkilemek, belli bir inancı ya da kararlılığı ifade etmek için örgütlenmiş geçici yığınlardır. Örnek; mitingler.

 

 Toplumsal kategori:

 

 Belli bir toplumsal özelliği paylaşan kişiler, toplumsal açıdan belli anlamlı sonuçlara ve değerlere yol açabilecek nitelikte iseler bir toplumsal kategoriyi oluştururlar.

 Belirli gelir düzeyindeki kişiler, belli meslektekiler, köylüler, okul çağındakiler…belli toplumsal kategoriyi oluştururlar.

 Belli bir kategoriye giren kişiler, böyle bir kategorinin varlığından ya da böyle bir kategori oluşturduklarının farkında olmayabilirler. Aynı kategori içindeki insanlar, gerçek ilişki içinde olmazlar. Hatta birbirlerini tanımazlar fakat toplumsal açıdan analiz edilmeye konudurlar.

 

 Kitle:

 Aynı uyarıcıdan etkilenmekle beraber fizik yakınlığı bulunmayan kimselerin oluşturduğu toplumsal bir kategoridir.

 Belli bir kitleyi oluşturan kimseler, birbirleriyle etkileşim içinde olmazlar. Olsa olsa zevk, ilgi ya da uğraşta belli bir odakları olması nedeniyle başkalarından ayrılırlar. Örnek; aynı gazeteyi okuyanlar, aynı müziği sevenler…

 

 F. Tönnies, grupları; cemaat (birincil gruplar) ve cemiyet (ikincil gruplar) diye ikiye ayırır.

 

 Cemaatin özellikleri:

 

1-Birincil ilişkiler hakimdir; samimi, yüzyüze olan ilişkilerdir.

2-Bireyin tüm benliğiyle katılımı sözkonusudur.

3-Bireyin amacı kaybolmuş, grubun amacı bireyin amacı olmuştur.

4-‘Ben’ değil, ‘biz’ duygusu hakimdir.

5-Bireyler arasında samimi, duygusal yönü kuvvetli bir işbirliği var.

6-Toplumda rekabet, faydacılık yok, varsa da çok az.

7-Aile bağları kuvvetli.

8-Bireyler hem sayıca az hem de fiziki yakınlık içinde bulunuyorlar.

9-Tarımsal faaliyetler yaygındır.

10-Teknoloji ve uzmanlık yaygınlaşmamıştır.

 

 Cemiyetin özellikleri:

 

1-İkincil ilişkiler hakimdir. Samimi olmayan, resmi ilişkilerdir.

2-Kesitsel ilişkiler (sosyal hayatın yalnız bir bölümünü ilgilendiren ilişkiler) ve özel amaçların gerçekleştirilmesi sözkonusudur.

3-Gruba giriş-çıkış bireye bağlıdır.

4-Rekabetin, faydacılığın, bireyciliğin arttığı, aile bağlarının zayıfladığı bir gruptur.

5-Teknoloji ve uzmanlık yaygındır.

6-Bilinçli, amaçlı ve gönüllü olarak girişilen bir yaşam biçimi. Örnek; çeşitli ekonomik çıkar grupları.

7-Sözleşmeye dayalı ilişkiler hakimdir.

 

 Sosyal yapı; toplumdaki tüm ilişkiler, gruplar, kurumlar, sosyal statüler, sosyal yapının en küçük birimidirler.

 

 Sosyal statü; bireylerin toplum içindeki yeri, konumu. Bu statü toplum tarafından belirleniyor.

 Sosyal statü, bireyin özelliklerinin bağımsız olup, herkesin birden fazla statüsü vardır. Bir kişinin statülerine örnek; babalık, kocalık, vatandaşlık.

 Bir kişinin işgal ettiği statülerin tümü onun ‘statü takımı’dır.

 Sosyal statülerin bir diğer özelliği de, genelde her statünün bir başka statü ile ilişkide olması. Örneğin öğretmen statüsü; öğrencilik statüsüyle, annelik statüsü; çocukluk statüsüyle ilişkilidir.

 Statü onu işgal eden bireylere bir takım haklar ve sorumluluklar getiriyor.

 

 Statülerin fonksiyonu; istikrarlı sistemlerde herkesin belli kurallara göre hareket etmesini sağlar.

 Karşılıklı ilişkiler kuran ve belli statüleri işgal eden kişiler birbirine karşı ne gibi bir tutum takınmalarını saptayabilmektedir. Bu açıdan baktığımızda, bir sosyal sistem içinde her birey, diğer bireylerin davranışlarına karşı duyarlıdır.

 

 Kilit statü; sosyal yaşam içinde herkesin birden fazla statüsü vardır. Çünkü birey, birden fazla grubun üyesidir. Bu grupların her birinde birey, ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulur. Dolayısıyla bir kimsenin hem polis hem öğrenci hem damat hem de baba statülerinde bulunması mümkündür.

 Genel olarak, toplumda başat bulunan gruptaki statünün bireyin kilit statüsünü oluşturduğu diğer statülerin buna bağlı kaldığı görülür. Ancak bireyin çeşitli statülerinden hiçbiri, gerçek toplumsal yaşamını tek başına belirleyemez. Çünkü birey içinde bulunduğu statülerin belirli bir birleşimi sonucu kendine belli bir yaşam düzeyi sağlar.

 

 Statülerin kazanılması:

 

 1-Doğuştan kazanılan statüler; ferdi çaba veçalışmayı dikkate almayarak birisine kalıtımsal olarak geçen statülerdir.

   *Biyolojik faktör; yaş (seçmenlik, memuriyet, askerlik…), cinsiyet, ırk, fiziki görünüş.

   *Aile ve soy zinciri; servet, eğitim, meslek, din, mezhep gibi bireyin statülerini etkiler. Belli bir alt kültürü çocuğa aktarır.

2-Sonradan kazanılan statüler; şahsi gayretle kazanılan statülerdir.

   *Eğitim; örneğin bizim toplumumuzda, aydın insan cahil insana göre daha yüksek bir statüye sahiptir. Eğitimin kendi başına statü olduğu da görülmüştür.

   *Meslek ve toplumsal fonksiyon; hemen her toplumda beden ve fikir etkinliğine dayanan mesleklerin aynı saygınlığı görmediği gözlenmiştir. Ayrıca ne tür fonksiyonlar önemli sayılıyorsa o toplumda, o fonksiyonları yerine getirenlerin statüleri de yüksek olmaktadır.

 Örneğin; askerlerin, işadamlarının, bürokratların, devlet ve siyaset adamlarının statülerinin çeşitli toplumlarda ve bir toplumun tarih içindeki çeşitli evrelerinde en önemli sırayı kazandığı görülmüştür.

 

 Sosyal rol:

 

 Sosyal statülerle yakından ilgili bir kavramdır. Sosyal rol, sosyal statünün dinamik yönüdür. Sosyal rol; sosyal yapı içinde her bir statüye tekabül eden haklar ve sorumlulukların şebekesi ve beklenen davranış örüntüsü olarak tanımlanabilir.

Rol; belli bir sosyal statüye ilişkin davranış kalıplarını belirler. Örneğin cinsel rol, kişinin erkek ya da kadın olması sebebi ile kendisinden beklenen ya da kendisinin gerçekleştirdiği davranışlardır.

 Statüye ilişkin sorumluluklar, haklar ve bireyin yapması gereken davranışlara; ‘rol beklentisi’ya da ‘ideal rol’ denir. Belli bir statüdeki bireyin, bu statü ile ilgili davranışları ise ‘rol edimi’ni oluşturur.

  Herhangi bir statüdeki bireyin edimleriyle bu statünün gereği olarak kendisinden beklenen davranışlar arasında belli bir ölçüde bir uyum vardır. Ancak bu uyum tam ya da sürekli olmayabilir. Kişilik özelliklerine, zamana ya da çevre şartlarına göre değişir.

 Birey bu rollerin gereği olan davranışlara kendi kişiliğinden özellikler katar ve dolayısıyla benzer statüde bulunan diğer bireylerden de gerçek rol davranışları sayesinde ayrılır. Rol beklentileri aslında soyutlamalardır ve statüyü dolduran kişiler değişse de bu beklentiler aynı kalır.

 Bir memurun emekliye ayrılması ve yerine başkasının tayin edilmesi, statüyü değiştirmediği gibi ona ilişkin beklentileri de değiştirmez.

 Buna karşılık önceki memurun statüsünün, beklentileri yerine getirirken dikkatli, tititz, sabırlı davrandığı sonrakinin ise atak, hızlı, düzensiz çalışması mümkündür.

 Her rol bir takım beklentilerden oluştuğuna göre ancak başka bir rol sayesinde tanımlanabilir. Çocuksuz ana-babadan, işsiz işverenden sözedilemez. Bu anlamda roller, hak ve görev dizilerinden oluşur. Ve bireyler arasında karşılıklı ilişkileri temsil ederler. Kral ve uyrukları, yargıçla sanık, babayla çocuk, hep karşılıklı hak ve görevlerden oluşan rollere sahiptirler. Dolayısıyla sosyal roller, yalnız davranışları düzenledikleri için değil, bireylere başkalarının davranışlarını tahmin ederek kendi davranışlarını bunlara göre ayarlamak gibi yardım sağladıkları için de önemlidirler.

 Roller arasındaki ilişkiler yalnız saygı, itaat gibi genel davranış örüntülerini sağlayan değerlerle tanınmazlar. Belli statülerdeki kişiler nasıl davranması gerektiğini gösteren kurumsal düzenlemelerle özel olarak da belirtilirler.

 Örneğin milletvekilleri, yargıçlar, doktorlar bu görevin gereği olan rolleri, nasıl yerine getireceklerini gösteren bir and içerler.

 

 Rol takımı; tek bir sosyal pozisyon etrafında kümelenen bazıları, çatışan bazılarıyla tamamlayıcı nitelikteki bir takım rollerdir. Kişinin oynadığı rollerin tümüdür.

 

 Rol çatışması; kişinin tek bir rol veya rol takımı içinde çatışan unsurlarla karşılaşması durumudur.

 Birey rol davranışları sırasında, çatışan baskılar altında bulunabilir. Bu baskılardan bazıları rolün değişik ve tutarsız davranışları gerektirmesinden doğabilir.

 Örneğin, belli bir rolün hem dostluğu ve yakınlığı hem de tarafsız değerlendirmesi mümkündür.

 Rol çatışmasının bir başka şekli de, kişinin üyesi olduğu toplumun, gruptaki rolünü, bir başka gruptaki rolü ile bağdaştırılması imkanı olmadığı hallerde ve o ölçüde ortaya çıkar.

 Örneğin, kişinin adam öldürme konusundaki etik değerleri, asker olmasıyla ve savaşa katılması halindeki görevleriyle çatışabilir. Yine din ile meslek hayatındaki roller çatışabilir.

 

 Roller arası pekiştirme:

 

 Diğer statülere ilişkin rollerin birbirini güçlendirici ya da destekleyici etkilerde bulunmasıdır. Örnek, avukatlık mesleğiyle ilgili rollerden bazıları öyle bir özellik taşır ki, bu rollere uyum sağlayan bir kişi kolaylıkla siyasi rollere geçebilir. Ayrıca, mesleki rollerin yerine getirilmesi sırasında kazanılan bazı yetenek ve ustalıkların siyasal olana transfer edilebildiği gözlenebilmektedir.

İ.KUÇURADİ, ‘İNSAN HAKLARI’-1

Çarşamba, Ağustos 19th, 2009

 

 İnsan hakları nedir?

 İnsan hakları, insanların tarihe getirdikleri bir fikirdir. İnsanlara ilişkin bir takım taleplerdir.

 Belirli tarihsel koşullarda aynı talepler farklı olabilir. Bu ideleri hep yeniden kavramak, onlara neyin kastedildiğini, neyin talep edildiğini saptamak, dile getirmek gerekir.

 Tarihsel koşullarında saptandığında, içi boş kavramlardır.

 

 Tarayıcıları bakımından haklar:

 a)Kişi hakları,  b)Grup hakları

 

 Kişi hakaları:

a)Temel haklar,  

b)Yurttaşlık hakları; tanınan haklar. Bir devletin yurttaşlarına tanıdığı haklar.

    Ekonomik, sosyal ve siyasal haklar.

 

 Temel Haklar:

 

 İnsan haklarını sadece bu haklarla sınırlandırmamız gerekir. (İ.K)

 Kişilerin sırf insan olduklarından dolayı sahip oldukları haklar ya da kişi oluşları nedeniyle getirilen talepler.

 Temel haklar, karşımıza gereklilik önermeleri olarak çıkıyor daha özel olarak ise eylem ilkeleri şeklinde ortaya çıkıyorlar. Şunu yapmak gerekir, şunu yapmamak gerekir, diyor.

 Örneğin, “hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz”, “işkence yapılamaz”, “kanun önünde herkes eşittir” gibi.

 

Önermeler:

 a)Düşünceler,  b)Bilgisel önermeler.

            â

    Pratik ilkeler:

 a)İsteme ilkeleri.

 b)Eylem ilkeleri (İnsan Hakları).

 

 İnsan hakları önermeleri, doğrulanıp yanlışlanamazlar. Ancak bir bilgiyle ya da bilgi olmayan bir şeyle temellendirilmeleri gerekir.

 

 İnsan Hakları:

 

 a)Doğrudan doğruya korunan haklar; bazı şeylerin yapılmamasını talep eden haklar. Kişinin rahat bırakılmasını (dokunulmazlık) talep eden, fiili bir hareketi gerektirmeyen haklar.

 b)Dolaylı korunan haklar; korunması eylemi gerektiren haklar.

 

 İnsan hakları herkes için geçerli ilkler de değildirler. Çünkü ilkeler gerçek şeyler değildir. Bu nedenle insan haklarının gerçeklikte olmaları sözkonusu değil. Dolayısıyla objeleri yoktur. Onun objesini biz yaratıyoruz. Kimse bu ilkelere uymazsa, kağıt üzerinde fikirlerden, taleplerden başka bir şey kalmaz.

 “Hiçbir insana işkence yapılamaz” diye gerçeklikte bir ilke yok. Sadece fikir olarak var. Bir gereklilik önermesidir. Bunun içinde sadece bilgi konusu yapılabilirler. Bu bütün pratik ilkelerin özellikleridir.

 Yukardaki önermede temellendirecek olan gerekliliktir. Neden yapılması ya da yapılmaması gerekir.

 Eylem ilkelerin hepsi, bir düşünce ve bir çıkarım ürünüdürler. Daha doğrusu indüktif çıkarımlardır. “Şöyle yapmak gerekir ya da yapmamak gerekir” hep indüksiyonla çıkarılıyor. Örneğin, yapılmaması gereken bir davranışı yapanların çoğu zaman zarara uğradıklarını görüyoruz ve “yapmamak gerekir” diyoruz.

 Kırmızı ışıkta geçip zarara uğramayabilirsin ama uğrama olasılığı çoktur. Kırmızı ışıkta geçmediğin halde de kazaya uğrayabilirsin ama uğramama olasılığı daha fazladır. Yani ihtimalin azlığı ya da çokluğu sözkonusudur. Bu önermeler ampiriktir. Bir gereklilik önermesi yarar-zarar istatistikleri ile temellendirilebilir. Temellendirmede bu anayollardan biridir.

 İndüktif çıkarımlar, tek tek yapılan davranışların etkilerinin sonucuna bakılarak yapılan çıkarımlardır.

 İnsan hakları, belli tarihsel koşullarda insanın değerinin bilgisiyle yapılan çıkarımlardır. Tarihsel koşullara göre zamanla değişen ilkelerdir.

 

İnsan hakları “reductio ad absurdum”la da temellendirilebilir. Yani önermenin karşıtının doğru olduğunu farzederek ilerlemek. Çıkmaza, çelişkiye girildiğinde tersi kabul ediliyor.

 Örnek, “insan sağlıklı olmak için beslenmelidir” bu önermenin “reductio ad absurde” ile temellendirilmesi; “insan beslenmediği zaman ne oluyor? Bunun için sağlıklı beslenenlerle karşılaştırma yaparak ne olduğunu açıkça görürüz. Bu temel hakkın korunması halinde, insanın insanlaşmasına, insan olarak olanaklarını geliştirmesine imkan verilmiyor demektir. Diğer haklardan yararlanması engelleniyor demektir.

 Eğer insanların olanaklarını geliştirmelerini istiyorsak, insanların varlığını sürdürebilecek kadar beslenmelerini sağlamak gerekir ki, o insan olanaklarını geliştirebilsin.

 Bir hak insanın varlığını sürdürmesini engellemiyorsa o temel hak değildir. Başka değişle, eğer insan olanaklarını geliştirmesine engel oluyorsa o temel haktır.

 Temel haklar sağlanmadan bir insanın olanaklarını geleiştirmesi imkansızdır.

 Gereklilik önermeleri, “neden gerekir? Sorusuna dönerek ve gerekmediğinde yani tersi olduğunda durum ne oluyor, bu karşılaştırma ile temellendirilebilirler.

Yoksa gereklilik önermeleri ne doğrudur ne de yanlıştır, sadece temellendirilmeleri sözkonusudur.

 Temel haklar sürekli eylemlerimizi, toplumsal düzeni belirlemesi sözkonusu taleplerdir.

 

 Vicdan; kişinin kendisiyle ilgili olarak yaptığını değerlendirmesi ve olumsuz bir değer biçtiğinde kendisiyle ilişkisinde duyduğu bir duygu.

 

 Kişi eylemini sonradan değerlendirirken, moralle yaptıkları arasındaki değerlendirme yani değer biçmesi çakışıyorsa vicdan azabı sözkonusudur. Başkasının eyleminden dolayı vicdan azabı çekmesi sözkonusu değil veya vicdan azabına gitmesi çok zor.

 

 İnsan hakları beyannamesinde eşitlik, insanların akıl ve vicdan sahibi olmalarıyla temellendiriliyor.

 “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Çünkü akıl ve vicdana sahiptirler. Bu yüzden insanlar birbirine kardeşçe davranmalıdırlar”,

 

 İnsan haklarının korunması, insanların birbirine kardeşçe davranmaları:

1-Böyle olmadığında vahşiliklere yol açabilir(ampirik yaklaşım).

2-İyi bir dünya istiyorsak böyle olmalı şeklinde temellendiriliyor (özlem ifadesi).

 

  Bu beyannamedeki ‘insan’ anlayışı tipik bir ‘Batı insan anlayışı’dır.

 Acaba bütün insanlar akıl ve vicdan ile donatılmış mıdır?

 Realitede beyannameye imza atanlar açıkça demeseler de özellikle politikacılar “bana ne?”, “ne olursa olsun!” diyor.

 Bu beyanname ile bir fikir getirilmiştir ancak içerik bakımından belirsizdirler.

 

Bir ideyi değerlendirmek demek, örneğin; insan haklarında ‘adalet’ gibi bir ideyi değerlendirmek demek:

 1-Kavramsal olarak saptamak; içeriğini belirlemek, kavramsal olarak açıklığa kavuşturmak (Bizi ilgilendiren burası).

 2-Başka türden idelerle karşılaştırıp, onun özelliğini belirlemek; benzer ideler arasındaki yerini belirlemek, değerini ortaya koymak.

 3-Değerliliğini ortaya koymak; insanlar için ortaya çıkardığı sonuçlarının önemini belirlemek.

 

  Beyannamede ‘insan olma’, bütün insanların akıl vee vicdanla donatılmış olmasına dayandırılıyor. Bundan dolayı bütün insanların belirli tarzda yaşama ve muamele görmeye hakkı vardır, deniliyor. Bu belirli tarzda muamele görmeye de, ‘haklar’ diyorlar.

 Bütün insanlar, akıl ve vicdana sahipse aynı muameleyi görmeli, aynı haklara sahip olmalı. İnsan hakları işte buradan çıkıyor.

 Burada ‘insan nedir?’ ile ‘insan olma nedir?’ sorularını ayırmak gerekir.

 İnsanın diğer canlılardan farkını saydığımızda, ‘insan nedir?’ sorusuna cevap verilmiş olur. Antropolojide bunu yapıyor.

 İnsanın özellikleri ile tür olarak insanın olanakları aynı şey değildir.

 Tür olarak insanın özelliklerini bütün insanların gerçekleştiremediklerini görüyoruz. İşte tür olarak insanın özellikleri, insanın olanaklarıdır.

 İnsanın bazı yapısal özellikleri, ‘insan olma’nın içeriğini oluşturuyor. İnsan olma, insanın bazı olanaklarının değerinin bilgisi.

 İnsan hakları fikrinin türetimi yapılırken gerçeklikteki koşullardan başka diğer bir kaynak; insanın yapısal özellikleridir. Bu türetim şöyle yapılabilir.

 Tür olarak insanın, a,b,c,d olanakları varsa, bu taktir de her kişiye bu olanakları gerçekleştirme fırsatı verilmeli. İşte bu herkesin hakkıdır. ‘İnsanlaşabilme’ fırsatı herkese verilmelidir. Oysa gerçekte bu fırsat herkese verilmiyor.

 Peki bu fırsatı herkes için kim yaratacak, kim verecek?

 İnsanın yapısal olanaklarının yanında, etik olanaklarının da olduğunu görüyoruz.

 İnsanın olnaklarının fakında olan her kişi, bu olanakları diğer kişiler için de, gerçekleştirebilme fırsatını yaratmalıdır. Bu ‘etik kişi’nin sorumluluğudur. Bu durum çoğu zaman ‘ödev’ denilen şeyi gerektiriyor.

 “Ben bu olnaklara sahipsem, bu olanakları başkalarına da sağlamaya mecburum”.

 Talep edilen belirli tarihsel koşullarda, belirli başka koşulların yaratılması talep ediliyor.

 Bazı olanaklar, insan olmayı oluşturuyorlar. Temel haklar böyle olanakların gerçekleşme koşullarının talepleridir.

 Grup hakları, temel hakların günümüzün koşullarında değer korumaya yönelik taleplerdir. Grup hakkı, temel hakkı korumaya yönelikse o zaman grup hakkı olabilir ve korunmaya değerdir.

 Yuttaşlık hakları; ekonomik, sosyal ve siyasal haklardır. Belirli bir ülkede yuttaşların hareket edebileceği sınırlardır. Bu sınırlar ülkeden ülkeye farklı çizilir. Bu haklar bir ülkede kurum ve kuruluşlar tarafından dolaylı olarak korunurlar.

 Temel haklarla, yuttaşlık hakları arasında ‘sosyal adalet’ ortaya çıkıyor.

 Bir hakka, temel hak diyebilmemiz için, dile getirdiği talebin, insan olanaklarını gerçekleştirebilme koşullarının talebi olmalıdır.

 Bir temel hak sınırlanamaz ama bir tanınan hak sınırı fazla aşılmış ise sınırlanabilir.

 Haklar, kişilere özgüdür, özgürlük ise ilkelere ilişkindir.

 

  ÖZGÜRLÜK:

1-Antropolojik özgürlük; insan istemesinde özgür müdür, değil midir? Yani insanın özgür olup olmaması ile ilgilenir.

2-Etik özgürlük; bir insanın özgürlüğü.

3-Toplumsal özgürlük; temel özgürlüğün belirleyicisi olarak ortaya çıkıyorlar. Tek tek özgürlükler, toplumsal özgürlüğü oluşturuyor.

   ØMoral özgürlük, taşıyıcısı kişi değil, çevredir.

   Moral belirli bir grupta belirli bir zamanda geçerli olan değer yargılarıdır. Değişkendirler. Oysa kişilerin özgür olabilmesi için, etik özgürlüğe sahip olması gerekir.

  ØHukuksal özgürlük; bu özgürlüğü belirlemek için:

    *Kişi açısından,

    *Devlet açısından bakmak gerekir.

  Hukuksal özgürlük genellikle, kişinin istediği kanaate sahip olması ve istediğini söylerken engellenmeyeceğim düşüncesiyle ortaya çıkıyor.

 İster korunsun ister korunmasın her temel hak, bir kişi hakkıdır. İşte bu hakların korunması, güvence altına alınması, karşımıza ‘özgürlükler’ olarak çıkıyor.

 Hakların bir ülkede güvence altına alınması, o ülkenin vatandaşlarını özgür kılar.

 Halkın talep ettiği, bu hakların doğru korunmasıdır. Kişi bu haklarını gerçekleştirir veya gerçekleştiremez.

 Bu hakların yasallaşması, herkesten bu haklara saygı göstermesi talebini getiriryor. Doğrudan korunan temel hakların bir ülke tarafından güvence altına alınması yani yasallaşmasında bu haklar, karşımıza özgürlükler olarak çıkıyor. Bu özgürlükler ortadan kalksa bile, bu haklar varlığını sürdürür. Kişi bu hakkı kullanır veya kullanmaz. Kullandığında yasalara karşı gelmiş olacağından, varlığı tehlikeye girer.

 Yasal düzenleme olmadan, özgürlükten sözedemeyiz. Ancak olsa olsa yasadışı etik özgürlük olabilir.

 Bazen haklar, yasalar tarafından güvence altına alınsa bile sen koruyacaksın, korumadığında da yine cezalandırılabilirsin.

 

 Düşünce özgürlüğü; yeni bir düşünce getirdiğinde kişiye dokunulmamasıdır. Yoksa her düşündüğünü söylemek demek değildir. Ayrıca propoganda ve reklam da düşünce özgürlüğüne girmez.

 Dolaylı korunan haklar; bu hakların bir ülkede bütün ilgili yuttaşlar için korunması yetmiyor. Bu haklar belirli düzeyde korunmasını da şart koşan haklardır.

 Dolaylı haklar, ilgili yurttaşlar için eşitçe ve insan onuruna yaraşır şekilde belirli düzeyde korunmasını isteyen haklardır. Burada eşitçe korunması karşımıza ‘sosyal adalet’ olarak çıkıyor.

 Sosyal adalet; bir ilkedir, sosyal adaletsizlik ise bir durumdur. Örneğin, diyaliz makinesi ile hasta sayısı doğru orantılı olmadığı için, hastaların haklarının eşitçe korunmaması sözkonusu.

 Sosyal adalete, kişi açısından bakıldığında etikle ilgili bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Devlet açısından bakıldığın da ise, sosyal düzenin düzenlenmesi ile ilgilidir.

 Dolaylı korunan temel haklar, yuttaşlık/tanınan hakları hesaba katarak veya katmayarak sosyal adalet ya da adaletsizlik olarak ortaya çıkıyor.

 Sosyal adaletsizlik, ilgili yurttaşların haklarının eşitçe korunmadığı durumdur. Sosyal adaletsizlik, ülkelerin zenginlikleri ya da fakirlikeriyle ilgili değildir. Örneğin, fakir bir ülkede yurttaşlar, çok fakir olmamakla sosyal adalet sağlanabilir.

 Sosyal adalet, bir ülkedeki ilgili vatandaşların haklarının, insan onuruna yaraşır şekilde eşitçe korunması halinde gerçekleşir.

 Eşitlik; paylaştırılacak olanda değil, eşitçe korumadadır.

 Her hastaya diyaliz makinesi sağlayamıyorsak, mevcut makineleri belirli bölgelere dağıtarak daha çok kişinin yararlanması sağlanır. Yokları paylaştırmak.

ARNOLD GEHLEN

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

 

 M.Scheler’in öğrencisi. Birincisi evresi; Scheler ve Alman idealizminin etkisinde olduğu dönem; doçentliğine kadar sürüyor.

 İkinci evre; ‘İnsan, onun doğası ve dünya içindeki yeri’ adlı kitabıyla Scheler’in etkisinden kurtulduğu görülür.

 Üçüncü evre; eylem kavramını genişlettiği dönem.

 Dördüncü evre; sosyolojiye özellikle kurumlar üzerine yöneldiği evre.

 Beşinci evre; kültür antropolojisiyle uğraştığı dönem.

 Altıncı evre; toplumla dair eleştirilerle uğraştığı dönem.

 Yedinci evre; devlet felsefesiyle ilgilendiği dönem.

 

 Anropoloji tarihi üzerine düşünceleri:

 

 Gehlen’e göre anropolojide iki gelenek var:

1-Bilim geleneği:

 a)Biyoloji geleneği

 b)Kültür geleneği

2-Felsefe geleneği

 

 Gehlen’e göre, 17.yy’a kadar felsefi antropoloji disiplini yok. İnsan tanrının yarattığı bir varlık; maddi bir yapı ile ruhu birleştiren bir tanrı yaratığı. Ona göre Descartes’de hristiyanlığı parantez içine alarak; ‘insan ruhu olan bir makinedir’. Böylece Descartes’le beraber insan dualizmi ortaya çıkıyor.

 Gehlen’e göre Schelerise, önce insan ile hayvan arasındaki ayırıcı özellikleri ortaya koyuyor, insan ve tanrı ilişkisi değil. Scheler, dualizmi keskinleştirerek geistı yaşamın karşısına koyuyor. Bu geist kökenini hayatta bulamayacağına göre dünyanın metafizik temelinde bulur.

 Gehlen’e göre; ruh, tanrı, geist, isteme vs. bunları kabul eden her antropoloji metafizik yapıyor demektir. Oysa antropoloji, metafizik olmamalılıdır. Her türlü metafizik belirlenimleri reddetmeli ve dualizmleri aşmalı. Bu dualizmleri aşacak olan felsefedir. Felsefe, insanı parçalamadan bir bütün içinde ele almalı bunun içinde anahtar bir tema bulmak gerekir. Bu nedenle de felsefe, amprik bir bilim olmalı, bilimlerin verilerinden yararlanmalı.

 Felsefe nasıl amprik bir bilim olacak?

 Şu iki hipotezin kabul edilmesiyle dualizm aşılabilir:

1-İnsan bir bütün olarak tek bir bilimin nesnesi olabilir.

2-İnsan kendi içinde bir bütündür. İnsan ikili bir varlık olarak görülmemelidir. Bunun içinde bütün dualizmleri, en başta da Scheler’i reddetmek.

 Gehlen’in amacı; felsefi olarak amprik bir antropoloji. Bu tezlerini doğrulamak için bir anahtar tema buluyor; eylem. Eylemden yola çıkarak, genel bir antropoloji kurmak. İnsan yapısının eylemle anlaşılabileceğini açıklamak ve antropolojiyi kurmak.

 Gerçekliği önceden görerek ve planlayarak değiştirmek. Kültür, gerçekliği bu şekilde değiştirmenin tamamı, gerçekliğin planlanarak değiştirilmesi kültürle.

 Kültür ancak bir insan topluluğunda ortaya çıkar, o halde eylem, kültür ve insan topluluğu. Ve merkeze eylemi oturtunca, kendisinin kullanacağı amprik yöntem; biyolojik yöntemle olacaktır.

 İnsanı bir bütün içinde ele alacak tek bilim; biyolojik amprik bilim. Bir bütün içinde ele alacak tek bilim; biyolojik amprik bilim. Bir bütün içinde ele alınması nedeniyle de; felsefi antropoloji.

 Gehlen’in felsefi antropolojisi; biyolojik yöntemi kullanan amprik bir bilim.

 

 Gehlen’in Scheler’den aldığı iki şey:

1-İnsan – hayvan karşılaştırması,

2-İnsanın dünyaya açık oluşu.

 Eylem; bilerek ve önceden tasarlayarak gerçekliği değiştirmek. Her şeyin temelinde olan, insan eylemi. Artık insan ruhu ve bedeni birbirinden ayrılmıştır.

 İnsan eylemde bulunan ve terbiye edilen bir varlıktır. Terbiye = moral. Gehlen’in burada yararlandığı, Nietzsche’dir.

 İnsan; 1- henüz tamamlanmamış, mükemmelleşmekte olan bir varlık.

2-İnsan, belirlenmemiş bir varlık.

 Oysa hayvan tamamlanmıştır artık terbiyesi mümkün değil. Çünkü hayvanda, içgüdü var. İnsan, zeki bir varlık olduğu için hem olağanüstü bir varlık hem de bu yüzden tehlikede olan bir varlık.

 Gehlen, neden-sonuç ilişkisi üzerinde durmuyor. Çünkü bu ilişki, insanı metafiziğe götürür. Önemli olan, bir yumak içindeki koşulları irdelemek.

 İnsan eylemi sayesinde her yerde yaşayabilir. Hayvan bunu yapamıyor. Çünkü hayvanın çevresi, insanın dünyası var.

 Kültür, zaten bulunan bir gerçeği önceden planlayarak, yaşam için kulanılır hale getirmek.

 Her türlü eğitim, terbiye, otorite, aile vs. hepsi kültür içinde. Kültür insanın fiziki varoluş koşullarındandır. Oysa hayvan çevresi içinde bilinçsiz olarak yaşıyor. Çünkü kültürü yok. (Gehlen’de eylem; zekaya dayanan eylem. Bu nedenle hayvanın çevresi, insanın ise kültür çevresi var.) İnsanı insan yapan, zekası sayesinde eylemde bulunmak. Bu sayede de dünyaya açık bir varlık.

 İnsanın kendisini doğaya karşı koruyabilecek özel organları yok. Oysa her hayvanın var. Morfolojik açıdan insan, hayvana oranla ilkel bir varlık. Üstelik insan erken doğmuştur. Fetal hatta fetüs evresinde kalmış bir varlık. Eğer insan 19-20 aylık iken doğmuş olsaydı kendini koruyabilecekti. İşte aile kurumu, insanın biyolojik yapısının korunmasızlığından dolayı ortaya çıkıyor.

 Buna karşılık insanda çok önemli bir şey var o da; beyin, çok özelleşmemişse de çok gelişmiş bir beyin. Beyinde her şey var ama geista bağlılık yok. İnsan beynine göre öyle eylemde bulunuyor.

 İnsan algı selinden hayatına yararlı olanları çekip çıkarıyor. Böylece dünya hakkında genel bir görmeye sahip oluyor. İnsan kendisini bu merkezden çıkarıp, kendisinde bir takım potansiyel işlevleri işin içine sokabiliyor ve bu işlevler ileriye dönük aktlar oluyor.

   İnsan, dünyaya açık bir varlık olması nedeniyle, algı seliyle karşı karşıya geliyor. Burada en önemli faktörlerden biri; dil. Dil, algı seli içinde işe en yarayacak olanları çekip çıkarıyor ve onları dile getiriyor.  Dil, en önemli yük azaltıcı.

 İnsanın güdüleri; ihtiyaçları aslında onun içinden gelen şeyler. Bu güdüler bir takım fantazmalar içinde saklıdırlar.

 Eylem, insanın bir ilişkisi bir arzusu ile ilgilidir.  Eylemin oluşumunda ise bu eylemin hiçbir ilgisi yok gibidir, sadece eylem görülür. Oysa bunlar uyku durumundadırlar. Bazen bunlar eyleme kadar ulaşamazlar, saklanırlar. İnsan bu kopma denilen (hiatus) şeyi yaşar. Gerçekleşmeyen bu istem insanın iç dünyasını oluşturur.

 İşte Gehlen, insanın kopmayla oluşan bu dünyasına ‘ruh’ der. Yani gerçekleşmemiş arzular, istekler… ruh denilen şeyi oluştururlar yoksa ruh, metafizik bir varlık değildir. Ruh, insanın iç dünyasındaki her şeydir, onun içselliğidir. Bu nedenle ruh ancak biyolojik olarak ele alınabilir.

 Gehlen, insanı bir bütün içinde ele alarak iki hipotezini gerçekleştirmiştir. Bunu yaparken dualizme kaçmamıştır. Yani insanı, biyolojik yapısından yola çıkarak bir bütün olarak açıklıyor ve böylece de amacına ulaşıyor.

 İnsanı bir bütün olarak ele aldığı bilim; amprik antropoloji.