Posts Tagged ‘pozitivizm’

ROGER GARAUDY “20.YÜZYIL BİYOGRAFİSİ”

Cumartesi, Ekim 16th, 2010

 

 

“Kendi inancının kendine özgülüğünü daha derinden kavramak, başka inançları daha derinden tanıyarak olabilir”.

“Marks’ın söylediklerini harfi harfine değişmez kanunlar gibi ele alan ve kuramları her yanlışlandığında da ek kuramlarla (ad-hock) yama yapan bugünkü marksizm, sadece bir doğa ve tarih felsefesinden ibarettir…Özgürlük adına milyonlarca insanı katleden, Stalin’in Sovyet marksizminin güç isteği ve büyüme modeli ise Batı ile tamamen aynıdır”.

“Hiçbir kilise bugün topluma bir ruh verme yeteneğine sahip değildir. Çünkü bugünkü hristiyanlık 17 yüzyıldır hastadır. Son iki yüzyılda Kierkegaard ve Blondel’le modern sorgulamasını bulmuşsa da onlar da hastayı iyileştirememişlerdir. Daha 3. asırda İznik konsiliyle, İsa’nın hakkı Sezar‘a verilerek politik ve ideolojik Konstantinciliğin afyonu haline getirilmiştir. Bu nedenle bugünkü hristiyanlık, İbrahimi gelenekten kopmuş ‘Filistinli hristiyanlık’ değildir”.

Batı, Heraklitos’tan sonra aşkınlık postülatını reddederek, sofistlerle birlikte ‘yeterlilik’ postülasını seçmiştir. Böylece Batılı insan tanrıyı reddederek ya da onu akla indirgeyerek ‘tanrı merkezli’den ‘insan merkezli’ tasarıya geçip kendini putlaştırmıştır. Artık herşeyin ölçüsü, insandır. Böylece Batılı paradigmada dinsel yobazlığın yerini bilimsel yobazlık alır. Tanrıyı kabul etmek ya da reddetmek, sözkonusu iki hayat biçimi veya iki toplum modeli arasında bir seçim yapmaktır. Böylece bilim bilimciliğe, teknik teknokrasiye, politika Makyavelizme, amaç yoksunluğu umutsuzluğa varan pozitivizme ve sonu herkesin herkesle savaştığı korku dengelerine varan bireyselciliğe dönüşür.

Batılı dünyamız yalnızca ateist değildir, çok tanrıcıdır da. Her birey ve her grup parayı, gücü, tekniği, cinselliği, ulusu, ideolojiyi, büyümeyi, kendi içinde bir amaç ve mutlak bir değermiş gibi görerek kendi arzusundan bir tanrı ediniyor. Kendisine hizmet edeni bağnazlaştıran ve parçalayarak yiyen, yayılmasına karşı gelen diğer bütün değerleri ve başka tüm insani varlıkları tepeleyen sahte, etobur bir tanrı.

   “Aşkın bir gerçeklik bulmak sözkonusudur. Fakat bu tanrı değil dünyadır” diyen Sartre‘la beraber Heidegger ve Husserl, katıksız içkin (immanent) olandan bir aşkınlık (trancendent) elde etmeye çalıştılarsa da bunu başaramamışlardır. Çünkü bu, insanın gölgesinin üzerinden atlamaya çalışmaktır.

“1968’e kadar herşey normaldir. Sistem iyi gitmektedir. İşsiz yok enflasyon azdır. Buna rağmen iki ay boyunca tarihimizin en büyük patlaması gerçekleşir ve milyonlarca çalışan grevdedir ve bütün üniversiteler kaynamaktadır. Karışıklık içinde yeni bir bilinç doğuyordu. İnsanın ezilişi ve yabancılaşması konusunda sistemin başarıları ve başarısızlarından çok, sistem daha tehlikelidir. Bu kökten değişimi, parti (Fransız komünist partis) inkar ederek orada anarşist olaylardan başka birşey görmez”.

“Tüm Batılı diyaloglardan uygarlıklar arası diyaloğa geçmek gerekir”.

“İslami yeniden doğuş, Batıyı ve geçmişi taklitten kaçınmakla mümkündür…İslamın geleceği, Batının geçmişi değildir…Batıyı taklit konusunda en kötü şey, Türkiye’de Ziya Gökalp‘in yaptığı gibi, modernleşme ile Batılılaşmayı birbirine karıştırmaktır”.

 

       (Bu yazı; çevirisini A.Zeki Ünal’ın yaptığı, benim de 1990 yılında tanıtım için yazdığım ve zamanın Girişim dergisinde yayınlanan yazıdan alınmıştır. A.Ağı)

TÜRK KAMU HAYATINDA FELSEFE -2

Pazartesi, Eylül 7th, 2009

 

 TANZİMAT DÖNEMİ ve DÜŞÜNCE AKIMLARI:

 

 Kapütülasyonların verilmesindeki amaçlar:

 İlk kapütülasyonların verilmesi, “adalet mülkün temelidir” fikrine dayanmaktadır. Fatih bu nedenle, tüm azınlıklara hümanist haklar tanımıştır. Yani din, dil, örf-adet gibi haklarına dokunmamıştır. Fatih, kendi imparatorluğu içinde azınlıklara tanıdığı hakların/kapütülasyonların 1740 kapütülasyonları boyutuna erişebileceğini tahmin edememiştir.

 Kanuni’nin Fransızlara verdiği kapütülasyonlar, yukardaki sebebten ve Batıda güçlenen Fransa’yı kendine dost edinmek ve Avrupadaki Roma imparatorluğu kalıntılarını parçalamak için verilmiştir.

 Kanuni ve 15. Lui’nin ölümünden sonra bu kapütülasyonların süresiz olarak verilmesi, Osmanlının istediği zaman bu kapütülasyonları kaldırabileceğini sanırken kendi kendine zorunlu hale getirmiştir. Sonrasında bu kapütülasyonların İngilizlere ve Hollandalılara da verilmesi, bu ülkelerin gemilerinin Osmanlı sularında vergi ödemeden serbestçe dolaşmaları ve istedikleri gibi bir pazara sahip olmalarını olanaklı kılmıştır.

 Yabancı sermayenin Osmanlı imparatorluğuna girmesi, azınlıkların imtiyazları artırılarak hem içten hem dıştan korunmasıyla, ticaret gayri Müslimlerin eline geçmiş, Türkler fakirleşmiştir.

 Fransa’nın Mısır’daki hakları meşrulaştırılmıştır.

 Tanzimat dönemine işte bu şekilde, verilen kapütülasyonların ağırlığı altında, kendini tasfiye edecek şekilde girmiştir. Dış borçlar ödenemeyecek denli artmıştır.

 Tanzimat döneminde gerilemenin sebebleri araştırılmış ve görülmüş ki, Osmanlı son zamanlarda her girdiği savaştan yenik çıkmış. Gerilemenin sebebi, ordunu bozulmasındandır denilmiş ve Batıdan adam getirilerek ordunun ıslah edilmesine çalışılmıştır. Batılılaşma da böylece başlamıştır. Ancak bu sadece askeri planda kaldığından sonuç da verimsiz olmuştur.

 Tanzimat fermanıyla azınlıklara tanınan hakların artırılması ile Batılı devletlerin güveni kazanılmak istenirken durum daha da kötü olmuştur.

 Lale devrinde ise, imparatorluğun ileri gelenleri zevke sefaya dalmışlardır. Diğer yanda ise halk, başıboş, aç ve sefil bir durumdadır. Bu durum, Kabakçı Mustafa ve Patrona Halil isyanlarına yol açmıştır.

 Ayrıca bu dönem kendine zıt olarak bazı yenileşme hareketlerini de beraberinde getirmiştir. Örneğin matbaa, bu dönemde girmiştir.

 Islahat hareketleri III. Selim ve II. Mahmut döneminde önemle ele alınmış, Batının çağdaş denilen kurumları başta askeri olmak üzere ve birkaç alanda da bu kurumlar aynen alınmıştır.

 Ancak Batının tekniği çoğu kez, ‘gavur icadı’ denilerek benimsenmemiştir.

 Sonunda padişah ve vezirlerin öldürülmesine kadar gidilmiştir.

 Osmanlı bu durumdayken, Batı tam aksine çok büyük ilerlemeler katetmiştir. Özellikle Galile, Kopernic, Newton gibi düşünür ve bilim adamlarının buluşları, coğrafi keşifler ve Rönesansla birlikte; bilimde, teknikte çok büyük ilerlemeler sağlamışlardır.

 

 Tanzimat dönemi düşünce akımları:

 

 ØTanzimat döneminin tipik özelliği; ‘ikilik’lerdir.

 -Şer’i mahkemeler ve mecelle.

 -Mahalle mektebi – ilkokul.

 -Medrese – ortaokul / lise.

 -Alaturka müzik – alafranga müzik.

 Batıdan alınan kurumlarla yerli kurumlar karşı karşıya gelir. Halen de aynı çelişkiler devam etmektedir.

 Tanzimat dönemi ruhsal kaypaklığımızın pekiştirilmesidir.

 Øİkincisi, odevrin yazarlarında, edebiyatçılarında bir ekol kimliği yok. Bir gün La Foten’i okuyor ve kendi eseri gibi adapte ederek çeviriyor. Yarın naturalist bir eseri okuyup, yine kendine adapte ederek çeviriyor. Kozmopolit bir edebiyat dünyası.

 ØIslahat fermanıyla azınlıklar yönetime alınmaya başlanmıştır. Hem bütün azınlıkları bir arada tutmak istiyor hem de özgürlükten bahsediyor. Bu dönemde Şinasi, milliyetçilikten sözetmeye başlamıştır.

 Øİdareci azınlıklar tarafından birçok para dışarı gitmiştir. Böylece devlet ekonomisi fakirleşmiş, dış borçlar artmıştır.

 ØMatbaa ortaya çıkmış ancak bilimsel ve felsefi eserler yerine daha çok dini eserler basılmıştır.

 ØSansür de yine bu dönemde ortaya çıkmıştır.

 ØKontür aydınlar, Jön Türkler de bu dönemde ortaya çıkmıştır. İlk defa Jön Türkler hem Batılılaşmak istiyor hem de devleti eleştiriyorlar. Amaçları; mutlakiyeti, meşrutiyete çevirmek. Buna karşılık Osmanlı da Kanuni Esasiyi (1876) kabul etmekten başka bir şey yapmamıştır.

 Jön Türkler kendi aralarında dahi anlaşamazlar ancak Batıda bir düşünce akımı oluşturmaya çalışırlar. Jön Türkler içinde en aydını Ali Suavi’dir.

ØBütün bu keşmekeşliğe rağmen toplumda az da olsa bir aydınlanma başlar. Sanat ekolleri yerleşmeye başlar; “sanat, sanat içindir”, “sanat, halk içindir” gibi.

 Şinasi’ye göre akıl, fanatizmi ve cehaleti yenen tek silahtır. Akıl olmadan bu kötü durumdan kurtulamayız. Onda özgürlük fikri yoktur, olsa bile bugünkü anlamda değildir. Ayrıca onda rejim değiştirme fikri de yoktur. O sadece bir milliyetçidir.

 Oysa Suavi’de hem özgürlüklerden hem de rejim değiştirmeden sözeder. Bir başka düşünür Münif  Paşa’dır ki, ilk ansiklopedist eser yaklaşımını getiren kişidir.

 ØBu dönemde genelde aydınlar halktan kopmuştur ancak halkı aydınlatmak için uğraşan idealistler de yok değildir.

 ØCenevizlilerden gelen ve Pera hayatı yaşayan Levanten bir grup yanında “hem Batılılaşalım hem İslamlaşalım hem de Türkleşelim” diyen uzlaşmacı bir grup ortaya çıkar.

 ØBugünkü zıtlıklar Tanzimatın bir sonucudur. Tamamen kozmopolit bir durum. Batıya gitmiyorsun, Batıyı kendine olduğu gibi getiriyorsun.

 

  I. MEŞRUTİYET:

 

 I.Meşrutiyet 1876’da başlayıp aynı yıl bitmiştir.

 Bu dönemin özellikleri:

 Øİlk kez ‘anayasa’ kavramının gündenme gelmesi ve uygulanması (Kanuni Esasi).

 Øİlk kez meclis kavramının ortaya çıkması.

 ØBatı felsefesine uygun bir felsefenin adapte edilmeye çalışılması.

 Øİnsan ve değeri bu dönemde Batılı düşünürleri kendilerine adapte ederek ortaya konulmaya çalışılıyor.

 ØBu dönem bir geçiş dönemidir. II.Meşrutiyete zemin hazırlar.

 ØOsmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık bir tür yöntemdir. Amaç, batılılaşmaktır. Bunlar Batılılaşmayı sağlayacak olan yöntemlerdir.

 ØII.Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı daha fazla özgürlük isteyen Jön Türklerin çalışmaları çok yüzeysel kalmıştır.

 Meşrutiyetin büyük devlet adamlarından Mithat Paşanın amacı, Kanuni Esasinin kabul edilerek Meşrutiyetin ilan edilmesiydi. Abdülhamit bunları kabul ederek padişah olur ancak daha sonra gerekenleri yapmaz. Mithat Paşa da sadrazam olur. Fakat Kanuni Esasiye göre padişahın “tehlikeli gördüğü kişileri yurtdışına sürme yetkisi”ne dayanarak Mithat Paşayı sürgün eder.

 ØMeşrutiyet köklü bir girişim olmamasına karşılık ilk defa anayasa niteliğinde olan ‘Kanuni Esasi’nin kabulüyle bir dönüm noktası oluşturur.

 ØKöklü değişikliklerin olmayışı, kafaların berrak olmayışıdır. Maalesef hala da değildir.

 

 POZİTİVİZM:

 

 Pozitivizm bize iki şekilde gelmiştir:

 1-Birebir yani yorumsuz bol miktarda bozuk Fransızca çevirilerle.

 2-Bir kokteyl şeklindekişisel görüşmüş gibi sunularak. Ancak daha sonra anlaşılmıştır ki, bunların bir kısmı pozitivizm bir kısmı da materyalizm.

 Pozitivizm bizde ilk felsefe olduğundan moda haline gelmiştir. Ancak bu arada pozitivizm ile islamı birleştirememe endişesi de vardır.

 Türkiyedeki en büyük pozitivist Ahmet Şuayip’dir. Meşrutiyetten sonra A.Şuayip, M.Cavit ve Rıza Tevfik tarafından çıkarılan ‘Ulumu İktisadiye ve İçtimaiye’ dergisi Türkiye’de ilk kez denilebilecek felsefi bir hareket doğurmuştur.

 Tevfik Fikret’e göre, buhran ve bozukluğun nedeni; Batılılaşmanın köklü olmaması, samimiyetsiz, ikiyüzlü politikacılıktır.

 Mehmet Akif’e göre ise; inançlardan, geleneklerden uzaklaşma ve Batılılaşma hareketleri buhranı ve bozukluğu yaratmıştır.

 Buhranın nedenini iktisadi şartlara bağlayanlar ise, kurtuluşu toplumculukta aradılar.

 Ahmet Şuayip’e göre cemiyetin şartları, hayatın kanunlarına bağlıdır. Ona göre evren kuruluş halinde geniş bir cemiyettir. Öyleyse cemiyet ilmi bütün ilimlerin başı ve hepsinin özetidir. Ona göre siyasi kuvvet, toplumsal evrimin bir eseridir. Ve evrim, devrimden üstündür. Evrim; genel kural, devrimse, istisnadır.

Reform zamanında yapılmaz ise ihtilal kaçınılmaz olur.

 

 İlk önce Osmanlının gerileme sebeblerin araştıran Prens Sabahattin ise, Osmanlının bu buhran ve gerilemeden kurtulması için ‘ademi merkeziyetçilik’ teorisini öne sürer.

 “Eğer umumi hayatta, özel hayat düzeltmeleri hedef alınmazsa devlet kurumlarının neresini düzeltmeye kalkarsak kalkalım hiçbir sonuca ulaşamayız”.

 

 Asaf Nefi ise, toplumların tarihinde üç esasın egemenliğinde sözeder:

 1-Şahsı korumak, bütünü devam ettirmek.

 2-Daha iyi bir yer kazanmak için rekabet etmek.

 3-Başkalarından daha üstün ayrıcalıklar kazanmak için sınıf mücadelesi yapmak.

 Ona göre toplumsal sorunlar ezenler ile ezilenler arasındaki mücadele de toplanır.

 “Sorunları çözmek için insanların faziletli olmaları değil, fikirlerinin değişmesi gerekir”.

 

 Bedri Nuri, ilk kez sosyal bilimleri sınıflandıran ve ilk sosyolojik araştırmayı yapan kişidir.

 

 Batıdaki düşünürlerin bizdeki temsilcileri şöyle ifade edilebilir:

A.Comte àAhmet Rıza

Durkheim à Ziya Gökalp

Le Play, Demolins à Prens Sabahattin

Biyo-organikçi; F.Spinos à Ahmet Şuayip, Bedri Nuri

 

 Pozitivizm bize, felsefenin ne kadar sürdürülebileceğini göstermiştir.

 

 

 II.MEŞRUTİYET:

 

 Gerek I.Meşrutiyette olsun gerekse II. Meşrutiyette olsun amaç; devleti kurtarmak yani bir idari, siyasi sistem ortaya koymaktır. Ve bir pozitivist felsefe hakimdir.

 Bu dönemde düşünürler büyük bir okuma, düşünme döneminde olduklarından kafaları son derece karışıktır. Aynı düşünür birkaç görüşe birden girebiliyor. İktidara ve mevcut düşünceye muhalefet başlamış, tüm kirli çamaşırlar bir bir ortaya dökülmektedir.

 Emrullah Bey ve Mustafa Satı Bey arasında çatışmalar sürüp gider. Emrullah Bey, eğitimde reforma üniversitelerden başlayalım der, Mustafa Satı Bey ilkokuldan der.

 Bu dönemdeki felsefenin başlangıcı ahlakçılarla ortya çıkıyor. Ancak buradaki ahlak, etik anlamda değil, moral anlamdadır.

 Bu ahlak anlayışı; pozitivist, Levanten bir ahlak anlayışıdır. Bu moralizm, aydın geçinenlerin ahlakıdır.

BİLİM FELSEFESİ-3

Salı, Temmuz 28th, 2009

  THOMAS KUHN:

 

 Yaygın bilim anlayışı:

 

 1-Doğa nesnel bir şekilde bilinebilir. Bunun için önyargılardan kurtulup, önyargısız olgulara yaklaşmak.

 2-Bilimadamı zaten önyargısızdır.

 3-Bilimadamları, nesnel, önyargısız ve eleştiriye açık oldukları için tek bir yanlış örnek gördüklerinde kuramlarını terk ederler.

 4-Bilim, bilgilerin birikmesi ile olur. Bilim adamları bilime hep yeni bir şey katarlar. Böylece bilim yetkinleşir, bilimin çözemeyeceği hiçbir şey kalmaz. Bugün bilinmeyen yarın bilinebilir.

 

 Kuhn bunların hepsini eleştirir:

 

 a)Biz bugün daha nesnel değiliz.

 b)Olgulara bilim adamları, nesnel olarak yaklaşmıyorlar. Bilim adamları, araştırma yapmadan önce ders kitaplarından, meslektaşlarından edindiği bir takım inançlarla, önyargılarla olgulara yaklaşıyor. Bilim adamı bağlı olduğu dünya görüşü ile olgulara yaklaşır. Kendi dünya görüşüne uymayanları problem olarak almayacaktır.

 c)Bilim adamları, kuramları yanlışlandığında kuramlarını terk etmezler, sürekli direnirler ve savunmaya çalışırlar.

 d)Bilim tarihi, bilim yığınına hiçbir katkı sağlamamış bilim adamları ile doludur.

 

 Kuhn’a göre bilimin ilerlemesi devrimlerle olur. Bir önceki kuramın çözemediğini sonraki kuram biraz daha ileri götürür, bilimde böyle bir birikim sözkonusu.

 Yaygın yanlış anlayışa göre bilim, bir ereğe, ileriye, mutlak olana doğru gitmektedir.

 Kuhn’a göre ise bilim bir yere gitmiyor, değişiyor.

 A.Koyre, Kuhn’u derinden etkilemiştir. Koyre’ye göre bilimde kopukluk yoktur. Kopukluk, ders kitaplarında söylenmiştir. Bilim tarihinde devamlılık vardır.

 Bilimsel devrimler akşamdan sabaha olmaz. Devrimler 5-6 yylık süreci kapsar. Bunalımlı çağın nerde başladığı bilinmez. Kuhn’a göre bilimde devrim, bir kuramın yerini o problemi çözen başka bir kuramın almasıdır.

 

 Kuhn’a göre iki bilim var:

 1-Normal bilim.

 2-Olağanüstü (devrimsel) bilim.

   

 Normal bilim; geçmişte kazanılmış bir ya da birkaç bilimsel başarı üzerine sağlamca oturtulmuş bilimsel araştırmalar dizgesi.

 Bilimin sürekliliğini sağlayabilmek için bir takım ilkeler olmalı. İşte bu ilkeler bir takım kuramların başarıları oluyor.

 Kuram, beni hiç tartışmayacaksınız, benim öngördüğüm problemleri tartışacaksınız diyor. Burada büyük kuramların toplandığı klasik kitaplar var.

 

 Normal bilimin iki özelliği:

 1-Her kuramın temsil ettiği başarı ya da ilerleme öylesine yeni ve benzersiz olmalı ki, diğer kuramların takipçilerini kendine çekebilmeli.

 2- Birçok problemin çözümünü gelecekte oluşacak topluluğun, ilerdeki kuşakların etkinliğine bırakacak özelliği taşıması.

 Kuhn bu iki özelliği taşıyana; ‘paradigma’ diyor. Bilim yapılması için paradigmalar gerekir.

 

 Paradigmaların özellikleri:

 

 1-Paradigmalar, doğa yasalarına benziyor. Bilim adamlarınca hep tanımlar, genel önermeler olarak ileri sürülüyor. Bunlar sınanamaz, yanlışlanamaz. İşte yanlışlanamadığı için ‘bilimin temelinde us dışı bir şey vardır’ der.

 2-Kanılara ve inançlara dayanması. Bunlar da sınanamaz, yanlışlanamaz.

 3-Değer yargıları. Kuramlar yalın olmalı.

 4-Paradigmanın en önemli özelliği bir takım örnekler ileri sürmesi.

    Paradigma ilk üç özelliği taşısa da örnekler ileri sürmüyorsa normal bilim üzerine oturtulamaz. Normal bilim olması için bir paradigma olması lazım. O paradigmanın da bir çerçevesi, yasakları olması lazım. Bilimin gelişmesinde koşul budur.

 

 Kuhn’un en önemli tezi; bilimin olması için önyargı, dünya görüşü olmalıdır. Bunlar olumsuz değildir. Bilim adamına, nelerin problem olacağını nelerin olmayacağını paradigma söyler.

 

 Normal bilimin görevi, yeni bir olgu ortaya koymak değil, bilinen sonuca yeni yollar bulmaktır. Normal bilimin kuralları, sonucu önceden belirlenmiştir. Normal bilimde kuralları belirleyen paradigmanın kendisi.

Normal bilimde, bilim adamı doğayı kuramına uydurmaya çalışır. Böylece, yeni ‘ad-hock’ kuramlar ortaya çıkar.

 Ortada bir problem var ama hiçbir kuram, bu problemi açıklayamıyor. İşte bu, bunalım dönemi.

 Yeni paradigmanın, eskisinin yerini almasıyla bunalım dönemi aşılır. Böylece yeni normal bilim kurulur.

 İş paradigmanın değişmesiyle kalmıyor yeni paradigmayla birlikte, paradigmaya ilişkin dünyanın kendisi de değişiyor.

 Bir paradigma değişince dünya değişiyorsa, inançlar da değişiyordur. Öyleyse bu, us dışıdır. Değişen bilgi değil inanç.

 Örneğin; yaygın anlayışa göre Einstein’ın fiziği, Newton’un fiziğini de içermektedir. Oysa Kuhn’a göre içermez. Çünkü; gözlem dili aynı değildir. Burada Wittegenstein’den etkilenmiştir.

 

 Normal bilimde bilim adamı, yeni bir şeyler keşfedeyim diye uğraşmıyor. Uğraştığı, çerçeveyi ne kadar yetkinleştirebilirim. Bütün amaç bulmaca gibi problemleri çözmek. Paradigma tüketilmiştir, doğrudur yanlışlanması mümkün değildir.

 Beklenenin dışındaki durumlar ise bilim adamı tarafından hiç dikkate alınmıyor. Paradigma içine sığdırılmaya çalışılıyor. Çünkü paradigmada böyle  problem yok ama paradigmanın çözemediği problemler giderek artıyor. Bu nedenle bu problemlerden bazılarını çözmek için tercih etmek durumunda kalıyor. İşte, eski paradigma işlerliğini kaybetmeye başlıyor. Böyle durumlarda, inandığımız değer yargılarının temelsizliğini görüyoruz. Pek çok kişi, ‘artık bilim tükenmiştir’ demeye başlıyor.

 Böyle bir bunalımdan sonra yeni bir çerçeve kabul ediliyor. Bu akşamdan sabaha olan bir şey değil. Anormal dediğimiz artık normal bilim olgusu haline geliyor ama ne kadar propaganda yapılırsa yapılsın, ortadan kalkmıyor. Otadan kalkması için, bütün yandaşlarının ölmesi lazım. Eski paradigmayı savunanlar oldukça yeni paradigma egemen olamaz.

 Paradigmanın doğruluğu önemli değil, önemli olan şu andaki problemleri çözebilmesidir. Yeni paradigma, eski paradigmanın çözemediği en az bir problemi çözebilendir.

 

  POPER – KUHN KARŞILAŞTIRMASI :

 

 Kuhn’a göre, bilimin temelinde ‘us dışı’ bir temel var. Eski paradigma yeniyi, yeni de eskisini anlayamaz. Çünkü ortak bir gözlem dili yok. Yine Kuhn’a göre, bilim devrimlerle ilerlediğinden bilimde yanlışlanabilirlik yoktur. Oysa Poper, demercation problemlerinde hep yanlışlanabilirlik vardır diyordu.

 

 Kuhn’da kuramın içnde eritme var. Ona göre bilimsel devrimler bir kuramın yanlışlanması değildir. Poper’a göre ise biri yanlışlanır diğeri onun yerini alır. Kuhn, yanlışlayamaz çünkü dilleri farklı der.

 

 Poper’a göre Newton fiziği yanlışlanmış, Einstein fiziği onun yerini almış olup aynı zamanda bu kuram Newton fiziğini de içerir. Kuhn’a göre ise böyle bir şey sözkonusu değildir.

 

 Kuhn’a sorulacak soru; başka başka dünyalardan sözediliyorsa, yeni paradigma, eski paradigmanın çözemediğini nasıl çözer?

 Poper, “bilim adamı hangi problemleri çözeceğini tercih etme hakkına sahip değildir, burada Kuhn’a katılıyorum der ama filozof için böyle değildir”.

 

 Kuhn’a göre Poper, normal bilimi atlamış, direkt olağanüstü bilime yönelmiştir. Oysa Kuhn’daki normal bilim, Poper’da da vardır ama Poper’a göre, normal bilim çok tehlikelidir. Kuhn’a göre, normal bilim olmazsa bilim olmaz.

 

 Poper’a göre normal bilimci, dogmatiktir. Herhangi bir tekniği, hiç soruşturma yapmadan uygular aynı mühendisler gibi.

 Poper, Kuhn’un bulmaca dediğine ben problem diyorum, onun ‘paradigma’ dediğine ben ‘araştırma programı’ diyorum.

 Poper’a göre, normal bilim dogmatik olduğu için bu bilimle ilgilenmez.

 

 Kuhn; “bilim nedir?” sorusundan çok “bilim nasıldır?” ona bakıyor. Aynı şekilde “bilim adamı nedir?”den çok ‘nasıldır’ ona bakıyor.

                                     ————

 

    PAUL FEYERABEND :

 

 Kuhn’un düşüncelerine yakın görüşleri var, aynı okuldalar, birlikte çalışıyorlar. Her ikisi de Koyre’den etkileniyor. Ancak Feyerabend’in çok da sert bir tutumu var.

 1982’de ‘La kom’ gazetesinde yayınlanan röportajı:

 

 “Bilimin bugünkü durumunu, dinlerle aynı kefeye koyuyor ve onun din kadar saldırgan ve dogmatik olduğunu söylüyorsunuz. Oysa Einstein, ‘bilimsiz din topaldır, dinsiz bilimse kördür’ der. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 -Bilim de bir insan etkinliğidir. İçine dinsel ögeler karışabilir. Yeter ki, dinin saldırgan, dogmatik unsurları karışmasın. Ben bilimden antibilimsel ögeleri ayıklamaya çalışıyorum”.

 Feyerabend’e göre bilim, tanrının yerini almıştır. Ona göre 20.yy’da deneycilik bir felsefe haline getirilmiştir. Bilimsel bilgi tüm gelişmesini ve varoluşunu ona borçluymuş gibi bir hale gelinmiştir.

 

 Deneycilik neden yeğleniyor?:

 

 1-Boş hayallerden, metafizikten gözlem ve deney yoluyla kurtulmamızı sağlıyor(!)

 2-Deneycilik bilginin ilerlemesini sağlıyor (!)

    Görünüşte deneyciliğin bunları sağladığı sanılıyor. Ancak bugünkü deneycilik ne bilimi metafizikten kurtarıyor ne de ilerleme sağlıyor. Bunları sağlaması gerekirken tam tersine yaptığı iş; metafizik, boş ve taşlaşmış bir dogmatizm.

 Çağdaş deneyciliğin dogmalara karşı ortaya koyduğu şeyler, genelde bilimi bir dogma haline getirmektedir. Bilimi ilerletmekten çok, taşlaşmış bir dogmatizme götürmektedir.

 Bunlar bilimsel gelişmeye destek olabilmek için metafiziği ve dogmaları reddedecekleri halde ortaya koydukları kuramları doğrulama yoluna gitmişlerdir. Sıkı bir denetim altında kuramlarını doğrulamışlardır. Yani bir doğrulama yöntemi geliştirmişlerdir. Kuramlarının doğrulanmaması zaten imkansızdır. Burada Poper’dan hareket ediyor.

 Yaptıkları iş, kuramları Galile, Einstein,quantum fiziğinden farklı olduğu halde aynı olduğunu söylüyor ve savunuyorlar. Durumu karmaşıklaştıran budur.

 Dolayısı ile bilimsel konularda, bilimsel ilerleme ve hoşgörü için savaşmalıyız. Bilimsel ilerlemenin her aşamasında hoşgörü ile hesaplaşmalıyız.

 Bugün bilimsel ilerlemeye düşman olanlar; deneyciler, mantıkçı pozitivistler, bilim felsefecileridir.

 Daha önce papazlar, deneycilerden farklı olarak düşmanlıklarını açıkça yapıyorlardı. Bunlar ise kendilerine deneyci süsü vererek bilimde casusluk yapmaktadırlar.

 Feyerabend bunların gerçek yüzünü göstermeye çalıştığını söyler.

 

 Feyerabend’in önerdiği yöntembilim, nasıl bir deneyci olunacağı:

 Tek bir kuramla değil pek çok rakip kuramla çalışılırsa gerçek deneyci olunur.

 Kuram çokluğunu önermesi, ileride tek bir kurama hakikate ulaşmak için değil, kuram çokluğu nesnel olduğunu söyleyen her bilginin temel özelliğidir.

 

Ancak kuram çokluğu nasıl sağlanır?

 Tümüyle soyut ya da egemen görüşün şu ya da bu yanına karşı çıkarak yeni yeni kuramlar ortaya koymakla sağlanmaz. Egemen kuramların çözdüğü sorunları daha ayrıntılı ve çok daha yeni bir bakışın çözmesi önemli. Bu tür kuramları geliştirmekte çok daha uzun zamanı gerektirmektedir.

 

 Rakip kuramların işlevi:

 

 Her şeyden önce rakip kuramın kendisi hakkında yapılan eleştirilerin ötesine geçen eleştirilerde bulunmak.

 Rakip kuramların önce iyi bir şekilde dile getirilmesi ve geliştirilmesi daha sonra olgularla doğrulanmaya girişilmesi gerekmektedir.

 Kuramın tekabül ettiği olgular her türlü kuramdan bağımsız olarak vardırlar. Kuramlar olguları sadece ifade ederler. Olguları kuramlarımızla belirleriz. Her kuram olguları başka türlü belirlemelidir.

 Metafizik düşünceler, bilgimizin gelişmesinin her anında gereklidir. Metafizik yapılmalı ki, bağnazlık yapılmasın. Metafizikten ayrılan bilim dogmatikleşir. Rakip kuramlar, metafizik düşüncelerdir. İlerlemeyi sağlayacak olan bu kuramlardır.

 Feyerabend, 20.yy’daki deneyci anlayışa çok sıkı karşı çıkıyor. Nerede yobaz kuramlar, düşünceler varsa arkasında deneyci anlayış vardır. Kuram dışında bir olgular dünyası mutlaka vardır.

 Ortak bir gözlem dilinin olmayışı deneysel tartışma alanını çok kısıtlıyor. Bu durumdan kurtulmak için ortak bir gözlem dili kullanma çabası görülmüş ama bu yeterli olamamıştır. Yani deneyciliği her türlü bilgimizin evrensel temeli haline getirme çabası boştur.

 

 Feyerabend’in en önemli düşüncesi:

 

 Çağdaş deneyciliğin iki koşulu var:

 1-Hampbellci bilimsel açıklama modeli.

 2-Poperci açıklama modeli.

 

 K1 kuramının açıklanması demek, K1 kuramının K kuramından türetilebilir demektir; ‘mantıksal türetilebilirlik’. Yasadan yasayı türetme – tümdengelimli hampbell modeli.

 Feyerabend’göre türetilebilirlik isteği ilk bakışta çok doğal. Öyle olmasa explanans (açıklayıcı kuram) bir temel oluşturamaz. Aynı zamanda bu istek iki şeyi önlüyor:

 1-A1 alanı içinde K kuramını gerçekleyen kuramın K1 kuramıyla bağdaşması gerekir.

 2-K1 kuramının temel terimleri ve anlamları, K kuramının temel terim ve anlamlarıyla çelişmemelidir.

 

 Çağdaş deneyciliğin iki koşulu :

 

 1-Belli bir alandaki kuramların birbirleriyle tutarlı olması, çelişmemesi gerekir.

 2-Rakip kuramın terimleri, egemen kuramın terimleriyle çelişmemelidir.

    a)Tutarlılık kuramı koşulu.

    b)Anlam değişmezliği koşulu.

 Bu iki koşul bilginin gelişmesini kısıtlayıcı koşullardır. Gelişmek isteyen bilim bu iki koşulu hep çiğner. Bilimsel ilerleme böyle olur. Çiğnendiği için ilerler. Nerede bir ilerleme varsa bu iki koşul çiğnenmiştir.

 Ne zaman bir kuram ortaya çıksa bu iki kuram onu kaypak olmakla, bilimsel olmamakla suçlarlar. Tek ölçüt; bildiklik, tanıdıklıktır. Hangisi daha eskiyse, bize kendini alıştırmışsa onu tercih ederiz.

 Çağdaş deneycilik, Kuhn’un normal bilimine yakın özelliler taşıyor. Fakat dile getirilişinde ve varılan sonuçlarda ayrılık var.

 

 Kuhn daha tutarlı  ve sağlam, Feyerabend sınır tanımıyor. Feyerabend, normal bilimi betimliyor ama onaylamıyor.

                                           ———-

 

 17.yy’lın bilimsel devrimi çok önemli. Çünkü Aristoteles geleneğinin yıkıldığı ve Galile geleneğinin hakim olmaya başladığı bir dönem.

 19.yy’da pozitivist ve antipozitivist yaklaşımların ağır bastığını görüyoruz. Sorun yöntem sorunu.

 20.yy bilim anlayışında ereksel anlayış, büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.

BİLİM FELSEFESİ-2

Pazartesi, Temmuz 27th, 2009

 D. Hume:

 Olgular gelecek hakkında temel sağlayamaz. Geçmişte olup bitenlere bakarak akıl yürütemeyiz. Tümevarım olasılıklıdır, bu yüzden temelsizdir. Sadece olasılıklı olarak bilebiliriz. Nedensellik ilişkisi kurma bizdeki bir alışkanlıktan dolayıdır. Çünkü nedenselliği ne görüyoruz ne de algılıyoruz. Geçmiş yargılarımızın gelecek için temel sağlamadığından dolayı tümevarım temelsizdir.

 Güneşin şimdiye kadar doğmuş olması, her zaman doğacağını gerektirmez.

 

Conventionalizm è Zorunluluk è Dilsel mantıkçılık

 

Pozitivizm è Olumsallık è Deneysellik

 

Pozitivistlere göre doğa yasalarının mantıksal zorunlulukları yoktur.

Conventionalistlere göre ise, uylaşmanın olmasıdır.

W.Wright ise her ikisinden de sözetmek için bir ‘ara’ kavram getiriyor; ‘doğal zorunluluk’.       Zorunluluğun illa mantıksal ve deneysel olması gerekmez, diyor.

 

Zorunluluk:

*Mantıksal; kipler mantığı, zorunlu – olumsal, olanaklı – olanaksız.

*Fiziksel; doğal zorunluluk, A, B’yi yaparsa B hareket eder.

*Tekniksel; her şeyin bir sırası var. A’yı koymadan B’yi koyamazsın.

*Ödevsel; A doğruysa A’yı yap.

 

Pozitivistlere göre evrensel hakikat; deneysel, olumsal olmalı. Conventionalistlere göreyse, mantıksal olarak zorunlu olmalı.

 

Eylemleri, dürtüleri eyleme bağlayan davranış örüleriyle açıklamak, irade özgürlüğünü determinist bir anlayışla açıklamak demektir.

 Hampbell’e göre tarihsel açıklamaların genel yasalara dayandırılması, tarihte yasa olmadığını değil, bulunamadığını bu yasaların henüz keşfedilemediğini gösterir.

 Temel yasalı açıklamanın bir başka savunucusu K.Poper, Hampbell’e yakın bir anlayışa sahip; “tarihte yasaların uygulanamaması, tarihte yasa olmadığını göstermez. Biz bu yasaları keşfedersek ideal bir toplum kurabiliriz. Toplum mühendislerimiz olur”.

 Hampbell!e en büyük tepki W. Dray’den geliyor. Ona göre tarihte yasa yoktur. Tarihsel olaylar genel yasalara dayanmaz.

 Dray’e göre bir eylemi açıklama; bir eylem belli bir durumda yapılan ussal bir açıklamadır.

 Dray, ussal açıklamasını bir takım amaç, eylem ve ereksel olarak koyacak yerde, ussal olan nedir? Neyin yapılması gerekir, ona bakıyor. Brütüs’ün Sezar’ı neden öldürdüğüne bakacağı yerde Brütüs’ün yaptığını değerlendirmeye, yargılamaya kalkıyor.

 

 Eylem felsefesinde tartışmalara yeni bir boyut getiren;

 

  Elizabeth Anscombe :

 

 Bir davranışın açılanmasında o davranışın betimlenmesi çok büyük önem taşır. Bu açıklama, betimleme şu ya da bu şekilde bizim açıklamamızı etkileyecektir. İsteyimsel olarak yapılmış bir davranış başka bir durumda istenmeden yapılmış olabilir.

 Örnek; “buzda yürürken kaydı düştü ve elindeki şemsiye de camı kırdı”. Yapılan açıklama:

 1-Bilerek kayıp kırdı.

 2-Bilmeden, istemeyerek yaptı.

Yapacağımız açıklama o davranışın izahında çok önemli rol oynar. Betimlemeyi farklı yapınca açıklamada farklı oluyor.

 Anscombe’ye göre kimi durumda nedensel açıklama yapılır kimi durumda da isteyimselliğin, ereğin girdiği yerde de ereksel açıklama yapılır.

 Ona göre isteyimsel, erekli bir davranışı açıklayacak olan ‘pratik tasım’dır.

Büyük öncül (istenen şey);“Bütün insanlar ölümlüdür”

Küçük öncül (bir eylem); “Sokrates bir insandır”

Sonuç (bir eylem) ; “Sokrates de ölümlüdür”.

 

 Aristoteles’in dedüktüf tasımına göre öncüller doğruysa, sonuçta zorunlu olarak doğrudur. Pratik tasım da ise öncüllerle sonucun birbirine uygun olması önemli.

 

 W.Wright, Hampbell’in tümel yasalı açıklama modelinin sadece doğa bilimlerinde geçerli olduğunu, insan etkinlikleri alanın da ise pratik tasımın geçerli olduğunu söylüyor.

 

 Marx’ın gençlik dönemini kabul eden Frankfurt okulu, bunlar; Fromme, Adorno, Habermas ve Marcuse.

 Tez; Hampbell

 Antitez; hermeneutik / yorumsamacılar

 Sentez; Yeni Frankfurt okulu.

 

Son olarak W. Wright’ın yaklaşımında çıkarabileceğimiz bilimsel yaklaşımlar:

a)Nedensel açıklama:

  *1.dönem; Compte, J.S.Mill

  *2.dönem; Viyana çevresi, Hampbell

b)Yorumsama / anlama

  *Eski yorumsama; Dilthey

  *Yeni yorumsama; Draysen, P.Winch, A. Anscombe

c)Açıklama+Anlama (eleştiri):

  *19.yy Marx, Freud

  *20.yy Yeni Frankfurt okulu.

 

 Hambell’in modelinde yasaları bildikten sonra öndeyide bulunmak yersiz. Yasalar iyi binmiyorsa öndeyide bulunulur.

 

  KARL POPER :

 

 “Bilimsel olan deney ve gözlemle doğrulanabilir ve bu nedenle güvenilir olan değildir. Deney ve gözlemle doğrulanabilir olması bilimsel olmayı gerektirmez”.

 T. Kuhn; “önyargısızlığın olduğu yerde bilimden sözedilemez”.

 Poper ve Kuhn, yaygın bilim anlayışına karşı çıkıyorlar. Problemleri; bilimsel olala olmayanı nasıl ayıdedeceğiz?

 Poper’a göre yaygın bilim anlayışı, “bilim, deney ve gözlem yöntemiyle metafizikten ayrılır”. Ona göre bilimin yöntemi varsa sözde bilimin de yöntemi vardır. Bu konuda Poper, astrolojiden örnek vererek onun da deney ve gözleme dayandığını söylüyor.

 Kısaca yöntemine bakarak bilim olanla olmayan ayırt edilemez, der.

 Poper bu alanda 4 tür kuramdan sözeder:

 

 1-Marx’ın tarih kuramı,

 2-Freud’un psikanalizi,

 3-A.Adler’in bireysel psikolojisi,

 4-Einstein’ın görelilik kuramı.

 

 Poper’a göre ilk üç kuramın bilimselliğinden şüphe edilebilir ama Einstein’ınkinden şüphe edilemez. Poper diğer üç kuramı ilkel mitoslara benzetir.

 Bu üç kuramın ortak yanları:

 *Olguları öyle bir açıklayışları var ki, dünyada açıklanamayacak tek bir olgu bırakmıyorlar

 *İnsanların yeni bir hakikate gözlerini açması gibi görünüyor.

 *Kuramlarını her defasında doğrulamak. Doğrulukları o kadar açık ki, insanlar bunu görmüyorsa örneğin Marx’a göre ya sınıf çıkarlarına ters düştüğü içindir ya da inanmadıklarından görmüyorlardır.

 *Sözkonusu kuramlar, kendilerini doğrulayan deney ve gözlemlerin bitmez tükenmez olması. Örneğin bir Maxsist hep kendi kuramının doğrulandığını görecektir.

 *Bu kuramların hiçbir zaman yanlışlanamaz ve çürütülemez olduklarını söylüyorlar. Bunun nedeni çok genel kuramlar olması. Öndeyileri tamamen kaypak ve belirsizdir. Şu ya da bu şekilde her şey bu kuramlara sokulabiliyor.

 

 Bunlara karşılık Einstein’ın kuramı sınanabilir dolayısıyla yanlışlanabilirdir.

“Işık ağır cisimler tarafından çekilir”. Bu önerme deney ve gözlemle doğrulanamazsa yanlışlanmış olur.

 Poper’a göre alanımızı ne kadar daraltırsak önermemiz de o kadar güçlü olur. Sürekli olarak önermeyi yanlışlamaya çalışmak, her yanlışlandığında önerme karşımıza daha güçlü çıkar.

 Poper görüşlerinden bir takım sonuçlar çıkarıyor:

 

1-Amacınız doğrulamaksa her kuramı doğrulayabilirsiniz.

2-Doğrulama, öndeyide yanlışlanma riskini göze almışsa bilimseldir.

3-Bir kuram ne kadar yasak koyuyorsa o kadar güçlüdür.

4-Akla gelebilecek bir şeyle o kuramı çürütemiyorsanız o kuram bilimsel değildir.

5-Bir kuramı sınıyorsanız doğrulamaya değil, yanlışlamaya çalışıyorsunuz demektir.

6-Doğrulanmış bir kuram, ussal bir sınayışın sonucuysa o kuram benimsenmemelidir.

7-Bazı sınanabilir kuramlar yanlışlandığında bile taraftarları tarafından terk edilmez. İşte Marx’ın kuramı böyledir. Yanlışlandığı halde kuram hep ek kuramlarla (ad-hock) hep yeniden düzenlenmeye çalışılır.

 Başlangıçta Marx’ın kuramı bilimseldi, sınanabilirdi. Sınandı ve yanlışlandı. Daha sonra izleyicileri tarafından sınanamaz hale getirildi.

 

 Freud ve Adler’in kuramı ise daha başlangıçta bilimsel değildi. Bunlar kaypak birer ilkel mitos olmalarına rağmen bilime katkıda bulunabilrler.

 

 Poper, “ben bilim ile sözde bilim arasında sınır çizmeye çalışıyorum. Bun da demercation problemi diyorum. Ve bu problemin çözümü de benim yanlışlanabilirlik ölçütümdür”.

 

 Poper’a yanlışlanabilirlik ölçütünü Wittegenstein’dan mı aldın diyenlere, “hayır ondan 30 yıl sonra onun ‘anlamlılık’ kuramını çürütmek için geliştirdim”, der.

 

  Wittegenstein’ın anlamlılık kuramı:

 

 Felsefenin ve metafiziğin önermeleri metafiziktir, sözde önermelerdir. Bütün anlamlı önermeler temel ya da atomik önermelere indirgenebilir. Bunlara dayanmayan önermeler, anlamsız önermelerdir. Mümkün bütün önrmleri atomik önermelerle açıklayabiliriz.

 Bütün mümkün durumları gösteren atomik önermeler:

 

       (p,q):                                  (p,q)

 

  1-  (p => q) Λ(q=>p)     8-  pq

 

 2-  (pΛq)                9-   p

 

 3- (q=>p)                10-   q

 

 4- (pvq)                  11-   (pΛq)

 

 5- (q)                    12-   pΛp

 

 6-  p                      13-   qΛp

 

 7-  (pΛq)v(qΛp)     14-   (pΛp)Λ(qΛp)

 

 

 Herhangi bir önerme, bu önermelerle çelişiyorsa bu durumda o önerme anlamsız önermedir.

 Poper’a göre Wittegenstein, bilimi felsefenin karşısına koyuyor. Çünkü ona göre felsefenin önermeleri aşkındır ve üzerinde konuşulamaz. Yukardaki önermelerle temellendirilemezler.

 Poper’a göre ise hiçbir bilimsel kuram gözlem önermelerinden türetilemez. Hiçbir bilimsel kuram gözlem önermelerinin sonucu olamaz. Poper’ın en can alıcı yanı burası.

 “Ben doğrulanabilirliğin yerine yanlışlanabilirliği koymadım çünkü bunlar bakışımsızdır(asimetriktir)”.

 Bir önerme milyonlarca gözlem ile doğrulanabilir ama yine de doğruluğundan emin olamayız. Buna rağmen bir gözlemle doğruluğundan emin olabiliriz.

 Örnek; “bütün kuğular beyazdır” önermesini milyonlarca kuğu bile doğrulayamaz. Buna karşılık tek bir siyah kuğu bu önermeyi yanlışlamaya yeter.

 Neden tümevarım sonucu elde edilmiş sonuçtan emin olamayız. Çünkü Poper’a göre tümevarım temelsizdir.

 Poper’a göre bir önermenin yanlışlanabilir olması onu bilimsel kılar.

 

 Poper’a göre 2 tutum var:

 1-Dogmatik tutum; doğrulamacıdırlar, Viyana çevresi.

 2-Eleştirel tutum; bilimsel tutum. Varsayımları ve sanıları değiştirmeye hatta vazgeçmeye  her zaman hazırdır. Kuramlarımızın ne taşıdığı tümdengelimle ortaya koyabilir ve eleştirel tutumla açıklayabiliriz. Hiçbir kuram gözlem önermeleriyle temellendirilemez. Çünkü gözlem önermeleri tümevarım ile elde edilmiştir. Tümevarım ise mitostur.

 Şu anda bilimin yaptığı iş sanrılarladır. Bir yerde bilim inanç üzerine kurulmuştur.

 Tekrarlanan gözlemler ve deneyimler bilimde sanılarımızın ya da varsayımlarımızın sınanması olarak iş görürler.

 Deney – gözlem, kuramlarımızı doğrulamak için değil çürütmek için bir sınamadır.

 Geleneksel yanlışlık, tümevarımın bir demercation sağladığına inanılır.

 Tümevarım bilimsel doğrulanabilir olanla doğrulanabilir olmayanı sağlıyor.

 Tümevarım, kesi sonuçlar vermez. Olasılıklı bilgi vermesi de birşeyi değiştirmez.

 Sonuç; bir kuramın yanlışlığı ancak deneyden çıkarılabilir. Doğruluğu deney ve gözlemden çıkarılamaz.

 Dogmatik tutum, düşük olasılıklı yüksek kuramları tercih eder.

 Eleştirel tutum, yüksek olasılıklı düşük kuramları tercih eder.

 Poper’a göre öndeyide, kehanette bulunan hep Marxizm ve bazı tarih felsefecileridir:

 1-Tarihsici toplum görüşü

 2-Tarihsici siyaset öğretisi.

 Poper’a göre doğa bilimlerinde öndeyide bulunulabilir. Bilimin önermeleri koşullu/hipotetik önermelerdir.

 Örnek; kızılsa kırmızı lekeler görülür.

             Hasta kızıldır.

             O halde kırmızı lekeler görülecektir. (öndeyi)

 

Öndeyi zaten yasanın mantıksal bir sonucu. Toplumbilimlerinde, doğa bilimlerindeki gibi genel düzenlilikler olmadığı için öndeyide bulunamıyoruz. Örneğin doğa olaylarında; “güneş her yıl şu tarihte tutulur”, diyebiliyoruz. Oysa toplumsal olaylarda örneğin Fransız ihtilalinin ne zaman gerçekleşeceğini bilemeyiz.

BİLİM FELSEFESİ-1

Cuma, Temmuz 24th, 2009

       

  19.yy’dan itibaren iki genel ifade var:

 

1-Aristoteles geleneği; taş varış noktasına yaklaştıkça hızı artar. Taş, zorla uzaklaştırılmak istendiği noktaya tekrar ulaşmak için hızlanır. Taşda bir ereğe ulaşmak için ileriye doğru bir yönelim vardır.

 Bu daha insanca bir yaklaşım. Bu geleneğe göre her şeyin bir yeri vardır. Yerinden uzaklaştırılan taş, tekrar yerine ulaşmak için ileriye doğru yönelir.

 2-Galile geleneğine göre ise, bunun tam tersi başlangıca, nedene doğru yani geriye doğru bir yönelim var. Erek diye bir şey yoktur.

 Rönesans, Galile geleneği ile Aristoteles geleneğini yıkmıştır.

 

 Won Wright’ın bilim felsefesi tarihi yaklaşımı:

 

 Bilimsel araştırmanın iki temel görünümünden sözeder:

 1-Olguların keşfi ve betimlenmesi.

 2-Varsayım ve kuram oluşturma.

    Çoğu kez ilki betimleyici bilim, öteki kuramsal bilim olarak adlandırılmaktadır.

 

     Bilimsel etkinlik iki temel amaca hizmet etmektedir:

 

 1-Öndeyide bulunmak; olguları bu yolla bulmak, keşfetmek.

 2-Daha önce keşfedilmiş olguları anlaşılır kılmak.

    Öndeyi; olmuş olana bakarak, gelecekte olacak olanı açıklamak.

  Açıklama; geçmişe, olmuş olana yöneliktir. Öndeyi ise geleceğe yöneliktir.

  Öndeyici etkinlik; olgulara, açıklayıcı etkinlik ise; yasalara dayanır.

  Açıklamacı etkinlik; nedensellik ilişkisine dayanır ve Galile geleneği hakimdir.

  Öndeyici etkinlikte ise; erekselci olup Aristoteles geleneği hakimdir.

  Her iki gelenekte de hem öndeyi hem de açıklama var ancak biri daha fazla ağır basmaktadır.

 Galile geleneği nedensellikle, açıklama ve öndeyide bulunurken Aristoteles geleneği; erekselci bir yaklaşımla olguları anlaşılır kılmaya çalışır.

 

 19.yy’lın 3 ana ilkesi:

 1-Yöntemsel bircilik; bütün bilimlerde yöntem birliği öneriliyor.

 2-Matematiksellik ülküsü; Yöntem ve kullanılan kavramlar matematiksel olmalı.

   Pozitivizm bu iki ilkede çok iddalı.

 3-Genel yasa ile açıklama; tümel yasalar.

 

   Pozitivist çizgiler:

 1-Olgucu-duyumcu anlayış; 20.yydaki modern pozitivizme (Viyana çevresi)  bağlanıyor. (Anlam Kuramı)

 2-Bilimci anlayış; daha çok Comte’un görüşüne yakın ve bu kuramın başını Hampbell çekiyor. (Bilim Kuramı)

  Yöntemsel bircilik; Comte çeşitli bilimlerin yasalarını incelemeye ‘Pozitivist felsefe’ diyor. Bilimlerin tek bir yönteme tabi olduğunu ve çok daha genel bir bütünün parçaları olduğunu söylüyor.

  Kurama gelince, bütün bilimlerde aynı kuramın geçerli olması değil, homojen olması, aynı yapıyı göstermesi yeterli.

 

 (Aslında Comte’dan daha çok J.S.Mill’in yaptığı işe ‘Pozitivizm’ deniyor.)

 

 Matematiksellik ülküsü; matematiksel fizik, insan bilimleri dahil tüm bilimlerin tamlığının ve gelişmesinin ölçütü sayılmalı. Böylece matematiksel fizik önemli bir ölçüt oluyor.

 Genel yasa; açıklama nedensel olmalı. (Comte’un böyle bir düşüncesi yok o öndeyi üzerinde yoğunlaşıyor.)

 

 Gerçek Pozitivist Anlayış; önceden olacağı görmek. Bunun içinde geçmişi, doğa yasalarının değişmezliğine dayanarak incelemeli.

 Olguların açıklanması; tek tek olgularla birkaç genel yasa arasında bağlantı kurmaktır. Pozitivist görüş; amaç, niyet, erek diye geçen açıklamaları ya nedensel açıklamaya sokar ya da bilimsel değil diye bir kenara bırakır.

 

  Pozitivizme karşı olan akımlar:

 

Hermeneutik (yorumsama); bu görüşü savunan başta Alman filozofları, Dilthey, Simmel, Draysen hepsi de antipozitivist.

 Bunlar pozitivizmin yöntemsel birliğine karşı çıkıyor. Doğa bilimlerinin yönteminin, insan bilimlerinde uygulanamayacağını söylüyorlar. Bu nedenle bu bilimlerde açıklama değil, anlama önemlidir.

 Fizik, kimya gibi bilimlerin genellemelerle uğraşmasına karşın, tarih, sosyoloji gibi bilimler tek tek olayları bireysellikleriyle ele alırlar.

 Draysen, açıklama ile anlama arasında ayrım yapar. Açıklama; doğa bilimlerinin, anlama ise insan bilimlerinin uğraşıdır.

 Pozitivist bilim anlayışında sözde iki tür bilimde sözediliyor.(Doğa bilimleri, insan bilimleri) Aslında böyle bir ayrım yok. Kendilerini konu alan bilimler yöntemiyle bir.

 

 Dilthey’in Tarihselci Bilim Anlayışı:

 

 Dilthey’e göre, tek cinse bağlı iki bilim yok. İki ayrı cinse, yönteme bağlı iki ayrı bilim var.

 Tarihsel, toplumsal olan bir tinsel dünyadır. Bu dünyayı insan kendisi kurar ve içinde yer alır. Dolayısıyla böyle bir gerçekliğe, bu gerçekliği anlayacak aynı türden  bir bilim gerekir. Zira tinsel dünya bir olgu dünyası değil, anlam alanıdır.

 Tin bilimleri yorumsama(hermeneutik) yoluyla tarihsel gerçekleri yorumlayacak ve tinsel dünyayı anlayacaktır. Bu dünya açıklanmaz, anlaşılır. Günlük dil bu iki kavramı ayırmadığı için karıştırılıyor.

Antipozitivistlerin anlam kavramına yükledikleri bir boyut var ki, bu açıklamada yok.

 Simmel, insan bilimlerinin kendine özgü yöntemi olarak anlamayı bir ‘duygudaşlık (empaty)’ olarak görüyor. Bu duygudaşlık ortamının zihinde tinsel olarak yeniden yaratılması.

 Simmel, anlamanın bu psikolojik boyutuyla açıklamadan farklı olduğunu söylüyor. Duygudaşlığa örnek; “Neron Roma’yı neden yaktı? Bunu anlamak için Neron’la empaty kurmak gerekir”, diyorlar.

 Nasıl empaty kuracağız?

 Neron’un yaşam tarzını, dinini, geleneğini… öğreneceğiz. Bunlara göre de o dönemi kafamızda canlandırmaya çalışacağız.

 Anlamayı, açıklamadan ayıran; psikolojik boyut yetmez. Bir de anlamada ‘isteyimsellik’ vardır. İstemek, amaç edinmek bu açıklamada yok.

 Doğa bilimleri ile tarihsel tin bilimleri arasındaki yöntem farklılığını kabul edince yeni bir sorun çıkıyor.

 Toplum bilimleri ile davranış bilimlerini nereye yerleştireceğiz. Sosyoloji ve psikoloji antipozitivist eğilimlerin etkisinde ortaya çıkıyor. Bu iki bilim, açıklamalı bilim felsefesi ile anlamacı bilim felsefesinin savaş alanı oluyor.

 19.yylın iki büyük filozofu Hegel ve Marx :

 

 Bunları ne Aristoteles ne Galile ne pozitivist ne de antipozitivist geleneğe sokabiliriz.

 “Yasalar evrensel geçerliliğe ve zorunluluğa dayanır” görüşleriyle yüzeysel de olsa pozitivistlere benzerler.

 Diyalektik anlayışları Galile geleneğine girmez. Çünkü; tez, antitez, sentez bir nedenselliği dile getirmez. Bunlar sadece mantıksal/kavramsal bir örüdür.

 

 Her ikisinin de diyalektik şeması; isteyimselci (erekselci).

 

Hegel, doğa bilimlerinden pek anlamıyor. Doğa bilimlerine baştan kapalı olması onu tin bilimlerine yaklaştırıyor.

 “Açıklama, neden-sonuç ilişkisi kurmak değil, olguları anlaşılır kılmaktır” böylece Aristotelesci gelenek Hegel görüşüne bağlanabilir.

 Hegel’in tarih görüşü; “tarihteki ilerleme, tinin kendi kendisinin bilincine varmaktır” bu tamamen erekselci bir yaklaşım.

 

 Marx; “insanı yapan tarih değil, tarihi yapan insandır” sözüyle Hegel’i tersine çevirir.

 Hegel’de insan, tarih içindeki rolünü oynayan bir piyondur.

 Marx’da insanın yabancılaştığını görmesi, hakikati görmesidir. Hakikati görmekse özgürlüğe ulaşmaktır. Bu öznel erekselci bir yaklaşımdır.

 Marx, olgunluk yapıtlarında demir bir zorunluluktan sözeder. “Tarih bir takım zorunlu yasalarla ilerler”. Bu yanıyla Marx’ı, Galileci ve pozitivist yaklaşıma sokarsak da aynı zamanda Aristoteles geleneğine de sokabiliriz.

 Tarih, demir zorunlulukla ilerler ama bu ilerleme bir ereğe doğru sınıfsız, özgür bir topluma doğru ilerleme sözkonusu.

 Kısaca Hegel ve Marx’ı hem Galile(zorunlu yasalardan bahsetmeleri nedeniyle)  hem de Aristoteles geleneğine (yasaların ereğe yönelik olmasıyla) sokabiliriz.

 

 Sartre; doğada diyalektik olamaz. Diyalektik olsa olsa toplumsal değişmenin yasasıdır.

 19.yylın sonuyla 20. yylın başlarında analitik felsefe ortaya çıkıyor. Bu felsefe pozitivizme çok büyük katkılar getiriyor.

 

Analitik felsefenin iki eğilimi var:

1-Doğrulamacı anlam görüşü; Russel’ın başını çektiği bu görüşü savunanlar; Wittegenstein-1, Viyana çevresi, M.Schilde, Carnap ve K.Poper.

 

M.Schilde, bilimin birliğinden sözediyor. Amacı birleşik bir bilim ortaya koymak. Bu görüşüyle Comte’u destekler.

Carnap; “önemli olan bilim ile metafiziği ayırmaktır” der. Ama nasıl ayıracağız?

 Ona göre, bilimsel önerme her şeyden önce anlamlı, deney ve gözlemle doğrulanabilir önermedir. Deney ve gözlemle doğrulanamıyorsa metafiziktir.

Carnap’a göre felsefi önermeler bir tarafa atılmalı. Oysa Carnap’ın kendi söylediği metafiziktir. Çünkü bu önermenin deney ve gözlemle doğrulanabilirliği yoktur.

 Wittegenstein, “bilimsel önerme doğru ya da yanlış değerini alan önermedir” der. Felsefe ve etiğin önermeleri aşkın, metafizik önermelerdir.

 Poper ise Viyana çevresinin ‘doğrulanabilirlik’ ölçütü yerine ‘yanlışlanabilirlik’ kıstasını savunur.

 Genel yasalar bilinirse ideal bir toplum kurulabilir.

 

 Analitik felsefenin 2 yaklaşımı:

 Günlük Dilci Okul; Wittegenstein-2, G.E.Moore. Tractatus baş yapıtları.

 Egemen anlayış; tümel ve yasalı anlayış. Dil grameri ortaya koymaya çalışıyorlar. Önce matematiğin ve doğa bilimlerinin daha sonrada davranış ve toplum bilimlerinin yöntemiyle ilgileniyorlar.

 

 Hampbell, bilimsel açıklamada iki model öne sürüyor:

 1-Tümdengelimli yasalı model.

 2-Tümevarımlı olasılıklı model.

 Hampbell’e göre eğer ‘yasa’ ve ‘açıklayıcı akıl’ kavramını açıklarsak bir açıklama getirebiliriz.

 Örnek; cıvalı termometreyi sıcak suya batırdığımızda önce cıva düzeyi düşer sonra hemen çıkar. Bunu nasıl açıklayacağız? Şöyle:

 “Önce sıvı cama etki eder, cam genişler ve bu nedenle de cıva düşer. Daha sonra sıcaklık cıvaya etki eder ve cıva yükselir”.

 Yapılan açıklamadaki önkoşullar:

 *Termometrenin cıva ile dolu bir tüpten oluşması.

 *Termometrenin sıcak suya batırılması.

 Yasalar:

 *Cıva da cam da sıcak karşısında genişler.

 *Camın iletkenliği cıvaya göre düşüktür.

 Hampbell’e göre bir olgunun açıklanması,; önkoşullar ve yasalar olduğunda sözkonusudur.

 

 Örnek; “su içindeki kürek neden kırık görünmektedir?”

 Önkoşullar:

 *Küreğin düz bir tahta parçasından yapılmış olması.

 *Yarısı suyun içinde yarısı dışında olması.

 Genel Yasalar:

 *Işığın kırılma yasası.

 *Suyun optik durum yasaları.

 

‘Neden’ sorusu yasalar için de sorulabilir. Bu durumda sözkonusu yasa ancak kendisinden daha genel bir yasanın altına sokularak açıklanabilir.

 

 Hampbell’e göre bilimsel açıklamanın 2 büyük oluşturucusu:

 1-Explanandum; açıklanacak olgu hakkındaki önermeler, betimlemeler.

 2-Explanans; olguyu dile getirmek için kullanılan önkoşullar ve yasalar.

 

  Açıklamanın iki temel koşulu dile getirmesi lazım:

 1-Mantıksal uygunluk

 2-Deneysel uygunluk

 Mantıksal uygunluk koşulu; explananstan açıklanacak olan olgunun mantıksal olarak türetilmesi.

 Deneysel uygunluk koşulu; genel yasalar, açıklanacak olayın dile getirilmesi için zorunlu olmalıdır.

 Explananstaki bütün önkoşullar yasa olabilir.

 3-Explanans, deneysel koşul olmalı; önkoşullar da yasalar da deney ve gözlemle sınanabilir olmalı.

 Explananstan zorunlu olarak explanandumu çıkarıyor ve öndeyide bulunuyoruz.

 Şu şu önkoşulların ve yasaların gerçekleşmesinde o sonucun ortaya çıkması; öndeyi.

 Hampbell’e göre fizik bilimlerinden elde ettiğimiz ilkeleri, fizik biliminin dışında da kullanabiliriz. Ona göre psikoloji ve sosyolojide de genel düzenlilikler var.

 Örnek; “pamuk satanlar çok ama alacak yok”, bu durumda pamuk fiyatlarının düşeceği inancı bir varsayım olarak vardır. İşte bu genel düzenliliktir.

 Hampbell’e göere bir takım özellikler taşıyan bir olay, hep bir takım özellikleri taşıyan bir olayla ortaya çıkar. Tekrarlanan olayın kendisi değil, olayın özellikleridir. Nedendsellik olayların art arda özelliklerinin tekrarlanmasıdır. Buna göre fizik ve kimyada da her olay bir kere olur. Tek biçimcilik olayın kendisinde değil, özelliklerinde aranmalıdır.

 

 Hampbell’e Tepkiler:

 

 1-Fizik ve kimyada olduğu gibi insan etkinliklerinde tek biçimcilik yoktur. Her şey bir kere olur, diyorlar.

 Oysa Hampbell, fizik ve kimyada da böyle bir tek biçimcilik yoktur diyor. Tekrarlananın özellikler olduğunu söylüyor.

 2-İnsani olayların nedensel olarak açıklanamayacağı. Bireylerin o andaki davranışlarının nedeni sadece o ana değil, eylemin geçmişine de bağlanabilir.

  Hampbell burada, fizikte de böyledir diyor; her olayın bir ön tarihi vardır. İnsan etkinliklerinin bir ön tarihinin olması nedensel yaklaşım yok demek değildir. Sadece farklı türden geçmişler sözkonusu diyor. Hampbell, nedensel açıklamayı biçimsel olarak ele alıyor.

 3-Hampbell’in açıklama görüşüne karşı; amaçlı bir davranış, nedensel bir yaklaşımla açıklanamaz. Ancak güdüsel ve ereksel bir yaklaşımla açıklanabilir.

 Hampbell, bunlar da nedensel bir açıklama değil midir, diyor. Sorun gelecekte olacak olan bir olayın, kişinin şu andaki davranışını etkilediği şeklinde gösterilmeye çalışılıyor. Oysa ona göre, bizim şu andaki davranışımızı etkileyen gelecekteki olay değil, kişinin eylemden önceki arzusu ve ‘şunu şunu yaparsam şu amacımı gerçekleştiririm’ inancı.

 Hampbell’e göre nedensel açıklama ile ereksel açıklama arasında bir fark yoktur. Eninde sonunda ereksel dediklerimiz de nedensel açıklamanın önkoşulları altına girerler.

 4-Güdülerin bir gözlem olmadan ortaya konması; güdüler gözlenebilir değildir. Bu güdüleri ancak kişinin kendi ifadelerine ve tahmini güdüler yükleyerek bilgi edinmeye çalışıyoruz. Bu bilgi dolaylıdır. İnsan davranışlarını etkileyen güdüleri doğrudan gözlemleyemediğimizi söylüyorlar.

 Hampbell ise bunun fiziktede böyle olduğunu söylüyor. Örneğin. Karşıt elektrik yüklerini doğrudan sınayamıyoruz.

 Hampbell, insan etkinliklerinde öndeyide bulunamayışımızın sağlam yasalara sahip olmayışımızla açıklıyor ve sadece biyolojideki ereksel açıklama dışındaki bütün açıklamaları nedensel açıklama içine sokabileceğimizi söylüyor.

   

   Tümevarımlı Olasılıklı Model:

 Önkoşulların ve yasaların açıklanması istenen olaydan önce gelmesi şart mı? Aynı anda veya tersine gerçekleşemez mi? Örneğin, ısı mı ateşten önce yoksa ateş mi ısıdan öncedir?

 Tümdengelimli yasalı modelde:

 *Neden oldu?

 *Neden beklenebilir?

 Tümevarımlı olasılıklı modelde ise:

 *Neden beklenebilir?

 *Neden oldu?

 

Hampbell’e göre yasalar olgulara bağlı. Olguların tekrarlanıp tekrarlanmamasına bağlıdır. Olguların bize verdiği bir güvence onun için ancak olasılık çerçevesinde ifade edilen yasalardır.

 Bütün bu söyledikleriyle Hampbell tam bir pozitivisttir.