Posts Tagged ‘Comte’

SOSYOLOJİ TARİHİ-5

Salı, Ekim 20th, 2009

 MAX WEBER :

 

 Çağdaş toplumsal düşüncede özellikle Amerika’da, toplumbilimlerin gelişimi üzerinde derin etkiler bırakmıştır.

 Ekonomi ve Toplum’ adlı eserinde toplumbilimin konusunu, yöntemini, işlevini incelemiştir.

 Weber’e göre, sosyolojinin nesnel olabilmesi için her şeyden önce değer yargılarından arınmış olması gerekir. Toplumbilimcinin, toplumsal ve siyasi amaçlar güdebileceğini kabul eder. Ancak araştırma sırasında bunlardan sıyrılması gerektiğini vurgular.

 Bu yaklaşımla Weber, gerçekte varolanla, olması gereken arasında yeterince ayrım gözetmeyen; Comte ve Marx’ı değer yargılı bulmuştur.

 Yine Weber’e göre, toplumbilim aynı zamanda genelleştirici bilimdir. Buradan hareketle toplumbilim ile onun önemli bir veri kaynağı olan tarih arasında kesin bir ayrım gözetmiştir.

 Ona göre, bireylerin toplumsal eylemi, toplumbilimin konusunu oluşturur.            Toplumbilimin amacı; toplumsal davranışları açıkça anlamak ve bunların oluşumu ve sonuçlarını nedensel olarak açıklamaktır.

 Bu toplumsal eylem, güdülerle açıklanabileceğine göre bu güdüler niteliğini ve işleyişini araştırmak toplumbilimin görevidir. Öte yandan bireyin eylem güdülerini başkalarının güdü ve eylemleriyle karşılarak etkileşir. Böylece toplumsal ilişkiler düzeyi başlar.

 Bu ilişkilerin tekrarlanarak düzenlilik kazanmasıyla, kurumlaşmasıyla, toplumsal oluşumlara ve toplumsal düzene ulaşılır. Toplumbilim, bu düzenlilikler temeli üzerinde yasalarını geliştirir. O halde bir toplumbilim yasası, toplumsal düzenlilikleri dile getiren genelliklerdir.

 Buna göre toplumbilimin son görevi; toplumsal oluşumların genel tiplerine dayanarak, toplumsal yaşamda yinelenen düzenlilikleri bulmak ve toplumsal oluşumların karşılıklı etkileşimini yöneten yasalara varmaktır.

 Weber’de ‘ideal tip’ kavramı vardır. Bu olması gerekenle ilişkili bir kavram değildir. Tersine, mantıksal bir anlamı olan zihinsel bir kuruluşu dile getirir.

 İdeal tip, toplumsal oluşun ana ögelerini soyutlayıp vurgulayarak gerçeğe bir düzen vermek amacındadır. Kısaca, ideal tipler bir toplumsal oluşumun en belirgin ve genel niteliklerine dayanarak varılan soylu biçimlerdir. Hemen her somut tarihsel ve toplumsal olay, çeşitli ideal tiplerden pay almış karmaşık bir yapıdır.

 Örneğin belli bir tarihsel olay taşıdığı özellikler itibariyle aynı zamanda feodal düzen, bürokrasi ve karizma gibi ayrı ideal tiplerin bir karışımı olabilir.

 Toplumbilimin görevi, karmaşık toplumsal olaylarda neyin hangi tipe ait olduğunu ayırt ederek bu soyut tipleri kurmaktır.

 Örneğin, insanlar arasında kurumlaşmış ilişki olan ve tarih boyunca çeşitlilikler gösteren egemenlik ilişkisi, ari biçimiyle çözümlendiğinde üç ideal tip içinde ele alınabilir:

1-Dayanağını süregelen düzen ve geleneklerde bulan gelenekçi egemenler.

2-Kaynağını egemenin varsayılan üstün veya kutsal niteliklerinden alan karizmatik egemenlik.

3-Nesnel kurallar sistemine dayanan yasal egemenlik tipleridir.

 

 Şimdi Weber, olgular arasındaki ilişkiyi nasıl ele alıyor ona bakalım:

 Toplumsal yapıyı eşdeğer ögeler arasındaki ilişkilerin bir işlevi sayan Weber, örneğin “Protestan ahlakı ve Kapitalist Anlayış” adlı eserinde, din ile ekonomik sistem gibi iki toplumsal olgu arasındaki işlevsel ilişkiyi şöyle incelemiştir:

 Weber’e göre özgür emeğin rasyonel örgütlenmesi biçiminde tanımlanabilecek olan kapitalizmin doğuşunu rasyonel anlayışta aramak gerekir.

 İşte bu rasyonel anlayışı yaratan protestanlık olmuştur. Weber’e göre, her ekonomik sistem gibi çağdaş kapitalizm de belli insan niteliklerinden, belli ilişki biçimlerinden kaynaklanır. Kapitalizmin dayandığı nitelikse rasyonel anlayıştır. Ancak bu anlayış yaygınlaştıktan sonradır ki, kapitalist sistem geçerlik kazanır.

 Bu anlayışın başlıca ögeleri, günlük meslek uğraşılarının değerli bir yaşam içeriği sayılması, dünya başarısının özellikle ekonomik başarının onurlandırılması, öte yandan rasyonel iş yöntemlerinin geliştirilmesidir.

 Her din, ekonomik ve toplumsal ahlak geliştirir. İşte kapitalizmin önkoşulu olan rasyonel anlayış Batı ve orta Avrupa’da protestanlıkla birlikte doğmuş ve başlangıçta, ekonomik kurallarla ilişkisiz bir kaynaktan gelmiştir.

 İnsanın bu dünyadaki başarısını küçümseyen katolik teologların ahlak ilkelerine karşı çıkan Luter ve Calvin gibi protestan reformcular, insanın dünyaya karşı durumunu değiştiren yeni bir öğreti geliştirmişlerdir.

 Her şeyden önce insanın çalışma ve iş ilişkileri konusunda yeni bir ahlak anlayışı getiren protestanlık mesleki uğraşıları kutsayarak bu dünyadaki başarıyı tanrısal değerlendirmenin temel ölçüsü saymıştır.

 İşte dinsel çerçeve içinde beliren bu ahlak değerlerinin yaygınlaşmasıyla kapitalist ekonominin önkoşulu olan rasyonel anlayış doğmuştur.

 Görüldüğü gibi toplumsal yapıyı eşdeğer ögelerin bir işlevi sayan Weber, belirleyici ögenin bağlamdan bağlama değişebileceği kanısındadır.

 

 Sınıf görüşü; Weber, sınıfları karakterlerine göre üç gruba ayırmaktadır:

 1-Toplumsal sınıflar

 2-Sosyal sınıflar hiyerarşisi

 3-Siyasal iktidar hiyerarşisi

 

 Toplumsal sınıflar:

 Weber, sosyal sınıfların temelde ekonomiye bağlı olarak meydana geldiklerini kabul etmektedir. Ona göre, herkesin sıfını sermaye gibi sahip olduğu bireysel imkanlar tayin eder. Bu değişkenlerin bileşkesi durumunda ekonomik ürünlerden faydalanmak bakımından kişiler arası farklılıklar vardır.

 Bir sosyal sınıf aynı durumda olan bireylerden meydana gelir. Ancak bireylerin aynı durumda olduklarının bilincine varmaları gerekir.

 Sermaye, bir yerde sınıfları yapan unsurdur. Sosyal eşitsizliklerin doğmasını, bir yerde bu unsur sağlar.

 Sınıflar arasında farklılıkları doğuran şey, mülkiyetin şekline ve piyasaya sürülen mala bağlıdır. Weber, sınıfların varlığını kabul etmekle birlikte hangi sınıfların bulunduğunu açık bir şekilde belirtmemiştir. Yine işçi sınıfını kabul etmekle birlikte bunların yapmış oldukları iş ve almış oldukları ücret itibariyle büyük farklılıklar gösterdiğini kabul etmiştir.

 Mülkiyet ve eğitim nedeniyle imtiyazlı durumda olanları yönetici sınıfları olarak kabul etmiştir. Aydınları da bir sınıf olarak görmekte ve özel mülkiyet araçlarına sahip olmamalarına rağmen “aydınlar bağımsızdır” demektedir.

 Weber’e göre, sınıflar arasında çatışma da vardır. Ancak bu çatışma, çoğul durumdadır. Yani tüm sınıfların birbiriyle çatışması sözkonusudur.

 Burjuvazi, bürokrasi ve işçi sınıfı birbiriyle çatışmaktadır. Weber’e göre asıl çatışma sermayeyi elinde bulunduran burjuvazi ile işçi sınıfı arasında değil, bürokratlarla işçi sınıfı arasındadır.

 Weber’e göre bilinç yoksa sınıf teşekkül etmemiştir. Çünkü, bilinç yoksa kadercilik vardır. Kaderciliğin ortadan kalkması sınıf bilincinin doğmasına bağlıdır.

 

 Sosyal sınıflar hiyerarşisi:

 

 Weber’e göre sosyal statü, toplumsal itibar hiyerarşisinde önemli bir yeri ifade eder. Ona göre, statüyü belirleyen en geniş anlamıyla, insanların eğitim ve yaşama biçimleridir.

 Statü grubu ile gelir grubu aynı şey değildir. İnsanların fazla gelir sahibi olmaları onların statülerini yukarıda gösterir.

 Weber’e göre modayı belirleyenler belli bir statü grubudur. Ancak aynı modayı taklit edenler aynı sosyal statü grubuna girmezler.

 Ona göre herkes kendi statüsünde olanla evlenebilir ve belli yerlerde çalışabilmek için de belli bir statü grubundan olmak gerekir.

 Bazı sosyal statüler, etnik özellikler gösterir. Mesela, ABD’de en yüksek statüye sahip olanlar sırasıyla; Anglo-Saksonlar sonra İtalyanlar, Portekizliler, Meksikalılar ve en altta zenciler bulunmaktadır. Weber, bu durumu göç olayına bağlıyor.

 Sosyal statü ve sınıflar arasında herhangi bir ilişki var mıdır?

 Sorusuna aynı sınıftan olan kişiler aynı aynı statüden sayılabilirler. Ancak sosyal statü zaman zaman sınıftan daha önemli olabilir. Mesela, bir zenci işadamı ile bir İngiliz işadamı, aynı gelire sahip olsalar bile İngiliz işadamı statü itibariyle daha itibarlıdır.

 Sosyal sınıflar hiyerarşisi her yerde aynı mıdır?

 Sorusuna Weber, “aynı değil” diye cevap verir. Mesela Batı toplumlarında el emeğine dayanan işçiler sosyal sınıf statüsünde alt sıraları işgal ederken, kafa işçiliği ise dah üst sıraları teşekkül eder.

 Rusya’da ise el emeği Batıya göre daha önemli kabul edilir. Osmanlılarda da ticaretle uğraşanlar alt statüde kabul edilirlerdi.

 Weber’e göre üç tür sosyal sınıf vardır:

 1-Sermayeyi elinde bulunduran; ‘burjuvazi’.

 2-Yönetimi elinde bulunduran; ‘bürokratlar’.

 3-Ürün ortaya koyan; ‘işçiler’.

    Her sınıf içinde statü farkları da vardır.

 Sosyal iktidar hiyerarşisi:

 Weber’e göre siyasal iktidarlar, isteklerini zorla da olsa kabul ettirebilme gücüne sahiptirler. İktidarın kaynağında ekonominin büyülü rolü vardır. Ancak siyasal iktidarın kaynağı sadece para değildir.

 Siyasal iktidarlar; üyelerine maddi avantaj ve sosyal prestij sağlamak amacıyla bir yöneticiler grubunu iktidara getirmek için kurulmuş siyasi derneklerdir. Weber’e göre partiler sınıf partisi olabileceği gibi olmayabilir de.

 

 KARL MARX ( 1818 – 1883 ) :

 

 Sonradan Protestanlığı kabul etmiş, Yahudi kökenli Alman bir avukatın oğludur. Çok iyi öğrenim görmüş; tarih, felsefe ve hukuk eğitimi almıştır.

 Hegel’in tesiri altında kalmış, ilk tezini Epiküros üzerine vermiş daha sonra da gazeteciliğe başlamıştır.

 1844 de Engels ile tanışmış ve öğretilerini de bu tarihten sonra daha fazla geliştirmiştir.

 Yetişmesi, yolculukları, dostlukları onu üç düşünce akımının kavşağına getirmiştir:

 Bunlar; Alman felsefesi, Fransız sosyolojisi ve İngiliz ekonomi bilimidir. Bunların etkisi ve sentez çabası ile Marx, kendi öğretisiyle ‘bilimsel sosyalizm’in başladığı görüşündedir.

 Ona göre insan, sadece düşünen varlık değil aynı zamanda eylemde bulunan (praxis) bir varlıktır. Çalışmalarının başlangıcında, insanın faaliyet alanının ekonomi olduğunu, bunun aynı zamanda filozofların da faaliyet alanı olduğunu söyler.

 Diyalektik sayesinde ekonomiyi somut bir felsefe olarak ele aldı. Marxsizm hem bir ideoloji hem de bir analiz metodu kurdu.

 Marxist öğretinin birbirine derinden bağlı üç ana yönü vardır:

 1-Felsefe, 2-Tarih felsefesi, 3-İktisat kuramı.

 

 Marxizmin Felsefesi:

 

 Felsefesi, “diyalektik materyalizm”dir. Marx, her gerçeği maddi sayan ve ruhun, zihnin, kutsal varlıkların ayrı gerçekler olduğunu reddeder.

 Bu konuda klasik maddecilikten (Demokritos, Epiküros vs.) hareket eder. Ancak klasik maddeciliğin durağan olmasına karşılık, Marx’ın ki, dinamiktir. Marx, evreni sürekli bir oluşum halinde görür. Bu görüşünü açıklamak için, Hegel’in; tez, antitez, sentez diyalektiğini kullanır.

 Dünyanın gelişmesini, kimi anlarda zamanla birikmiş belli belirsiz nicel değişmelerin ortaya koyduğu gerilimle ve denge bozukluklarıyla kaçınılmaz biçimde meydana gelen nitel sıçramalarla yani devrimlerle açıklar. Her devrimi yeni ve geçici bir denge izler. Ancak bu denge zamanla, kendi iç çatışmalarını doğurur ve sonuçta yeni bir nitel sıçramaya sebep olur.

 Hegel diyalektiği, idenin tabiatta kendini gerçekleştirmesini göstermek için kullandığı halde Marx, diyalektikten sadece maddi bir evreni otrtaya koymak için yararlanmıştır.

 Marx’a göre, “Hegel’in diyalektiği, başı üzerinde yürümektedir. Bu diyalektiğin akla uygun olabilmesi için, onun ayaklarını yere bastırmak gerekir”, der.

 

 Marx’ın Tarih Felsefesi:

 

 Kendi diyalektik materyalist felsefesinden türemiştir. Ona göre, her tarihi olay, bütün iktisadi üst yapı etkenlerinin tesiri ve tepkisinin bir sonucudur. Toplum bu etkenlerin zoruyla sonunda kendi yolunu bulur.

 Marx’a göre tarih; yani insanların geçmişini ve bugününü belirleyen, sömüren sınıflar ile sömürülen sınıflar arasındaki mücadeledir.

 Bu mücadele sonunda bitecektir. Çünkü, proleterya kendini sömüren sınıftan yani burjuvaziden kurtulabilmek için aynı zamanda toplumu, insanın insanı sömürmesinden ve sınıf mücadelesinden kesinlikle kurtarabilmek için, kendi iktidarını kuracaktır.

 Marx’a göre bu yine sınıf mücadelesinden doğan bir sınıf mücadelesidir. Proleterya, kapitalizmi yıkarak hakkını gaspedenlerden, gaspederek alacaktır.

 Toplumların gelişme yönünü, olayları gözlemleyerek bilimsel yoldan belirlemek isteyen Marx, proleteryanın zaferiyle kurulacak olan sınıfsız toplumun (komünizm) yapısı hakkında berrak açıklamalarda bulunmaktan kaçınmıştır. Sadece sömürülmekten kurtulan insanın, kendi faaliyetine düşen gerçek paya hak kazanacağını ve kendi üretiminin tam karşılığını alabileceğini dolayısıyla da toplumun, insanın insanı sömürmesinden büsbütün kurtulacağını ileri sürer.

 

 Marx’ın ekonomi kuramı:

 

 Kapitalist ekonomiyi eleştirmek bir yerde Marx’a, bir ekonomi teorisi geliştirmek fırsatı vermiştir. Bu kuram, işçi sınıfını kurtaracak mücadelenin sürecini bilimsel yoldan açıklamak içindir.

 Marx’ın, iktisat teorisinin temellerini; “sermaye, değer, emek ve artı değer” kavramlarına verdiği anlamlar oluşturur.

 Sermaye; yalnız sahiplerinin dışında başkaları tarafından işletilen üretim ve mübadele araçlarıdır.

 Bu araçların sahibince, işçilere emekleri karşılığında ödenen ücret toplamı, o malın değerini oluşturmaktadır. Bu fiyata bir de ‘kâr’ eklenmektedir.

 İşte bu kâr, ‘artı değer’i oluşturmaktadır.

 Marx’a göre kapitalist üretim biçimi, üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalistlerle, emeğini kapitalistler için kullanan proleteryayı karşı karşıya getirmiştir. Bütün çelişki bu durumdan kaynaklanmaktadır. Müteşebbis, artı değerin büyük bir kısmını, yeni bir artı değer alabilmek için kullanır.

 Ona göre, artı değerin yeniden sermaye haline dönüştürülmesi, sermaye birikimini ve eşitsizliği meydana getiren en önemli olaydır.

 Başlangıçta, çok sayıda yeni el emeğine iş alanı sağlayan kapitalist birikim daha sonra işsizlerin, yoksulların, sınıf dışı kalmış işçilerin meydana gelmesiyle nispi bir nüfus farklılığına yol açmıştır. Bu da sınıflar arası farklılıkları daha da fazlalaştırmaktadır.

 Marx’a göre iktisadi krizler, sermaye birikiminin bir sonucu olmaktadır. Bu krizler üretici kesiminin yeni olanaklarıyla tüketicilerin azalan satın alma gücü arasındaki oransızlıktan meydana gelir ve küçük üreticileri iflasa sürükleyerek onların da proleterleşmesine yol açar.

 Kapitalizmin başka bir iç çelişkisi de üretim ve mübadele araçlarının özel mülkiyette toplanması, üretim sürecinin toplumsal niteliğine aykırı olacaktır. Diğer kuruluşlarda onbinlerce işçiyi bir araya getirmekle kapitalist rejim, üretim sürecine toplumsal bir nitelik verecektir. Bu da üretim ve mübadele araçlarının ister istemez kolektif mülkiyet konusu haline getirecektir.

 Şiddetli bir ekonomik kriz anındaki, genel grev ve eylemler işçi sınıfının devlet yönetimini ele geçirmesine olanak sağlayacaktır.

 Marx’a göre devrimle birlikte proleterya sermayeyi tümüyle burjuvazinin elinden alacak, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplayacaktır.

 Tek hakim sınıf olarak örgütlenmiş olan proleterya, devlete de hakim olacaktır.

 Marxist teoeriye göre, bu çeşit bir kolektifleşme hemen hemen bütün ekonomik faaliyetler birkaç büyük anonim şirketin elinde olduğundan dolayı kolayca gerçekleşecektir.

 

 Marx’ın sosyal sınıflara dair görüşleri:

 

 İlk bilimsel sınıf görüşü Marxist görüşle kurulmuştur. Ancak Marx, sanıldığının aksine sınıf konusunda çok açık değildir. Üstelik sınıf görüşünde zaman zaman çelişkiler de görülmektedir. Bu görüşler çerçevesinde İki Marx’tan sözetmek mümkündür; ‘tarihçi Marx’ ve ‘teorici Marx’.

 Tarihçi Marx, toplumları incelerken, pek çok sınıfın varlığından sözeder.

 Teorisyen Marx ise iki sınıf üzerinde durur; kapitalist sınıf ve proleterya.

 Marx’a göre insanın sınıfını, mesleği, geliri veya sınıf bilinci değil bu durumu tayin eden düşüncenin olmasıdır.(Bu görüş materyalizmle çelişmektedir) Belirli durumda olan kişiler yavaş yavaş içinde bulundukları durumda ortam nedeniyle belirli tarzda düşünmeye başlarlar. Eğer bir sınıfta, sınıf bilinci doğuyorsa, bu da o sınıfa bağlı kişilerin belirli koşulların etkisinde kalmalarındandır.

 

Marx, yapmış olduğu tarih incelemeleri neticesinde, toplumların genellikle beş açşamalı bir gelişme gösterdiğini belirtmiştir. Bunlar sırasıyla:

 “İlkel-komünal toplum, antik-köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve gerçekleşecek olan, komünist toplum”.

 

 Fiyat = ücret + masraf + kâr (artı değer)

 

 Marx, “fiyat, ücret ve masrafın toplamına eşit olsaydı, sınıf olmazdı”, der. Bir şeyin fiyatını belirlerken, o şey için yapmış olduğumuz masrafa ve işçiye emeği karşısında ödenen ücrete bir de kâr eklenmektedir. Bu kârı yani artı değeri, işçi emeğiyle yaratır ama cebine indiren patron olur.

 İşte bu durum, sınıfların meydan gelmesinde en önemli etkendir.

 

 Marx’a göre devrimin gerçekleşmesi:

 

 Kapitalizm ilerledikçe ve güçlendikçe rekabet piyasası da büyümektedir. Bu piyasa içinde büyük ve küçük işletmeler vardır. Ancak rekabet piyasasında, serbest rekabet şartları olmadığı için küçük işletmeler zor durumda kalırlar. Rekabetin daha da artmasıyla küçük işletmeler, işyerlerini kapatarak başka bir sermayedarın hizmetinde çalışmaya başlarlar. Yani proleterleşirler.

 Sermaye birikiminin hızlanması sonucu, işçi sınıfı genişlerken, sermayedar sınıfı daralmaya başlar.

 Marx, ihtilalin sebebleri üzerinde dururken, en önemli nedenlerden birinin, sermayedar sınıfının zenginleşmesi, işçi sınıfının ise fakirleşmesi olduğunu söyler.

 Arz ve talep kanunlarından dolayı, işçiler çoğalır ve bu yüzden de ücretler düşer. Sonunda devamlı fakirleşen işçi sınıfında patlama olur ve devrim gerçekleşir.

 

 Marx, ideolojilerle sınıflar arasında ilişkiler görmüştür:

 

 Ona göre her sınıfın bir ideolojisi vardır. Örneğin, feodal düzenin hakim sınıfı; ‘toprak burjuvazisi’nin ideolojisi; ‘muhafazakarlık’tır.

 Kapitalist sınıfın ideolojisi; ‘liberalizm’, işçi sınıfının ki ise ‘sosyalizm’dir.

 Bir ülkede hakim sınıf hangisi ise onun ideolojisi hakimdir.

 

  İdeolojik oluşum (alt yapı ve üst yapı):

 

 Ortam (toplumsal çevre) à Kişi (belli bir nedenle incelemeler, araştırmalar, buluşlar) à İdeoloji àPropaganda àToplum / sınıf  àEylem à Ortam (toplumsal çevre) àKişi à Geliştirilmiş ideoloji…

 

 Bir ideoloji toplumun ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa, toplum tarafından benimsenir. Bu benimsenme bir bilinçlenmeye yol açar. Toplumun bilinçlenmesiyle de eylem meydana gelir. Eylemle sosyal ortam değiştirilmeye başlanır. İkinci safhada toplumsal sınıfın kişiyi etkileyen faktörleri, belirli nedenler sonucunda, toplumsal bir çözüm bir ideoloji meydana getirmesine yol açar. Bu durum propaganda yoluyla topluma aktarılır ve bilinçlenmenin sonucunda eylem meydana gelir.

 Şartlar değiştiğinde, ideolojide de değişiklik yapmak gerekir. Aksi halde ideolojiler yok olup giderler. İdeolojide yapılan değişiklikler bir helezon şeklinde devam eder gider.

 

 Marxizmin eleştirisi:

 

 Marx, işçi sınıfı ile burjuva arasında kalan sınıfı ihmal etmiştir. ‘Orta sınıf’ olarak nitelendirilen sınıf, Marx’da gereği gibi incelenmemiştir.

 Örneğin, doktorlar kendi artı değerini kendileri yaratmakta ve kendileri almaktadır.

 Yine çağdaş marxistlerin, küçük burjuva olarak niteledikleri memurlar ve bürokratların sermayedar sınıfa mı yoksa işçi sınıfına mı sokulacakları belli değildir.

 

 Marx’ın sınıf görüşünün sistemleştirilmesi:

 

 Sınıf ayrımının temeli, üretim araçlarının mülkiyet biçimidir. Yani özel mülkiyet sınıf ayrımının temelini oluşturmaktadır. Aynı zamanda özel mülkiyet işbölümüne neden olmaktadır. Kısaca:

 İşbölümü + özel mülkiyet = sınıf ayrımı.

 

 İlkel komünal toplumlarda, işbölümü ve özel mülkiyet olmadığı için, ilkel komünist / sınıfsız toplumlardır.

 Toplumsal işbölümünün başlaması ve yaygınlaşması ile özel mülkiyet ortaya çıkmıştır. Özel mülkiyet de sınıflara yol açmıştır.

 Toplumsal evrim çelişenlerin çatışmasıyla olmaktadır. Örneğin, antik- köleci toplumda; köle ve efendisi, feodal toplumda; derebeyi ve serfler, kapitalist toplumda; işçi ve sermayedar sürekli çatışmaktadır. Toplumların tarihi, bu çatışmaların tarihidir.

 Yeni bir sınıf oluştuğu zaman bir önceki sınıf ortadan kalkmaz, gitgide önemini kaybederek devam eder.

 

 Marx’a göre sosyal tabakalar:

 

 Marx, çok açık olmamakla beraber sınıfların içinde bir takım tabakaların da bulunabileceğini söylemiştir. Ana çatışma sınıflar arası olmakla birlikte ikinci dereceden sınıf içi çeşitli tabakaların birbiriyle çatışan menfaatleri olabilir.

 Örneğin, burjuvazi içinde; endüstriyel burjuvazi, ticari burjuvazi, toprak burjuvazisi gibi tabakalar vardır. Zaman zaman bunların menfaatleri birbiriyle çatışır. Yine işçi sınıfı içinde; kafa işçisi, kol işçisi. Kol işçileri içinde teknisyenler, ustabaşılar gibi sınıf içi tabaka mücadeleleri görülebilir.

   Her sınıf, diğer sınıfla yapmış olduğu mücadele de sınıfın kendi içindeki tabakalar arasındaki çatışmadan yararlanmaya çalışır.

 

 Weber ve Marx’ın karşılaştırması:

 

 1-Marx konulara makrososyoloji, Weber ise mikrososyoloji açıdan bakar.

 2-Marx; topluma, toplumlara önem verir, Weber ise birey ve gruplara.

 3-Marx’a göre ekonomik koşullar üretim araçlarının mülkiyetine bağlıdır. Weber ise ekonomik koşullara önem verir. Ancak mülkiyet konusunda bir açıklık getirmemiştir.

 4-Marx’a sosyal sınıfları doğuran bilinç değil kişilerin içinde bulundukları ortamdır. Yani üretim araçlarına sahip olup olmadıklarıdır.

 Weber’e göre ise sosyal sınıfları doğuran bilinçtir.

 5-Marx, sosyal farklılaşmada sınıflaşmayı ele alır. Hiyerarşik farklılıkları sosyal sınıflara bağlar.

 Weber ise hiyerarşiyi sınıflandırır.

 6-Marx, sınıf farkının ortadan kalkması için devrimi gerekli görür.

 Weber ise piyasa ekonomisinin olmadığı yerlerde sınıf farkının olmayacağını, piyasa ekonomisi süreceğine göre de sınıf farklılığının da olacağını ileri sürer.

 7-Marx’a göre, sınıflar arasında bir çatışma vardır. Ve bu çatışmada uzlaşma sözkonusu değildir.

 Weber’e göre ise sınıf çatışmasında uzlaşmalar olmaktadır. Bürokrasi işini iyi yaptığı sürece çatışmalar en aza inecektir.

 8-Marx devlete, Weber ise iktidara önem verir.

SOSYOLOJİYE GİRİŞ -3

Pazar, Eylül 27th, 2009

 

 Sosyal değişme:

 Hiçbir toplum statik değildir. Her toplumun devamlı bir dinamizmi ve değişim gösterdiği söylenebilir. Gerçi değişme, zamana göre toplumdan topluma değişir.

 Sosyal sistemler veya alt sistemlerin yapısı, fonksiyonu veya sürecinde bir zaman süreci içinde meydana gelen değişmelerdir.

 Sosyal değişme ile kültürel değişme farklı kavramlardır

 Sosyal değişme anlamlı ve bir ölçüde devamlı sosyal ilişkilerde bulunan kişilerin rollerindeki sosyal ilişkiler sistemindeki değişmedir

 

 Kültürel değişme:

 İnsanoğlunun sosyal hayat tarzını sürdürürken kendi ürettiği veya belirli bir anlam verdiği maddi ve manevi kültür öğelerindeki değişmelerdir.

 Kültürel değişmede bir diğeri ile etkileşimde bulunan faktörlerin bulunması şartı aranmaz.

 Sosyal değişmeye örnek, Amerikan toplumunda kadının rolünün değişmesi, Türk toplumunda ailenin değişmesi.

 Kültürel değişmeye örnek, TV setindeki buluşlar, yeni sanat formlarının ortaya çıkması vs.

 

 Sosyal değişme teorileri:

 Dört grupta toplanabilir; evrim teorileri, denge teorileri, çatışma ve devrevi teoriler.

 

 1-Evrim teorileri; özellikle 19. yy’da kuvvetli bir teoriydi. İlk evrimci teorilerin dayandığı temel sayıtlılar:

 a) Değişme, birikimli olmak eğilimindedir.

 b) Değişme beraberinde sosyal ve kültürel değişmeyi ve karmaşıklığı da getirir.

 c) Bu süreç sonunda uyum artar ve ilerleme sağlanır.

  İlk iki sayıtlı, çağdaş sosyologlarca da kabul edilmiştir. Ancak ilerlemeci anlayışın artık geçerliliği kalmamıştır.

 Levis H. Morgan’ın; vahşilik, barbarlık, medeniyet, Spencer’in; savaşçı toplumlar, dini toplumlar, endüstriyel toplumlar, Comte’un; teolojik, metafizik, pozitivist aşamaları evrimci anlayışın temel birkaç örneğidir.

 Bunlar, toplumların gittikçe ilerlediği görüşüne dayanan ‘etnocentrik’ nitelikte teorilerdir.

 

 Çağdaş teorileri etkilemiş iki evrimci teori:

 

 E. Durkheim’ın ‘mekanik dayanışma’dan ‘organik dayanışma’ya giden teorisi ve F. Tönnies’in ‘cemaatten cemiyete’ doğru giden teorisi.

 Durkheim, sosyal birliğin ilkel toplumların belirgin özelliği olan mekanik dayanışmadan, karmaşık toplumların özelliği olan organik dayanışmaya doğru bir değişim gösterdiğini ifade etmiştir. Ona göre bu değişme, teknolojik ilerlemeyi sağlarken toplum üyeleri arasındaki ilişki bağını zayıflatır. Bunun sebebi ise sosyal kurumlardaki farklılaşma ve uzmanlaşmadır.

 

 Mekanik dayanışma; Durkheim’a göre bu bir benzerlik dayanışmasıdır. Mekanik dayanışmanın hakim olduğu toplumun başta gelen özelliği; bireler arası farklılığın yok denecek kadar az olmasıdır. Aynı toplumun üyeleri olan bireyler, aynı duygulara, aynı değerlere ve aynı kutsal inançlara sahip oldukları için birbirlerine benzerler. Toplum tutarlıdır çünkü; bireyler arasında henüz farklılaşma başlamamıştır. Böyle bir toplumda, kişilik silinmiştir ve ceza hukuku geçerlidir.

 Organik dayanışma; bireylerin farklılaşmasından ve birbirlerine benzememesinden meydana gelen dayanışmadır. Bu dayanışmanın bulunduğu toplumda kişilik güçlenmiştir. Geri verdici/iadeli hukuk geçerlidir. Bu dayanışma, işbölümü konusunda uzmanlaşmış ileri toplumlarda görülür.

 

 Tönnies’in, ‘cemaat’, ‘cemiyet’  ayrımı da, Durkheim’in ‘dayanışma teorisi’ne benzer. Cemiyetlerin belirgin özellikleri olan, bireycilik ve sosyal güç için mücadele giderek kültürel çözülmeye yol açabilir. Çünkü toplumda sınıflanmış bağlar zayıflaşmış ve toplumsal bütünleşme ve duyarlılıkları azalmıştır.

 Durkheim ve Tönnies değişmenin, mutlak ve ilerici özellik taşıyacını kabul etmezler.

 Onlara göre değişme, spesifik olarak olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurur. 20.yy sosyologları; Durkheim ve Tönnies, yöntemlerini reddetmekle beraber evrimci teorileri giderek daha sert eleştirmektedirler. Bu sebeble de bu yüzyılda daha az evrimci teori göze çarpar.

 

 2-Denge teorileri; 1940 ve 1950’lerde özellikle Amerika’da önem kazanmış bir yaklaşımdır. Biyoloji ve mekanikten, sosyolojiye geçmiş olan ‘denge’ kavramı, sistemin bir unsurunda meydana gelen değişmelerin yeni unsuru yapı ile uzlaştıracak ve bütünleştirecek şekilde diğer unsurlarda da değişmeler yaratması şeklinde açıklanabilir.

 Bu teoriler grubunun en temel görüşleri, yapısal fonksiyonalistler tarafından ifade edilmiştir. Tahott Parsos en tanınmışlarından biridir.

 Yapısal fonksiyonalist Parsos’a göre toplum, sosyal dengeyi sağlamak için fonksiyon görecek şekilde birbiri ile bütünleşmiş ilişkili kısım veya yapılar, dizilerden oluşmuş bir sistemdir. Varlığını sürdürmek için her toplum, beş temel ihtiyacı karşılamak zorundadır.

 Bu ihtiyaçlar:

 1-Üye devri

 2-Üyelerin sosyalizasyonu

 3-Mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımı

 4-Düzenin korunması

 5-Grup eyleminde ortak amaca katılımı sağlayacak amaç.

 

  Bu ihtiyaçlar sonunda ortaya çıkan yapılar sosyal sistemde birbirini besleyen, destekleyen kurumlar olacaktır. Nitekim aile üye devrini sağlarken, sosyalizasyonu da yerine getirir.

 Sözkonusu fonksiyonların hepsi ilkel toplumlarda aile tarafından sağlanıyorken tarihi gelişme süreci içinde, yapısal farklılaşma ortaya çıkmıştır. Bu farklı yapıyı bütünleştirmek için kurumlarda evrimleşmiştir. Sosyal sistemlerin kurumsal bileşimleri birbirleri ile ilişkili oldukları için, bir kısımdaki değişmelere karşı uyum ve denge yönünden cevap verirler.

 Bu teori, çağdaş sosyolojide bir takım eleştirilere maruz kalmıştır. Sosyal değişme olgusunun önemini, dikkate almadığı ifade edilmektedir.

 Değişmenin sistemin içinde yer alması gerçeğinden daha çok, onun sistemin dışında oluşan yabancı bir unsur olarak kabul ettiği öne sürülmüştür. Yine bu teorinin muhafakar bir temele dayalı olduğu ve toplumdaki birliği ön plana çıkararak bir başka kaçınılmaz olduğu, çelişki ve çatışmaların değiştirici potansiyellerini görmezlikten geldiği belirtilmiştir.

 

 3-Çatışma teorileri; temelini Marxist teoriden alan çatışmacıların çoğu, sosyal gruplar arasında kıt kaynakları elde edebilmek için, yarışmanın kaçınılmaz olarak bölünme, karşıtlık ve çelişkileri doğuracağı görüşündedirler. Sosyal grup veya güçlerin sürekli mücadeleci değişimin itici gücünü oluşturur.

 Toplumun birbiriyle çatışan ögelerden oluşan bir bütün olduğu, her toplumun çatışmaya ve değişmeye her an konu olduğu, sosyal ögelerin her birinin toplumsal değişime katkıda bulunduğu, toplumların bazı üyelerinin diğer üyeler üzerinde zorlamalara dayandığı görüşleri, bu teorinin temel fikirlerini oluşturmaktadır.

 Çelişkiler iyi organize edilmelerine ve her zaman derin ve çalkantılı olmamalarına rağmen, sosyal gruplar arasında zaman zaman yeniden patlak vereceklerdir. Siyasi ve sosyal rejimler; birbiri adına gelirken, toplumsal gücü elinde bulunduranlar; diğerlerine kendi fikirlerini kabul ettirmek isterler.

 Bu süreçte, karşıt güçlerin oluşması ve egemen güce direnmesi ise kaçınılmazdır. Tabii olanların kontrolü ele geçirmeleri halinde, aynı süreç, yeniden tekrarlanacak şekilde, onlara karşı çıkacak güçlerden oluşmaya başlar.

 Çatışmacı modeller dengeden bahsetseler bile bu ahenkli ve işbirliğine dayanan bir denge değildir. Tersine, çatışmaların düzenlenmesi yoluyla sağlanmış bir dengedir. İşçi ve işveren ilişkilerini ve çıkarlarını dengeleyebilme amacına yönelik, bir sistem olan toplu pazarlar burada örnek sayılabilir.

 

 4-Devrevi (organizmacı)  teoriler; bunlar sosyal değişmede doğrusal eğilimleri kabul etmezler. Tersine, toplumların büyüme ve ölme devirleri geçirdikleri veya temel bir takım boyutlarda, ileri geri salınımlar geçirdikleri için de değiştiklerini kabul ederler.

 Bu teorilerin bir grubu, toplumu yaşayan organizmalara benzetmiş ve toplumların da organizmaların geçirdiklerine benzer süreçlerden geçtilerini ifade etmişlerdir.

 Toplumların değişme modellerini, organizmaların hayat aşamalarına bağlayarak, doğum, büyüme, olgunlaşma, yaşlılık şeklinde belirleyen bir kısım teoriler bu grup içinde sayılabilir.

 Organizmacı teorilere, Oswald Spengler ve Arnold Toynbee örnek verilebilir.

 

 Spengler’in “kültürlerin hayat düzenleri teorisi”:

 Spengler, kültürleri göreli olarak özerk ve birbirinden farklı sistemler olarak görür. Bu kültürlerin her biri kendi üslubuna ve kendine has bir yöne sahiptir. Yine bu kültürler, bireyler gibi büyüme ve çöküş aşamaları geçirirler. Herbiri çocukluk, gelişim, yaşlılık aşamalarına sahiptir. Medeniyet bu basamakların sonuncusuna karşılık gelmektedir.

 Bir kültürün hayat süresinin yaklaşık 1000 yıl olduğunu kabul eden Spengler, ‘Batının Çöküşü’ adlı eserinde 1.Dünya savaşı sonrasında bu karanlık dönemin Batı medeniyetinin çöküşünün başlangıcı olduğunu iddaa etmiştir.

 

 Toynbee, ‘Meydan okuma’ teorisi:

 Toynbee, “Bir tarih incelemesi” adlı eserinde medeniyetlerin, sosyal ve fiziki çevreden gelen meydan okumalara karşılık verme yoluyla ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Ona göre meydan okuma yetersiz ve karşı konulmaz düzeyde ise medeniyet denilen kültürel gelişkinlik seviyesine ulaşılmasını sağlayacak etkili kültürler ortaya çıkar.

 Örneğin, Eskimolar kuzeyin soğuk iklimi ve kıt kaynakları nedeniyle, Güney pasifik adalarının halkı ise bölgenin güzel havası ve bereketi sebebiyle gelişme gösterememişlerdir. Meydan okuma, ezici olmaksızın yeterli güçte olursa Nil nehri vadisinde olduğu gibi kültürler gelişirler.

 

 Sosyal kurumlar:

 Bir sosyal kurum hep birlikte koordine edilmiş ve örgütlenmiş göreli bir bütün oluşturan düşünceler, inançlar, gelenek-görenek ve davranışlarla maddi ögelerden kuruludur ve bir sürekliliği vardır.

 Aile, hukuk, ekonomi, eğitim, üniversite, parlemento, devlet gibi kurumların iki özelliği vardır:

 1-Organik ve göreli bir bütün oluşturması yani kurumların organları arasında organik bağlar bulunması.

 2-Göreli bir sürekliliği olması; bir kurumun onu oluşturan bireylerle karşılaştırılamayacak kadar büyük ölçüde daha uzundur ve yüzyıllar boyu sürebilir.

 Burada da süreklilikteki göreliliğin belirtilmesi, kurumların tarihin uzun dönemleri içinde, bazı önemli nitelik değişmelerinden veya bir evrimden geçtiklerini anlatmak içindir. Çok eşli bir ailenin yerini tek eşli ailenin alması, teokratik hukukun yerini laik hukukun alması vs.

 Sosyal kurum şöyle de tanımlanabilir; toplumun önemli ve temel bir ihtiyacı çevresinde kenetlenmiş ve bütünleşmiş değerler, normlar ve davranış kalıplarının bir örüntüsüdür.

 Kurum kavramını dar ve geniş anlamda ele almak mümkündür. Örneğin ilkokul, lise, üniversite dar anlamda birer kurumlardır. Fakat bunların hepsini göz önüne aldığımızda hepsinin bir bütünü geniş anlamda bir eğitim kurumunu oluşturduklarını görürüz.

 Bütün bu dar anlamdaki kurumların, eğitim kurumu içinde göreli de olsa bir uyum ve koodinasyon içinde bulundukları, ortak bir yaklaşım ve eğitim politikası işledikleri görülür. Bunun gibi herhangi bir toplumdaki mahkemeler, ceza hukuku, ticaret hukuku, medeni hukuk, hep dar anlamda kurumdur fakat hepsi birden, toplumun koordine edilmiş uyumlu hukuk kurumunu oluştururlar.

 Geniş anlamdaki her bir kurumun, dar anlamdaki kurumların uyumlu bir şekilde bir araya gelmesinden oluşması gibi, bu geniş anlamdaki kurumların kendileri de aralarında göreli bir uyum ve koordinasyon içinde bulunurlar ve bir toplum düzenini oluştururlar.

 Aile, hukuk, ekonomi, eğitim vs. hep birlikte belli bir toplum düzenini oluşturacak şekilde uyum ve koordinasyon içinde bulunurlar. Siyasal kurumlar toplumun üyelerinde davranış ve düşünce alışkanlıkları oluşturacak toplumsal düzeni sağlamaktadırlar.

 Sosyal kurumların işleyişi şöyle açıklanabilir:

 Her kurum; davranış kuralları, statüler, faaliyetler ya da eylemler bütünüdür.

 Davranış kuralları; resmi kurallar, yazılı kurallar (yasalar, yönetmelikler vs.) ve gayri resmi yazılı olmayan kurallar (gelenek, görenek, adet, ahlak vs.) her kurumda, her üyenin bir statüsü vardır.

 Faaliyetler de, beklenen faaliyetler (işpayı, rol) ve edimsel faaliyetler şeklinde ikiye ayrılır.

 

 Sosyal kontrol:

 Bir toplumdaki insanların nasıl olup da benzer sürekli kalıplaşmış biçimlerde davrandıklarını açıklamakta kullanılan bir kavramdır.

 Sosyal kontrol belli bir davranışı gerçekleştirme konusunda toplumun bireye etkisi etkisi ve baskısı olarak tanımlanabilir. Bu etki her toplumda bir takım karmaşık mekanizmalar çerçevesinde örgütlenen bir düzenle, kurallar, kurumlar, organlar, yöntemlerle sağlanır. Bu düzenin kaynağı ise değerler ve normlardır.

 Sosyal normlar ise insan davranışlarının kendilerine göre ölçüldüğü, değerlendirildiği, beğenildiği ya da kınandığı ölçü ve kurallardır.

 İnsanlar bazen herhangi bir karşılık bekledikleri ya da arzu ettikleri için değil de sırf normlara uymak için, belli şekilde davranırlar.

 Davranışları düzenlemeye yönelik ölçütlerin bulunmadığı ya da çözüldüğü durumlarda sosyal düzen bozulur çeşitli sosyal problemler ortaya çıkar.

 İster bütün toplumu ister bir bireyi ilgilendirsin normlar, ideal olanı doğru davranışı belirler ve bu doğruluk konusunda genelleştirilen bir nedene dayanırlar.

 Bu neden ya da doğruluk özelliği ise temelde geçerliliği grup ya da birey tarafından kabul edilmiş değerler üzerine kurulur. Ancak bir toplumdaki insanların hepsi belli bir davranış konusundaki idealar ya da normu kabul etseler bile o toplumdaki insanların bu norma tümüyle uymamaları da mümkündür.

 Normlar grup ve toplum içi ilişki ve tecrübeler sonucu öğrenilir Her toplum kendi normlarının üyelerini arttıracak şekilde resmi ya da gayri resmi mekanizmalar geliştirir. Normlara uygun davranışlar ceza ya da ödüllendirme yoluyla sağlanmaya çalışır. Bütün normlar toplum açısından aynı önem ya da anlamda olmadıkları için her birinin uygulanmasına yönelik yatırımlarda tür ve şiddet açısından değişik olabilir. Bu açıdan yapılan bir sınıflama, normların gelenek ve görenekler olarak sınıflandırılmasıdır.

 W. Sumner’ın “moros-folk ways” yani gelenekler, görenekler ayrımından esinlenerek yapılan bu sınıflamaya göre, gelenekler güçlü ve töresel yaptırımlara bağlanan ve toplumun varlığı açısından en önemli normlardır. Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın vs.

 Görenekler ise alışıla gelmiş ve uygun sayılan davranışları belirleyen fakat şiddetli yaptırımları içermeyen normlardır.

 Bir başka ayrımla normlar, töreler ve yasalar olmak üzere ikiye ayrılır. Töreler, biçimselleşmemiş toplumun bilinçaltına yerleşmiş örtülü ve yazısız kurallardır Yasalar ise uzun araştırmalar ve çalışmalar sonucunda ortaya çıkmış ve toplumda belirli kurumlar tarafından yaptırılan açık ve kesin normlardır.

 Değerler, belli durum ve koşullara bağlı kalmaksızın arzu edilen, yararlı görülen ve beğenilen şeyleri gösteren ölçülerdir. Sosyal değerlerde bir toplumun üyeleri tarafından paylaşılan toplumun iyiliği ve ihtiyaçlarının karşılanması açısından yararlı görülen ve duygularla yakından ilişkili bulunan iyi, doğru ve güzel ölçülerdir.

 Değerler, davranışlara yön verdikleri ve bir toplumdaki insanlarda ortaklaşa benimsendikleri için davranışlarda benzerliğe ve kalıplaşmaya yardım ederler. Ancak değerlerden davranışlara yönelen bu etki dolaysız değil, normların aracılığıyla olur. Normlar belirli koşullar içinde bireylerin neler yapabileceklerini ya da neleri yapamayacaklarını gösterirler. Bu açıdan değerlerden daha belirli ve emredicilerdir. Oysa değerler gerçekleşmelerine imkan bulunmayan zamanlarda varlıklarını sürdürmeye, insanlar tarafından benimsenmeye devam ederler Her sosyal değer pek çok sosyal normun varlığına yol açabilir. Örneğin, bir toplumun temel değerlerinden biri demokrasi ise o toplumda, yurttaşları toplumun yönetimine katılmayı özendiren ya da bu katılmayı güçleştiren, engelleri yasaklayan pek çok norma raslanabilir. Normların davranışları yönetebilmesi de ancak belirli davranış biçimlerini yasaklamaları ve nasıl davranılması gerektiğini açıkça belirtmekle mümkündür. Örneğin ‘dürüstlük’, genel bir sosyal değerdir.

 Belli bir değerin içeriğ, toplumdan topluma, zamandan zamana değişiklik gösterir. Bir değerin, farklı nesiller tarafından farklı biçimlerde yorumlanması, toplumda değer çatışmasına yol açar.

 Sosyoloji, değerlerin içerikleriyle değil, toplum üyeleri tarafından paylaşılan ölçüler olma ve toplumsal davranışlara yön verme özellikleriyle ilgilenir.

 

 Sosyalleşme; insanın başka insanlarla, karşılıklı etkileşim sonucunda, içinde yaşadığı toplumun duyma ve yapma biçimlerini öğrenmesi ve benimsemesi sürecidir.

 Birey açısından sosyalleşmenin sonucu, kişiliğin gelişimi ve gerçekleşmesi, biyolojik organizmanın insanlaşması, benlik ve kimlik edinmesidir.

 Toplum açısından sosyalleşme, kültürün kuşaklar arasında aktarılması topluma yeni katılan bireylerin topluma uyumunun sağlanması işlevini görür.

BİLİM FELSEFESİ-1

Cuma, Temmuz 24th, 2009

       

  19.yy’dan itibaren iki genel ifade var:

 

1-Aristoteles geleneği; taş varış noktasına yaklaştıkça hızı artar. Taş, zorla uzaklaştırılmak istendiği noktaya tekrar ulaşmak için hızlanır. Taşda bir ereğe ulaşmak için ileriye doğru bir yönelim vardır.

 Bu daha insanca bir yaklaşım. Bu geleneğe göre her şeyin bir yeri vardır. Yerinden uzaklaştırılan taş, tekrar yerine ulaşmak için ileriye doğru yönelir.

 2-Galile geleneğine göre ise, bunun tam tersi başlangıca, nedene doğru yani geriye doğru bir yönelim var. Erek diye bir şey yoktur.

 Rönesans, Galile geleneği ile Aristoteles geleneğini yıkmıştır.

 

 Won Wright’ın bilim felsefesi tarihi yaklaşımı:

 

 Bilimsel araştırmanın iki temel görünümünden sözeder:

 1-Olguların keşfi ve betimlenmesi.

 2-Varsayım ve kuram oluşturma.

    Çoğu kez ilki betimleyici bilim, öteki kuramsal bilim olarak adlandırılmaktadır.

 

     Bilimsel etkinlik iki temel amaca hizmet etmektedir:

 

 1-Öndeyide bulunmak; olguları bu yolla bulmak, keşfetmek.

 2-Daha önce keşfedilmiş olguları anlaşılır kılmak.

    Öndeyi; olmuş olana bakarak, gelecekte olacak olanı açıklamak.

  Açıklama; geçmişe, olmuş olana yöneliktir. Öndeyi ise geleceğe yöneliktir.

  Öndeyici etkinlik; olgulara, açıklayıcı etkinlik ise; yasalara dayanır.

  Açıklamacı etkinlik; nedensellik ilişkisine dayanır ve Galile geleneği hakimdir.

  Öndeyici etkinlikte ise; erekselci olup Aristoteles geleneği hakimdir.

  Her iki gelenekte de hem öndeyi hem de açıklama var ancak biri daha fazla ağır basmaktadır.

 Galile geleneği nedensellikle, açıklama ve öndeyide bulunurken Aristoteles geleneği; erekselci bir yaklaşımla olguları anlaşılır kılmaya çalışır.

 

 19.yy’lın 3 ana ilkesi:

 1-Yöntemsel bircilik; bütün bilimlerde yöntem birliği öneriliyor.

 2-Matematiksellik ülküsü; Yöntem ve kullanılan kavramlar matematiksel olmalı.

   Pozitivizm bu iki ilkede çok iddalı.

 3-Genel yasa ile açıklama; tümel yasalar.

 

   Pozitivist çizgiler:

 1-Olgucu-duyumcu anlayış; 20.yydaki modern pozitivizme (Viyana çevresi)  bağlanıyor. (Anlam Kuramı)

 2-Bilimci anlayış; daha çok Comte’un görüşüne yakın ve bu kuramın başını Hampbell çekiyor. (Bilim Kuramı)

  Yöntemsel bircilik; Comte çeşitli bilimlerin yasalarını incelemeye ‘Pozitivist felsefe’ diyor. Bilimlerin tek bir yönteme tabi olduğunu ve çok daha genel bir bütünün parçaları olduğunu söylüyor.

  Kurama gelince, bütün bilimlerde aynı kuramın geçerli olması değil, homojen olması, aynı yapıyı göstermesi yeterli.

 

 (Aslında Comte’dan daha çok J.S.Mill’in yaptığı işe ‘Pozitivizm’ deniyor.)

 

 Matematiksellik ülküsü; matematiksel fizik, insan bilimleri dahil tüm bilimlerin tamlığının ve gelişmesinin ölçütü sayılmalı. Böylece matematiksel fizik önemli bir ölçüt oluyor.

 Genel yasa; açıklama nedensel olmalı. (Comte’un böyle bir düşüncesi yok o öndeyi üzerinde yoğunlaşıyor.)

 

 Gerçek Pozitivist Anlayış; önceden olacağı görmek. Bunun içinde geçmişi, doğa yasalarının değişmezliğine dayanarak incelemeli.

 Olguların açıklanması; tek tek olgularla birkaç genel yasa arasında bağlantı kurmaktır. Pozitivist görüş; amaç, niyet, erek diye geçen açıklamaları ya nedensel açıklamaya sokar ya da bilimsel değil diye bir kenara bırakır.

 

  Pozitivizme karşı olan akımlar:

 

Hermeneutik (yorumsama); bu görüşü savunan başta Alman filozofları, Dilthey, Simmel, Draysen hepsi de antipozitivist.

 Bunlar pozitivizmin yöntemsel birliğine karşı çıkıyor. Doğa bilimlerinin yönteminin, insan bilimlerinde uygulanamayacağını söylüyorlar. Bu nedenle bu bilimlerde açıklama değil, anlama önemlidir.

 Fizik, kimya gibi bilimlerin genellemelerle uğraşmasına karşın, tarih, sosyoloji gibi bilimler tek tek olayları bireysellikleriyle ele alırlar.

 Draysen, açıklama ile anlama arasında ayrım yapar. Açıklama; doğa bilimlerinin, anlama ise insan bilimlerinin uğraşıdır.

 Pozitivist bilim anlayışında sözde iki tür bilimde sözediliyor.(Doğa bilimleri, insan bilimleri) Aslında böyle bir ayrım yok. Kendilerini konu alan bilimler yöntemiyle bir.

 

 Dilthey’in Tarihselci Bilim Anlayışı:

 

 Dilthey’e göre, tek cinse bağlı iki bilim yok. İki ayrı cinse, yönteme bağlı iki ayrı bilim var.

 Tarihsel, toplumsal olan bir tinsel dünyadır. Bu dünyayı insan kendisi kurar ve içinde yer alır. Dolayısıyla böyle bir gerçekliğe, bu gerçekliği anlayacak aynı türden  bir bilim gerekir. Zira tinsel dünya bir olgu dünyası değil, anlam alanıdır.

 Tin bilimleri yorumsama(hermeneutik) yoluyla tarihsel gerçekleri yorumlayacak ve tinsel dünyayı anlayacaktır. Bu dünya açıklanmaz, anlaşılır. Günlük dil bu iki kavramı ayırmadığı için karıştırılıyor.

Antipozitivistlerin anlam kavramına yükledikleri bir boyut var ki, bu açıklamada yok.

 Simmel, insan bilimlerinin kendine özgü yöntemi olarak anlamayı bir ‘duygudaşlık (empaty)’ olarak görüyor. Bu duygudaşlık ortamının zihinde tinsel olarak yeniden yaratılması.

 Simmel, anlamanın bu psikolojik boyutuyla açıklamadan farklı olduğunu söylüyor. Duygudaşlığa örnek; “Neron Roma’yı neden yaktı? Bunu anlamak için Neron’la empaty kurmak gerekir”, diyorlar.

 Nasıl empaty kuracağız?

 Neron’un yaşam tarzını, dinini, geleneğini… öğreneceğiz. Bunlara göre de o dönemi kafamızda canlandırmaya çalışacağız.

 Anlamayı, açıklamadan ayıran; psikolojik boyut yetmez. Bir de anlamada ‘isteyimsellik’ vardır. İstemek, amaç edinmek bu açıklamada yok.

 Doğa bilimleri ile tarihsel tin bilimleri arasındaki yöntem farklılığını kabul edince yeni bir sorun çıkıyor.

 Toplum bilimleri ile davranış bilimlerini nereye yerleştireceğiz. Sosyoloji ve psikoloji antipozitivist eğilimlerin etkisinde ortaya çıkıyor. Bu iki bilim, açıklamalı bilim felsefesi ile anlamacı bilim felsefesinin savaş alanı oluyor.

 19.yylın iki büyük filozofu Hegel ve Marx :

 

 Bunları ne Aristoteles ne Galile ne pozitivist ne de antipozitivist geleneğe sokabiliriz.

 “Yasalar evrensel geçerliliğe ve zorunluluğa dayanır” görüşleriyle yüzeysel de olsa pozitivistlere benzerler.

 Diyalektik anlayışları Galile geleneğine girmez. Çünkü; tez, antitez, sentez bir nedenselliği dile getirmez. Bunlar sadece mantıksal/kavramsal bir örüdür.

 

 Her ikisinin de diyalektik şeması; isteyimselci (erekselci).

 

Hegel, doğa bilimlerinden pek anlamıyor. Doğa bilimlerine baştan kapalı olması onu tin bilimlerine yaklaştırıyor.

 “Açıklama, neden-sonuç ilişkisi kurmak değil, olguları anlaşılır kılmaktır” böylece Aristotelesci gelenek Hegel görüşüne bağlanabilir.

 Hegel’in tarih görüşü; “tarihteki ilerleme, tinin kendi kendisinin bilincine varmaktır” bu tamamen erekselci bir yaklaşım.

 

 Marx; “insanı yapan tarih değil, tarihi yapan insandır” sözüyle Hegel’i tersine çevirir.

 Hegel’de insan, tarih içindeki rolünü oynayan bir piyondur.

 Marx’da insanın yabancılaştığını görmesi, hakikati görmesidir. Hakikati görmekse özgürlüğe ulaşmaktır. Bu öznel erekselci bir yaklaşımdır.

 Marx, olgunluk yapıtlarında demir bir zorunluluktan sözeder. “Tarih bir takım zorunlu yasalarla ilerler”. Bu yanıyla Marx’ı, Galileci ve pozitivist yaklaşıma sokarsak da aynı zamanda Aristoteles geleneğine de sokabiliriz.

 Tarih, demir zorunlulukla ilerler ama bu ilerleme bir ereğe doğru sınıfsız, özgür bir topluma doğru ilerleme sözkonusu.

 Kısaca Hegel ve Marx’ı hem Galile(zorunlu yasalardan bahsetmeleri nedeniyle)  hem de Aristoteles geleneğine (yasaların ereğe yönelik olmasıyla) sokabiliriz.

 

 Sartre; doğada diyalektik olamaz. Diyalektik olsa olsa toplumsal değişmenin yasasıdır.

 19.yylın sonuyla 20. yylın başlarında analitik felsefe ortaya çıkıyor. Bu felsefe pozitivizme çok büyük katkılar getiriyor.

 

Analitik felsefenin iki eğilimi var:

1-Doğrulamacı anlam görüşü; Russel’ın başını çektiği bu görüşü savunanlar; Wittegenstein-1, Viyana çevresi, M.Schilde, Carnap ve K.Poper.

 

M.Schilde, bilimin birliğinden sözediyor. Amacı birleşik bir bilim ortaya koymak. Bu görüşüyle Comte’u destekler.

Carnap; “önemli olan bilim ile metafiziği ayırmaktır” der. Ama nasıl ayıracağız?

 Ona göre, bilimsel önerme her şeyden önce anlamlı, deney ve gözlemle doğrulanabilir önermedir. Deney ve gözlemle doğrulanamıyorsa metafiziktir.

Carnap’a göre felsefi önermeler bir tarafa atılmalı. Oysa Carnap’ın kendi söylediği metafiziktir. Çünkü bu önermenin deney ve gözlemle doğrulanabilirliği yoktur.

 Wittegenstein, “bilimsel önerme doğru ya da yanlış değerini alan önermedir” der. Felsefe ve etiğin önermeleri aşkın, metafizik önermelerdir.

 Poper ise Viyana çevresinin ‘doğrulanabilirlik’ ölçütü yerine ‘yanlışlanabilirlik’ kıstasını savunur.

 Genel yasalar bilinirse ideal bir toplum kurulabilir.

 

 Analitik felsefenin 2 yaklaşımı:

 Günlük Dilci Okul; Wittegenstein-2, G.E.Moore. Tractatus baş yapıtları.

 Egemen anlayış; tümel ve yasalı anlayış. Dil grameri ortaya koymaya çalışıyorlar. Önce matematiğin ve doğa bilimlerinin daha sonrada davranış ve toplum bilimlerinin yöntemiyle ilgileniyorlar.

 

 Hampbell, bilimsel açıklamada iki model öne sürüyor:

 1-Tümdengelimli yasalı model.

 2-Tümevarımlı olasılıklı model.

 Hampbell’e göre eğer ‘yasa’ ve ‘açıklayıcı akıl’ kavramını açıklarsak bir açıklama getirebiliriz.

 Örnek; cıvalı termometreyi sıcak suya batırdığımızda önce cıva düzeyi düşer sonra hemen çıkar. Bunu nasıl açıklayacağız? Şöyle:

 “Önce sıvı cama etki eder, cam genişler ve bu nedenle de cıva düşer. Daha sonra sıcaklık cıvaya etki eder ve cıva yükselir”.

 Yapılan açıklamadaki önkoşullar:

 *Termometrenin cıva ile dolu bir tüpten oluşması.

 *Termometrenin sıcak suya batırılması.

 Yasalar:

 *Cıva da cam da sıcak karşısında genişler.

 *Camın iletkenliği cıvaya göre düşüktür.

 Hampbell’e göre bir olgunun açıklanması,; önkoşullar ve yasalar olduğunda sözkonusudur.

 

 Örnek; “su içindeki kürek neden kırık görünmektedir?”

 Önkoşullar:

 *Küreğin düz bir tahta parçasından yapılmış olması.

 *Yarısı suyun içinde yarısı dışında olması.

 Genel Yasalar:

 *Işığın kırılma yasası.

 *Suyun optik durum yasaları.

 

‘Neden’ sorusu yasalar için de sorulabilir. Bu durumda sözkonusu yasa ancak kendisinden daha genel bir yasanın altına sokularak açıklanabilir.

 

 Hampbell’e göre bilimsel açıklamanın 2 büyük oluşturucusu:

 1-Explanandum; açıklanacak olgu hakkındaki önermeler, betimlemeler.

 2-Explanans; olguyu dile getirmek için kullanılan önkoşullar ve yasalar.

 

  Açıklamanın iki temel koşulu dile getirmesi lazım:

 1-Mantıksal uygunluk

 2-Deneysel uygunluk

 Mantıksal uygunluk koşulu; explananstan açıklanacak olan olgunun mantıksal olarak türetilmesi.

 Deneysel uygunluk koşulu; genel yasalar, açıklanacak olayın dile getirilmesi için zorunlu olmalıdır.

 Explananstaki bütün önkoşullar yasa olabilir.

 3-Explanans, deneysel koşul olmalı; önkoşullar da yasalar da deney ve gözlemle sınanabilir olmalı.

 Explananstan zorunlu olarak explanandumu çıkarıyor ve öndeyide bulunuyoruz.

 Şu şu önkoşulların ve yasaların gerçekleşmesinde o sonucun ortaya çıkması; öndeyi.

 Hampbell’e göre fizik bilimlerinden elde ettiğimiz ilkeleri, fizik biliminin dışında da kullanabiliriz. Ona göre psikoloji ve sosyolojide de genel düzenlilikler var.

 Örnek; “pamuk satanlar çok ama alacak yok”, bu durumda pamuk fiyatlarının düşeceği inancı bir varsayım olarak vardır. İşte bu genel düzenliliktir.

 Hampbell’e göere bir takım özellikler taşıyan bir olay, hep bir takım özellikleri taşıyan bir olayla ortaya çıkar. Tekrarlanan olayın kendisi değil, olayın özellikleridir. Nedendsellik olayların art arda özelliklerinin tekrarlanmasıdır. Buna göre fizik ve kimyada da her olay bir kere olur. Tek biçimcilik olayın kendisinde değil, özelliklerinde aranmalıdır.

 

 Hampbell’e Tepkiler:

 

 1-Fizik ve kimyada olduğu gibi insan etkinliklerinde tek biçimcilik yoktur. Her şey bir kere olur, diyorlar.

 Oysa Hampbell, fizik ve kimyada da böyle bir tek biçimcilik yoktur diyor. Tekrarlananın özellikler olduğunu söylüyor.

 2-İnsani olayların nedensel olarak açıklanamayacağı. Bireylerin o andaki davranışlarının nedeni sadece o ana değil, eylemin geçmişine de bağlanabilir.

  Hampbell burada, fizikte de böyledir diyor; her olayın bir ön tarihi vardır. İnsan etkinliklerinin bir ön tarihinin olması nedensel yaklaşım yok demek değildir. Sadece farklı türden geçmişler sözkonusu diyor. Hampbell, nedensel açıklamayı biçimsel olarak ele alıyor.

 3-Hampbell’in açıklama görüşüne karşı; amaçlı bir davranış, nedensel bir yaklaşımla açıklanamaz. Ancak güdüsel ve ereksel bir yaklaşımla açıklanabilir.

 Hampbell, bunlar da nedensel bir açıklama değil midir, diyor. Sorun gelecekte olacak olan bir olayın, kişinin şu andaki davranışını etkilediği şeklinde gösterilmeye çalışılıyor. Oysa ona göre, bizim şu andaki davranışımızı etkileyen gelecekteki olay değil, kişinin eylemden önceki arzusu ve ‘şunu şunu yaparsam şu amacımı gerçekleştiririm’ inancı.

 Hampbell’e göre nedensel açıklama ile ereksel açıklama arasında bir fark yoktur. Eninde sonunda ereksel dediklerimiz de nedensel açıklamanın önkoşulları altına girerler.

 4-Güdülerin bir gözlem olmadan ortaya konması; güdüler gözlenebilir değildir. Bu güdüleri ancak kişinin kendi ifadelerine ve tahmini güdüler yükleyerek bilgi edinmeye çalışıyoruz. Bu bilgi dolaylıdır. İnsan davranışlarını etkileyen güdüleri doğrudan gözlemleyemediğimizi söylüyorlar.

 Hampbell ise bunun fiziktede böyle olduğunu söylüyor. Örneğin. Karşıt elektrik yüklerini doğrudan sınayamıyoruz.

 Hampbell, insan etkinliklerinde öndeyide bulunamayışımızın sağlam yasalara sahip olmayışımızla açıklıyor ve sadece biyolojideki ereksel açıklama dışındaki bütün açıklamaları nedensel açıklama içine sokabileceğimizi söylüyor.

   

   Tümevarımlı Olasılıklı Model:

 Önkoşulların ve yasaların açıklanması istenen olaydan önce gelmesi şart mı? Aynı anda veya tersine gerçekleşemez mi? Örneğin, ısı mı ateşten önce yoksa ateş mi ısıdan öncedir?

 Tümdengelimli yasalı modelde:

 *Neden oldu?

 *Neden beklenebilir?

 Tümevarımlı olasılıklı modelde ise:

 *Neden beklenebilir?

 *Neden oldu?

 

Hampbell’e göre yasalar olgulara bağlı. Olguların tekrarlanıp tekrarlanmamasına bağlıdır. Olguların bize verdiği bir güvence onun için ancak olasılık çerçevesinde ifade edilen yasalardır.

 Bütün bu söyledikleriyle Hampbell tam bir pozitivisttir.