Posts Tagged ‘fenomen’

FELSEFİ ANTROPOLOJİ-2

Perşembe, Ağustos 6th, 2009

  

    ARNOLD GEHLEN : (Biyolojik teori)

 

 Gehlen’in Scheler’e karşı olduğu nokta, metafizik yanıdır. Onun dayandığı yer; eylemdir.

 Gehlen göre; insanı ruh ve beden ikiliğinde ele alan görüşleri ve bir de metafiziği yenmek gerekiyor.

 Ona göre insanla ilgili iki hipotez var:

1-İnsan bir bütün olarak, tek bir bilim konusu olabilir.

2-İnsan kendi içinde bir bütündür.

    Bu bilimin adı felsefi antropoloji olacaktır. Yöntemi de biyolojik yöntem olacaktır. Gehlen’in istediği antropoloji, ampirik bir antropoloji. Gehlen’in temelde aldığı birim; eylem.

 Bu ampirik antropolojinin 3 temel kavramı vardır:

 Eylem; gerçekliğin önceden görülecek ve planlanarak değiştirilmesi.

 Kültür; bu şekilde yapılan değiştirmelerin toplamı, tamamı.

 İnsan topluluğu; kültürün çıktığı yer.

 Gehlen, insan, eylem ve kültürlerini araştırırken neden sonuç ilişkisinden, metafiziğe götüreceğini sandığından özellikle kaçınıyor.

 Gehlen, Scheler’den iki şey alıyor; insan-hayvan karşılaştırnası ve dünyaya açık olma.

 Gehlen’in insan anlayışı, ‘Darwinci evrim anlayışı’na dayanır. İnsan önce dik yürümeye başlamış sonra beyin büyümüş, gelişmeye başlamış çünkü, elleri serbest kalmıştır.

 İnsan, hayvana göre özelleşmemiş bir varlık, bundan dolayı da daha zeki bir varlık. Özelleşmemesi, bir sürü şeyi kendisi yapması, yaratması demek. Bu da zekayı geliştiren bir fonksiyondur.

 Öte yandan insan, hayvana göre gecikmeye uğramıştır. İnsan, tamamlanmadan doğan bir varlıktır. İnsanın her dönemi, gençlik, ihtiyarlık hayvana göre gecikmeye uğramıştır. Hayvana oranla insan, bir eksiklikler bütünü.

 

Gehlen, zekaya dayanan eylemi ikiye ayırıyor:

 *Amaç olan eylemler,

 *Araç olan eylemler.

 Amaç eylemler; içinde doğrudan doğruya bir tatmini, hazzı kendisiyle birlikte getiren eylemler.

 Oysa araç eylemler; başka eylemler için yapılıyorlar. Amaç eylemler sadece kendileri için yapılıyorlar. Araç eylemler, olguların kurulmasına yarayan eylemlerdir.

 Bunlar birbirine dönüşebilirler.

 Rasyonelleşme; amaç eylemlerin araç eylemlere dönüşmesine Gehlen, “rasyonelleşme” diyor. Ona göre amaç, eylemler özünde “irrasyonel” eylemlerdir.

 Rasyonel eylemler şu şekillerde ortaya çıkıyor:

 1-İrrasyonel olan eylemlerin rasyonelleşmesi, amaç haline gelmesi.

 2-Politikalaşma; dilbilim, arkeoloji…gibi bilimlerin devletin hizmetine verilmesi, devlet politikasının dışında kalmaması.

 3-Rasyonelleşme; ticarileşme, örneğin spor etkinliklerinin sonunda ticarete dönüşmesi. Sporun ranta dönüşmesiyle, sağlık için yapılmaktan çıkıp çıkarlara hizmet etmeye başlaması.

 

 İçgüdü sorunu:

 İnsanda instinkt davranışlar var mıdır?  Sorusuna Gehlen, “insanda hemen hemen hiçbir güdü yoktur. Olsa olsa insanda doğuştan olan heyecanlar bulabiliriz” der.

 Kendi çocuğu olmayan bir çocuğu ağlarken gören anne, ona göre sadece heyecanlanır.

 Gehlen’e göre zeka ile içgüdü ters orantılıdır. Hayvanın içgüdüsü fazla olduğundan zekası azdır. İnsanın içgüdüsü az olduğundan zekası fazladır.

 

 Dil, idrak, algı sorunu:

 Gehlen’e göre, insanın hayvana oranla alabildiğine bir algılama alanı vardır. Çünkü hayvan, içgüdüye sahip bu nedenle algılaması sınırlı. İçgüdüsü hayvanı uyardığından güven içinde. Oysa insanın içgüdüsü olmadığından tehlikelerle karşı karşıya. İnsanların hukuk kuralları olsa da yasaya rağmen suç işlenebilir.

 İnsanın algı alanı çok geniş olduğundan bir ‘algı seli’ içinde.

 İnsan bu algı selinden nasıl kurtulur? Bunun için Gehlen, insan eylemlerine bakıyor:

 1-Oyun; çocuk belli bir yaşa geldiğinde, nesnelerin belli başlı özelliklerini ayırt etmeye başlıyor. Madeni bir şey gördüğünde onun ağırlığını ölçüyor. Böylece algı seli bir düzene sokulmuş olur.

 2-Oynayarak ilişki; örneğin bazı şeyleri yere bıraktığında artık ne olacağını biliyor. Bazı şeylerin kırılacağını bazılarının kırılmayacağını anlıyor.

 3-Gözün işlevi; giderek dokunma duyusunun işlevi azalırken gözün işlevi artıyor. Dokunmasına gerek kalmadan sadece o şeyi görmesiyle ne olacağını anlıyor. Bu da algı selinin yükünü oldukça azaltıyor.

 4-Dil; gözün görme işlevini de azaltıyor. Sözcüklerle ne olacağını, dille düşünerek tasarımını çıkarabiliyoruz.

 Dil, algı selini hepsinden fazla azaltıyor.

 

 İnsan ve teknik:

 Teknik, insanın özelleşmemişliğini, organ eksikliğini gideriyor. Gehlen bunu da tekniğin 3 ilkesiyle açıklıyor:

 1-Teknik aletler; bulunmayan organların yerini tutuyor. Kanatlarımız yok ama uçabiliyoruz.

 2-Teknik araçlar; işimizi azalttığından organlarımızın gücünü artırıyor.

 3-Organlarımızı aşma ilkesi; çıplak gözle göremediğimizi, teleskop, mikroskopla görebiliyoruz. Yine telefonda böyle.

 Teknik sınırsız değil, sınırlıdır. Örneğin otomobil, son elli yıl içinde son sınırına ulaşmıştır.

 Gehlen’e göre felsefe de insanın yükünü azaltmaktadır. İnsanın kendisini daha iyi tanımasına yardımcı olarak.

 Aslında Gehlen’e göre ne teknik ne de felsefe insanı hayatın zahmetlerinden kurtarmaz.

 Gehlen, ampirik bir yolda yürürken, metafiziğe düşmekten kaçınırken, metafiziğin sınırına geliyor.

 Birdenbire biyolojik yöntemin, hayatın bilinmeisine hayatın elverişli olup olmadığını soruyor ve şu sonuca ulaşıyor:

“Hayat, bilinmeye elverişli değil onu yaşamak gerek”. Bu ifade düpedüz metafiziktir.

 

  Ruh sorunu:

 

 İnsan ilgili ihtiyacını doyurmak için eyleme geçer. Bu doyurulmadan sonra ihtiyaçlar görünmez olurlar. Bunlar uyku durumunda saklıdırlar. Eyleme kadar gidemeyen ihtiyaçlar, insanın iç dünyasını oluştururlar. Ruh dediğimiz şey, metafizik değil işte bu iç dünyadır. Böylece dualizmin olmadığını gösteriyor.

 

 

 ERNST CASSİRER: (Kültür Antropolojisi)

 

 İnsan nedir?

 

 İnsan dolaysız gereksinmeleri ve kullanımsal çıkarları için fiziksel çevresine bağımlıdır. Kendisini çevresindeki dünyanın koşullarına sürekli olarak uyarlamazsa yaşayamaz. Ama insan, kültürü geliştikçe karşımıza insan yaşamının karşıt bir yönelişi çıkıyor. İnsan bilinçliliği ile ilgili ilk düşüncelerde bu dışadönük görüşe katılan ve onu tamamlayan içedönük bir yaşam görüşü buluyoruz. İnsan kültürünün gelişimini bu başlangıçlardan daha ileriye doğru izlediğimizde, içedönük görüşün gittikçe öne doğru çıktığını görüyoruz.

 İçebakış yani duyguların, heyecanların, algıların, düşüncelerin doğrudan doğruya bilinçliliği olmaksızın insan ruhbiliminin alanını tamamlayamayız. Yine de yalnız bu yöntemi izlemekle insan doğasına ilişkin kuşatıcı bir görüşe hiçbir zaman varamayacağımız onaylanmalıdır.

 İçebakış bize ancak insan yaşamının bireysel deneylerimizle kavranabilen küçük bir bölümünü açıklar. Hiçbir zaman tüm insan olayları alanını kuşatamaz.

 İnsan sürekli olarak kendisini araştıran bir yaratık. Varoluşunun her anında, varoluşunun koşullarını incelemesi ve denetlemesi gereken bir yaratık.

 İnsanın özü dış koşullara değil, yalnızca kendisine verdiği değere dayanır. Zenginlik, toplumsal ayrıcalık, sağlık tüm bunlar önemsizdirler. Tek başına önem taşıyan şey, ruhun içsel tutumudur. Bu içsel etkiyi hiç kimse etkileyemez.

 Kendi kendisiyle, tanrısıyla uyum içinde yaşayan insan, evrenle de uyum içindedir. Çünkü evrensel düzen de, kişisel düzen de ortak bir temel ilkenin ayrı anlatım ve dışlaşmalarından başka bir şey değildirler. İnsan doğal eleştirisi, yargılama ve algılama gücünü kanıtlar ve kendisiyle evren arasındaki ilişkide öncü rolünü evrenin değil, kendisinin gördüğünü kavrar.

 İnsanın işlevsel çevresi yalnız niceliksel bakımdan genişlemekle kalmaz, niteliksel bir değişmeye de uğrar. İnsan kendisini çevreye uydurmak için yeni bir yöntem bulmuştur. Hayvan türleri arasında, rastlanan alıcı ve etkileyici dizgeler yanında insanda simgesel dizge olarak betimleyebileceğimiz bir üçüncü halka buluyoruz. Bu yeni halka insan yaşamının tümünü değiştirir.

 İnsan kendi başarılarından kaçamaz. Kendi yaşamının koşullarını benimsemekten başka bir şey yapamaz. İnsan yalnız fiziksel bir evrende değil, bir simgesel evrende de yaşamaktadır. Dil, din, mitos, sanat bu evrenin parçalarıdırlar.

 İnsanın simgesel etkinliği geliştikçe, fiziksel gerçeklik bu gelişmeye oranla art alanda kalır gibi görünür. İnsan nesnelerin kendileriyle uğraşacak yerde bir anlamda sürekli olarak kendi kendisiyle konuşmaktadır. Kendisini dilsel biçimler, sanatsal imgeler, mitolojik simgeler veya dinsel törenler içine öylesine kapanmıştır ki, bu yapay ortam araya girmeden hiçbir şeyi görüp bilemez.

 İnsan eylemsel alanda bile katı bir olgular dünyasında veya doğrudan doğruya gereksinme ve isteklerine göre yaşamaz. Tersine imgesel duyguların umut ve korkuların, yanılgı ve yanılsamaların, kuruntu ve düşlerin ortasında yaşar.

 

“İnsan simgeleştiren bir hayvandır”.

 

 Simgesel düşünce ile simgesel eylemin insan yaşamının özyapısal özellikleri olduğu ve insan kültürünün tüm gelişiminin bu koşullara dayandığı yadsınamaz.

 Simgesel imgelem ve anlığı, yalnızca insan geliştirmiştir. İnsan, el-kol devinimlerini yerlerine koyacak sözcüklere sahip olur olmaz bıraktı.

 Simgecilik ilkesi, insanın kültür dünyasına girişini sağlayan büyülü bir sözcüktür.

 İnsanın her şeyi simgeleştirmesi en büyük ayrıcalıklarındandır. Hayvanlar, bir gelişme gösteremezler. Çünkü, bir simgeler dizgesinde yoksundurlar.

 İnsanın doğal süre durumunu yenip, ona yeni bir yetenek, insan evrenini sürekli bir yeniden biçimlendirme yeteneği bağışlayan simgesel düşüncedir.

 Cassirer’e göre simgesel biçimler felsefesi, şu varsayımla başlıyor; insanın özüne, doğasına ilişkin herhangi bir tanım varsa bu tanım tözsel değil, ancak işlevsel bir tanım olarak anlaşılabilir. İnsanı ne metafiziksel özünü oluşturan doğuştan bir ilke ile ne de deneysel bir gözlemle araştırılabilecek herhangi doğal bir yeti veya içgüdü aracılığıyla tanımlayabiliriz. İnsanın göze çarpan karakteristiği, metafiziksel yanı değil, yaptığı iştir.

 İnsanlık halkasını tanımlayıp belirleyen bu iş, insan etkinliklerinin bir dizgesidir. İnsan felsefesi, bu insansal etkinliklerin temel yapısını kavramamıza ve aynı zamanda onları bir bütün olarak anlamamıza yardımcı olacak bir felsefedir.

 Burada olgular biçimlere indirgenmiştir ve bu biçimlerin kendilerinin, içsel bir varlığa sahip oldukları varsayılır. Burada insanın, tözsel birliğini kanıtlamak gibi bir yükümlülüğümüz yoktur. İnsan artık kendi başına varolan ve kendi başına bilinmesi gereken basit bir töz olarak düşünülmez. Onun birliği işlevsel bir birlik olarak algılanır. Böyle bir birlik, kendiliğinden oluştuğu çeşitli öğelerin ayrı cinstenliğini önceden varsayar.

 Dil, sanat, mitos, din, bilim; bu daha yüksek toplum biçiminin yani insansal toplum biçiminin kurucu koşullarıdır.

 Onlar organik doğada rastladığımız toplumsal yaşam biçimlerini yeni bir duruma yani toplumsal bilinçliliğe dönüştüren araçlardır.

 İnsan bu toplumsal yaşam ortamı olmaksızın kendini bulup, kendi bireyselliğinin bilincine varamaz.

 Hayvanlar gibi insanlar da toplumun kurallarına boyun eğer ama onun buna ek olarak toplumsal yaşamın biçimlerini oluşturmada ve değiştirmede etkin bir payı ve etkin bir gücü vardır.

 İnsan kendi yaşamını dile getirmeksizin sürdüremez. İşte bu dile getirmenin çeşitli biçimleri, yeni bir alan oluşturur. Onların kendilerine özgü bir yaşamları, kendisiyle insanın bireysel ve gelip geçici varoluşunu sürdürdükleri, bir tür ölümsüzlükleri vardır.

 Tüm insan etkinliklerinde, çeşitli biçimlerde betimlenebilecek olan temel bir kutuplaşmaya rastlıyoruz. Denkleştirme ve evrim yani belirli ve dingin yaşam biçimlerine götüren bir eğilimle bu katı.. kıracak bir başka eğilim arasındaki bir gerilimden sözedebiliriz.

 Gelenek-yenilik arasında dinmeyen bir savaş vardır. Bu ikililiğe, kültürel yaşamın bütün alanlarında rastlayabiliriz. Bir bütün olarak ele alındığında insan kültürü, insanın gittikçe gelişen, kendini özgürleştirme süreci diye betimlenebilir. Dil, sanat, bilim, din… bu süreçteki çeşitli evrelerdir. Her biri önümüzde yeni bir çevre açıp bize insanlığın yeni bir yönünü gösterir.

 

 TAKIYEDDİN MENGÜŞOĞLU: (Eleştirel antropoloji)

 

 Mengüşoğlu’na göre, insan için bilgi ortaya koymada bu teorilerin hiçbiri dikkate alınmamalıdır.

 Ona göre Cassirer’in kültür antropolojisi, bir felsefi antropoloji değil, tarih felsefesidir.

 Ona göre insan, öncelikle bölünmez bir bütündür. Onu parçalayarak ele alan hiçbir teori dikkate alınmamalıdır. Bir kere Mengüşoğlu, metafiziğe baştan karşı. Geist gibi bir ilkeden yola çıkarak, insan bütünlüğünü ortaya koymak yanlış bir yoldur.

 Mengüşoğlu, kendi antroplojisinin çıkış noktası olarak Kant’ı gösterir.

Felsefi antroploljinin kuruculuğunun başlangıcı olarak da, Kant’ı görür.

Kant’’ın üç sorusu var:

1-Neyi bilebilirim?

2-Ne yapmam gerekir?

3-Ne umut edebilirim?

Mengüşoğlu’na göre bu üç soruyu “insan nedir?” sorusuna indirgeyebiliriz. Ona göre Kant’ın asıl problemi; insandır.

 

 Kant’ta da insan, ikili bir varlık (fenomen ve numen). Ancak ne kadar ikili bir varlık olsa da, nihayetinde otonom bir varlık. İşte Kant, bunu göstermesi açısından felsefi antropolojinin kurucusudur.

 Otonom olması, kendi yasalarını koyabilecek olması, bağımsız, özgür olması.

 Mengüşoğlu’na göre insanın otonomluğunu gören ilk Kant’tır. Ona Scheler, insanın otonomluğunu parçalıyor. Kant ise insanı, bilgisel olarak ortaya koyuyor. Böylece insanın bütünlüğü bozulmuyor. Kant’a göre insanın akıl yanı, ahlak yasaları tarafından belirlenmiştir. Bu da ona eylem özgürlüğü veriyor ve otonomluğunu sağlıyor.

 Kant’a göre insan bu yeteneklerini (çalışmak, öğrenmek, devlet kurmak, eğitim öğretim…) gerçekleştirmedikçe kendisinde bulunan hamlığı işleyemez. Yani yeteneklerini geliştiremez.

 

Mengüşoğlu’na göre insanı bir bütün olarak incelemek isteyen antropoloji şu hususlara dikkat etmelidir:

1-Kesinlikle önyagılardan uzak, yalın bir görüşten yola çıkmalıdır.

2-Herhangi bir ön hipotezi olmamalıdır.

3-Doğrudan insanın yapıp etmelerine bakmalıdır.

 

 Mengüşoğlu’na göre insan; yapıp-eden, bilen, önceden gören ve tayin eden, özgür ve tarihsel bir varlık olan, çalışan, eğiten, eğitilen konuşan, inanan… biopsişik bir varlıktır.

 Mengüşoğlu, Üxküll’ün biyoloji alanında yaptığı araştırmalar şu açıdan önemlidir der:

 Üxküll, biyolojide bir bütünlük araştırmasına girişmiştir; ona göre bir fil ile bir amip arasında yetkinlik bakımından hiçbir fark yoktur. Her hayvan kendi yapı bütünlüğü içinde yetkindir ve bu şekilde ele alınmalıdır. Varlık şartı incelenmek gerekirse, içinde bulunduğu çevre ile ele alınmalıdır.

 

* Mengüşoğlu, “Üxküll’ün biyolojideki araştırma tutumunu örnek alıyorum” der.

*Ona göre felsefi antropoloji, bir ilk kaynak aramaktan kaçınmalıdır.

* Mengüşoğlu kendi anropolojisinde, bütün antropolojileri eleştirir.

*Kant’ı  kendi antropolojisine başlangıç olarak görür.

*İnsan bütündür.

*Bu bütünü açıklayacak olan ise insanın yapıp etmeleridir.

*Dünya insana açıktır, Scheler’in dediği gibi “insan dünyaya açıktır” değil.

*İnsanın varlıkta,  özel bir yeri vardır. Bunu sağlayan ise dildir.

*Yine kendi antropolojisinde insanla hayvan arasındaki zıt fenomenleri ortaya koyuyor:

*İnsanın çevresi, kendi eseridir. Hayvanın çevresi ise içinde bulunan şeylerdir.  *Hayvanın başarısı avını yakalamasıdır ama bunlar insana zıt şeylerdir.

*Hayvan armonik, insan ise disarmoniktir.

*İnsan kendisine verilen şeye ‘hayır’ diyebiliyor, hayvan ise hep ‘evet’ der.

*İnsan kendisini saklar oysa hayvan olduğu gibi gösterir.

FELSEFİ ANTROPOLOJİ-1

Perşembe, Ağustos 6th, 2009

 

Felsefi antropoloji, yüzyılımızda bir felsefe disiplini olarak ortaya çıkmıştır. Kurucusu; Max Schelerdir.

 

 TAKIYEDDİN MENGÜŞOĞLU:

 

 Şimdiye kadar kozmosu büyük bir ilerlemeyle araştıran insan, kendi varlık problemini unutmuştur. Ancak bu yüzyılda, insan kendi varlık problemini araştırmaya dönmüştür.

 Mengüşoğluna göre, insanla ilgili spekülasyonları bir tarafa bırakıp doğrudan varolana, insanın yapıp etmelerine bakmalıyız.

 Scheler, “insanı insan yapan geisttır” der. Darwin ise insanın bugünkü durumunu ‘evrim’le açıklamaya çalışır. Oysa bunların hiçbiri, ontik temele dayanmayan spekülatif düşüncelerdir.

 Sözkonusu teoriler, insanı parçalayarak ele alan teorilerdir. Halbuki insan felsefesinin hedefi, insanı parçalamadan ontolojik olarak ele almalıdır. İnsan, ne ilişkilerinden koparılmış metafizik bir kavram ne de sadece beden ve ruhtan ibarettir. İnsan; varolan, biopsişik, ontik, somut bir bütündür.

 Eğer insan felsefesi; insan hakkında fenomenlere uygun bilgiye varmak istiyorsa, bütün gnesolojik/parçalayıcı görüşleri terk edip, insanı ontik bir bütün olarak ele almalıdır. Hiçbir başarı ne sadece biyolojiktir ne de  psikolojiktir. Temelini insanın varlık yapısında bulan bu başarılar, insanın varolmasını sağlayan, sürdüren temellerdir.

 

İnsanın varlık yapısında üç fenomen var:

 *‘İnanma’; insanda önemli bir varlık fenomenidir. İnsan, yapıp etmelerini inanma ile ideleştirir. Hatta bilgilerinde bile inanmanın payı vardır. İnanma, dogmatik açıdan bir inanç olmayabilir.

 *İnsanın bir varlık şartı da ‘sanat‘tır. Sanat, teknikle birlikte insan hayatına hizmet eder ve onun hayat yükünü azaltır.

 *Bir varlık şartı da ‘dil‘dir.

 Bütün bunlar insana tabiat tarafından verilmiştir. İnsan bunları değiştiremez ama geliştirebilir. Bu fenomenler sadece insana aittir.

 İnsanda bu varlık şartlarının dışında; değer, isteme, tercih etme gibi duygular da vardır. Ancak bunların gerçekleşmesi için, insanın özgür olması lazım. İnsan yapıp etmelerinde bir güç tarafından zorlanmazsa, kendi hayatını bir düzene sokabilir.

 İnsan, kendindeki değer duygusuyla yapacaklarını bir sıraya koymalı ve bu duyguyla hangisini daha önce yapacağını seçebilmelidir. İnsan, bu yapıp etmeler karşısında pasif kalamaz, mutlaka bir tavır takınır. Aksi halde amaçladığı gayesine ulaşamaz.

 

 “İnsan, yapıp etmelerine bir anlam veremezse ya da ideleştiremezse yaşayamaz”.

 “İnsan, eğiten ve eğitilen bir varlıktır”.

 “Devlet, hem bir insan başarısıdır hem de insan başarılarının koruyucusu ve devam ettiricisidir”.

 “Hayvanlarda da insani nitelikler görmek bir aldanıştır. Bu sadece antromofor (insan biçimci) bir bakış açısıdır.

 

 

   MAX SCHELER :

 

 Yüzyılımızda insan neden sorun olmuştur?

 Aydın bir Avrupalıya insan nedir? diye sorulsa, hemen kafasında şu uzlaşmaz fikirler oluşur:

 

 1-Yahudi-Hristiyan geleneğini çerçevesinde, yaradılışa dair fikirler.

 2-Antik Grek geleneğine ait fikirler; “insanı, insan yapan; akıl, logos, geist…”.

 3-Tabiat bilimleri ile genetik bilimlerinin açıkladığı fikirler; insan, en üst basamağa ulaşmış varlıktır. İnsana tarihsel evrimi içinde bakmak.

 

 Scheler’e göre insan; yüzyılımızda bu üç fikrin çatışmasıyla sorun olmuştur. Yüzyılımızda elimizde tutacağımız belli bir insan fikri yok. İşte Scheler’in amacı, insan hakkında herkesin birleşebileceği bir fikir oluşturmak.

 Yahudi-Hristiyan geleneğe göre insanlık;  Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasıyla ortaya çıkmıştır. Antik Grek’de de insanın ne olduğu bilindiğinden bir sorun yok. Yüzyılımızda bu fikirlerin çatışmasıyla insan sorun haline gelmiştir.

 

 Scheler işe, insan ve hayvan karşılaştırması yaparak başlar ve 4 basamak tespit eder; “ruhi oluşum basamakları”:

 

 1-Vital tepki (vital; canlılık, hayat):

  Ruhi oluşun kendini gösterdiği ilk yer ve ilk biçimi; bitki. Scheler’in burada vurguladığı, biz gözleyemesek de bitkide bir iç varlık vardır. Bu bilinçsiz bir varlıktır. Aynı zamanda bu iç varlık; kendisi için varlıktır. Dıştan yapılan gözlemlere açık değildir. Bitkide, ‘kendini bilme’ yoktur diyenlere Scheler, “yanılıyorlar”, der.

 Bitkinin hayvandan farkı; ne kendine özgü hareket alanı ne vital bir itkisi ne duyusu ne de sinir merkezi vardır. Bitkide bir canlılık belirtisinden başka bir şey yok.

 Vital tepki insanda da var. İnsan, realitenin bütün varlık basamaklarını özellikle hayatın basamaklarını kendinde toplamış, varlık karakteri, kendinde en yoğun birliğini bulmuş varlıktır.

 2-Ruhi oluşun 2. basamağı; instinkt (içgüdü):

  İnstinkt; canlının davranışı demektir. Scheler’e göre bu davranışın, 5 niteliği vardır:

   a)Bu davranış bir kere, bir anlam taşımalıdır. Bu anlam pozitif de negatif de olabilir. Bu davranış öyle bir şekilde ortaya çıkmalı ki; ya kendisine ya da başkalarına faydalı olabilsin.

   b)Böyle bir davranışın, ritmi olmalıdır. Şimdi için değil, geleceği biliyormuş gibi geleceğe yönelik bir davranıştır.

   c)Türe hizmet etmesi; instinkt davranış daima türe hizmet eder. İster kendi türü olsun, ister farklı tür olsun fark etmez. Örneğin; bitkilerde döllenmenin, arılar ve kuşlarla olması.

  d)İnstinkt davranışlar, deneme yanılma yoluyla öğrenilmiş davranışlar değildir. Bu davranışlara olsa olsa kalıtımsal diyebiliriz. Doğuştan olup, sonradan kazanılmayan davranışlardır.

  e)Bu davranışın hayvanın yaptığı tekrarlara bağlı olmaması.

 

 3-Associative hafıza; kopuk kopuk bilgilerin birleştirilmesi. Hayvanda da bellek sözkonusudur. İnsanla hayvan belleği arasında sadece derece farkı vardır.

  Hayvan, hür bir şekilde hatırlamaz. Bu hatırlama, türsel bir aktarma ile geçer.

  İnsandaki hatırlama ise hürdür, bilinçlidir. İnsan geçmişte bir kez olan bir şeyi hatırlayabilir, ilgiler kurabilir.

 

 4-Zeka; hayvanda da zeka var. İnsanla arasında derece farkları vardır.

 

 Scheler’in amacı; insanla metafizik bağı göstermek yoksa insanla hayvan arasında bir fark olmadığını göstermek değil. Bu sadece kendi yolunu açmak için.

 Bu 4 basamağın üstündeki şeyi, ruhi oluşun bir basamağı olarak düşünemeyiz. Bu prensip, hayatın dışında ona zıt olan bir prensiptir. Bu prensip bir yere götürülmek istenirse; şeylerin en yüksek sebebi, bir yanı hayat olan tanrıya götürülebilir. Bu prensip, birçok aktları içine alan ‘geisttır’.

    “İnsan makrokozmosda, bir mikrokozmostur”.      

  

     Tanrı -Geist – İnsan 

     —————      

        Zeka     

        Hafıza

        İnstinkt

        Vital tepki

  —————–

       Anorganik

 

 İnsan, varolan her şeyi taşıyor. İnsanla dünya arasındaki ilişki; metafiziktir.

 İnsanın temel özelliği; her şeyde bağdan kopmuş, hür bir varlık olması.

 

Hayat tabakalarında; yukarı çıkıldıkça güçlülük azalır, özgürlük artar. Aşağı inildikçe de güçlülük artar, özgürlük azalır.

 Buna göre en güçlü varlık; anorganik olandır ama hür değildir.

 Bitki bir kimyagerdir. Kendinde her şeye sahip, başka şeylere ihtiyaç duymuyor. Bitkinin insandan güçlü olması bu yönüyle.

 Aşağı inildikçe, kendine kapalılık artar.

 Hayvan, hayata ‘evet’ derken, insan, ‘hayır’ diyebiliyor. İnsan geist varlığı olarak, her şeyi hatta kendini bile obje edinebiliyor. Bu nedenle insanda ‘ben bilgisi’ vardır.

 Hayvan-çevre; hayvan yaşadığı çevrenin bilincinde değil.

 İnsan, dünya dışına çıkabilen, hayvana göre ters yönde davranabilen bir varlıktır. Çünkü insan, geist varlığı.

 İnsan hem hayvan gibi hem de refleksiyonlu ( geriye dönüp bakan) bir varlık.

 Her şeyin temelindeki varlık; ‘geist’, kendini tamamen insanda bulmak ister.

 Scheler’in amacı; bazı antropologların yaptığı gibi insanla hayvan arasında sadece derece farkı olmadığını, onun metafizik yanının da bulunduğunu göstermek ister.

 

Scheler, geist kategorilerinden iki kategori üzerinde duruyor:

 

1-Substans; bir şey ne kadar değişirse değişsin özü aynı kalır.

2-Zaman- mekan.

 Hayvanda ne substans ne de zaman- mekan vardır. O kendini hep zaman mekanla bütünleşmiş olarak algılar. Boş zaman ve mekan tasarımları yoktur.

 İnsanın doyurulmamış vital itkileri, hayvandan daha çoktur. Bugünkü bunalımlar ve çöküntüler bu yüzdendir. Çünkü insanın geleceğe yönelik beklentileri çok fazladır.

 

 Saf  bir aktüalite olarak geist; kendisi obje haline getirilemeyen fakat her şeyi obje yapan biricik varlıktır. O, saf  ve halis bir yapıp etmedir. Varlığın koşulu, kendi aktlarını hür bir şekilde gerçekleştirmek.

 Kendi geistımızdan baktığımızda kendi ruh varlığımızı obje edinebiliriz. Fakat kişi varlığımızı objeleştiremiyoruz. Yapabileceğimiz sadece kişi varlığımızı yoğunlaştırmak. Kişilik; geistın merkezidir. Yabancı kişilikler de objeleştirilemez. Geist, objeleştirilemeyen tek varlık. Yabancı kişilikleri de objeleştiremeyiz ama aynileştirebiliriz. Augustinus, “bilen ile bilmeyen aynıdır” diyor. İşte aynileştirme budur.

 Tek tek geistlerin aktlarını anlayabilmek için, ebedi geistın aktlarını birlikte gerçekleştirmemiz gerekir.

 Ebedi geist; güçsüzdür ve bir form olarak vardır. Ebedi geistın aktları, tek tek geistta ortaya çıkar. Geist, kendi aktlarını hür bir bir şekilde gerçekleştirendir.

 

 Geistın temel bir aktı, ideleştirme; bu da ikiye ayrılıyor:

1-İdeleştiren mahiyet bilgisi; örneğin, Budha belli bir yaşa kadar acının, yoksulluğun ve ölümün ne olduğunu görmemiş. Daha sonra acı çekenleri, yoksulluğu ve ölümleri gördüğünde “dünyanın temelinde acı, yoksulluk ve ölüm vardır” diyerek, ideleştiriyor. İşte bu ideleştirmeyi yapan sadece, geist varlığı insan.

2-Fenomenolojik redüksiyon; realite dediğimiz şeyi bilinçli ya da bilinçsiz olarak ortadan kaldırmak.

 Hayat karşısında hayvanın; korku, endişe gibi bir sorunu yoktur. Çünkü, geist varlığı değildir. Bu durum sadece bizde. Ancak geist, geçici olarak  bu tepkiyi ortadan kaldırmamızı sağlar.

 Bu akt, tesadüfi olan şeylerin yani şimdisi ve burdası olan şeyleri; bir paranteze alırsak, geriye sadece çantalıkları kalır. İşte insan ‘asketik’ bir tavırla hayata ‘hayır’ diyebilir. Böylece bütün vital itkilerini, istemelerini susturabilir, bastırabilir.

 

 İnsan hakkında iki teori var; klasik ve negatif  teoriler:

 

 Klasik teori; bunlara göre tanrı oluşmuştur ve en güçlüdür.

 Scheler’e göre Aqinolu Thomas ve Plotinus yanılıyorlar. Tanrı henüz oluşmamıştır, oluş halindedir. Tanrının oluşumu, güçlenmesi insandan geçmektedir. Bir gün insan, tanrı olacak, insan tanrılaşacaktır.

 

   Tanrı – Geist – Tepki – Hayat/Dünya – İnsan                                                       

                                                         

   Tanrı – geist, bu yolla güçlenecek. İnsan, her şeyin merkezi.

 Negatif teori; bunlara göre geistı, insanın bastırdığı, susturduğu vital itkileri oluşturmaz. Geist, zaten varolan bir şeydir ama güçsüzdür.

 

 Bu teoriler, vital itkilerin bastırılmasını kabul ediyorlar ama şu sorulara cevap veremiyorlar:

 Bu vital itkileri bastıran kim? Hayata hayır diyebilen kim? Bastırılmanın, yükselmenin nedeni ne? Hayatı istememenin nedeni ne? Bir yanda bastırılan vital itkiler var, bir yanda da bu vital itkilerin yarattığı ruh hastalıkları var. Bunun nedeni nedir? Bu teoriyi kabul edenler bu sorulara cevap veremiyorlar.

 

 Geist, gücünü hayattan alan bir form. Geist, güçsüz ama yaptığı bir şey var:

 Hayatın/tepkinin karşısında bir yandan ideler koyar bir yandan da istemeyi koyar. Geist ile hayat arasında sürekli bir hesaplaşma vardır. İdeleştirme ve isteme, geistın hayata karşı iki silahıdır.

 Geist, hiçbir zaman insanla savaşa girmez. Eğer girerse isteğinin tam tersi itki kuvvetleri güçlenir ve galip gelir.

 Tepki(hayat) ve geist; tanrının atributumudur. Tanrı kendini gerçekleştirmek için bu enerjisini bırakmak, bıraktığında da çıkacak sonuçları göze almak zorunda kalıyor.

  Tanrı; insan ve insan ilişkilerindeki deltayı, hep kendini gerçekleştirme gayesi için göze alıyor.

 

Felsefi antropolojinin görevi; dil, vicdan, araç, silah, hak ve haksızlık idesi, devlet ve idare etme sanatı, sanatların fonksiyonları, din, mitos, tarihilik ve topluluk hayatı gibi insana has olan başarıların ve insanın yarattığı eserlerin, onun varlık yapısından nasıl çıktığını eksiksiz olarak göstermektedir.

 Dünya, ben ve tanrı hakkındaki bilgi parçalanamaz bir yapı birliği gösterir.

 Teizmin önşartını; ‘tanrının bir geist varlığı olarak, kişiliğinin sonsuz bir kudret sahibi olduğu’ fikrini kabul edemiyoruz. Bizim için insanla dünyanın temeli arasındaki bağlılık şu şekildedir; kendisini geistın hem taşıyıcısı hem de bir canlı varlık olarak insanda sadece, kendi başına varolan varlığın tepki ve geistının bir parçasının merkezi olan insanda doğrudan doğruya kavrar ve gerçekleştirir. Yani en temeldeki varlık/tanrı, kendini insanda gerçekleştirir. Çünkü tanrının atributumları olarak geist ve tepkinin/hayatın merkezini oluşturan varlıktır insan”.

 

 Nasıl olur da insan güçlenmemiş bir tanrıya tapar?

 Bu soruya Scheler şöyle cevap verir:

 “Tanrı, metafizik yanı güçlenmemiş insanların başvurduğu bir sigorta kurumu değildir”.

FELSEFE KAVRAMLARI

Pazartesi, Temmuz 6th, 2009

                                   

 

 

 

 

 Kavram, dille ilgilidir. Dil ise bir iletişim aracıdır.

 İletişim; bir kişi ya da kişi grubunun, başka bir kişi ya da kişi grubuna bir düşünce içeriğini aktarması olayıdır.

Düşünce içeriği; anlatılmak, söylenmek,  aktarılmak istenen şey.

 

Bildirim ≠ düşünce içeriği.

‘Bugün hava çok sıcak’, bir bildirimdir. Bununla ne anlatılmak istendiği, buna verilen anlam, bildirimin düşünce içeriğini oluşturur. Her bildirim sadece düşünce içeriği taşımaz. Örneğin, ‘üşüyorum’ kelimesi hem bir bildirim hem de bir düşünce içeriğidir.

İletişimin ilk koşulu; etkileşim ve anlam üzerine gerçekleşir. İnsanın dünyası dille meydana gelir.

Bildirimin önkoşulu; sözcükler ve kavramlardır.

Sözcük; insanın iletişim kurabilmek için objelere taktığı bir addır, isimdir. Sadece şeyler arasında ayrım yapabilmek ve iletişim kurabilmek için bir adlandırmadan başka bir şey değildir.

 ‘Bu bir elmadır’, ‘elma’ o nesneyi ifade eden sözcüktür.

 ‘Elma bir meyvadır’, ‘elma’ burada da bir sözcüktür ama bütünü düşündüğümüzde bir kavramdır. Kavram, bilme ile ilgili bilişseldir. ‘Bu elma tatlıdır’, buradaki ‘elma’ kavramdır.

 Terim; kavramı özel türden bilme etkinliği. Sözcüğün terimleştirilmesinden sözedilemez.

 Elma bir bitkidir. Bitkileri inceleyen bilim dalı ise botaniktir. Elmanın botanikteki anlamı diğer alanlardaki tanımından farklıdır. Buradaki anlamı başka kavramları gerektirmektedir. Bu nedenle botanikte tanımlanan ‘elma’ kavramı bir terimdir.

 Bir kavram başka kavramlar aracılığı ile anlam kazanır.

 Yağmur è su è sıvı è akıcılık

 Düşüncenin kavramsal bir yapısı vardır. Kavramsal yapı bir bildirimin ya da bir düşünce içeriğinin tek tek karşıladığı, ne anlama geldiğidir.

 Örneğin, ‘bugün hava çok güzel’.

                ‘Bugün’; şu an, bir zaman birimi.

                ‘Hava’; meteorolojik bir durum.

                ‘Çok’; az olmayan.

                ‘Güzel’; çirkin olmayan.

 Düşüncelerimiz, kavramlara anlamlar yükleyerek oluşuyor.

 

 Hakikat – Gerçek; olaylar, olgular, fenomenler, nesneler alanı.

 Hakikat, bilgilerin bir niteliğidir. Doğru ya da yanlış olma hakikatin bir aracı. Doğru bilgi, hakikidir. Bilgiler gerçekliğin bilgisi iseler hakiki olabilirler.

 Gerçekliğin kendisi ise bir bilgi değil, olan bir şey. Bilgi, gerçekliğin bilgisidir ama gerçek değildir. Objesinin gerçekliğe uygun olması halinde de bilgi hakikidir.

 Ayrıca bilgi olabilir ama objesi, gerçekliği olmayabilir.

 

 Soyut – Somut :

 

 ‘Bu heykel,      bronzdan yapılmıştır’

—————     ————————–

     Soyut                         Somut

 

 

Heykel→Bu heykel→Bu heykelin bronzu→Bu heykelin maddesi

 

 

Heykel→Bronz→Madde

 

 

Bronz→Heykel→Madde 

 

Hiçbir zaman tek bir kavram, soyut- somut olamaz. Bu ilişki ancak alttaki gibi bir ilişkiye göre olabilir. Tanrının soyut olduğunu düşünüyorsak bir şeyle bağlantı kurduğumuz için düşünüyoruz.

 

               İnsan                            Oran

                  ê                                 ê

               Meslek adamı                2 / 5

                  ê                                 ê

               Hekim                           Sayı

 

 Soyut ya da somut olan hep kavramdır. Ancak kavramın, kavramla ilişkisinde soyut ya da somut olduğu düşünülebilir. Soyut-somut kavramların bir sıfatıdır.

 Bir kavram, diğer bir kavramı açıklama amacıyla kullandığı müddetçe ve kavramı açıkladığı müddetçe somuttur.

 Bir kavram tek başına soyut ya da somut olamaz. Bir kavram çifti gerekir. Başka kavramlarla bağlamda kullandıktan sonra söylenmelidir.

 

 Kimi felsefe kavramları, belirli filozoflarda kendisinin özel bir olguyu anlatmak için ele alınır. Dolayısı ile anlamları da özeldir. Çok belirli ve sınırlı bir anlamı vardır. Eğer o kavram, o filozofun kullandığı bağlamdan çıkarılarak genelleştirilirse çok yanlış anlaşılmalara yol açar.

 

 Bu tür özel kavramlardan; A.CAMUS VE‘ABSURT’ KAVRAMI :

 

 Sözlük anlamı; uyumsuz, saçma.

 Bu kavramı sadece sözlük anlamı ile kullanırsak, Camus’nün kullandığı bağlamın dışına çıkmış oluruz. Onda bu kavram, özel bir uyumsuzluğu ve özel saçmalığı dile getirir. Bu tür özel kavramların belirli bir tanımları yoktur. Bu kavramlar, belirli fenomen ve kavramlara tekabül eder. Öncelikle bunların anlatılması gerekir. Çoğunlukla insan fenomenini içerir.

 Özel felsefe kavramları, diğer felsefe kavramlarına göre daha bir karmaşıklık içerir.

 Absürt; kişi için bir yaşantıdır, insan içinse bir yaşam tarzıdır. Bu ayrım, insanın varolmasıyla ilgilidir. İnsan hem doğadaki varolanlardan farklıdır hem de değildir. Akıl-isteme yanıyla farklıdır, fiziksel yanıyla ise farklı değildir.

 Doğada varolmak demek; kendi başına varolmak, durmak, obje olmak demektir. Eğer insanı akıl yanından soyutlarsak, insan da doğada vardır, objedir. Fakat insanın doğada diğer varlıklar gibi olmadığı bir olgudur. Camus’de ideal olan, mutlak bir oluş. Anlamlı bir doğada varoluştur.

 Camus’a göre, insan doğada kedi, ağaç gibi  bir varlık olsa, problemsiz olacağından hayatının da bir anlamı olurdu. İnsanın doğada bir nesne olması ancak, ölmesi ile mümkündür. İşte Camus’nün sorduğu; ‘İnsan yaşarken bu duruma erişebilir mi? Ve bu noktada ‘absürt’ kavramını ileri sürer.

 Ona göre yaşarken ölmek demek; sürekli ölüm düşüncesiyle yani insanın birgün öleceğini bilerek yaşaması değil, absürt yaşantı ile bilinçlenmesi gereklidir. Varlık düzeyinde, önce kendisinin insan olduğunu, belirli ölçüleri, anlama, bilme sınırlılıkları olduğunu bilmesi gerekmektedir. İnsan olarak kendini ortaya koymak ister ama bu son sınırlıdır.

 Camus’ye göre “kesin olarak bildiğim şeyler, dokunduğum şeylerdir” der.

 İnsanla – doğa, birbirinin karşısındadır. Absürt yaşantı için bunun bilincine varmak bir hareketliliktir. Akıl ve isteme insanı doğanın karşıtı yapıyor. Eğer insanda bu özellikler kalkarsa, insan ideal duruma, doğa nesneleri arasına geçer.

 Kişiler, çesitli durum ve olaylar karşısında bu zıt durumun farkına varabilirler. Örneğin; bir yakınımız öldüğünde her şeyin boş olduğunu düşünürüz ama zamanla unutur gideriz.

 İşte absürt yaşantı, kişinin bir durum karşısında bir an her şeyi boş, anlamsız düşünmesi, kişinin böyle durumlarda yaşayabileceği bir durumdur.

 Camus’ye göre insanların hem ölmesi hem de mutlu olmamaları bir tersliktir. Mutluluk insana özgü bir şeydir ama ölüm insana özgü olmamalıdır. İnsan ölecekse hiç olmazsa mutlu ölmelidir.

 Absürt; insanda art arda gelen, devam eden bir yaşam tarzıdır.

 Camus’ye göre, insanın sürekli ölüm düşüncesini taşıması gelecek için bir ümidi, amacı olmaması demektir. Her an ölümü düşünen için, gelecek yoktur. O insan hep, ‘anda yaşar’(carpe diem) ama insanın umutları geleceğe aittir. Anda yaşayan insan, bu umutları bilemez. Onun için umut yoktur, amaç yoktur, her şey anlamsızdır. Onun için yarın yoktur.

 Camus’ye göre kişinin ‘anda yaşama’sı, onun insan olmaması değildir. Andaki insan için her şeyi yapmak önemli değildir. Herşeyi yapmak, kendisini varedecektir. O kendi içinde duran dingin bir varlık olacaktır.

 

IMMANUEL KANT

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

  IMMANUEL KANT (1724 – 1804) :

 

  F. Bacon’un açtığı çığır; Ampirizm, sürdürenler; Locke, Berkeley, Hume.

 

  R.Descartes’in açtığı çığır; Rasyonalizm, sürdürenler; Voltaire, Diderot, Cicero.

 

  Kant, bu iki çığırı yanıtlamaya çalışıyor. Bu konudaki ünlü sözü “görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür”.

  

SAF  AKLIN ELEŞTİRİSİ” adlı eserinden :

 

 Kant’a göre neden – etki; anlama yetisinin şeyleri apriori olarak bilmesini sağlayan tek yol değil. Biz neden –etki bağlantısındaki alışkanlığı deneyden edinmiyoruz. Biz bunu doğuştan apriori olarak getiriyoruz. Bu bilmemizi sağlayan yetiler; deneyden gelen değil, bunlar saf aklın kavramıdırlar. Oysa Hume’a göre bunlar apriori değil, biz bunları deneyden ediniyoruz.

 Hume’un tecrübesi; duyusallıkta, Kant’ın ki ise anlama yetisindedir.

 Kant’a göre, “bütün bilgilerimiz deneyle başlar ama bütün bilgilerimiz deneyden çıkmaz”.

 

 Bilginin Kaynağı Bakımından Yargılar :

 

 1- Aposteriori; deneyden gelen deneyle edindiğimiz yargılar. Buradaki bilgiler, apriori bilgilerin aksine ‘raslantısal’dır.

 

 2- Apriori; deneyden önce gelen. Terminolojisi; tümel, genelgeçer ve zorunlu olması.

 

     a) Saf apriori (saf bilgi); tümel, genelgeçer ve zorunlu olmak, daha çok bilgeler için sözkonusu. Örneğin; ‘her değişmenin bir nedeni olmalıdır’  bu bilgide tamamen bizden gelen kesin bir tümellik var.

 

     b) Saf olmayan apriori; apriori bilgi ama saf değil. Örneğin; “her değişmenin bir nedeni vardır”.

 Saf apriori ile saf olmayan aprioriyi birbirinden ayırma da ölçüt; tümel, genelgeçer ve zorunlu olup olmamalarıdır.

 

 Akıl; anlama yetisinin kavramlarını ilkeler altında birleştirme yetisi.

 

 Saf akıl; bir şeye hiç deney karıştırmadan ilkeler, apriori olarak bilmeye çalışan akıl.

 

Özne-Yüklem Bakımından Yargıların sınıflandırılması:

 

  1- Analitik yargılar (aynı zamanda apriori):

 

      Örnek; “bütün cisimler (özne), yer kaplar (yüklem)”.

      Belli bir kavram daha küçük parçalara ayrılarak analizi yapılıyor. Cismin tanımında zaten yer kaplama vardır. Bu nedenle yukardaki yargı bize yeni bir şey söylemiyor. Bu yargılar; zorunlu, tümel, genelgeçer, deney ve izlenimlere dayanmazlar. Çelişme ilkesine dayanırlar.

 

  2- Syntetik Yargılar (sadece aposteriori olduğu sanılıyor oysa sentetik olduğu halde bazı yargılar aprioridir); burada birbirinin içinde olmayan iki kavram birleştiriliyor.

     Örnek; “bazı cisimler (özne)+ ağırdır (yüklem)”.

      “ 7+5 = 12″

      Bu yargılar bilgimizi artırırlar. Burada yeni bir bilgi sözkonusu. Özneye tanımında olmayan yeni bir şey yükleyerek, yeni bir bilgi elde etme sözkonusu.

 

    a) Syntetik Aposteriori Yargılar; deneye dayanan sentetik yargılar. Örnek; “bazı cisimler ağırdır”.

 

    b) Syntetik Apriori Yargılar (asıl sorun burada); deney öncesi deneye dayanmayan yargılar. Matematiğin bütün önermeleri sentetik aprioridir. ‘7 +5 = 12’ gibi. Bilimin ve geometrinin yargıları da sentetik aprioridir. Bu yargılar bilgimizi hem genişletirler hem de analitik apriori yargıları içerirler. Sentetik deneyle ilişkili yargılar olduğu gibi tümel, genelgeçer ve zorunlu olan apriori yargılardır. Sentetik aprioriyi mümkün kılan; görülerdir.

 

  Bilgilerimizin Oluşumu (Kant bazen bunun tümüne “akıl” diyor) :

 

  1- Duyusallık; duyuları verileri buradan geliyor. Gelen duyu verilerini saf görülere yerleştiriyor. (Trancendental estetik)

 

  2- Saf görüler; kendileri deneyden gelmiyor. İki saf kategorisi var:

 

       a) Zaman (arimetik/artardalık),

       b) Mekan (geometri/ yanyanalık)

           Duyusallık pasiftir. Duyuların verdiğini alır ve saf görülere (saf zaman ve saf mekan) yerleştirir. Bilgilerimiz ancak böyle oluşuyor. Zaman ve mekana yerleştirilmeyen hiçbir bilgi mümkün değil. Sentetik apriori yargılar bunlar sayesinde mümkün. (Trancendental Estetik)

 

  3- Anlama yetisi; aktif olup duyusallığın verdiği üzerine 4 küme halinde 12 kategorisiyle düşünür bağlar kurar, sentez yapar. Deney burada oluyor. Sentetik apriorilerin sentezi yapılınca bilimsel yargılar oluşuyor. (T. Analitik)

 

  4- Akıl; ideleri var. (T. Diyalektik)

 

  Trancendental; nesnelerle değil de, genel olarak nesneleri apriori bilişimizle uğraşan bilgiye diyor.

 

  Trancendental felsefe; bu felsefenin konusu nesnelerin yapısı değil, nesnelerin yapısı üzerine yargıda bulunan anlama yetisi. Oniki çeşit yargıda bulunma var. Bu felsefe nesnelere ait apriori bilginin sistemiyle uğraşan felsefedir, direkt olarak nesnelerle ilgilenmiyor. Nesneleri apriori olarak bilişimizle ilgili bilgilerle ilgileniyor.

 

  Tancendental estetik; duyusallığın apriori ilkeleri.

 

   Trancendental analitik; saf düşünmenin ilkelerini içine alan bilim. Deneyden gelmeyen düşünmenin saf formları.

 

   Trancendental Dialektik; saf aklın idelerinin nasıl ortaya çıktığıyla ilgilenen bilim. Deneyden gelmeyen düşünmenin saf formları ile ilgilenen bilim.

 

   Kant’ın amacı, insan aklının bir eleştirisini yapmak. Neyi bilebiliriz neyi bilemeyiz; kritisizm. Aklın bilimi olan metafizik ile duyusal dünya arasında sınır çizmek. 

 

   Anlama yetisinin yaptığı iş; 1. İdeler üretir, 2. Anlama yetisinin kategorilerini ilkeler altında toplar.

   İde; duyuların kendisine karşılık olarak bir şey sağlamadıkları apriori olan bir saf akıl kavramı. İdeler trancendenttir (aşkındır). İlkeler deneyle ne doğrulanabilir ne de çürütülebilir. İdeler, bilgi değildir.

  

           Saf Aklın İdeleri

             /                  \  

Pratik ideler              Teorik ideler

(bunları duyular sağlamaz, saf akıl kavramlarıdır)

                                                         

   Teorik ideler:

 

 1-Ruh idesi

 

2- Evren idesi; kozmosun nesne olabileceği hiçbir deney olanaklı değildir. Kozmos idesi bütünü içine alır. İnsan aklının ayrılamayan, algılanamayan bir kavramıdır. Bu ide mutlak olarak koşulsuz olanı anlatır. Olanaklı deneyin dünyasında karşılığı yoktur. Bu yüzden deneyin üstünde yükselmeye çalışan düşünce, antinomilere (çelişkilere) düşer. Dört kozmolojik idesi vardır:

a) “Evrenin zaman ve mekan bakımından bir başlangıcı vardır”. Karşıtı; “evren, zaman ve mekan bakımından sonsuzdur”. Zaman ve mekanın bizde olması nedeniyle kesin bir şey söyleyemiyoruz.

b) “Dünyada her şey yalın olandan oluşur”. Karşıtı, “yalın olan hiçbir şey yoktur”. Herşey karmaşıktır.

c) “Dünyada özgürlükten gelen nedenler vardır”. Karşıtı, “özgürlük yoktur”. Herşey doğa yasalarına göredir.

    Çelişkinin olması doğal çünkü bunlar; sentetik apriori değil

d) “Nedenler dizisi sonunda zorunlu bir varlık vardır (ilk neden)”. Karşıtı, “zorunlu olan hiçbir şey yoktur, bu dizide her şey rastlantısaldır”.

 

3- Tanrı idesi; aklın hiçbir koşula bağlı olmayan yanından çıkar.

 

ETİK GÖRÜŞÜ:

 

                         EVREN İDESİ

                                   |

                         ÖZGÜRLÜK :

 

a)Fenomen dünyası (bu dünyayı teorik akıl biliyor); duyulan, algılanan deney dünyası, ‘doğa’.

-Evrende her şey doğa yasalarına göre olup biter.

-Özgürlük yok.

-Doğa yasaları var.

-Zorunluluk var.

-Özgürlük ancak, nedenler zincirini tahrip ederek, varılacak ilk nedende (tanrı) olabilir.

-Bedeni eğilimler nedeniyle insanın beden yanı da bu dünyaya girer.

-Koşullu buyruklar.

-İstekler,  arzular, eğilimler.

-Öznel ilkeler ya da maksimler.

 

b)Numen dünyası (pratik akıl biliyor); düşünülen dünya. Burada özgürlükten gelen nedenler var. Gereklilik yasaları var. Burada özgürlüğü görüyoruz, yaşıyoruz. İnsan kendini özgür olarak biliyor. Eğer zorunlu bir nedensellik olsaydı, insan yasa gereği öyle yaptım derdi.

 “Ben buldum o parayı cebime atarım” değil, bana o paranın sahibini bulmam gerek dedirten ahlak yasaları (gereklilik yasası) var. Oysa doğada zorunluluk var. ‘Bugün yağmur yağması gerekir’ diyemeyiz.

 İnsana “şunu yapmam gerekir, şu gerekmez” dedirten gereklilik yasaları var. Bu ses dışarıdan değil, yine insanın aklından gelen bir ses.

-Koşulsuz buyruklar,

-İsteme,

-Nesnel ilkeler, maksimler.

 

İnsan her iki dünyanın da yurttaşı.

 

YASALAR:

 

 Yalnızca yasa koşulsuz ve gerçekten nesnel. Dolayısıyla; tümel, genelgeçer, zorunlu kavramlarını birlikte getirir. Ve emirler (eğilimler karşı olsa bile) uyulması gereken yasalardır.

 Aslında Kant, yeni bir şey söylemiyor. “Ben varolanı, bilimsel olarak formüle etmeye çalışıyorum” diyor. Ona göre yasa, hem apriori hem de syntetik olmalı. Yani yasa; genelgeçer, tümel ve zorunlu olmalı. Mutlu olmak için yasalar, syntetik apriori olmalı.

 Koşulsuz olarak -yararlı olduğu için değil- iyiyi isteme. Kant, devamlı olarak bunu arıyor. Koşullu olursa apriori olmaz. “Şöyle yapmam gerekir” diyen ahlak yasasının koşulsuz olması lazım. Eğilimleri idare edecek bir yasa değil. Akıldan gelen öyle bir yasa olmalı ki; biz o yasaya uyarız ya da uymayız ama o yasaya uymamız gerektiğini bileceğiz. Önemli olan yasanın, yapılması gerekenin bilinmesi; uyulup, uyulmaması değil. “Hile yapabilirsin ama yapmaman gerektiğini bil”.

 Aslında yapılmaması gerekeni en adi adam bile biliyor. En azından kendisine yapıldığında, yapılmaması gerektiğini biliyor. Kant, eylem ilkesi aramıyor. İnsanın-kendi aklından gelen, koşulsuz olan- eylemlerini yönetecek bir yasa.

 Etiğin bilim olması; etiğin tümel, genelgeçer ve zorunlu olması demek.

 Kant, herkesin yasaya gerekene uymasını beklemiyor. Herkesin, “bu gerekir” diyen yasayı bilmesini istiyor. Burdaki yasa, akıldan gelen koşulsuz buyruk şeklindedir.

 Kant, bilimi bilim yapan syntetik apriorileri görüyor ve etiğin önermelerini de syntetik apriori haline getirerek, etiği bilim yapmaya çalışıyor.

 

 BUYRUKLAR:

 

 Her durumda genel bir yasa olabilecek şekilde olmalı.

a)Koşullu buyruklar(hipotetik); zorunlu, tümel ve genelgeçer değildirler. Koşullara göre eylemde bulunma sözkonusu. İyiyi iyi olduğu için isteme değil, koşullu. Deneye dayalı. “Eğer saygınlık istiyorsan yalan söyleme”.

b)Koşulsuz buyruklar; içeriği yok, biçimi var. Koşulsuz buyruk, koşulsuz olarak iyiyi istemedir. Bu buyruk hem syntetik hem de apriori olmalı. Ancak bu şekilde tümel, zorunlu ve genelgeçer olur. Etik ancak bu şekilde bilim olabilir. Kant. Yasayı buyruk olarak arıyor.

 

  İSTEME :

 

 Kayıtsız şartsız dünyanın dışında bile olsa koşulsuz iyiyi isteme. İyiyi, iyi olduğu için isteme. İnsan iki dünyanın da vatandaşı olduğundan istemeyi, sadece deneysel koşullar belirlemez.

 Yasa hem genel hem de öznel olacak, nesnel değil. Sübjektif ilkelerimize ölçü olacak. Yasa olunca isteme oluyor. İsteme olunca da -yasaya saygıdan dolayı- eylemde bulunuyoruz.

 

 ÖDEV :

 Yasaya saygıdan dolayı yapılan eylemin zorunluluğu ödev, iyiyi istemeyi de içeriyor.

 

 ÖDEVDEN DOLAYI EYLEMDE BULUNMA:

 

        Yasaya saygıdan dolayı yapılan eylemdir.

  Doğanın kendi yasalarına (doğal yasa) uymaması sözkonusu değil ama insan özgür olduğundan ahlak yasalarına uymaması sözkonusu.

  Kişi hiçbir zaman yasaya uymuyor ama yine de yasaya uymam gerekir diyebiliyorsa, kendini aşağılamaya, hor görmeye mahkum etmiş demektir.

  İnsan duyulur dünyada doğa yasalarının altında, düşünülür/numen dünyasında ise ahlak yasalarının altındadır.

  “Gerekir“i deney dünyasından aldığımızdan bir nedensellikle değil, sadece saf akıldan gelen bir nedensellikle diyoruz.

  Düşünülür dünya ile duyulur dünya arasında sentez sözkonusu. Sentetik apriori yargılar, bu iki dünya arasında bizden gelen bağlantı kurmada sözkonusu.

  İnsan, bedeni eğilimleri ile zorunluluk/fenomen dünyasının, dingansich yanıyla da gereklilik/ numen dünyasının üyesidir/yurttaşıdır.

 

      DİNGANSİCH; kendinde şey, şeyin kendisi. Fenomen değil, fenomenin arkasında olan. Bilinç onu bilse de bilmese de olan. Düşüncenin objesi. Duyulur, görülür verisi olmayan. Anlama yetisinin, amprik objenin karşısına koyduğu trancendental bir obje. Böyle bir objeyi düşünebiliriz ama görülemeyi gerçekleştiremeyiz. Ancak ancak teorik akılla bu kavrama belli bir açıdan içerik kazandırabiliriz.

  Özgürlük ahlak yasasının varlık nedeni, ahlak yasası da özgürlüğün bilinme nedenidir.

  Gerekir diyen insan özgür insandır. İnsan diyebildiğine göre özgürdür.

 

DENEY; duyusallık yoluyla elde edilen kavramların bir kategoriye oturtulması

MEKAN; dış nesnelerin saf biçimidir. Her dış nesne zorunlu olarak başka nesnelerle yan yana algılanır. Tek başına bir nesne algı nesnesi olamaz.

 

 Kant, nesnelerle değil, nesneleri apriori olarak bilişimizle ilgili bilgiye bakıyor.Bu nedenle de yatığı işe Trancendental Felsefe diyor.  

   

 Locke, Hume, Berkeley (amprikler), duyusallığı düşünüyor ama anlama yetisini düşünmüyor. Rasyonalistler ise anlama yetisini düşünüyor ama duyusallığı görmüyorlar. Kant, her ikisini de uzlaştırmak için şöyle söylüyor:

 “ Görüsüz/ algısız kavramlar boş, kavramsız görüler kördür”.

 

 ÖZGÜRLÜK; ahlak yasasını isteme.

 

 NEGATİF ÖZGÜRLÜK; zorunluluğa/ doğa yasalarına bağlı olmadan eylemde bulunmak. Belirlenmeme imkanı istiyor. Aklın kendi yasasını, kendisinin koymadan eylemde bulunması.        

POZİTİF ÖZGÜRLÜK; aklın kendi yasasını kendisinin koyarak eylemde bulunması. İnsanı yüce kılan bu özgürlüktür.

 Negatif özgürlük olmadan pozitif özgürlüğe geçemiyoruz.

 Kant’a göre, duyusallığın verdiği, bilgi değildir.

 

Deneysel yargılar:

a)Deney yargıları(nesnel yargılar)

b)Algı yargıları

 

Elmanın ‘tatlı’ olması benim için geçerlidir, ‘elma’ için değil. Algı yargısı, anlama yetisinin kavramlarından birine verilmediğinde mümkündür.

Bir algı yargısının, deney yargısına dönüşmesi:

“Güneş var ve taş ısınıyor” bu bir algı yargısıdır. Bu işi anlama yetisi yapıyor ama anlama yetisinin kavramları verilmiyor. Biz sadece karşılaştırma yaparak nedene de, nedenselliğe de ulaşamayız.

 “Güneş taşı ısıtır”. Algı yargısı+ anlama yetisinin ‘neden’ kavramı.

(Kant, insanın yargılarına bakarak bir ayrım yapıyor)Dar anlamda akıl, duyusallığın verdiği üzerine bir şey katmıyor. Saf aklın ortaya koyduğu yargılar aprioridir ama syntetik değildir. Deneysel bilginin olanaklılığı anlama yetisinin kavramlarıyla olur. Deneyin olanaksızlığının yasaları, doğanın da yasalarıdır.

 

ANTİKÇAĞ /ANTROPOLOJİK DEVİR

Salı, Haziran 2nd, 2009

 

ANTROPOLOJİK DEVİR-İNSAN FELSEFESİ

 

 

SOKRATES ( İ.Ö. 469 – 399 ) :

 

Kendisinin yazmış olduğu tek satır bir şey yoktur. Görüşlerini öğrencilerinin yazdıklarından çıkarıyoruz.

 

      Benim diğerlerinden üstünlüğüm, ‘bilmediğimi bilmektir’.

      Kendini tanı/bil.

      Ben kötüysem, neden gençler etrafımda toplanıyor? Bunu bilmeyerek yapıyorsam o da suç değildir.

      Tanrısı, kendi içinde keşfettiği bir tanrıdır.

      Ölümden değil, karanlıktan/cehaletten sakınmak gerekir.

      Her türlü iyilik erdemden gelir.

      Eylemde bulunurken, haksızlık etmemeyi en başa koymak gerekir.

    

 KRİTON DİYALOGLARI :

     

        Öğrencisi Kriton’un Sokrates’i kaçırmak istemesinin sebebi, herkesin onun öğreticiliğine olan ihtiyacıdır.

         Sokrates’ in Kaçmamasının Sebepleri :

1.     Kanunlara uymayı sevdiğinden; yasaları çiğnememeliyiz, sonra herkes ve toplumsal düzen bozulur. Hem Atina dışındaki kanunların daha iyi olup olmadığını da bilmiyorum.

2.     Bu toplumda bulunuyorsam, bu kanunları kabul etmem lazım.

3.     Hiçbir şekilde bile  bile eğrilik etmemek lazım.

 

Değerli eylem; yöneldiği şey doğru mu-yanlış mı, iyi mi – kötü mü, haklı mı- haksız mı olduğu bilerek yapılan eylemdir.

 

 Sokrates, felsefesinde temel problem olarak; insanı ele alır. İnsanı her şeyin ölçüsü kabul eden  sofistlerden, genel bir doğrunun bilinebileceğine dair yaklaşımıyla  ayrılır. Ayrıca sofistleri para ile ders vermelerinden dolayı şiddetli bir şekilde tenkit eder.

 

SOKRATESÇİ OKULLAR :

 

1.     KYNİKLER :

 

Kurucusu, Antishenes’tir. Meşhur sözü, ‘haz peşinde koşmaktansa çılgınca yaşamayı yeğlerim’. Bunlara göre mutlu yaşamak, insanın arzu ve isteklerini bastırarak yaşamasıdır. Toplum kurallarına uymadan, inzivaya çekilip, arzu ve isteklerini bastırarak yaşıyorlar. Mutluluğun bu dünyada olmadığına inanıyorlar.

   

2.     KYRENE OKULU :

 

Kurucusu Arstippos’tur. Ona göre insan haz alarak yaşamalıdır. İnsan toplum kurallarına uyarak, toplumdaki yerini koruyarak, mümkün olduğunca da haz alarak yaşamalıdır.

 Ancak, ‘ mutluluk nedir’ sorusuna cevap vermiyorlar.

 

 

 

   SİSTEMATİK DÖNEM / BÜYÜK SİSTEMLER DEVRİ

 

    PLATON ( İ.Ö. 427 -347 ) :        

   

    Platon’un tüm görüşlerini 3 başlık altında toplamak mümkün:

1.     Varlık görüşü

2.     Bilgi görüşü

3.     İnsan görüşü; etik, sanat, devlet görüşü de onun insan görüşü içinde yer alır.

 

  VARLIK GÖRÜŞÜ :

 

  Ona göre 2 dünya vardır :

 

GÖRÜNENLER  DÜNYASI                                    

 

Gölgeler/yansılar/imgeler        – Canlılar               

                 â                         -Nesneler          

         Sanı bilgisi                          â                      

                 â                        İnanç bilgisi     

 

 Bunların bilgisini, Gnosis yani direk                     

duyularımızla, algılarımızla elde ediyoruz.          

 

KAVRANANLAR DÜNYASI 

 

Hipotezler/varsayımlar         İdealar

               I                               I

Diskursif düşünme               Düşünce gücüyle görme

 

Bunların bilgisini ise düşünerek, akılla kavrayarak ediniyoruz.

 

Her şey ideasına yaklaşır ama hiçbir zaman ideasıyla özdeş olamaz. İdealar kendinden varolmuştur. Bütün her şeyin varolması ‘iyi’ ideasından pay almasıyla mümkündür. Güneş gibi fakat güneş de ona bağlıdır. Gölgelerin varlığı nasıl ait olduğu şeye bağlıysa, her şeyin varlığı da idealara bağlıdır. Gölgelerden, kavranan şeylere doğru bir diyalektik yürüyüş var. Görünenler dünyası için güneş ne ise kavrananlar dünyası için de, iyi ideası odur. Asıl varolanlar idealardır. Güzel olan, güzellik ideasından pay alırsa güzeldir. Yoksa kendinden güzel değildir.

 İdealar kalıcı ve değişmezdir. Değişen tek tek varolanlardır.

 İnsan da bütün idealar vardır. Ben masaya, bende masa ideası olduğu için masa diyorum.

 

  Platon’a göre bilgi hatırlamadır. Yani insan doğuştan bilgilere sahiptir. Bu bilgiler mautike (bilgi doğurtma) ile ortaya çıkar. Ancak bazı bilgiler buna sokulamaz.

 İnsan, bilginin kendisine değil, bilme yetisi ve imkanına sahiptir. İnsanın asıl bilgilere /ideaların bilgisine, ulaşma imkanı vardır. İnsan bunları öğrenmez, hatırlar.

 Körler bir şey görmez ama bazı bilgilere sahiptir. Onlar bu bilgileri öğrenmez hatırlayarak ulaşırlar.

 

  DEVLET GÖRÜŞÜ:

  

DEVLET:

1.     Yöneticiler; erdemi, bilgelik.                           

2.     Besleyiciler; erdemi, çalışkanlık.                             

3.     Koruyucular; erdemi, cesaret/yiğitlik

 Devlet de bu 3 sınıfda zorunlu.

 

– Yöneticiler; filozof olmalıdır. Çünkü; filozofun erdemi bilgeliktir.

 – Koruyucular; cesur/yiğit olmalılar. Hem müzik hem de jimnastikle yetiştirilmelidir. Böylece, iyi ile kötü birbirinden ayırdedilebilir. Aynı zamanda koruyucu, bilge de olmalıdır. Sadece jimnastikle eğitilip bedenleri güçlü olanlar her şeye karşı vurucu, kırıcı olurlar. Sadece müzikle yetiştirilen ise nazik, ince ruhlu olur. İşlerini yapmak için güçlü olacaklar ama ölçülü, nazik de olacaklar.

 – Besleyiciler; çalışkan olacaklar, üretimi aksatmayacaklar.

  

  Adil bir devlet; herkesin kendi işini yapması, başkasının işine karışmaması ile mümkündür.

 

   İNSAN GÖRÜŞÜ:

 

İnsan; 1. beden, 2. ruhtur.

Ruh da; a) Bilen yanı,

            b) İrade, isteme yanı,

            c)Arzulayan yanı; mutlu ve adil insan, arzularını bastıran ve dengede tutan insandır. Sadece haz peşinde koşan, kendini düşünen insan adil değildir. İnsanın bu iki yanını dengeleyen; irade/isteme yanıdır.

 

    ETİK GÖRÜŞÜ :

 

 Platon etiğine ‘mutlulukçu etik’ de denir. Mutlu olmak için erdemli olmak gerekir.

 Devletin yönetim şekli, ne olursa olsun,  eğer iyi yönetilirse o devletde yaşayanlar mutlu olabilir.

 Platon’a göre 4 temel erdem vardır; bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve bütün erdemlerin temeli olan adalet.

 Yiğitlik; korkulacak ve korkulmayacak şeyler üzerine aklın bir yargısıdır. Neden korkulacağını neden kokulmayacağını bilmek, bu da bilgelikle olur. Ölçülülük; kendine hakim olmakla olur. Adaletse; herkesin kendine düşen görevi yapmasıdır. Bu baş erdemdir.

 Adil insan, kendindeki 3 yanı, akılla, bilgiyle dengeleyen insandır. Ona göre, erdem öğretilemez. Çünkü; bilgi değildir. Erdemli insan iyiyi gerçekleştiren insandır. İyinin bilgisi insanda gizil olarak vardır. Bu gizil mautike (fikir doğurtma)  ile açığa çıkarılırsa, insan erdemli olur. Dolayısıyla, erdem doğuştandır.

 Platon’un devletinin yönetim biçimi; Aristokrasidir. Bir seçkinler grubunun yönetimidir. Bir kişinin, monarkın yönetimi de olabilir. Ancak, istenilen özelliklere-bilge olması- sahip olmak şartıyla.

  İnsanın bilen yanı ağır basarsa; ‘bilgisever’ insan, arzu yanı ağır basarsa; ‘parasever’ insan, irade yanı ağır basarsa ‘ünsever’ insan tipleri ortaya çıkar.

 

 BOZUK DEVLET ŞEKİLLERİ :

 

1.Timokrasi; irade yanı ağır basan devlet, ünsever insan tipi sözkonusu.

2.Oligarşi; arzu yanı ağır basan devlet, parasever insan tipi sözkonusu.

3.Demokrasi; egemen olan tutkulardır. Zenginlik peşinde koşarlar. Erdemli olmayanı seçebilirler.

4.Tiranlık; adil olmayıp, ilkelerden sapılırsa zorba devlet olur.

 

 Felsefe bu döneme kadar, ilk döneminde tabiat (arkhe/oluş), ikinci döneminde, insan/ahlak olmak üzere hemen hemen evreni bütün cepheleriyle ele almaya ve bir problem olarak ortaya koymaya çalışmıştır.

 Bundan sonraki üçüncü evrede ise iki dönemin sentezi ve sistemleştirilmesi gerçekleştirilecek, önceden parçalar halinde ele alınan alemi bir bütün içinde kavrama teşebbüsüne girişilecektir.