Posts Tagged ‘nedensellik’

BİLİM FELSEFESİ-1

Cuma, Temmuz 24th, 2009

       

  19.yy’dan itibaren iki genel ifade var:

 

1-Aristoteles geleneği; taş varış noktasına yaklaştıkça hızı artar. Taş, zorla uzaklaştırılmak istendiği noktaya tekrar ulaşmak için hızlanır. Taşda bir ereğe ulaşmak için ileriye doğru bir yönelim vardır.

 Bu daha insanca bir yaklaşım. Bu geleneğe göre her şeyin bir yeri vardır. Yerinden uzaklaştırılan taş, tekrar yerine ulaşmak için ileriye doğru yönelir.

 2-Galile geleneğine göre ise, bunun tam tersi başlangıca, nedene doğru yani geriye doğru bir yönelim var. Erek diye bir şey yoktur.

 Rönesans, Galile geleneği ile Aristoteles geleneğini yıkmıştır.

 

 Won Wright’ın bilim felsefesi tarihi yaklaşımı:

 

 Bilimsel araştırmanın iki temel görünümünden sözeder:

 1-Olguların keşfi ve betimlenmesi.

 2-Varsayım ve kuram oluşturma.

    Çoğu kez ilki betimleyici bilim, öteki kuramsal bilim olarak adlandırılmaktadır.

 

     Bilimsel etkinlik iki temel amaca hizmet etmektedir:

 

 1-Öndeyide bulunmak; olguları bu yolla bulmak, keşfetmek.

 2-Daha önce keşfedilmiş olguları anlaşılır kılmak.

    Öndeyi; olmuş olana bakarak, gelecekte olacak olanı açıklamak.

  Açıklama; geçmişe, olmuş olana yöneliktir. Öndeyi ise geleceğe yöneliktir.

  Öndeyici etkinlik; olgulara, açıklayıcı etkinlik ise; yasalara dayanır.

  Açıklamacı etkinlik; nedensellik ilişkisine dayanır ve Galile geleneği hakimdir.

  Öndeyici etkinlikte ise; erekselci olup Aristoteles geleneği hakimdir.

  Her iki gelenekte de hem öndeyi hem de açıklama var ancak biri daha fazla ağır basmaktadır.

 Galile geleneği nedensellikle, açıklama ve öndeyide bulunurken Aristoteles geleneği; erekselci bir yaklaşımla olguları anlaşılır kılmaya çalışır.

 

 19.yy’lın 3 ana ilkesi:

 1-Yöntemsel bircilik; bütün bilimlerde yöntem birliği öneriliyor.

 2-Matematiksellik ülküsü; Yöntem ve kullanılan kavramlar matematiksel olmalı.

   Pozitivizm bu iki ilkede çok iddalı.

 3-Genel yasa ile açıklama; tümel yasalar.

 

   Pozitivist çizgiler:

 1-Olgucu-duyumcu anlayış; 20.yydaki modern pozitivizme (Viyana çevresi)  bağlanıyor. (Anlam Kuramı)

 2-Bilimci anlayış; daha çok Comte’un görüşüne yakın ve bu kuramın başını Hampbell çekiyor. (Bilim Kuramı)

  Yöntemsel bircilik; Comte çeşitli bilimlerin yasalarını incelemeye ‘Pozitivist felsefe’ diyor. Bilimlerin tek bir yönteme tabi olduğunu ve çok daha genel bir bütünün parçaları olduğunu söylüyor.

  Kurama gelince, bütün bilimlerde aynı kuramın geçerli olması değil, homojen olması, aynı yapıyı göstermesi yeterli.

 

 (Aslında Comte’dan daha çok J.S.Mill’in yaptığı işe ‘Pozitivizm’ deniyor.)

 

 Matematiksellik ülküsü; matematiksel fizik, insan bilimleri dahil tüm bilimlerin tamlığının ve gelişmesinin ölçütü sayılmalı. Böylece matematiksel fizik önemli bir ölçüt oluyor.

 Genel yasa; açıklama nedensel olmalı. (Comte’un böyle bir düşüncesi yok o öndeyi üzerinde yoğunlaşıyor.)

 

 Gerçek Pozitivist Anlayış; önceden olacağı görmek. Bunun içinde geçmişi, doğa yasalarının değişmezliğine dayanarak incelemeli.

 Olguların açıklanması; tek tek olgularla birkaç genel yasa arasında bağlantı kurmaktır. Pozitivist görüş; amaç, niyet, erek diye geçen açıklamaları ya nedensel açıklamaya sokar ya da bilimsel değil diye bir kenara bırakır.

 

  Pozitivizme karşı olan akımlar:

 

Hermeneutik (yorumsama); bu görüşü savunan başta Alman filozofları, Dilthey, Simmel, Draysen hepsi de antipozitivist.

 Bunlar pozitivizmin yöntemsel birliğine karşı çıkıyor. Doğa bilimlerinin yönteminin, insan bilimlerinde uygulanamayacağını söylüyorlar. Bu nedenle bu bilimlerde açıklama değil, anlama önemlidir.

 Fizik, kimya gibi bilimlerin genellemelerle uğraşmasına karşın, tarih, sosyoloji gibi bilimler tek tek olayları bireysellikleriyle ele alırlar.

 Draysen, açıklama ile anlama arasında ayrım yapar. Açıklama; doğa bilimlerinin, anlama ise insan bilimlerinin uğraşıdır.

 Pozitivist bilim anlayışında sözde iki tür bilimde sözediliyor.(Doğa bilimleri, insan bilimleri) Aslında böyle bir ayrım yok. Kendilerini konu alan bilimler yöntemiyle bir.

 

 Dilthey’in Tarihselci Bilim Anlayışı:

 

 Dilthey’e göre, tek cinse bağlı iki bilim yok. İki ayrı cinse, yönteme bağlı iki ayrı bilim var.

 Tarihsel, toplumsal olan bir tinsel dünyadır. Bu dünyayı insan kendisi kurar ve içinde yer alır. Dolayısıyla böyle bir gerçekliğe, bu gerçekliği anlayacak aynı türden  bir bilim gerekir. Zira tinsel dünya bir olgu dünyası değil, anlam alanıdır.

 Tin bilimleri yorumsama(hermeneutik) yoluyla tarihsel gerçekleri yorumlayacak ve tinsel dünyayı anlayacaktır. Bu dünya açıklanmaz, anlaşılır. Günlük dil bu iki kavramı ayırmadığı için karıştırılıyor.

Antipozitivistlerin anlam kavramına yükledikleri bir boyut var ki, bu açıklamada yok.

 Simmel, insan bilimlerinin kendine özgü yöntemi olarak anlamayı bir ‘duygudaşlık (empaty)’ olarak görüyor. Bu duygudaşlık ortamının zihinde tinsel olarak yeniden yaratılması.

 Simmel, anlamanın bu psikolojik boyutuyla açıklamadan farklı olduğunu söylüyor. Duygudaşlığa örnek; “Neron Roma’yı neden yaktı? Bunu anlamak için Neron’la empaty kurmak gerekir”, diyorlar.

 Nasıl empaty kuracağız?

 Neron’un yaşam tarzını, dinini, geleneğini… öğreneceğiz. Bunlara göre de o dönemi kafamızda canlandırmaya çalışacağız.

 Anlamayı, açıklamadan ayıran; psikolojik boyut yetmez. Bir de anlamada ‘isteyimsellik’ vardır. İstemek, amaç edinmek bu açıklamada yok.

 Doğa bilimleri ile tarihsel tin bilimleri arasındaki yöntem farklılığını kabul edince yeni bir sorun çıkıyor.

 Toplum bilimleri ile davranış bilimlerini nereye yerleştireceğiz. Sosyoloji ve psikoloji antipozitivist eğilimlerin etkisinde ortaya çıkıyor. Bu iki bilim, açıklamalı bilim felsefesi ile anlamacı bilim felsefesinin savaş alanı oluyor.

 19.yylın iki büyük filozofu Hegel ve Marx :

 

 Bunları ne Aristoteles ne Galile ne pozitivist ne de antipozitivist geleneğe sokabiliriz.

 “Yasalar evrensel geçerliliğe ve zorunluluğa dayanır” görüşleriyle yüzeysel de olsa pozitivistlere benzerler.

 Diyalektik anlayışları Galile geleneğine girmez. Çünkü; tez, antitez, sentez bir nedenselliği dile getirmez. Bunlar sadece mantıksal/kavramsal bir örüdür.

 

 Her ikisinin de diyalektik şeması; isteyimselci (erekselci).

 

Hegel, doğa bilimlerinden pek anlamıyor. Doğa bilimlerine baştan kapalı olması onu tin bilimlerine yaklaştırıyor.

 “Açıklama, neden-sonuç ilişkisi kurmak değil, olguları anlaşılır kılmaktır” böylece Aristotelesci gelenek Hegel görüşüne bağlanabilir.

 Hegel’in tarih görüşü; “tarihteki ilerleme, tinin kendi kendisinin bilincine varmaktır” bu tamamen erekselci bir yaklaşım.

 

 Marx; “insanı yapan tarih değil, tarihi yapan insandır” sözüyle Hegel’i tersine çevirir.

 Hegel’de insan, tarih içindeki rolünü oynayan bir piyondur.

 Marx’da insanın yabancılaştığını görmesi, hakikati görmesidir. Hakikati görmekse özgürlüğe ulaşmaktır. Bu öznel erekselci bir yaklaşımdır.

 Marx, olgunluk yapıtlarında demir bir zorunluluktan sözeder. “Tarih bir takım zorunlu yasalarla ilerler”. Bu yanıyla Marx’ı, Galileci ve pozitivist yaklaşıma sokarsak da aynı zamanda Aristoteles geleneğine de sokabiliriz.

 Tarih, demir zorunlulukla ilerler ama bu ilerleme bir ereğe doğru sınıfsız, özgür bir topluma doğru ilerleme sözkonusu.

 Kısaca Hegel ve Marx’ı hem Galile(zorunlu yasalardan bahsetmeleri nedeniyle)  hem de Aristoteles geleneğine (yasaların ereğe yönelik olmasıyla) sokabiliriz.

 

 Sartre; doğada diyalektik olamaz. Diyalektik olsa olsa toplumsal değişmenin yasasıdır.

 19.yylın sonuyla 20. yylın başlarında analitik felsefe ortaya çıkıyor. Bu felsefe pozitivizme çok büyük katkılar getiriyor.

 

Analitik felsefenin iki eğilimi var:

1-Doğrulamacı anlam görüşü; Russel’ın başını çektiği bu görüşü savunanlar; Wittegenstein-1, Viyana çevresi, M.Schilde, Carnap ve K.Poper.

 

M.Schilde, bilimin birliğinden sözediyor. Amacı birleşik bir bilim ortaya koymak. Bu görüşüyle Comte’u destekler.

Carnap; “önemli olan bilim ile metafiziği ayırmaktır” der. Ama nasıl ayıracağız?

 Ona göre, bilimsel önerme her şeyden önce anlamlı, deney ve gözlemle doğrulanabilir önermedir. Deney ve gözlemle doğrulanamıyorsa metafiziktir.

Carnap’a göre felsefi önermeler bir tarafa atılmalı. Oysa Carnap’ın kendi söylediği metafiziktir. Çünkü bu önermenin deney ve gözlemle doğrulanabilirliği yoktur.

 Wittegenstein, “bilimsel önerme doğru ya da yanlış değerini alan önermedir” der. Felsefe ve etiğin önermeleri aşkın, metafizik önermelerdir.

 Poper ise Viyana çevresinin ‘doğrulanabilirlik’ ölçütü yerine ‘yanlışlanabilirlik’ kıstasını savunur.

 Genel yasalar bilinirse ideal bir toplum kurulabilir.

 

 Analitik felsefenin 2 yaklaşımı:

 Günlük Dilci Okul; Wittegenstein-2, G.E.Moore. Tractatus baş yapıtları.

 Egemen anlayış; tümel ve yasalı anlayış. Dil grameri ortaya koymaya çalışıyorlar. Önce matematiğin ve doğa bilimlerinin daha sonrada davranış ve toplum bilimlerinin yöntemiyle ilgileniyorlar.

 

 Hampbell, bilimsel açıklamada iki model öne sürüyor:

 1-Tümdengelimli yasalı model.

 2-Tümevarımlı olasılıklı model.

 Hampbell’e göre eğer ‘yasa’ ve ‘açıklayıcı akıl’ kavramını açıklarsak bir açıklama getirebiliriz.

 Örnek; cıvalı termometreyi sıcak suya batırdığımızda önce cıva düzeyi düşer sonra hemen çıkar. Bunu nasıl açıklayacağız? Şöyle:

 “Önce sıvı cama etki eder, cam genişler ve bu nedenle de cıva düşer. Daha sonra sıcaklık cıvaya etki eder ve cıva yükselir”.

 Yapılan açıklamadaki önkoşullar:

 *Termometrenin cıva ile dolu bir tüpten oluşması.

 *Termometrenin sıcak suya batırılması.

 Yasalar:

 *Cıva da cam da sıcak karşısında genişler.

 *Camın iletkenliği cıvaya göre düşüktür.

 Hampbell’e göre bir olgunun açıklanması,; önkoşullar ve yasalar olduğunda sözkonusudur.

 

 Örnek; “su içindeki kürek neden kırık görünmektedir?”

 Önkoşullar:

 *Küreğin düz bir tahta parçasından yapılmış olması.

 *Yarısı suyun içinde yarısı dışında olması.

 Genel Yasalar:

 *Işığın kırılma yasası.

 *Suyun optik durum yasaları.

 

‘Neden’ sorusu yasalar için de sorulabilir. Bu durumda sözkonusu yasa ancak kendisinden daha genel bir yasanın altına sokularak açıklanabilir.

 

 Hampbell’e göre bilimsel açıklamanın 2 büyük oluşturucusu:

 1-Explanandum; açıklanacak olgu hakkındaki önermeler, betimlemeler.

 2-Explanans; olguyu dile getirmek için kullanılan önkoşullar ve yasalar.

 

  Açıklamanın iki temel koşulu dile getirmesi lazım:

 1-Mantıksal uygunluk

 2-Deneysel uygunluk

 Mantıksal uygunluk koşulu; explananstan açıklanacak olan olgunun mantıksal olarak türetilmesi.

 Deneysel uygunluk koşulu; genel yasalar, açıklanacak olayın dile getirilmesi için zorunlu olmalıdır.

 Explananstaki bütün önkoşullar yasa olabilir.

 3-Explanans, deneysel koşul olmalı; önkoşullar da yasalar da deney ve gözlemle sınanabilir olmalı.

 Explananstan zorunlu olarak explanandumu çıkarıyor ve öndeyide bulunuyoruz.

 Şu şu önkoşulların ve yasaların gerçekleşmesinde o sonucun ortaya çıkması; öndeyi.

 Hampbell’e göre fizik bilimlerinden elde ettiğimiz ilkeleri, fizik biliminin dışında da kullanabiliriz. Ona göre psikoloji ve sosyolojide de genel düzenlilikler var.

 Örnek; “pamuk satanlar çok ama alacak yok”, bu durumda pamuk fiyatlarının düşeceği inancı bir varsayım olarak vardır. İşte bu genel düzenliliktir.

 Hampbell’e göere bir takım özellikler taşıyan bir olay, hep bir takım özellikleri taşıyan bir olayla ortaya çıkar. Tekrarlanan olayın kendisi değil, olayın özellikleridir. Nedendsellik olayların art arda özelliklerinin tekrarlanmasıdır. Buna göre fizik ve kimyada da her olay bir kere olur. Tek biçimcilik olayın kendisinde değil, özelliklerinde aranmalıdır.

 

 Hampbell’e Tepkiler:

 

 1-Fizik ve kimyada olduğu gibi insan etkinliklerinde tek biçimcilik yoktur. Her şey bir kere olur, diyorlar.

 Oysa Hampbell, fizik ve kimyada da böyle bir tek biçimcilik yoktur diyor. Tekrarlananın özellikler olduğunu söylüyor.

 2-İnsani olayların nedensel olarak açıklanamayacağı. Bireylerin o andaki davranışlarının nedeni sadece o ana değil, eylemin geçmişine de bağlanabilir.

  Hampbell burada, fizikte de böyledir diyor; her olayın bir ön tarihi vardır. İnsan etkinliklerinin bir ön tarihinin olması nedensel yaklaşım yok demek değildir. Sadece farklı türden geçmişler sözkonusu diyor. Hampbell, nedensel açıklamayı biçimsel olarak ele alıyor.

 3-Hampbell’in açıklama görüşüne karşı; amaçlı bir davranış, nedensel bir yaklaşımla açıklanamaz. Ancak güdüsel ve ereksel bir yaklaşımla açıklanabilir.

 Hampbell, bunlar da nedensel bir açıklama değil midir, diyor. Sorun gelecekte olacak olan bir olayın, kişinin şu andaki davranışını etkilediği şeklinde gösterilmeye çalışılıyor. Oysa ona göre, bizim şu andaki davranışımızı etkileyen gelecekteki olay değil, kişinin eylemden önceki arzusu ve ‘şunu şunu yaparsam şu amacımı gerçekleştiririm’ inancı.

 Hampbell’e göre nedensel açıklama ile ereksel açıklama arasında bir fark yoktur. Eninde sonunda ereksel dediklerimiz de nedensel açıklamanın önkoşulları altına girerler.

 4-Güdülerin bir gözlem olmadan ortaya konması; güdüler gözlenebilir değildir. Bu güdüleri ancak kişinin kendi ifadelerine ve tahmini güdüler yükleyerek bilgi edinmeye çalışıyoruz. Bu bilgi dolaylıdır. İnsan davranışlarını etkileyen güdüleri doğrudan gözlemleyemediğimizi söylüyorlar.

 Hampbell ise bunun fiziktede böyle olduğunu söylüyor. Örneğin. Karşıt elektrik yüklerini doğrudan sınayamıyoruz.

 Hampbell, insan etkinliklerinde öndeyide bulunamayışımızın sağlam yasalara sahip olmayışımızla açıklıyor ve sadece biyolojideki ereksel açıklama dışındaki bütün açıklamaları nedensel açıklama içine sokabileceğimizi söylüyor.

   

   Tümevarımlı Olasılıklı Model:

 Önkoşulların ve yasaların açıklanması istenen olaydan önce gelmesi şart mı? Aynı anda veya tersine gerçekleşemez mi? Örneğin, ısı mı ateşten önce yoksa ateş mi ısıdan öncedir?

 Tümdengelimli yasalı modelde:

 *Neden oldu?

 *Neden beklenebilir?

 Tümevarımlı olasılıklı modelde ise:

 *Neden beklenebilir?

 *Neden oldu?

 

Hampbell’e göre yasalar olgulara bağlı. Olguların tekrarlanıp tekrarlanmamasına bağlıdır. Olguların bize verdiği bir güvence onun için ancak olasılık çerçevesinde ifade edilen yasalardır.

 Bütün bu söyledikleriyle Hampbell tam bir pozitivisttir.

BİLGİ FELSEFESİ (Epistemoloji)

Cumartesi, Haziran 27th, 2009

 

 

 

 Kant’ta metafizik, bitmez tükenmez karşıtlıkların savaş alanıdır. Bilgi, bilgi olduğunu ispatlamak zorundadır. İnsan aklının bir eleştirisini yapmalıyız. Neyi bilebiliriz, neyi bilemeyiz?

 

 Descartes, bilgi konusunda rasyonalisttir. Felsefedeki bilgiler de ona göre akla dayanmalıdır. Matematik, kesin bilgilere ulaşmak için nasıl bir yol izliyorsa, biz de aynı yolu izleyip, kesin açık-seçik bilgilere ulaşmalıyız. Bir bütünü parçalayıp, parçalardan bütünü yeniden kurmalıyız. Descartes’in yöntemi doğa bilimlerine dayanıyor. Çünkü doğa, tek tek unsurlardan oluşmuştur.

 

Rasyonalizm; aklı özneye bağlı düşünce ile nesne arasında mantıksal bağlantı kurmak. Duyu verileri ve deneycilikle, bilgi edinilemeyeceğini savunmak.

 Bunlara karşılık da duyumcu sensualistler / amprikler ortaya çıkıyor.

 Rasyonalistlerde insan aklının malzemesi, doğuştan getirdiği bir takım kavramlardır. Hakikate, bunlar arasında sağlam mantıksal bağlantılar kurarak varılır.

 

 Locke’a göre ise, duyulardan geçmemiş hiçbir şey yoktur. İnsan beyni doğduğunda boş bir levha ( tabula rase) gibidir. Zamanla bu levha üst üste dolmaya başlar.

 

Hume, Locke’dan da radikaldir. Olgu sorunları hep nedenselliğe dayalıdır der. ‘Tebeşiri bırakırsam düşer’. Çünkü, bıraktığımızda hep düşüyor. Düşmediğini hiç görmedik. Hume, nedenselliği, izlenimlerde aramış ama bulamamış ve kaynağını inanç olarak açıklamıştır. Biz alışkanlıkla bu nedenselliği kuruyoruz. Gerçekte böyle bir nedensellik yok. ‘Hiçbir şey yok ki, bize duyumlarımızla gelmesin’.

 

 Kant; hem rasyonalizmi hem de amprizmi şu ünlü sözüyle eleştirmiştir:

 

‘Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür’.

 

 Kant’a göre duyu verilerine dayanmayan akıl, boştur. Ancak gerçeği sadece duyularla anlamaya çalışan akılsa kördür.

 Kant, görüyor ki, felsefe aklı aşan metafizik bilgilerin savaş alanı haline gelmiş, bu nedenle aklı, mahkemeye çıkarıyor.

 Ona göre her şeyi zaman ve mekan içinde görürüz. Bu formlar dışarıda değil, bizdedir. Duyu verileri ilk önce, aklın bu formlarından geçer. Anlama yetisi, görüden geçen bu verileri, kategorileri içinde yoğurur, düzene sokar. Nedensellik, anlama yetisinin bir kategorisidir. Bu nedenle onu bilemeyiz.

Aklın formlarının temelinde ideler var. Bunlar; ruh, tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük. Her bilgi bu formlardan da geçer.

Kant; rasyonalizmden apriori yargıları, amprizmden ise deneye dayanmayı alıp, her ikisini de bağdaştırmaya çalışır.

Kant’ta bilgi, deneyden gelen verilerin, aklın formlarında işlenmesiyle ortaya çıkmaktadır. Deney dünyası, bilginin malzemesidir.

 

 

 

  Kant’a göre aklın üç bilme yetisi vardır, bilgi bunlar sayesinde ortaya çıkıyor:

 

  1-Dolaysız görme; insan aklının dış dünya ile ilk kurulduğu yer (zaman-mekan)

  2-Anlama yetisi; bir takım kategorileri var. Deneyden gelene form veriyor.

  3-Akıl; çıkarım yapan yeti. Bunun formları ise ideler.(Ruh, tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük)

 Kant, bilimlerin bilgisinin rastlantısal ve temelinde inanç olan bilgiler olduğunu görüyor. Bu bilgilerin kesinliği her zaman 0,999…dur, hiçbir zaman tam 1 değildir.

 

 Bilgi edinmek için yöneldiğimiz şeyler, nesneler bizim yönelmemizle bir kavram haline gelir. Bilgide, anlama ile kavrama arasındaki fark; nesnellik.

 Bilimsel bilginin nesnesi; bilim adamı incelediği nesneyi önce şeyler sonra bağlamsal açıdan inceler. Bu bakış açıları, birbirine karışmış, iç içedir.

 ‘F=m.a’ da kuvvet, kütle ve ivmenin bağlantısıdır. Kuvvet diye bir şey yoktur. Kuvvet, kendi başına bir şey değil, bir bağlantıdan ibarettir.

 Bilimsel bilginin en temel dayanağı; nedensellik ilkesidir. Bu ilkeye dayanarak bilim, nasıl sorusunu neden sorusuna çevirerek işe başlıyor. Cevap verdiği hep neden sorusu. Nasıl oluyor? Sorusuna cevap veremiyor.

 Doğada, ‘yasa, kavram, bilgi’ yoktur. Sadece nesneler vardır. Doğada ‘5 adet elma’ vardır ama 5 yoktur. Doğada metre yoktur ama ölçülecek nesnelerin kendisi vardır.  İnsan olmadan bilgi olamaz. İnsan doğadaki nesnelerden edindiği imgeleri, bilincindeki bir takım kalıplardan geçirerek, soyutlar, kavramlaştırır. Ve tekrar edindiği bilgileri, doğada uygular. Pratikte uygulanmadıkça, dile getirilip doğrulanmadıkça bilgi olamaz.

 Bilimsel bilgi, neden – sonuç ilişkisiyle birleştirilmiş bilgidir. Felsefi bilgi ise daha tam birleştirilmiş bilgidir. Bu bilgi insanın daha çok anlama ihtiyacından doğmaktadır.

 Bilimsel bilgi bize gerçeğin kendisini değil, gerçeklerin değiştirilmesini, sayılara indirgenmesini sağlar. Bilimin yaptığı iş, betimleme. Ancak bilim H2O’ nun birleşip su olduğunu söylüyor ama nasıl olduğunu açıklayamıyor, nasılı kavrayamıyoruz.

 Elektronların yörünge değiştirmesi ile enerji açığa çıkıyor ve ışık haline geliyor. Ancak nasıl yörünge değiştirdiğini bilim açıklayamıyor.

 Her anlamda önerme doğru değildir ama her doğru önerme anlamlıdır. Doğruluk, anlamlılığı gerektirir ama anlamlılık, doğruluğu gerektirmez. Olmayanı olmuş gibi göstermek yanlıştır.

Bir şeyin doğru olması için düşünsel olması, bilgi olması ve önerme olması gerekir.

 Gerçekte doğruluk ya da yanlışlık yoktur. Düşüncemizi gerçekle karşılaştırdığımızda uyuşursa doğrudur.

 

 Metafizik; evreni tümüyle bilmek. Evrenin tamamını konu edinir. (Bilim ise bir sadece bir yönünü konu edinir.) Varlığın özünü bilmektir. Varlıkta evrenin tümü gibi tek tek varolanlardan başka bir şeydir. Varlık, metafizikçe bir gerçekliktir.

Fizikötesini anlama, varlığın özü fizikötesindedir. Bunu bilen, varlığın tümünü bilir.

 

Metafizikten çıkan sorular:

1-Evren tümüyle nasıl kurulmuştur?

2-Varlığın ne gibi bir özü vardır?

3-Fizikötesinin yapısı nasıldır?

4-Bir şey dolayısıyla her şey derinlemesine ele alındığında nasıldır?

 Bu soruların amacı, evreni en ayrıntılı ve kesin bir şekilde açıklamak. İlkçağ filozoflarına metafizikçi diyebiliriz. Evrenin ana maddesi, hep metafiziki olarak açıklanıyordu.

 Metafizikte açıklama bilgi ötesidir. Doğruluk yada yanlışlığı sözkonusu değildir.

DAVİD HUME

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

   DAVİD HUME ( 1711 – 1776 ) :

 

   ‘ANLAMA YETİSİ ÜZERİNE BİR SORUŞTURMA’ adlı eserinden:

 

   Canlılıklarına ve güçlülüklerine göre insan zihninin algıları ikiye ayrılır:

  1-İzlenimler; şeyler tam algıladığımız an.

   2-İdealar; izlenimlerden sonra oluşanlar.

 

   Locke’da da, Berkeley’de de sadece idealar vardı. Oysa Hume, idealardan önce izlenimlerin olduğunu söylüyor. Locke’da da, Berkeley’de de o anda algı izlenim değil, baktığın nesnenin sendeki ideasının canlanması yani sen kendi ideanı algılıyorsun.

 

  Kuruluşları bakımından da ideaları ikiye ayırır:

  1-Basit idealar; daha fazla ayırma ve bölmeye izin vermeyen izlenim ve idealar.

  2-kompleks idealar; basit izlenim ve ideaların birleşmesiyle meydana gelen idealar (Burda Locke ile paralel görüşte).

  Her basit idea, kendisini dolaysız olarak; kompleks/karmaşık idealarda, dolaylı olarak da kaynaklarını, izlenimlerde bulur.

  Herhangi bir şekilde iç ya da dış duyularla izlenimi olmayan şeyin ideası da olmaz. Düşünmenin bütün malzemesi, iç ya da dış duyumlardan gelir. Duyulardan gelmeyen idea yoktur. Hume bu görüşleriyle, başta Descartes olmak üzere doğuştan idecilere karşı çıkıyor.

  Hume; Locke ve Berkeley’in yaptığı gibi bilginin kaynağı ile ilgilenmez. Bilmenin işlem yapısını çözümlemeye çalışır.

  İzlenimler daha canlı olup, ideaların kaynağıdır. Bu bakımdan idealar, izlenimlerin kopyasıdır. İzlenimleri algı üretir, ideaları da düşünme.

 

  İki ideayı birbirine bağlayan ilkeler:

 1-Benzerlik

 2-Zamanda ya da mekanda yakınlık

 3-Neden ya da etki

    Basit ideaları birleştiren bu ilkeler evrenseldir.

  Hayal gücü için iki sınır:

 1.si hayal gücü için izlenimler şart.

 2.si ise çelişme. Hayal gücü her şeyi uydurabilir ama çelişmeyi uyduramaz. Çünkü; zihin böyle bir ideayı kavrayamaz. Burda çelişme iki ideanın yan yana duramaması. Örneğin hiç kimse vadisiz dağ tasarlayamaz.

  İzlenim ve idea düzeyinde henüz bilme sözkonusu değil, bu düzeyde henüz  bilmeye malzeme hazırlama sözkonusu.

  

   Bilmeye Malzeme Hazırlayanlar :

 

 1-İç duyu ve dış duyu

 2-Hayalgücü; izlenimleri idea olarak tekrar eden yeti.

 3-Bellek; geçmiş algılarımızı geri çağırma

 4-Zihin.

 

Peki ‘bilme’ ne? Ya da bu malzemeleri kim kullanıyor?

 

Bilme ya da bu malzemeleri kullanan yetiler:

1-Anlama yetisi

2-Akıl

3-Yargı gücünün işlemlerini gerektirir bilme.

 

İki çeşit bilme var:

1-Dolaysız bilme (pasiftir); duyuların ve belleğin tanıklığına sahip. Bilenin tanıklığına sahip olmak. Şu anda/zamanda ve mekanda tanık oluyorsun, belirli bir zamanda ve mekanda bildiğine tanık oluyorsun.

2-Dolaylı bilme; akıl yürütmeyle bilme. Bu bilmede duyuların ve belleğin tanıklığının ötesine geçiliyor.

  a) İdea ilişkileri (demostratif akıl yürütme);tanıtlama yoluyla bilme.

  b) Olgu sorunları (moral akıl yürütme); neden-etki ilişkisi sözkonusu.

         /              \

İspat                İhtimal

                       /           \

       Rastlantı ihtimali    Sebepler ihtimali         

 

     TECRÜBE – DENEY FARKI :

 

 Tecrübe edinme, deneyler edinmedir. Tecrübe edinen neden- etki halinde o şeyi görmüştür. Şeyin deneyinin olmaması; neden –etki halinde o şeyin görmemesidir. Tecrübe o andaki zaman ve mekana ait. Akıl yürütme, tecrübelerden yararlanarak o andaki zaman ve mekanın dışında olanları bilmeye çalışmaktadır.

 İdea ilişkileri:

Zamanda ve mekanda değil, zihinsel olarak kuruluyor. Belli bir zaman ve mekanda olmadıklarından her zaman kesindirler. Demostrasyon yoluyla bilme, kesin olarak bilmeyle aynı şey.

 Örneğin; ‘bir dik üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir’. Burada neden- sonuç ilişkisi var.

  Olgu sorunları:

 Burada ileri sürülen bilgi, idea ilişkilerindeki kadar kesin değil ama ona çok yakın. Buradaki bilgi kesin değil; olasılıklı ama olasılığı çok yüksek.

 Örneğin; ‘yarın güneş doğacak’ bunu moral akıl yürütme ile bilebiliyoruz.

 Moral akıl yürütmenin de, demostratif akıl yürütmenin ortaya koyduğu bilgi gibi, gerçeğin o andaki ve mekandaki durumu değil ama o gerçeğe ait ve ona çok yakın.

 Moral akıl yürütmenin ortaya koyduğu bilginin yanlış olma durumu/olasılığı var. Örneğin, ‘yarın güneş doğmayabilir’ gibi tam tersi de söylenebilir. Bunu söylemek mantıksal açıdan da bir çelişki yaratmaz. Bunu üçgenin iç açıları için söylediğimiz de ise bir çelişme yaratır. ‘Üçgenin iç açılarının toplamı 180 derece değildir’ diyemeyiz. Yani idea ilişkilerinde, demostratif akıl yürütmenin ortaya koyduğu bilginin, tersinin olanaksızlığı sözkonusu.

 Olgu sorunları, gerçek varolmayla ilgili ama duyuların ve belleğin tanıklığına sahip değiller.

 Bir olgu sorununun bilinmesi ancak neden- etki bağlantısının kurulması ile olur. Neden- etki bağlantılarını ancak tecrübe ile bilebiliriz. Tecrübe edindikçe, tecrübesini edindiğimiz şeyin benzer durumlarını da bilebiliriz. Tecrübemize dayanarak, geleceğe ait sonuçlar çıkarabiliriz. Bu da geleceğin, geçmişe uygun olacağı sayıltısına dayanır.

 Biz ‘yarın güneş doğacak’ çıkarımını akılla bilmiyoruz. Akılla bilseydik, bu demostratif akıl yürütme olup tecrübeye gerek kalmazdı. O halde geriye sadece tecrübe kalıyor. Güneşin yarın doğacağını biz tecrübe ile biliyoruz.

 

              Neden/etki – Sebep/sonuç :

 

 Hume’a göre, doğadaki neden-etki ile mantıktaki sebep-sonuç karıştırılıyor. Doğa olanı veriyor, geleceği değil. Geleceğin bilgisini biz, moral akıl yürütmeyle elde ediyoruz.

 Mantıktaki sebep-sonuç; olanı da olacak olanı da veriyor. Bunların hepsi bizden geliyor. Oysa neden-etki olayı doğada.

 ‘İnsanlar bir olayın oluşumunu, birçok kez gördüğünde aynı olayın, aynı şartlar altında geliştiğinde yine aynı sonucun olacağını akıl yürütmeyle bilemez. Akıl yürütmeyle bilseydik, Şu nedenin şu sonucu çıkardığını hiç görmeden de yani ilk defasında da bilirdik. O halde biz bunu, alışkanlıkla biliyoruz. Birçok kez, şu nedenin şu sonucu ortaya çıkardığını görüyoruz ve bu bizde bir alışkanlık yaratıyor. Daha sonraki durumları biz bu alışkanlık sayesinde biliyoruz.

 Nedeni gördüğümüzde sonucu bekleme bizde doğuştan içgüdüsel olarak var ama biz bunu akıl yürütme ile bildiğimizi sanıyoruz. Birçok kez o şeyin izlenimine sahip olduktan sonra bizde alışkanlık oluşuyor ve bu alışkanlık sayesinde de o şeyin sonucunun gelecekte de aynı olacağını biliyoruz.

 Bir olayı birden çok gördüğümüzde, bizde nedensellik ilişkisi kuruluyor. Tecrübeyi deneylerle, nedensellik ilişkisini ise alışkanlıklarla ediniyoruz.

 Hume’un tüm derdi; geleceğin, geçmişe uygun olacağı sayıltısına nasıl varıyoruz? Bunu ne akıl yürütmeyle ne de tecrübe ile bilmiyoruz. Mantıksal bir zorunluluğa varıyoruz. Oysa gelecekte mantıksal zorunluluk yok. Biz güneşin her sabah doğacağını ne akıl yürütmeyle ne de tecrübeyle bilmiyoruz sadece alışkanlıkla biliyoruz.

 Güneş yüz kere, bin kere doğuyor ama yarın da doğacağım demiyor. Bizde böyle bir izlenim olmadığı halde biz bir çıkarım yaparak güneşin yarın da doğacağını söylüyoruz. Alışkanlıktan dolayı öyle olacağına inanıyoruz.

 Nedenden etkiye geçiş, alışkanlık yoluyladır. Bu durum sadece insanda değil diğer canlılarda da sözkonusu.

 Doğa bu işi, nedenden etkiye geçişi akıl yürütmeye bırakmamıştır. Çünkü akıl bunu başaramazdı. Doğa bu işi alışkanlığa bırakarak işi sağlama almıştır. Aksi halde akıl yürütmeyle olsaydı; her yapıp etmemiz için akıl yürütecektik.

 En temelde şeyleri bilme yetimiz hayal gücüdür. Hayalgücü, basit ideaları hem birleştirip hem de ayırarak bilmemizi sağlıyor. Bunu da alışkanlık sayesinde biliyoruz.

 Locke, Berkeley ve Hume’un her üçünün de hareket noktaları aynı; ‘bir şey algı konusu/nesnesi olmadan bilgi konusu olamaz’.

 Hume’a göre sadece algıladıklarımızı bilseydik, bir önümüzdekini bir de belleğimizde olanları bilirdik. Oysa algının ötesine de gidiyoruz. Algıladığımızdan fazlasını biliyoruz. Berkeley, algılamada duruyor, ona göre her şey; ‘idea’. Oysa Hume, ‘evet algıladıklarımız var ama algılamadıklarımız da var’  diyerek algıların ötesine geçiyor. Biz nesnelere bir şey katıyoruz da biliyoruz. Bu kattığımız şey ise alışkanlık. Hume’da apriori; edinilmemiş tecrübeden sonuç çıkarmak.