Posts Tagged ‘Durkheim’

SOSYOLOJİ TARİHİ-3

Pazartesi, Ekim 12th, 2009

 

 Sosyoloji dışında farklı farklı görüşler, karmaşık bir obje olan ‘insan’ı açıklamaya çalışıyor ama bu açıklama, hep teori düzeyinde kaldığından bu açıklamayı, sosyoloji tarihi üstünü alıyor.

 Neden her teori, farklı farklı ortaya çıkıyor?  Çünkü; süje – obje arasındaki bağ, hep farklı kurulduğu için.

 Süje ile obje arasındaki bağ; din, bilim, felsefe, ideoloji şeklinde kurulabilir. Ancak gerçeğe en yakın bilgiyi ortaya koyan bilimdir. Oysa diğerlerinin bilgisi inançla karışık olduğundan sonuçlarına inanılır. Bilimsel bilginin ise, sınanılabilir olma özelliği vardır, doğrluğu ya da yanlışlığı ölçülebilir.

 Bilim, metafizikle ilgilenmiyor, niçin diye sormuyor, nasılı soruyor. Felsefe ise bilinemeyen alanın bilgisini edinmeye çalışıyor. Neden ve niçinini soruyor. İlk nedenler ve son prensiplere ulaşmaya çalışıyor.

 Doğa bilimlerinin en büyük yanılgısı, insanı doğadan ayrı olarak düşünüyorlar ve insana doğaya egemen olması gözüyle bakıyorlar. Oysa insan, bütün içinde bir parça olarak hem doğa tarafından sınırlı hem de bu sınırı kurabilen, etkileyen bir varlık.

 Neden sosyal bilimlerde, doğa bilimlerinde olduğu gibi daha kesin ve evrensel bilgilere ulaşamıyoruz?

 Çünkü, sosyal bilimlerde süjenin incelediği obje yine süje. Böyle olunca, objeyi inceleyen süjenin yanılgıları, olanaksızlıkları gibi durumlar sözkonusu olduğu gibi, obje edindiği süje de bizi yanıltabilir. Oysa doğa bilimlerinde, objenin araştırıcıyı yanıltması sözkonusu değildir.

 Bilimsal bilginin bir diğer özelliği de kesinliğin geçici olmasıdır. Yani bugün doğru olan yarın yanlış olabilir. Örneğin Newton fiziği, yanlışlanmış yerini Einstein fiziği almıştır.

 Bilinen alanlar içinde bilinmeyenler de sözkonusudur. Bu durumda bilim adamları teoriler geliştirmektedir. Teori, bir sistemin ışığında oluşan bakış açısı, olgular arasındaki etkileşimi açıklayabilmek için sınanmak üzere ileri sürülen ve içinde varsayımlar çıkarılabilen, birbiriyle çelişmeyen kavramlar, ifadeler ve fikirler sistemidir.

 

 Her teoride:

 a) Doğruluğu ispatlanmış varsayımlar, hükümler,

 b) Sınanmak üzere ileri sürülen varsayımlar,

 c) Bunların arkasında, temelinde henüz ispatlanması mümkün olmayan ancak teorisyen tarafından doğru olarak kabul edilen sayıtlılar (postülatlar) vardır. Yani henüz varsayım haline getirilememiş kabullerdir.

 

 Sosyolojinin konusu; toplumun kaynağı olarak insan, evrenin bilinmeyen yönleriyle en karmaşık varlıklarından biridir. Bu sosyolojide sayıtlılar, teorilerin kurulmasında ve şekillenmesinde önemli rol oynar. Birbirlerine benzer teorilerin varlığı da bu sebepten kaynaklanır.

 Bilimde açıklamaya giden yol teorilerden geçer. Güçlü teorilerin de açıklama sürecinde daha verimli oldukları bir gerçektir.

 Amaç; genel kanunlara ulaşmak. Biz bu genel kanunları bilebilirsek, geleceği de bilebiliriz veya ne olacağını kuvvetli bir biçimde önceden kestirebiliriz.

 Bir teori bir olgunun bir tarafını görürken, diğeri başka bir tarafını görmektedir. Oysa gerçek, bir bütün içinde ve etkileşimde olan aynı gerçektir. Sesi daha yüksek çıkan teori, kendisininkinin doğru olduğunu söylüyor. Bu nedenle, teorilerin tercihi sözkonusu olmaktadır.

 Sosyal bilimci, teorilerin oluşumu ve açıklama güçleri hakkında bilgi sahibi olmak zorundadır. Bu bilgi birikimi boyunca sosyal bilimci olguların gerçeğe yakın bilgisini verebilecek en güçlü teoriyi seçme imkânına kavuşacaktır.

 Şüphesiz, teori seçiminden önce de sosyal bir varlık olarak insanın, kendisine göre değer yargıları, beklentileri ve istekleri vardır. Ancak, bilim anlayışında önemli olan bilgi bağını realiteye uygun bir şekilde kurabilmektir. Sadece bilgi bağının sınanması değil, bilgi bağını kuruluş safhasında, süjenin kendi bilgilerini, değer yargıları, beklentilerinden oluşan bilgi birikimini de sınaması gerekir.

 Bilimde önemli olan olgunun nitelikleri ve diğer olgularla etkileşimidir. Yoksa gerçeğin yakın bilgisini elde etmek için ileri sürülen varsayımlarla haklı çıkarmak tutkusu bilimin, bilim anlayışının dışındadır.

 Metodoloji; gerçeğe yakın bilgi bağına erişmek için ortaya çıkan, süjeden ve objeden gelen bütün engellerin nasıl aşılacağının yollarını gösterir. Bu yüzden bilim, metodoloji demektir. Bilimsel bilginin büyümesi aynı zamanda metodolojinin güçlenmesiyle olmuştur. Aslında her bilgi bağının kendine göre bir metodolojisi vardır.  

 

 Düşünce tarihinin aşamaları: (Sosyoloji öncesi geleneksel sosyoloji paradigmalarının evrimi)

 

 a) İlkçağ, metafizik paradigma; mistik bakış açısı:

 *Mitolojik bakış:

  Dünya ve insanın yaradılışı hakkındaki açıklama, efsanelerden ibaret. Hint, Yunan, Türk, Germen efsaneleri vs.

 *Astrolojik bakış:

   Açıklama, gök cisimlerini hareketlerine göre yapılıyor. Her medeniyette bu tür açıklamalar vardır.

 

 b) Ortaçağ, teolojik paradigma:

   Realite; irrasyonel, kutsal, mistik ve dıştadır. Amaç, insanın özünü kontrol etmek.

 

 c)Felsefi paradigma: (16.yüzyılın sonu, 19.yüzyılın başı):

    Realite; rasyoneldir, dünyevidir ve içtedir.

    Amaç; fertlerin hayatı anlaması ve kontol etmesidir. Toplum ve fert için inançlar da dünyevidir.

 d) 19. yüzyıl sosyolojinin bilim olarak ortaya çıktığı çağ:

     *Pozitif paradigma; 19. yüzyıl bilimsel yöntemin gelişimi.

     *Organik paradigma; aydınlanma pozitivizminin ortaya çıktığı dönem.

 

 Bütün bu çağların özellikleri:

 

 1- Dünyevileştirmenin (inançların dünya uygun olma hali) artması ve bilimsel metodun gelişimi.

 2- Sosyal, felsefi ve makro seviyedeki görüşlerden, ferdi, bilimsel ve mikro seviyedeki görüşlere gidiş.

 3-Akılcılığa dayalı ve sosyal çevrenin değiştiğini ileri süren sosyolojik teoriler.

    Her safha birbirinden ayrı değil, her safha diğer bir safhayı hazırlamıştır.

   

    Felsefi paradigma:

        

    Kant (1704-1801), bu döneme subjektif bir anlam vererek ‘aydınlanma çağı’ terimiyle açıklamıştır. Esasen aydınlanma çağı, 17. yüzyılın ilk yıllarından itibaren başlıyor.

 Aydınlanma çağı; insan hayatının mutlak yöneticisi olarak, kendisini koyan ve herhangi bir insanın anlayış ve bilinç yönünden bilgiyle donatılması ve hararetli gayretlerle ayırt edilen kültürel bir dönemdir.

 Bu gayretler, Batı Avrupa çerçevesinde belirli bir milletle maledilmemektedir. Fakat genellikle Avrupa aydınlanma çağı 17. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın sonlarına doğru uzanır. Ve özellikle İngiliz, Danimarka, Fransız ve Alman filozofları tarafından beslenmiştir.

 Çeşitli uluslara mensup filozoflar, bu çağa adını veren belirli ortak temelleri farklı bakış açılarından ele aldılar.

 Bu düşünürler, felsefelerini ve bilgilerini sosyal ve politik meselelere de uygulamışlardır.

 

 Aydınlanmacıların temel düşünceleri:

 

 1-İnsan – toplum – doğa ilişkisi hakkındaki düşünceler, bir önceki paradigmanın aksine, felsefi çerçeve içinde ele alınmaya başlandı.

 2- Bilginin merkezi olarak tanrı ve hakikat yerine insanı ve akılcılığını rasyonalist tarzda ele aldılar.

 3- İnançları kontrol merkezi bireye yöneldi.

 4- Dinden, rasyonalizme geçildi. Dolayısıyla, dini inancın insan tabiatı içindeki yansımasına yönelindi.

 5-Tabiat ve tabii düzen konusundaki ilgi, rasyonalizmin ve materyalizmin artmasına neden oldu. Ve bilimin başlangıcını sağladı.

 6- Aydınlanmacılar, bireyi kontrol etmeye yönelmiş mukaddes bir inançtan çok insanlar ve tabiatı anlama inancını benimsemişlerdir.

 Yani genel sosyal evrime ulaşmak için, kutsal inanç sisteminden, dünyevi inanç sistemine geçilmiştir.

 Fiziki ve sosyal realitenin, rasyonel olmayan kutsal kavramlaştırılmasına karşı çıkılmıştır. Bunun yerine, sosyal ve fiziki realitedeki olgular hakkında dünyevi ve rasyonel kavramlaştırmalara önem verilmiştir.

 Bu gayretler, bilimin gelişimesi ve bilimsel metodun gelişmesinin en önemli kaynaklarından biri olmuştur.

 Aydınlanmacılar yine de insanın realite içindeki yerinden, teolojik açıklamalardan, tam anlamıyla kopamamışlardır. Özellikle pozitivist dönemde, insan hep doğanın dışında düşünülmüştür.

 İnsanın doğanın bir parçası olduğu fikri tamamen 20. yüzyılda gelişmeye başlamıştır.

 İngiltere’de aydınlanma çağı, ampiristler; Bacon, Hume, Locke gibi düşünürlerle gelişmeye başlamştır.

 Fransızlar ise siyasal düzene önem vermişlerdir. Bunların başında da Rousseau, Montesqieu gibi düşünürler gelir. Hepsinin de amacı, bilginin kanunlarını ortaya koymak.

 Aydınlanma çağı, ilk sosyoloji teorilerinin bağımsız olarak ortaya konulduğu dönemdir. Ancak sosyoloji bilim olarak, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır.

 

 Pozitivist paradigmanın özellikleri:

 

 Bu paradigma, 19. yüzyılı kapsar. Realitenin, felsefi paradigma içinde insanın anlayabileceği ve kontrol edeceği rasyonel bir sistem olarak görülmesi, pozitivizmin en önemli temelini oluşturmaktadır.

 Realitenin anlaşılması ve kontrol edilmesinin mümkün olduğu inancı, 19.yüzyılda bilimsel bir metot şeklinde kurumlaştırıldı.

 F. Bacon, deneyci metodun kurucularından birisi olarak, aydınlanma felsefesinin bu inancının, pozitivist paradigmanın temeli haline gelmesine sebep oldu.

 Bu paradigma; bilimsel metodu, düzenin altında yatan değişmezleri keşfeden ve böylece kaçınılmaz olan sosyal ilerlemeyi yani sosyal evrimi kuvvetlendirme ve hızlandırma imkanlarını sağlayan bir araç olarak görmüştür.

 

 19. yüzyılın pozitivist bilim anlayışının temel özellikleri:

 

 1-Bilimin konusu, somut elle tutulur, gözle görülür olgulardır.

 2-Bilimsel metot; deney – gözlem, karşılaştırma ve tarihsel tümdengelim metodur.

 3-Olgular arasında kesintisiz, mutlak bir determinizmin olduğu inancı vardır.

 4-Tek nedenlilik inancı vardır. Yani ilk neden bunduğunda, neden- sonuç zinciri takip edilerek evrenin evrenin bütün sırları çözülecektir.

 5-Amaç, genel bilimsel kanunlara ulaşmaktır.

 6-Bu kanunlar keşfedildiğinde sosyal ve fiziki realite kontrol altına alınacaktır.

 

 Sadece somut olguların olmadığı, soyut olguların da olduğu ortaya çıkınca pozitivist anlayış sarsılmıştır.

 19. yüzyıl pozitivist bilim anlayışının neden sonuç ilişkisi 20. yüzyıl bilim anlayışında etki-tepki ilişkisi şeklinde yorumlanmıştır.

 20. yüzyılda mutlak determinizm anlayışı da yıkılmıştır. Bu yüzyıl da ise daha yumuşak determine ilişkiler sözkonusudur.

 Tek sebeplilik ilkesine karşı da modern mantığın getirdiği birden fazla sebebin olma ihtimali anlayışı hakim olmuştur.

 Yine 20. yüzyıl bilim anlayışı ‘kesin bilgi’ anlayışı yerine geçici bir kesinliği kabul etmiştir. Bir takım şeylerin değişebileceği değişmez olarak kesinlik kazanıyor. Yani “her şey bir şeye göre değişir”.

 Görülüyor ki; önceki felsefi paradigma 19. yüzyılda bilimsel metot şeklinde ifadesini bulmuş ve bu yeni bilim anlayışı pozitivist paradigmayı oluşturmuştur.

 Pozitivist paradigma 19. yüzyıl Batı Avrupasının ekonomik, sosyal ve siyasi şartları içinde meydana gelmiştir.

 

 Pozitivist paradigmanın oluşumu:

1-Avrupa’da Fransız ihtilali sonrasında siyasi karışılıklar ve sosyal yapının sarsılması süreci içinde siyasi ve sosyal düzeni yeniden kurmak ihtiyacı doğmuştur.

2-Bu kökten değişme süreci şüphesiz iktisadi faaliyetleri de kapsamaktadır. Sanayideki gelişmeler hızlanmış, siyasi ihtiyaçlar kadar ekonomik ihtiyaçlarda önem kazanmaya başlamıştır. Zaten bu olguları birbirinden ayırarak bir öncelik ve sonralık sırasına göre dizmek mümkün değildir. Bir içiçelik, birlikte oluş sözkonusudur. Çeşitli değişmelerle birlikte bu çağda sanayi devrimi başlamıştır.

3-Sanayideki gelişmeler, sosyal yıkılışların ve siyasi karışıklıkların yarattığı problemler felsefenin temel konularını oluşturdu.

 18. yüzyıl aydınlanma felsefesi ışığında yeni anlayışlar, 19. yüzyıl pozitivizmini doğurmuştur.

4-Düşünürler bu karışılıklardan kurtularak yeni bir toplum düzenine kavuşabilmenin yollarını aradılar.

 

 Pozitivizmin temelindeki sayıtlılar:

 

1-Naturalizm; “tabiat neden-sonuç ilişkisindedir”, sayıtlısı.

2-Rasyonalizm; “insanlar rasyoneldir”, sayıtlısı. İnsan bu mutlak determinizmi, bilimsel metotla kavrayabilir.

3-Sosyal evrim; toplumu yönlendiren bir evrimin mevcut olduğu hakkındaki sayıltı. Yani fiziki ve sosyal realite daima iyiye, mükemmele doğru bir değişme gösterir.

 Sonuç olarak; neden-sonuç ilişkisi genel bir kanun halinde ortaya konabilir. Somut nesneler gözlenip, deneye tabi tutularak tarihi süreç içinde mukayese edilir. Bu determine ilişkileri başlatıcı tek neden bize evrim sürecinin sırrını verecektir.

 

 Sosyolojinin başlangıcı:

 

 19. yüzyılda yaşanan sosyal ve iktisadi karışıklıkların yarattığı bunalımlar felsefede yoğun bir problemler alanı oluşturdu. Bu alanın çözümlenmesi felsefeden ayrı yeni bir çalışma alanını gerektiriyordu. Zaten pozitivist anlayış fewlsefeyi spekülatif bir metoda sahip metafizik konular olarak göemeye başlamıştır. İşte sosyoloji böyle bir düşünce ortamında ortaya çıkmıştır.

 Ancak şu önemli hususun gözden kaçırılmaması gerekir:

 19. yüzyılda sosyoloji kurulurken bir ölçüde Durkheim, M.Weber ve Pareto’nun dışında kalanların şu aortak özelliği var; felsefeye olan büyük tepkilerine rağmen amaçlanan pozitivist anlayışı (yani metafizikten kesinlikle ayrılmış olmak) teorilerinde tam anlamıyla gerçekleştiremediler.

 Sosyoloji ancak 20. yüzyıl bilim paradigması içinde konu ve metodunu aydınlatabildi.

 19. yüzyılda sosyoloji kurulurken felsefeye olan tepkiye rağmen teoriler felsefenin egemenliği altında kaldı.

 Doğa bilimlerine benzeme gayreti bırakıldıktan sonra sosyal bilimlerin ve sosyolojinin bir bilim olarak gelişmesi hızlandı.

 

  AUGUSTE COMTE (1798 – 1857):

 Comte, katolik ve monarşi yanlısı bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da doğdu. Fizyoloji ve tıp eğitimi gördü. Daha sonra pozitivist felsefe ile ilgilendi. Aydınlanma felsefesi geleneği içinde eğitimini sürdürdü. İhtilal sonrası Fransa’da meydana gelen siyasi karışıklıklar ortamı kadar yeni başlayan sanayi devrimi ve din-bilim arasında giderek artan çatışmalar döneminde yaşadı.

 Önemli eserleri:

 -Pozitif Felsefe

 -Pozitivizmin Genel Bakış Açısı (1848 işçi devrimlerinin olduğu yılda yazmıştır)

 Comte, sosyolojinin isim babası olarak bilinir. Bunun yanında pozitivist bilim anlayışının en büyük temsilcisi ve kurucularındandır.

 

 Comte’un sosyolojiden bekledikleri:

 

 Comte, yaşadığı dönemin şartları içinde sosyal düzeni kuracak bir bilimin gerektiğine inanıyordu. Ona göre, bu görevi ‘sosyoloji’ adını verdiği bilim üstlenebilirdi.

 Sosyoloji, ahlaki çözülmeyi önlemek için modern toplumun ihtilalci yapısını inceleyecekti.

 Comte, kendi pozitivist, hümanist felsefesi içinde toplumun yeniden şekillendirilmesiyle ilgilenmiştir. Ona göre, toplumun temeli fikirlere dayandığı için sosyoloji de ahlaki düzeni kuvvetlendirerek bu fikirleri kurmaya yönelmeliydi. Sosyal kanunları bulan ‘sosyal fizik’ bu amacı gerçekleştirecekti.

 Comte, aydınlanma felsefesinin ilkelerini, pozitivist metot haline getirerek, yaşadığı dönemin ihtilalci problemlerine uygulamaya çalışmıştır.

 

 Comte sosyolojisinin dayandığı temel kabuller:

 

1-Comte göre, evren anlayışının ve belirgin sosyal değerlerin gelişmesi ve evrimi görünmez doğa kanunları tarafından düzenlenmiştir.

2-İnsanlığın bu evrimleşme süreci üç temel aşamadan geçer:

   Teolojik, metafizik ve pozitivist safha.

  a) Teolojik safha; son sebebleri açıklamak için tabiatüstü açıklamalar temel oluşturur.

  b) Metafizik safha; şahsileştirilmiş soyutlamalarla ilk ve son nedenleri açıklama safhasıdır.

  c) Pozitivist safha da ise olguların kanunlarını bulmak için bilimsel metot uygulanabilir. Böylece bir tek metotla zihni birlik ve ahlaki düzen gelişecektir. Bunun sonucunda mevcut kaostan, düzen ve ilerlemeye geçilecektir.

 Sosyoloji, doğal ahkaki düzenin evrimini sağlayacak olan pozitivist metot temelinde birleştirici bir bilimdir.

3- Comte’a göre bütün bilgiler içinde geliştiği sosyal düzeni yansıtır (üç aşama). Bu yüzden ‘bilgi, sosyaldir’.

4- Comte’un sosyal sistemi; ‘sosyal statik’ ve ‘sosyal dinamik’ diye iki kısma böler.

    Sosyal statik; insan tabiatı ve insani sosyal varlığın kanunlarını bulmaya çalışır.

    Sosyal dinamik; sosyal değişmenin kanunları ile ilgilidir.

5- Ona göre, insan içgüdülerinin üç genel tipi vardır:

   a)Korunma içgüdüleri; seksüel veya maddi içgüdüler.

   b)Gelişme içgüdüleri; askeri ve endüstriyel vs.

   c)Sosyal içgüdüler; dostluk, bağlılık, hürmet, evrensel sevgi vs.

 

   Comte’a göre sosyal ilerleme, sosyal içgüdülerin diğerlerine üstün gelmesi nedeniyle meydana gelir. Teolojik ve askeri unsurlar arasındaki etkileşim düşüncenin pozitif tarza doğru yer değiştirmesi sonucunu doğurmuştur.

  Ona göre, hümanistik değerler ve ortalama hayat standardı, nüfus artış oranı, entelektüel evrim oranı gibi faktörler de sistemin düşük içgüdülerden yüksek içgüdülerin bulunduğu modern topluma doğru gitmesini sağlamak evrimi destekler.

 

 Özetleyecek olursak:

 

1-Comte, evreni doğa kanunlarınca düzenlenmiş olarak görür.

2-Bu kanunlar, sosyal statik ve sosyal dinamiğin gerektirdiği üç safha içinde egemen sosyal değerler veya düşünce ve insani içgüdüler arasındaki ilişkilerde vardır.

3- Sosyal sistem, bir bütün olarak daha bilimsel ve ahlaki bakımdan bütünlenmiş olan pozitif safhaya doğru entelektüel gelişmenin üç safhasından geçer.

4-Pozitif bir bilim olarak sosyolojinin görevi; sosyal problemlerin, bilimsel çözümünü sağlamak için bu sistemi incelemek ve anlamaktır.

 

 Comte’un metodolojisi:

 

 Ona göre pozitif metot, insanlığın gelişmesini sağlayacaktır. Sosyal statik ve dinamiklerin ayrıntılarını anlamak için, deney gözlem ve karşılaştırma yapmak gerekir. Bu metotlarla, dolaylı ve dolaysız olarak deneyler yaparak genel sosyal evrimin detaylı bilgisi kadar, sosyal kanunun soyutlamaları sağlanacaktır. Ve bütün bilimler için, tek metot budur.

 

 Comte’un tipolojisi:

 

a)Sosyal statikler:

 

  *Sosyal tabiat; din, sanat, aile, mülkiyet, sosyal organizasyon vs.

  *İnsani tabiat; duygular, faaliyet, zekâ :

    Duygular; egoistik (bencil) ve alturistik (bencil olmayan).

    Zeka; anlama ve ifade etme.

 

b)Sosyal dinamikler: (sosyal değişme kanunları)

 

   1-Sosyal ve tarihi çerçeve.

   2-Entelektüel ve maddi ilerleme.

   3-Ölüm oranı, nüfus artışı.

   4-Entelektüel evrim.

   5-Düşük seviyeli içgüdülerden medeniyete doğru temayül.

SOSYOLOJİYE GİRİŞ -3

Pazar, Eylül 27th, 2009

 

 Sosyal değişme:

 Hiçbir toplum statik değildir. Her toplumun devamlı bir dinamizmi ve değişim gösterdiği söylenebilir. Gerçi değişme, zamana göre toplumdan topluma değişir.

 Sosyal sistemler veya alt sistemlerin yapısı, fonksiyonu veya sürecinde bir zaman süreci içinde meydana gelen değişmelerdir.

 Sosyal değişme ile kültürel değişme farklı kavramlardır

 Sosyal değişme anlamlı ve bir ölçüde devamlı sosyal ilişkilerde bulunan kişilerin rollerindeki sosyal ilişkiler sistemindeki değişmedir

 

 Kültürel değişme:

 İnsanoğlunun sosyal hayat tarzını sürdürürken kendi ürettiği veya belirli bir anlam verdiği maddi ve manevi kültür öğelerindeki değişmelerdir.

 Kültürel değişmede bir diğeri ile etkileşimde bulunan faktörlerin bulunması şartı aranmaz.

 Sosyal değişmeye örnek, Amerikan toplumunda kadının rolünün değişmesi, Türk toplumunda ailenin değişmesi.

 Kültürel değişmeye örnek, TV setindeki buluşlar, yeni sanat formlarının ortaya çıkması vs.

 

 Sosyal değişme teorileri:

 Dört grupta toplanabilir; evrim teorileri, denge teorileri, çatışma ve devrevi teoriler.

 

 1-Evrim teorileri; özellikle 19. yy’da kuvvetli bir teoriydi. İlk evrimci teorilerin dayandığı temel sayıtlılar:

 a) Değişme, birikimli olmak eğilimindedir.

 b) Değişme beraberinde sosyal ve kültürel değişmeyi ve karmaşıklığı da getirir.

 c) Bu süreç sonunda uyum artar ve ilerleme sağlanır.

  İlk iki sayıtlı, çağdaş sosyologlarca da kabul edilmiştir. Ancak ilerlemeci anlayışın artık geçerliliği kalmamıştır.

 Levis H. Morgan’ın; vahşilik, barbarlık, medeniyet, Spencer’in; savaşçı toplumlar, dini toplumlar, endüstriyel toplumlar, Comte’un; teolojik, metafizik, pozitivist aşamaları evrimci anlayışın temel birkaç örneğidir.

 Bunlar, toplumların gittikçe ilerlediği görüşüne dayanan ‘etnocentrik’ nitelikte teorilerdir.

 

 Çağdaş teorileri etkilemiş iki evrimci teori:

 

 E. Durkheim’ın ‘mekanik dayanışma’dan ‘organik dayanışma’ya giden teorisi ve F. Tönnies’in ‘cemaatten cemiyete’ doğru giden teorisi.

 Durkheim, sosyal birliğin ilkel toplumların belirgin özelliği olan mekanik dayanışmadan, karmaşık toplumların özelliği olan organik dayanışmaya doğru bir değişim gösterdiğini ifade etmiştir. Ona göre bu değişme, teknolojik ilerlemeyi sağlarken toplum üyeleri arasındaki ilişki bağını zayıflatır. Bunun sebebi ise sosyal kurumlardaki farklılaşma ve uzmanlaşmadır.

 

 Mekanik dayanışma; Durkheim’a göre bu bir benzerlik dayanışmasıdır. Mekanik dayanışmanın hakim olduğu toplumun başta gelen özelliği; bireler arası farklılığın yok denecek kadar az olmasıdır. Aynı toplumun üyeleri olan bireyler, aynı duygulara, aynı değerlere ve aynı kutsal inançlara sahip oldukları için birbirlerine benzerler. Toplum tutarlıdır çünkü; bireyler arasında henüz farklılaşma başlamamıştır. Böyle bir toplumda, kişilik silinmiştir ve ceza hukuku geçerlidir.

 Organik dayanışma; bireylerin farklılaşmasından ve birbirlerine benzememesinden meydana gelen dayanışmadır. Bu dayanışmanın bulunduğu toplumda kişilik güçlenmiştir. Geri verdici/iadeli hukuk geçerlidir. Bu dayanışma, işbölümü konusunda uzmanlaşmış ileri toplumlarda görülür.

 

 Tönnies’in, ‘cemaat’, ‘cemiyet’  ayrımı da, Durkheim’in ‘dayanışma teorisi’ne benzer. Cemiyetlerin belirgin özellikleri olan, bireycilik ve sosyal güç için mücadele giderek kültürel çözülmeye yol açabilir. Çünkü toplumda sınıflanmış bağlar zayıflaşmış ve toplumsal bütünleşme ve duyarlılıkları azalmıştır.

 Durkheim ve Tönnies değişmenin, mutlak ve ilerici özellik taşıyacını kabul etmezler.

 Onlara göre değişme, spesifik olarak olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurur. 20.yy sosyologları; Durkheim ve Tönnies, yöntemlerini reddetmekle beraber evrimci teorileri giderek daha sert eleştirmektedirler. Bu sebeble de bu yüzyılda daha az evrimci teori göze çarpar.

 

 2-Denge teorileri; 1940 ve 1950’lerde özellikle Amerika’da önem kazanmış bir yaklaşımdır. Biyoloji ve mekanikten, sosyolojiye geçmiş olan ‘denge’ kavramı, sistemin bir unsurunda meydana gelen değişmelerin yeni unsuru yapı ile uzlaştıracak ve bütünleştirecek şekilde diğer unsurlarda da değişmeler yaratması şeklinde açıklanabilir.

 Bu teoriler grubunun en temel görüşleri, yapısal fonksiyonalistler tarafından ifade edilmiştir. Tahott Parsos en tanınmışlarından biridir.

 Yapısal fonksiyonalist Parsos’a göre toplum, sosyal dengeyi sağlamak için fonksiyon görecek şekilde birbiri ile bütünleşmiş ilişkili kısım veya yapılar, dizilerden oluşmuş bir sistemdir. Varlığını sürdürmek için her toplum, beş temel ihtiyacı karşılamak zorundadır.

 Bu ihtiyaçlar:

 1-Üye devri

 2-Üyelerin sosyalizasyonu

 3-Mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımı

 4-Düzenin korunması

 5-Grup eyleminde ortak amaca katılımı sağlayacak amaç.

 

  Bu ihtiyaçlar sonunda ortaya çıkan yapılar sosyal sistemde birbirini besleyen, destekleyen kurumlar olacaktır. Nitekim aile üye devrini sağlarken, sosyalizasyonu da yerine getirir.

 Sözkonusu fonksiyonların hepsi ilkel toplumlarda aile tarafından sağlanıyorken tarihi gelişme süreci içinde, yapısal farklılaşma ortaya çıkmıştır. Bu farklı yapıyı bütünleştirmek için kurumlarda evrimleşmiştir. Sosyal sistemlerin kurumsal bileşimleri birbirleri ile ilişkili oldukları için, bir kısımdaki değişmelere karşı uyum ve denge yönünden cevap verirler.

 Bu teori, çağdaş sosyolojide bir takım eleştirilere maruz kalmıştır. Sosyal değişme olgusunun önemini, dikkate almadığı ifade edilmektedir.

 Değişmenin sistemin içinde yer alması gerçeğinden daha çok, onun sistemin dışında oluşan yabancı bir unsur olarak kabul ettiği öne sürülmüştür. Yine bu teorinin muhafakar bir temele dayalı olduğu ve toplumdaki birliği ön plana çıkararak bir başka kaçınılmaz olduğu, çelişki ve çatışmaların değiştirici potansiyellerini görmezlikten geldiği belirtilmiştir.

 

 3-Çatışma teorileri; temelini Marxist teoriden alan çatışmacıların çoğu, sosyal gruplar arasında kıt kaynakları elde edebilmek için, yarışmanın kaçınılmaz olarak bölünme, karşıtlık ve çelişkileri doğuracağı görüşündedirler. Sosyal grup veya güçlerin sürekli mücadeleci değişimin itici gücünü oluşturur.

 Toplumun birbiriyle çatışan ögelerden oluşan bir bütün olduğu, her toplumun çatışmaya ve değişmeye her an konu olduğu, sosyal ögelerin her birinin toplumsal değişime katkıda bulunduğu, toplumların bazı üyelerinin diğer üyeler üzerinde zorlamalara dayandığı görüşleri, bu teorinin temel fikirlerini oluşturmaktadır.

 Çelişkiler iyi organize edilmelerine ve her zaman derin ve çalkantılı olmamalarına rağmen, sosyal gruplar arasında zaman zaman yeniden patlak vereceklerdir. Siyasi ve sosyal rejimler; birbiri adına gelirken, toplumsal gücü elinde bulunduranlar; diğerlerine kendi fikirlerini kabul ettirmek isterler.

 Bu süreçte, karşıt güçlerin oluşması ve egemen güce direnmesi ise kaçınılmazdır. Tabii olanların kontrolü ele geçirmeleri halinde, aynı süreç, yeniden tekrarlanacak şekilde, onlara karşı çıkacak güçlerden oluşmaya başlar.

 Çatışmacı modeller dengeden bahsetseler bile bu ahenkli ve işbirliğine dayanan bir denge değildir. Tersine, çatışmaların düzenlenmesi yoluyla sağlanmış bir dengedir. İşçi ve işveren ilişkilerini ve çıkarlarını dengeleyebilme amacına yönelik, bir sistem olan toplu pazarlar burada örnek sayılabilir.

 

 4-Devrevi (organizmacı)  teoriler; bunlar sosyal değişmede doğrusal eğilimleri kabul etmezler. Tersine, toplumların büyüme ve ölme devirleri geçirdikleri veya temel bir takım boyutlarda, ileri geri salınımlar geçirdikleri için de değiştiklerini kabul ederler.

 Bu teorilerin bir grubu, toplumu yaşayan organizmalara benzetmiş ve toplumların da organizmaların geçirdiklerine benzer süreçlerden geçtilerini ifade etmişlerdir.

 Toplumların değişme modellerini, organizmaların hayat aşamalarına bağlayarak, doğum, büyüme, olgunlaşma, yaşlılık şeklinde belirleyen bir kısım teoriler bu grup içinde sayılabilir.

 Organizmacı teorilere, Oswald Spengler ve Arnold Toynbee örnek verilebilir.

 

 Spengler’in “kültürlerin hayat düzenleri teorisi”:

 Spengler, kültürleri göreli olarak özerk ve birbirinden farklı sistemler olarak görür. Bu kültürlerin her biri kendi üslubuna ve kendine has bir yöne sahiptir. Yine bu kültürler, bireyler gibi büyüme ve çöküş aşamaları geçirirler. Herbiri çocukluk, gelişim, yaşlılık aşamalarına sahiptir. Medeniyet bu basamakların sonuncusuna karşılık gelmektedir.

 Bir kültürün hayat süresinin yaklaşık 1000 yıl olduğunu kabul eden Spengler, ‘Batının Çöküşü’ adlı eserinde 1.Dünya savaşı sonrasında bu karanlık dönemin Batı medeniyetinin çöküşünün başlangıcı olduğunu iddaa etmiştir.

 

 Toynbee, ‘Meydan okuma’ teorisi:

 Toynbee, “Bir tarih incelemesi” adlı eserinde medeniyetlerin, sosyal ve fiziki çevreden gelen meydan okumalara karşılık verme yoluyla ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Ona göre meydan okuma yetersiz ve karşı konulmaz düzeyde ise medeniyet denilen kültürel gelişkinlik seviyesine ulaşılmasını sağlayacak etkili kültürler ortaya çıkar.

 Örneğin, Eskimolar kuzeyin soğuk iklimi ve kıt kaynakları nedeniyle, Güney pasifik adalarının halkı ise bölgenin güzel havası ve bereketi sebebiyle gelişme gösterememişlerdir. Meydan okuma, ezici olmaksızın yeterli güçte olursa Nil nehri vadisinde olduğu gibi kültürler gelişirler.

 

 Sosyal kurumlar:

 Bir sosyal kurum hep birlikte koordine edilmiş ve örgütlenmiş göreli bir bütün oluşturan düşünceler, inançlar, gelenek-görenek ve davranışlarla maddi ögelerden kuruludur ve bir sürekliliği vardır.

 Aile, hukuk, ekonomi, eğitim, üniversite, parlemento, devlet gibi kurumların iki özelliği vardır:

 1-Organik ve göreli bir bütün oluşturması yani kurumların organları arasında organik bağlar bulunması.

 2-Göreli bir sürekliliği olması; bir kurumun onu oluşturan bireylerle karşılaştırılamayacak kadar büyük ölçüde daha uzundur ve yüzyıllar boyu sürebilir.

 Burada da süreklilikteki göreliliğin belirtilmesi, kurumların tarihin uzun dönemleri içinde, bazı önemli nitelik değişmelerinden veya bir evrimden geçtiklerini anlatmak içindir. Çok eşli bir ailenin yerini tek eşli ailenin alması, teokratik hukukun yerini laik hukukun alması vs.

 Sosyal kurum şöyle de tanımlanabilir; toplumun önemli ve temel bir ihtiyacı çevresinde kenetlenmiş ve bütünleşmiş değerler, normlar ve davranış kalıplarının bir örüntüsüdür.

 Kurum kavramını dar ve geniş anlamda ele almak mümkündür. Örneğin ilkokul, lise, üniversite dar anlamda birer kurumlardır. Fakat bunların hepsini göz önüne aldığımızda hepsinin bir bütünü geniş anlamda bir eğitim kurumunu oluşturduklarını görürüz.

 Bütün bu dar anlamdaki kurumların, eğitim kurumu içinde göreli de olsa bir uyum ve koodinasyon içinde bulundukları, ortak bir yaklaşım ve eğitim politikası işledikleri görülür. Bunun gibi herhangi bir toplumdaki mahkemeler, ceza hukuku, ticaret hukuku, medeni hukuk, hep dar anlamda kurumdur fakat hepsi birden, toplumun koordine edilmiş uyumlu hukuk kurumunu oluştururlar.

 Geniş anlamdaki her bir kurumun, dar anlamdaki kurumların uyumlu bir şekilde bir araya gelmesinden oluşması gibi, bu geniş anlamdaki kurumların kendileri de aralarında göreli bir uyum ve koordinasyon içinde bulunurlar ve bir toplum düzenini oluştururlar.

 Aile, hukuk, ekonomi, eğitim vs. hep birlikte belli bir toplum düzenini oluşturacak şekilde uyum ve koordinasyon içinde bulunurlar. Siyasal kurumlar toplumun üyelerinde davranış ve düşünce alışkanlıkları oluşturacak toplumsal düzeni sağlamaktadırlar.

 Sosyal kurumların işleyişi şöyle açıklanabilir:

 Her kurum; davranış kuralları, statüler, faaliyetler ya da eylemler bütünüdür.

 Davranış kuralları; resmi kurallar, yazılı kurallar (yasalar, yönetmelikler vs.) ve gayri resmi yazılı olmayan kurallar (gelenek, görenek, adet, ahlak vs.) her kurumda, her üyenin bir statüsü vardır.

 Faaliyetler de, beklenen faaliyetler (işpayı, rol) ve edimsel faaliyetler şeklinde ikiye ayrılır.

 

 Sosyal kontrol:

 Bir toplumdaki insanların nasıl olup da benzer sürekli kalıplaşmış biçimlerde davrandıklarını açıklamakta kullanılan bir kavramdır.

 Sosyal kontrol belli bir davranışı gerçekleştirme konusunda toplumun bireye etkisi etkisi ve baskısı olarak tanımlanabilir. Bu etki her toplumda bir takım karmaşık mekanizmalar çerçevesinde örgütlenen bir düzenle, kurallar, kurumlar, organlar, yöntemlerle sağlanır. Bu düzenin kaynağı ise değerler ve normlardır.

 Sosyal normlar ise insan davranışlarının kendilerine göre ölçüldüğü, değerlendirildiği, beğenildiği ya da kınandığı ölçü ve kurallardır.

 İnsanlar bazen herhangi bir karşılık bekledikleri ya da arzu ettikleri için değil de sırf normlara uymak için, belli şekilde davranırlar.

 Davranışları düzenlemeye yönelik ölçütlerin bulunmadığı ya da çözüldüğü durumlarda sosyal düzen bozulur çeşitli sosyal problemler ortaya çıkar.

 İster bütün toplumu ister bir bireyi ilgilendirsin normlar, ideal olanı doğru davranışı belirler ve bu doğruluk konusunda genelleştirilen bir nedene dayanırlar.

 Bu neden ya da doğruluk özelliği ise temelde geçerliliği grup ya da birey tarafından kabul edilmiş değerler üzerine kurulur. Ancak bir toplumdaki insanların hepsi belli bir davranış konusundaki idealar ya da normu kabul etseler bile o toplumdaki insanların bu norma tümüyle uymamaları da mümkündür.

 Normlar grup ve toplum içi ilişki ve tecrübeler sonucu öğrenilir Her toplum kendi normlarının üyelerini arttıracak şekilde resmi ya da gayri resmi mekanizmalar geliştirir. Normlara uygun davranışlar ceza ya da ödüllendirme yoluyla sağlanmaya çalışır. Bütün normlar toplum açısından aynı önem ya da anlamda olmadıkları için her birinin uygulanmasına yönelik yatırımlarda tür ve şiddet açısından değişik olabilir. Bu açıdan yapılan bir sınıflama, normların gelenek ve görenekler olarak sınıflandırılmasıdır.

 W. Sumner’ın “moros-folk ways” yani gelenekler, görenekler ayrımından esinlenerek yapılan bu sınıflamaya göre, gelenekler güçlü ve töresel yaptırımlara bağlanan ve toplumun varlığı açısından en önemli normlardır. Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın vs.

 Görenekler ise alışıla gelmiş ve uygun sayılan davranışları belirleyen fakat şiddetli yaptırımları içermeyen normlardır.

 Bir başka ayrımla normlar, töreler ve yasalar olmak üzere ikiye ayrılır. Töreler, biçimselleşmemiş toplumun bilinçaltına yerleşmiş örtülü ve yazısız kurallardır Yasalar ise uzun araştırmalar ve çalışmalar sonucunda ortaya çıkmış ve toplumda belirli kurumlar tarafından yaptırılan açık ve kesin normlardır.

 Değerler, belli durum ve koşullara bağlı kalmaksızın arzu edilen, yararlı görülen ve beğenilen şeyleri gösteren ölçülerdir. Sosyal değerlerde bir toplumun üyeleri tarafından paylaşılan toplumun iyiliği ve ihtiyaçlarının karşılanması açısından yararlı görülen ve duygularla yakından ilişkili bulunan iyi, doğru ve güzel ölçülerdir.

 Değerler, davranışlara yön verdikleri ve bir toplumdaki insanlarda ortaklaşa benimsendikleri için davranışlarda benzerliğe ve kalıplaşmaya yardım ederler. Ancak değerlerden davranışlara yönelen bu etki dolaysız değil, normların aracılığıyla olur. Normlar belirli koşullar içinde bireylerin neler yapabileceklerini ya da neleri yapamayacaklarını gösterirler. Bu açıdan değerlerden daha belirli ve emredicilerdir. Oysa değerler gerçekleşmelerine imkan bulunmayan zamanlarda varlıklarını sürdürmeye, insanlar tarafından benimsenmeye devam ederler Her sosyal değer pek çok sosyal normun varlığına yol açabilir. Örneğin, bir toplumun temel değerlerinden biri demokrasi ise o toplumda, yurttaşları toplumun yönetimine katılmayı özendiren ya da bu katılmayı güçleştiren, engelleri yasaklayan pek çok norma raslanabilir. Normların davranışları yönetebilmesi de ancak belirli davranış biçimlerini yasaklamaları ve nasıl davranılması gerektiğini açıkça belirtmekle mümkündür. Örneğin ‘dürüstlük’, genel bir sosyal değerdir.

 Belli bir değerin içeriğ, toplumdan topluma, zamandan zamana değişiklik gösterir. Bir değerin, farklı nesiller tarafından farklı biçimlerde yorumlanması, toplumda değer çatışmasına yol açar.

 Sosyoloji, değerlerin içerikleriyle değil, toplum üyeleri tarafından paylaşılan ölçüler olma ve toplumsal davranışlara yön verme özellikleriyle ilgilenir.

 

 Sosyalleşme; insanın başka insanlarla, karşılıklı etkileşim sonucunda, içinde yaşadığı toplumun duyma ve yapma biçimlerini öğrenmesi ve benimsemesi sürecidir.

 Birey açısından sosyalleşmenin sonucu, kişiliğin gelişimi ve gerçekleşmesi, biyolojik organizmanın insanlaşması, benlik ve kimlik edinmesidir.

 Toplum açısından sosyalleşme, kültürün kuşaklar arasında aktarılması topluma yeni katılan bireylerin topluma uyumunun sağlanması işlevini görür.

SOSYOLOJİYE GİRİŞ -1

Salı, Eylül 22nd, 2009

 

 Sosyoloji nedir?

 

 E.Durkheim’a göre sosyoloji; sosyal olguları ve sosyal kurumları inceleyen bir bilim dalıdır.

 G.Simmell, sosyoloji; sosyal ilişkileri inceleyen bilim dalıdır.

 M.Weber, sosyoloji; sosyal eylemi esas alan bir bilim dalıdır.

 Parker, sosyoloji; toplu davranış bilimidir.

 Kovalevski, sosyoloji; sosyal organizasyonun ve sosyal değişmenin bilimidir.

 Small, sosyoloji; sosyal süreçlerin bilimidir.

 Ward ve Sumner’a göre ise sosyoloji; toplumun bilimidir.

 

 Bütün bu tanımlar temelde sosyal sistemde birleşir. Her sosyal sistem, birbirine sıkısıkıya bağlı bir takım unsurlardan oluşur. Birinde olacak bir değişiklik diğerlerini bozmaksızın etkiler.

 Genel olarak bakılırsa her sosyal sistemin bir takım alt sistemleri vardır. Örneğin, bir ailenin diğer ailelerle olan ilişkisi bir sosyal sistemi, aile içindeki karı koca ilişkileri ise bir alt sistemi oluşturur.

 Bu sosyal sistemler makro ya da mikro yaklaşımlarla ele alınıp incelenebilirler. Ancak makro ve mikro yaklaşımların hem olumlu hem de olumsuz yönleri vardır.

 Makro bir çalışma, küçük grupların kökenine inemediği için elde edilen bilgiler yüzeysel kalır. Dolayısı ile küçük gruplardaki dinamizmi, sosyal gerçekliği yeterince yansıtmayabilir. Öte yandan, mikro düzeyde iki kişilik grup incelendiğinde, toplumun bütününü temsil etme veya yansıtma özelliği kaybolabilir.

 

 Toplum nedir?

 

 ‘Toplum’ kavramı, insanlararası ilişkiden çıkmaktadır. Toplumsal ilişki birey ve grupların birbirlerinin davranışları konusunda sürekli karşılıklı beklentilere sahip olması dolayısıyla az çok kalıplaşmış bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

 Başka bir değişle toplumsal ilişki; insan iletişiminin bir örüntüsüdür. Toplum ise, tplumsal ilişkilerin bir örüntüsüdür.

 Bir başka görüş, toplumu belirli insan gruplarından yola çıkarak tanımlamaktadır. Bu açıdan toplum, ortak bir yaşam biçimini paylaşan, belli bir coğrafi mekanda yaşayan kendilerini bir bütün olarak gören, karşılıklı etkileşim içinde bulunan insanların oluşturduğu en geniş gruplaşmadır.

 Bir diğer görüş, bir toplumu diğer toplumlardan ayıran siyasal bağıntı olduğunu söylemiştir.

 Siyasal bağımsızlık, belli bir grubu ayrı bir toplum olarak tanımlamaya ne ölçüde yetebilir? Zira siyasal kavram göreli bir kavramdır.

 

 Kısaca toplumun özelliklerİ şunlardır:

 

 1-Toplum, belirli bir toprağa bağlı insan grubudur.

 2-Toplumu belirleyen asıl özellik; kendine özgü bir kültürü olmasıdır. Burada kastedilen kültür, geniş anlamdadır. Yani insanların çalışarak topluma kattıkları maddi manevi her şeydir.

 3-Toplum, özgür bir gruptur. Herhangi bir grup içinde alt grup değildir. Kendisi bir gruptur.

 4-Toplumdaki kişiler birbirlerinin varlığının bilincindedir.

 5-Toplum büyük ölçüde yığınlardan oluşsa bile bu yığını bir arada tutan bağlar (temel çıkar, ortak amaç,dil, din, tarih birliği..)vardır. Dolayısıyla toplum bir bütündür.

 

 Sosyolojide kültür; insanların toplumda yaşamaları sebebi ileöğrendikleri şeylerin toplamıdır. Bu açıdan her toplumun kendine özgü bir kültürü vardır.

 Kültür belli gruplara ya da kişilere has olmayıp, bir toplumun üyeleri o toplumun kültürüne sahiptir.

 Bu konuda en önemli tanım E. Taylor’un yaptığı kültür tanımıdır. Ona göre kültür ya da uygarlık; bilgi, sanat, ahlak, hukuk, adet ve geleneklerle insanın, toplumun bir üyesi olarak kazandığı tüm yetenek ve alışkanlıklardan oluşan karmaşık bir bütündür. Yani insanın yarattığı ve kendinden sonraki kuşaklara aktarmak üzere ürettiği her şeydir.

 19. yüzyıl antropologları gibi Taylor da kültür ve uygarlığı, eşanlamlı kullanmaktadır.

 19. yüzyıl antropologları kültürü, insanın akıl ve becerisi geliştikçe gelişen evrimci bir anlayışla ele almışlardır.

 Zamanla kültür ve uygarlık ayrılmış, uygarlığın evrimsel niteliğini korumasına karşılık kültür, bir yaşam biçimi olarak nitelenmiştir. Bu anlamda en ilkel toplumların dahi karmaşık bir kültürleri olacağı ortaya çıkmıştır.

 Bu açıdan kültürü, sosyolojik açıdan şu şekilde tanımlayabiliriz:

 Kültür; bir toplumun üyeleri arasında paylaşılan, devredilen ve değişim süreci içinde bulunan öğrenilmiş davranış kalıplarıyla bu kalıpların ürünlerinin oluşturduğu bir yaşam biçimidir.

 Kültürler arasında büyük bir ayrılık görülmektedir. Çünkü bir toplumun hayat tarzı, o topluma özgü kurumlaşmış davranış biçimlerinden oluşur.

 Bir kültürel ortamda olumlu sayılan bir davranış, diğer bir kültürde kurallara aykırı sayılabilir.

 Bazı kültürlerin yüksek bir uyumluluk ve bütünleşme düzeyinde olmasına karşılık, bazı kültürler de çatışmalar, uyumsuzluklar görülebilir. Dolayısıyla herhangi bir insanı, toplumun davranışlarını anlamak isteyen sosyoloğun o toplum ya da grubun kültürünü incelemek gerekir.

 

 Kültür Süreçleri:

 

 Kültürleme; insanoğlunun çocuk veya ergin olarak, kendi kültüründe etkinlik kazanması ve eğitim süreci sırasında karşılaştığı bilinçli ve bilinç dışı tüm şartlanmalardır.

 Kavram, sosyal bilimcilerin kullandığı sosyalizasyon ya da toplumsallaşma anlamındadır. Ancak kültürleme, bu kavramdan daha geniş kapsamlıdır.

 Sosyalizasyon, yalnızca topluma uyum sağlayan bir süreç olduğu halde kültürleme, öteki bütün şartlanmaları da içine almaktadır. Öte yandan kültürleme, eğitim kavramından da daha geniş kapsamlıdır. Çünkü eğitim, kültürlemenin bilinçli, amaçlı ve istendik davranışlarını içermektedir. Oysa kültürleme tanımı gereği bilinçsiz ya da bilinç dışı yaygın, kendiliğinden, tesadüfi ve bireysel öğrenmeleri de kapsar.

 En geniş anlamıyla kültürleme; eğitim ve öğrenmedir.

 

 Kültürleşme; kültürel yayılma süreci ile gelen, maddi ve manevi unsurlarla başka kültürden birey ve grupların belli bir kültüre girmesi ve karşılıklı etkileşim sonucu her ikisinin de değişmesidir.

 Kavram olarak, kültürlemenin zıddı olan bir süreçtir. Kültürleme, insanoğlunun kendi kültüründen öğrendiklerinin tümünü kapsadığı halde kültürleşme, insanın başka toplumlardan öğrendikleri veya bir toplumun diğerinden edindiği unsurlar veya farklı toplumların karşılıklı olarak birbirinden etkilendiği süreçtir. Yani kültürleşme, iki veya daha fazla sayıdaki kültür grubunun aşağı yukarı sürekli ilişki ve etkileşim sonucunda gruplardan birisinin ötekine ait kültürel unsurları kabul etmesi, benimsemesi ve ortaya yeni bir kültür sentezinin çıkması süreci olarak tanımlanabilir.

 

Kültürel yayılma; belli bir toplumda dıştan içe doğru veya içten dışa doğru maddi ve manevi unsurların sürekli olarak yayılmasıdır. Başka bir değişle, bir kültür unsurunun, başka kültürlerde görülmesi olayıdır. Bu kültür unsuru bir üretim aracı olabilir. Örneğin, Batı kültürüne ait traktörün bizde kullanımı.

 

 Kültürlenme; belli bir toplumun alt kültürlerinden ya da farklı toplumlardan gelen birey ve grupların buluşması ve etkileşim süreci sonunda asıl kültür ve alt kültürlerde bulunmayan yepyeni sentezlere ulaşması.

 Örnek; Türközü’nde farklı kültürlerden gelen Yozgatlı ve Çankırılılar Ankara içinde yeni bir durum ortaya çıkarmıştır.

 

 Kültür şoku; bir kültürden başka bir kültüre giden bireylerin yeni kültüre gösterdikleri uyum güçlükleri, bunalımlar, tepkilerdir. Başka bir değişle, bir kültür unsurunun başka bir kültürün değerleri karşısında vurguna uğraması, şaşırması, garipsenmesidir.

 

 Zorla kültürleme; bir kültüre mensup birey ve grupların, başka gruplar tarafından kültürlerinin zorla değiştirilmesi sürecidir. Başka değişle, kuvvetli kültürün zayıf bir kültüre özelliklerini zorla kabul ettirmesidir.

 Örnek; Osmanlıda Sırp Çocuklarının zorla olmasa da Enderun mektebinde Osmanlı kültürü ile yetiştirilmesidir.

 

 Kültürel asimilasyon; bir kültürel sistemin başka bir kültürel sistemi giderek kendine benzetmesi, kültürel egemenliği altına almasıdır.

 Büyük bir kültür içinde yer alan küçük kültür eğer nicel ve nitel yönden değişmeye açık değilse o kültür içinde uzun süre kalamaz. Eğer kalacaksa küçük kültür, büyük kültürü benimsemek zorundadır.

 

 Kültür değişmesi; toplumun bütünü ya da bazı kurumları ile değişmesi sürecidir. Bütün kültürler kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş olarak sürekli bir değişim içindedir.

 

 Sosyal Gruplar:

 

 Bu gruplar iki ya da daha fazla kişinin bir araya gelmesiyle oluşur. Genip anlamda sosyal grup; belli bir amaç ya da amaçları gerçekleştirmek için bir araya gelen, birbrlerinin varlığının farkında olan ve etkileşimde bulunan insanların oluşturduğu bir birliktir.

 

 Sosyal grubun özellikleri:

 

1-Karşılıklı etkileşim; grup üyeleri birbirinin varlığından haberdar.

2-Grup üyeleri arasında ortak amaçlar ve değerler sözkonusudur.

3-Grubun kendine özgü sosyal yapısı var. Kişilerin yerleri, pozisyonları belirlenmiştir.

4-Üyelerin uymak zorunda oldukları, bir takım kurallar var. Bu kurallar yazılı ya da yazısız olabilir.

5-Süreklilik vardır. Belli bir zamanda üyelerden oluşmuş bir gruptur.

6-Gruplar bazı üyeleri değişerek nesiller bayu devam edebilir.

7-Gerek kendi üyeleri gerekse başka gruplar tarafından, grubun varlığı kabul ediliyor.

 

  Sosyal gruplar dışında bir takım gruplar; ‘yığınlar’ var.

 

 Toplumsal yığınlar:

 

 Aralarında toplumsal birleştirici amaç olmayan ya da yüzeysel geçici olarak beraber olan insan kümeleridir.

 Örnek; mağazada alışveriş yapan insanlar. Buradaki insanlar birbirlerini tanımıyorlar, statü ve yer ayrımına da gitmiyorlar. Genellikle rastlantı ile oluşuyorlar. Çabuk dağılıyorlar ya da kendilerine yeni insanlar ilave edilmesi ile hacim ve görünüşleri değişiyor.

 

Yığınlar kendi aralarında üçe ayrılıyorlar:

 1-İzleyici ve dinleyici toplulukları.

 2-Kalabalıklar.

 3-Gösteri toplulukları.

 

 İzleyici ve dinleyici toplulukları; belirli bir süre için aynı yerde toplanan ve hepsi aynı uyarıcıya dönük insanlardan oluşur. Örnek; sinemedaki insanlar.

 Kalabalıklar; bir konserin ya da sinemanın bitiminde dağılmakta olan insanların oluşturduğu yığındır. Buradaki isanlar sadece yakınındaki insandan haberdardır. Aralarında hiçbir amaç yoktur.

 Gösteri toplulukları; bir amacın gerçekleştirilmesi, kamuoyunu etkilemek, belli bir inancı ya da kararlılığı ifade etmek için örgütlenmiş geçici yığınlardır. Örnek; mitingler.

 

 Toplumsal kategori:

 

 Belli bir toplumsal özelliği paylaşan kişiler, toplumsal açıdan belli anlamlı sonuçlara ve değerlere yol açabilecek nitelikte iseler bir toplumsal kategoriyi oluştururlar.

 Belirli gelir düzeyindeki kişiler, belli meslektekiler, köylüler, okul çağındakiler…belli toplumsal kategoriyi oluştururlar.

 Belli bir kategoriye giren kişiler, böyle bir kategorinin varlığından ya da böyle bir kategori oluşturduklarının farkında olmayabilirler. Aynı kategori içindeki insanlar, gerçek ilişki içinde olmazlar. Hatta birbirlerini tanımazlar fakat toplumsal açıdan analiz edilmeye konudurlar.

 

 Kitle:

 Aynı uyarıcıdan etkilenmekle beraber fizik yakınlığı bulunmayan kimselerin oluşturduğu toplumsal bir kategoridir.

 Belli bir kitleyi oluşturan kimseler, birbirleriyle etkileşim içinde olmazlar. Olsa olsa zevk, ilgi ya da uğraşta belli bir odakları olması nedeniyle başkalarından ayrılırlar. Örnek; aynı gazeteyi okuyanlar, aynı müziği sevenler…

 

 F. Tönnies, grupları; cemaat (birincil gruplar) ve cemiyet (ikincil gruplar) diye ikiye ayırır.

 

 Cemaatin özellikleri:

 

1-Birincil ilişkiler hakimdir; samimi, yüzyüze olan ilişkilerdir.

2-Bireyin tüm benliğiyle katılımı sözkonusudur.

3-Bireyin amacı kaybolmuş, grubun amacı bireyin amacı olmuştur.

4-‘Ben’ değil, ‘biz’ duygusu hakimdir.

5-Bireyler arasında samimi, duygusal yönü kuvvetli bir işbirliği var.

6-Toplumda rekabet, faydacılık yok, varsa da çok az.

7-Aile bağları kuvvetli.

8-Bireyler hem sayıca az hem de fiziki yakınlık içinde bulunuyorlar.

9-Tarımsal faaliyetler yaygındır.

10-Teknoloji ve uzmanlık yaygınlaşmamıştır.

 

 Cemiyetin özellikleri:

 

1-İkincil ilişkiler hakimdir. Samimi olmayan, resmi ilişkilerdir.

2-Kesitsel ilişkiler (sosyal hayatın yalnız bir bölümünü ilgilendiren ilişkiler) ve özel amaçların gerçekleştirilmesi sözkonusudur.

3-Gruba giriş-çıkış bireye bağlıdır.

4-Rekabetin, faydacılığın, bireyciliğin arttığı, aile bağlarının zayıfladığı bir gruptur.

5-Teknoloji ve uzmanlık yaygındır.

6-Bilinçli, amaçlı ve gönüllü olarak girişilen bir yaşam biçimi. Örnek; çeşitli ekonomik çıkar grupları.

7-Sözleşmeye dayalı ilişkiler hakimdir.

 

 Sosyal yapı; toplumdaki tüm ilişkiler, gruplar, kurumlar, sosyal statüler, sosyal yapının en küçük birimidirler.

 

 Sosyal statü; bireylerin toplum içindeki yeri, konumu. Bu statü toplum tarafından belirleniyor.

 Sosyal statü, bireyin özelliklerinin bağımsız olup, herkesin birden fazla statüsü vardır. Bir kişinin statülerine örnek; babalık, kocalık, vatandaşlık.

 Bir kişinin işgal ettiği statülerin tümü onun ‘statü takımı’dır.

 Sosyal statülerin bir diğer özelliği de, genelde her statünün bir başka statü ile ilişkide olması. Örneğin öğretmen statüsü; öğrencilik statüsüyle, annelik statüsü; çocukluk statüsüyle ilişkilidir.

 Statü onu işgal eden bireylere bir takım haklar ve sorumluluklar getiriyor.

 

 Statülerin fonksiyonu; istikrarlı sistemlerde herkesin belli kurallara göre hareket etmesini sağlar.

 Karşılıklı ilişkiler kuran ve belli statüleri işgal eden kişiler birbirine karşı ne gibi bir tutum takınmalarını saptayabilmektedir. Bu açıdan baktığımızda, bir sosyal sistem içinde her birey, diğer bireylerin davranışlarına karşı duyarlıdır.

 

 Kilit statü; sosyal yaşam içinde herkesin birden fazla statüsü vardır. Çünkü birey, birden fazla grubun üyesidir. Bu grupların her birinde birey, ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulur. Dolayısıyla bir kimsenin hem polis hem öğrenci hem damat hem de baba statülerinde bulunması mümkündür.

 Genel olarak, toplumda başat bulunan gruptaki statünün bireyin kilit statüsünü oluşturduğu diğer statülerin buna bağlı kaldığı görülür. Ancak bireyin çeşitli statülerinden hiçbiri, gerçek toplumsal yaşamını tek başına belirleyemez. Çünkü birey içinde bulunduğu statülerin belirli bir birleşimi sonucu kendine belli bir yaşam düzeyi sağlar.

 

 Statülerin kazanılması:

 

 1-Doğuştan kazanılan statüler; ferdi çaba veçalışmayı dikkate almayarak birisine kalıtımsal olarak geçen statülerdir.

   *Biyolojik faktör; yaş (seçmenlik, memuriyet, askerlik…), cinsiyet, ırk, fiziki görünüş.

   *Aile ve soy zinciri; servet, eğitim, meslek, din, mezhep gibi bireyin statülerini etkiler. Belli bir alt kültürü çocuğa aktarır.

2-Sonradan kazanılan statüler; şahsi gayretle kazanılan statülerdir.

   *Eğitim; örneğin bizim toplumumuzda, aydın insan cahil insana göre daha yüksek bir statüye sahiptir. Eğitimin kendi başına statü olduğu da görülmüştür.

   *Meslek ve toplumsal fonksiyon; hemen her toplumda beden ve fikir etkinliğine dayanan mesleklerin aynı saygınlığı görmediği gözlenmiştir. Ayrıca ne tür fonksiyonlar önemli sayılıyorsa o toplumda, o fonksiyonları yerine getirenlerin statüleri de yüksek olmaktadır.

 Örneğin; askerlerin, işadamlarının, bürokratların, devlet ve siyaset adamlarının statülerinin çeşitli toplumlarda ve bir toplumun tarih içindeki çeşitli evrelerinde en önemli sırayı kazandığı görülmüştür.

 

 Sosyal rol:

 

 Sosyal statülerle yakından ilgili bir kavramdır. Sosyal rol, sosyal statünün dinamik yönüdür. Sosyal rol; sosyal yapı içinde her bir statüye tekabül eden haklar ve sorumlulukların şebekesi ve beklenen davranış örüntüsü olarak tanımlanabilir.

Rol; belli bir sosyal statüye ilişkin davranış kalıplarını belirler. Örneğin cinsel rol, kişinin erkek ya da kadın olması sebebi ile kendisinden beklenen ya da kendisinin gerçekleştirdiği davranışlardır.

 Statüye ilişkin sorumluluklar, haklar ve bireyin yapması gereken davranışlara; ‘rol beklentisi’ya da ‘ideal rol’ denir. Belli bir statüdeki bireyin, bu statü ile ilgili davranışları ise ‘rol edimi’ni oluşturur.

  Herhangi bir statüdeki bireyin edimleriyle bu statünün gereği olarak kendisinden beklenen davranışlar arasında belli bir ölçüde bir uyum vardır. Ancak bu uyum tam ya da sürekli olmayabilir. Kişilik özelliklerine, zamana ya da çevre şartlarına göre değişir.

 Birey bu rollerin gereği olan davranışlara kendi kişiliğinden özellikler katar ve dolayısıyla benzer statüde bulunan diğer bireylerden de gerçek rol davranışları sayesinde ayrılır. Rol beklentileri aslında soyutlamalardır ve statüyü dolduran kişiler değişse de bu beklentiler aynı kalır.

 Bir memurun emekliye ayrılması ve yerine başkasının tayin edilmesi, statüyü değiştirmediği gibi ona ilişkin beklentileri de değiştirmez.

 Buna karşılık önceki memurun statüsünün, beklentileri yerine getirirken dikkatli, tititz, sabırlı davrandığı sonrakinin ise atak, hızlı, düzensiz çalışması mümkündür.

 Her rol bir takım beklentilerden oluştuğuna göre ancak başka bir rol sayesinde tanımlanabilir. Çocuksuz ana-babadan, işsiz işverenden sözedilemez. Bu anlamda roller, hak ve görev dizilerinden oluşur. Ve bireyler arasında karşılıklı ilişkileri temsil ederler. Kral ve uyrukları, yargıçla sanık, babayla çocuk, hep karşılıklı hak ve görevlerden oluşan rollere sahiptirler. Dolayısıyla sosyal roller, yalnız davranışları düzenledikleri için değil, bireylere başkalarının davranışlarını tahmin ederek kendi davranışlarını bunlara göre ayarlamak gibi yardım sağladıkları için de önemlidirler.

 Roller arasındaki ilişkiler yalnız saygı, itaat gibi genel davranış örüntülerini sağlayan değerlerle tanınmazlar. Belli statülerdeki kişiler nasıl davranması gerektiğini gösteren kurumsal düzenlemelerle özel olarak da belirtilirler.

 Örneğin milletvekilleri, yargıçlar, doktorlar bu görevin gereği olan rolleri, nasıl yerine getireceklerini gösteren bir and içerler.

 

 Rol takımı; tek bir sosyal pozisyon etrafında kümelenen bazıları, çatışan bazılarıyla tamamlayıcı nitelikteki bir takım rollerdir. Kişinin oynadığı rollerin tümüdür.

 

 Rol çatışması; kişinin tek bir rol veya rol takımı içinde çatışan unsurlarla karşılaşması durumudur.

 Birey rol davranışları sırasında, çatışan baskılar altında bulunabilir. Bu baskılardan bazıları rolün değişik ve tutarsız davranışları gerektirmesinden doğabilir.

 Örneğin, belli bir rolün hem dostluğu ve yakınlığı hem de tarafsız değerlendirmesi mümkündür.

 Rol çatışmasının bir başka şekli de, kişinin üyesi olduğu toplumun, gruptaki rolünü, bir başka gruptaki rolü ile bağdaştırılması imkanı olmadığı hallerde ve o ölçüde ortaya çıkar.

 Örneğin, kişinin adam öldürme konusundaki etik değerleri, asker olmasıyla ve savaşa katılması halindeki görevleriyle çatışabilir. Yine din ile meslek hayatındaki roller çatışabilir.

 

 Roller arası pekiştirme:

 

 Diğer statülere ilişkin rollerin birbirini güçlendirici ya da destekleyici etkilerde bulunmasıdır. Örnek, avukatlık mesleğiyle ilgili rollerden bazıları öyle bir özellik taşır ki, bu rollere uyum sağlayan bir kişi kolaylıkla siyasi rollere geçebilir. Ayrıca, mesleki rollerin yerine getirilmesi sırasında kazanılan bazı yetenek ve ustalıkların siyasal olana transfer edilebildiği gözlenebilmektedir.