Posts Tagged ‘immanent’

ROGER GARAUDY “20.YÜZYIL BİYOGRAFİSİ”

Cumartesi, Ekim 16th, 2010

 

 

“Kendi inancının kendine özgülüğünü daha derinden kavramak, başka inançları daha derinden tanıyarak olabilir”.

“Marks’ın söylediklerini harfi harfine değişmez kanunlar gibi ele alan ve kuramları her yanlışlandığında da ek kuramlarla (ad-hock) yama yapan bugünkü marksizm, sadece bir doğa ve tarih felsefesinden ibarettir…Özgürlük adına milyonlarca insanı katleden, Stalin’in Sovyet marksizminin güç isteği ve büyüme modeli ise Batı ile tamamen aynıdır”.

“Hiçbir kilise bugün topluma bir ruh verme yeteneğine sahip değildir. Çünkü bugünkü hristiyanlık 17 yüzyıldır hastadır. Son iki yüzyılda Kierkegaard ve Blondel’le modern sorgulamasını bulmuşsa da onlar da hastayı iyileştirememişlerdir. Daha 3. asırda İznik konsiliyle, İsa’nın hakkı Sezar‘a verilerek politik ve ideolojik Konstantinciliğin afyonu haline getirilmiştir. Bu nedenle bugünkü hristiyanlık, İbrahimi gelenekten kopmuş ‘Filistinli hristiyanlık’ değildir”.

Batı, Heraklitos’tan sonra aşkınlık postülatını reddederek, sofistlerle birlikte ‘yeterlilik’ postülasını seçmiştir. Böylece Batılı insan tanrıyı reddederek ya da onu akla indirgeyerek ‘tanrı merkezli’den ‘insan merkezli’ tasarıya geçip kendini putlaştırmıştır. Artık herşeyin ölçüsü, insandır. Böylece Batılı paradigmada dinsel yobazlığın yerini bilimsel yobazlık alır. Tanrıyı kabul etmek ya da reddetmek, sözkonusu iki hayat biçimi veya iki toplum modeli arasında bir seçim yapmaktır. Böylece bilim bilimciliğe, teknik teknokrasiye, politika Makyavelizme, amaç yoksunluğu umutsuzluğa varan pozitivizme ve sonu herkesin herkesle savaştığı korku dengelerine varan bireyselciliğe dönüşür.

Batılı dünyamız yalnızca ateist değildir, çok tanrıcıdır da. Her birey ve her grup parayı, gücü, tekniği, cinselliği, ulusu, ideolojiyi, büyümeyi, kendi içinde bir amaç ve mutlak bir değermiş gibi görerek kendi arzusundan bir tanrı ediniyor. Kendisine hizmet edeni bağnazlaştıran ve parçalayarak yiyen, yayılmasına karşı gelen diğer bütün değerleri ve başka tüm insani varlıkları tepeleyen sahte, etobur bir tanrı.

   “Aşkın bir gerçeklik bulmak sözkonusudur. Fakat bu tanrı değil dünyadır” diyen Sartre‘la beraber Heidegger ve Husserl, katıksız içkin (immanent) olandan bir aşkınlık (trancendent) elde etmeye çalıştılarsa da bunu başaramamışlardır. Çünkü bu, insanın gölgesinin üzerinden atlamaya çalışmaktır.

“1968’e kadar herşey normaldir. Sistem iyi gitmektedir. İşsiz yok enflasyon azdır. Buna rağmen iki ay boyunca tarihimizin en büyük patlaması gerçekleşir ve milyonlarca çalışan grevdedir ve bütün üniversiteler kaynamaktadır. Karışıklık içinde yeni bir bilinç doğuyordu. İnsanın ezilişi ve yabancılaşması konusunda sistemin başarıları ve başarısızlarından çok, sistem daha tehlikelidir. Bu kökten değişimi, parti (Fransız komünist partis) inkar ederek orada anarşist olaylardan başka birşey görmez”.

“Tüm Batılı diyaloglardan uygarlıklar arası diyaloğa geçmek gerekir”.

“İslami yeniden doğuş, Batıyı ve geçmişi taklitten kaçınmakla mümkündür…İslamın geleceği, Batının geçmişi değildir…Batıyı taklit konusunda en kötü şey, Türkiye’de Ziya Gökalp‘in yaptığı gibi, modernleşme ile Batılılaşmayı birbirine karıştırmaktır”.

 

       (Bu yazı; çevirisini A.Zeki Ünal’ın yaptığı, benim de 1990 yılında tanıtım için yazdığım ve zamanın Girişim dergisinde yayınlanan yazıdan alınmıştır. A.Ağı)

KARL JASPERS – 1

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

    KARL JASPERS (1883-1969)

 

 20.yüzyılın en çok eser veren filozofudur. ‘Felsefe Nedir?’ adlı eseri ölümünden 6 yıl sonra 1975’te asistanı tarafından derlenerek oluşturuluyor. Bu derleme Jaspers’in 1950 de bizzat yaptığı 12 radyo konuşmasından oluşmaktadır.

 

1- FELSEFE NEDİR ? (12 radyo konuşmasının ilki):

 

Bilime inanan kişi, bilimin herkes için genel geçer, zorunlu önermeleri ortaya koyacağına inanan kişidir. Felsefe bilimden yaralanır ancak onun bambaşka bir kaynağı vardır.

Felsefe, insanın olduğu her yerde, insanın uyandığı her yerde vardır. Felsefe yapmak için illa bilime ihtiyaç yoktur. Bilimsiz felsefe, insanların belirli anlarda uyanarak yaptığı felsefedir.

İnsan olmak; 1-kendisinin insan olduğunun farkına varmak

                    2-varlığın farkına varmakla mümkündür.

Jaspers’e göre bizim çocuk felsefesi yapmamıza imkan yok. Çünkü saflığımız eğitimle örtülmüştür. Çocuk ve deliler ise örtülmemiştir. Bu nedenle çocuklar ve deliler doğruyu söyler.

Felsefe, bilimin sınırlarında başlar. Kişinin düşünerek kendi kendisiyle ilişkiye girmesiyle, uyanması ve ‘ben kimim?’ diye sormasıyla başlar. İçimizde bilimlerin ulaşamadığı bir yan vardır; ebedi olan.

İletişimi sağlayan; akıl. İnsanın sürekli uyanık olmasını, sürekli soru sormasını sağlayan. İnsanın kendisine ulaşmasını sağlayan, insanın bütün içindeki ilişkisini, yerini gösteren ise felsefedir.

İnsan, insan olarak kaldığı sürece de felsefe sürecek. İşte bu ebedi felsefedir.

Felsefe, insanın uyandığı her yerde, her bilimden öncedir. Felsefe yapmak, insan ihtiyaçlarını gideren bir uyanma gibidir, felsefe yapmak herkese açıktır.

 

2- FELSEFENİN KAYNAKLARI:

 

Bizi felsefe yapmaya götüren kökenler:

a)Hayret, b)kuşku, c)güçsüzlük; kendi yetersizliğini ve güçsüzlüğünü bilmektir.

Hayret; bir varlık karşısında duyulan taaccüb.

Hayret-bilgi/ kuşku-kesinlik/ güçsüzlük- kendi bilincinde olma.

Her insan günün birinde, yapmakta olduğunun anlamını kendisine sorar. İşte tek kişide felsefe yapma edimi, bu sorunun sorulmasıyla başlar.

Jaspers’e göre felsefe yapmak insanın kendi varoluşunun içinde. Felsefenin tüm amacı; insanın bu varoluşu gerçekleştirmesine yardımcı olmak.

 Jaspers’e göre, yukardaki 3 köken olmadan da felsefe yapılabilir.

Bilim, ‘sınır durumları’nı obje edinemez. Bunları ancak felsefe obje edinebilir. İnsan hep bir durum içindedir. Bu durumun dışına çıkması sözkonusu değil. İnsanın bulunduğu durum hakkında soru sorması, kendine dönmesi ve ve onda felsefenin başlaması demektir.

Bana ne toplumsal yaşam ne de doğa kanunları güven veriyor. Ben bunlar karşısında güvensizlik duyuyorum. Bu köken benim içimde.

‘Başarısızlık’; benim dünya karşısında, dünya ile, aile ile, genellikle toplumla yetinmemem. Dünyaya olan güvensizlik, bana mutlak başarısızlığı gösteriyor. Ben bundan kaçamazsam ne yapabilirim?

Dünyada başarısız olmak, bu felsefenin yolunu açıyor. Beni varlığa götüren bu başarısızlık.

Sınır durumları ya hiçliği ya da en halis olanı gösterir. Bu en halis olan, benim içimdeki köken.

Çağdaş felsefe yapmak için, bu 3 kökeni tüketmek yetmez. İletişim, varoluştan varoluşa gider; birbirini seven, kendi varoluşunu arayan iki insanın karşılıklı durumunda.

Gerçek felsefe, insanlar arasındaki ilişkide var.

Felsefenin kökeni; hayrettedir, kuşkudadır ve sınır durumlarının bilincinde olmadadır. Fakat bunların hepsini içine alan, halis-özlü iletişim isteğidir. Felsefenin ereğine ancak iletişimde ulaşılabilir ki; burada bütün amaçların, varlığın farkına varma, sevginin aydınlatılması, sükunetin mükemmel hale gelmesi, bunlar ancak iletişimle olur.

 

3-KUŞATICI VARLIK:

 

Özne kendisi de dahil her şeyi nesne edinebilir. Bu nedenle her an özne-nesne yanılması içindeyiz. Biz daima dünyanın içindeyiz. Bu nedenle dünyanın kendisini obje edinemeyiz. Dünyanın kendisi olsa olsa benim dünya içindeki nesnelere yönelmemi sağlayan bir idedir. Dünyanın kendisini obje edinebilmemiz için evrenin dışına çıkmamız gerekir ki; bu da imkansızdır.

‘Biz dünyada çok kere, nesnelere bakarak, başka nesnelerle ilgili sonuçlar çıkarırız. Dünya bir bütün olarak nesne değildir.’.

Biz kuşatıcı varlığın, bütününün ne olduğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Biz sadece kuşatıcı varlığın, tek tek biçimlerini biliyoruz. Yani biz, kuşatıcı varlığın kuşattığı tek tek nesneleri obje edinebiliriz ve bilebiliriz.

‘Bütünlük içinde varlık, ne nesne ne de özne olabilir. O ancak bu kopuş içinde görünüş alanına çıkabilen bir kuşatıcı varlık olabilir’.

 

   KUŞATICI VARLIK:

              

                                         AKIL

İmmanent: Biz olarak k.varlık I Kendisi olarak

(İÇKİN)              Varolma     I    k.varlık             

                           Bilinç         I        

                           Tin            I    Dünya

                                            I

—————————————————————————-

TRANCENDENT: Varoluş   I Transzendens

                                            I

                                     VAROLUŞ

 

Jaspers, kuşatıcı varlığı; birbiri içine girmiş olarak dönen kürelere benzetiyor. Kuşatıcı varlık içkin olduğu kadar aşkındır da.

Varoluş, bilimlerin konu edinemediği tek alan.

İçkin olanla, aşkın olan arasında nasıl bir ilişki var?

Dünya ile tanrı arasında tek ilişki, insanın varoluşsal özgürlüğünde gerçekleşir.

Varoluş denen şey, bütün bu içkin-aşkın biçimlerinin farkına varan, varoluştur.

Soru soran, kopukluğu gideren kuşatıcı varlığın iç içe girmiş küreler olduğunu bize gösteren bir yeti daha var o da; akıl.

İnsan daha ilkçağdan beri varlığı, kendi karşısında somut bir varlık olarak görüyor ve ele alıyor. Oysa Jaspers, su, hava, ateş, toprak, apeiron vs. bütün bu ögelerin hepsinin, bütünün yani kuşatıcı varlığın sadece bir yanı olduğunu söylüyor.

Varlık, bize kendini madde olarak gösteriyor. Yani görünüşü madde ancak varlığın kendisi; içkin-aşkın/kuşatıcı varlık. Bu kuşatıcı varlığın farkına varanlarda; varoluş ve akıl.

‘Aslında biz şimdiye kadar varlık derken, kuşatıcı varlığın sadece bir yanını ortaya koyuyorduk. Bu nedenle yapılan felsefeler de, özgür olmayan, kuşatıcı varlığın sadece bir biçimiyle sınırlı olan felsefelerdir. Biz kuşatıcı varlığın bilincine varırsak, felsefe yapmanın özgürlüğüne de sahip oluruz’.

Bu düşünce, hiççiliği aşan bir felsefe. Jaspers’in  bu kuşatıcı varlık felsefesine göre, nesnel bilginin mutlak olmadığını, sadece aldatıcı tek tek nesnelere ait bilgi olduğu anlaşıldığında, nesnel bilginin bütün temeli sarsılır. Bu sarsılma sonucu; bir boşluk, bir hiçlik içinde kalınır. Bu hiçlikten/boşluktan ancak kuşatıcı varlık düşüncesi sayesinde kurtulunur. Kurtulamazsak bile en azından, bir düşünce tarzına sahip olmuş oluruz.

‘Bilimsel düşünce, bilimsel bilgi; boşlukta sallanan aldatıcı nesnel bilgiler sonucunda bir anda hiççilik içinde kalınır ama bu hiççilik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Özetle Jaspers, şunu söylüyor:

Kuşatıcı varlık içinde bizim obje edindiğimiz tek tek nesneler varlığın kendisi değil, sadece onun birer görünen biçimidirler. Bilimlerin konu edinip bilgisini ortaya koydukları bu biçimlerdir. Bu nesnel bilgiler, varlığın kendisine ait mutlak bilgiler olmayıp, varlığın bir görünüşünü, biçimini ifade eden aldatıcı bilgilerdir Bilim, bu kendi yaptığından habersiz.

Kuşatıcı varlık düşüncesini kavramakla, bilimin ortaya koyduğu tüm nesnel bilgilerin, sağlam sanılan tüm dayanakları sarsılır ve yıkılır.  Bu yıkılış sonucunda; nesnel bilginin aldatıcı ve sahte olduğu anlaşılınca her şey sağlam olan temelini yitirince bir boşlukta kalınır. Bizi hiçlikle karşı karşıya getiren de bu boşluk duygusudur.

 ‘Bizim felsefe düşüncemiz çok kez gerçek varlığa giden bir kurtuluş anlamı taşıyan bu hiççilikten geçer’.

‘Hiçlik, bize seslenen gerçek varlığa dönüşür’.

Boşluk duygusunun bizi karşı karşıya bıraktığı hiçlik de bize; gerçek varlığa giden kurtuluş yolunu açıyor.

Özne-nesne kopuşunun bilincine varma, bizim düşünen varlığımızın ve kuşatıcı varlığın temel olayı olarak, felsefe yapmanın özgürlüğünü getirir.

Jaspers’in bununla söylemek istediği şudur:

Normal olan, hiçbir surette bilgiye indirgenemez. Çünkü bilgi, öznel olana aittir. Öznel olan ile nesnel olan arasında örtüşmez bir kopukluk vardır. Bu nedenle öznenin, nesnel olan hakkında ortaya koyduğu bilgi, nesnel olanın kendisi değil, onun sadece öznedeki bir biçiminin, bir görünüşünün algısının bir ifadesidir. Oysa ortaya konulan bilgiler, varlığın kendisiymiş gibi ortaya koyuluyor. İşte bu bir tuzaktır, bir aldatmacadır. (Özne, dingansichi bilemez ya da bilgiye indirgenemez.)

SPİNOZA

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

 

   SPİNOZA (1632-1677):

 

 Spinoza felsefesine, panteist felsefe de denir. Her yerde her şeyde tanrı var. Her şey tanrıda olmasından tanrıdan geliyor. Felsefenin temel amacı, tanrının bilgisine ulaşmaktır.

 Descartes, tanrının varlığını kanıtlamaya çalışıyordu. Spinoza’da ise tanrı vardır ve şüphe edilemez. Ona göre tanrıyı bilirsek her şeyi biliriz. Çünkü; her şey ondadır.

 Varolan her şey onun özünden zorunlulukla türemiştir. Varolanlarının tümünün ideaları, kökleri tanrıdadır. Tanrıyı bilince, ‘tanrı’ kavramı içine ne giriyorsa bağlantıları ile bilebiliriz.

 Tanrıda bulunan ideaları onu bilmemizle, ondan zorunlu olarak çıkan gerçek dünyayı da biliriz.

 Spinoza felsefesinde, idea ile gerçeklik tam bir uygunluk içindedir. Bunlar birbirine paraleldir. Düşünce dünyasının düzeni ile gerçekliğin/dünyanın düzeni arasında tam bir paralellik vardır. Bir şeyin ideasını, ideasının içindeki bağlantıları bilirsek, gerçekliğini de biliriz. Biz tanrıyı bilirsek, ideal dünyayı da ve buna paralel gerçek dünyayı da biliriz. Çünkü; idealar tanrının içinde.

 Spinoza, Descartes’in matematiksel yöntemini aynen alıyor ve sistemini buna göre kuruyor.

Descartes’den ayrıldığı nokta, hareket noktasıdır. Descartes kendi varlığından hareket ediyor, her şeyi kendisiyle temellendiriyordu. Oysa Spinoza’da hareket noktası, tanrıdır. Varlığının kanıtlanması gerekmez. Çünkü; O zaten vardır.

 Bir başka fark; Descartes matematiksel yöntemi, aritmetikten çıkarıyor. Spinoza ise geometriyi kullanıyor. Öğretisini, 8 tanım 7 aksiyomla kuruyor. Euklides geometrisini örnek alıyor.

 Descartes’de iki töz vardır, Spinoza’da ise bir töz vardır, o da tanrıdır. Diğer iki töz, tanrının nitelikleri ve görünüşüdür.

Tek töz anlayışı, Spinoza felsefesinin en temel noktasıdır. Sistemi tek töz üzerine kuruludur.

 Töz nedir?

 Töz, kendi kendine varolan, kendi kendisiyle kavranan, kavramı bir başka şeyin kavramına bağlı olmayan. Meydana gelmemiştir, yokolmaz, bölünmez ve ebedidir.

 Tanrının sıfatları sonsuzdur onun sıfatlarını saymak onu sınırlamak demektir. Onun sıfatlarını sayamayız. Çünkü:

“Her belirleme bir yadsımadır.”

 Neden (tanrı) ve etki (idealar/gerçeklikler), bir ve aynı şey olduğuna göre Spinoza’nın panteist görüşü hakkında ne söyleyebiliriz? Buradan panteizme nasıl gidilir?

 Doğa, tanrının özünden çıkar, tanrıyla aynı şeydir. Bu nedenle, neden-etki birbirinden ayrılan değil, eşittir.

 Bütün varolanlar tanrının nitelikleri(attributum) ve görünüşleridir (modus).

Tanrı, immanent (içkin) bir nedendir. Kendi kendisinin zorunlu sonucudur.

Attributum; tözün ancak kendisini birlikte koyduğu şeydir. Biz bu niteliklerden sadece ikisini biliyoruz. Bunlar da madde ve ruhtur. Bunlar Descartes’de tözdür, Spinoza’da ise tözün nitelikleridir. Bunların birinden hareket ederek diğerini açıklayamayız. Ruhsal dünyayı, sadece düşünceyle, maddi dünyayı da zaman ve mekanla açıklayabiliriz.

 Bu iki attributum/ nitelik, kendisini iki biçimde ortaya koyar. Biri düşünce diğeri mekandır. İşte bunlar tözün modusudurlar.

 Modus; kendi kendine değil, başka bir şeyde olan, başka bir şey yardımıyla tanınan.

 Modusu attributumla, attributumu da tözle kavrayabiliriz.

 Başka şeyler aracılığıyla kavranabilen bu moduslar; tek tek görünüşler, nesnelerdir. Misal, kalem bir modustur ve madde attributumuna girer. Algılama, hissetme, ve psişik durum modusları; ruh attributumuna girer. Biz tanrının görünüşünden başka bir şey değiliz.

 

              TÖZ

   í                         î

í  ATTRİBUTUM    î

 

         MADDE  çè  çè   RUH 

                 MODUS   

 

          ê                    ê

            Maddi                  Ruhsal

      Belirlenimler         Belirlenimler

 

 Birşeyin varoluşunun nedeni başka bir şeydedir ve bu zincir töze kadar gider. Bir modusu kavramak demek, tanrıyı kavramak demektir. Tek tek nesneler, düşünceler hepsi birbirine bağlı gözükürler aslında hepsi tözün belirlemesidir. Herşeyin temelinde tanrı var.

  ‘’Varolmadığını düşünemediğimiz, özü varlığı kuşatan şeye kendi kendisinin nedeni diyorum. Kendi kendisinin nedeni olan bir şeyden daha büyük bir şey tasarlayamam. O kendisiyle tasarlanır ve başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın kavranabilir. O sonsuz olup, sıfatları da sonsuzdur.

 Her şey zorunlu bir nedensellikle oluşur. Tanrının dışında hiçbir kendi tabiatının zorunluluğuyla kendi kendisinin nedeni olarak olmuyor. Bu nedenle tanrının dışında hiçbir şey özgür değil.’’

 Tanrı ilk neden, onun dışındakiler nedenler zinciri olarak var. Varolmaları kendilerine bağlı değil bu nedenle de özgür değiller.

 Tanrı hem neden hem de sonuç. Ondaki bu nedenselliği ‘P’ önce ‘q’ sonra şeklinde değildir. O nedeni ve sonucu ile aynı anda olmuştur.  

 

 Her şey ancak 2 şekilde olabilir:

1-Ya kendi özünden türer,

2-Ya da ilinektir; varolması için başka bir şeye ihtiyacı olan.

Spinoza’ya göre nedensiz hiç bir şey olmaz.

Dünyayı kavramak istiyorsak, tanrıyı kavramamız gerekir.

‘’Ben tanrıyı varolmayan olarak düşünemem, çünkü; kendi kendisinin nedeni olup özü varlığı kuşatmıştır. Oysa bir modusu düşünebilirim. Çünkü; kendi kendisinin nedeni değil. Aynı sıfatları paylaşan iki ya da daha fazla töz olamaz. Töz/tanrı bir tanedir O ancak kendi kendisinin yardımıyla tasarlanır. Bu cevher başka bir cevher tarafından meydana getirilemez. Her cevher sonsuzdur. Tanrıdan başka cevher yoktur ve tasarlanamaz.’’

 

  Neden ve etkinin zaman dışı bir boyutta ele alınması gerekir. Bunları kavrarken zamanı/süreyi karıştırmamak gerekir. Etki, nedenin kendisini göstermesinden başka bir şey değildir.

 Zaman boyutunu işe karıştırdığımızda, bugün doğru olan yarın yanlış olabilir.

 

         Spinoza’ya göre Moduslar ikiye ayrılır:

1-Sonsuz modus; tanrının özünden dolaysız olarak çıkan. Varolmak için başka bir modusa ihtiyaç duymuyor sadece tanrıya ihtiyacı var.

2-Sonlu modus; varolmak için başkaca modusların varlığına ihtiyaç duyuyorlar.

Tek tek yer kaplayan cisimler, tek tek maddi olaylar… bunların hepsi sonlu moduslardır.

 

   İki Attributum (nitelik) vardır:

Cisimsel dünyayı oluşturan attributum ki; bu kendini ‘mekan’ olarak gösteriyor. Düşüncenin kendisi ise sonsuz modustur.

Tek tek nesneler hep başka bir nesneyi gerektirirler. Nesneler arasında kesintisiz bir bağlantı var. Bu kesintisiz bağlantı nedeniyle ‘rastlantı’ diye bir şey yoktur. Bir nesnenin nedeni, diğer bir nesne. Bu ilişkiler kesintisiz, boşluksuz ve zorunlu.

 Aynı zincir ruhsal dünyada da var. Kendinden önce belirlenmeyen hiçbir olay yoktur. İşte bu durum ruhsal dünyada ‘İSTENÇ/İRADE ÖZGÜRLÜĞÜ’nü ortadan kaldırıyor.

 Spinoza’ya göre özgürlük bir kuruntudan başka bir şey değildir. Rastlantı olmadığı halde insanlar olayların gerçek nedenini bilmedikleri için rastlantıdan sözediyorlar. Olayların gerçek nedenini bilmemek bu da kuruntuya yol açıyor.

 Bir attributumu başka bir attributumla açıklayamayız, kavrayamayız çünkü; her bir attributumun kendine has bir düzeni vardır. Ruhsal dünyadaki bir olayın nedeni ancak ruhsal bir olay olabilir.

 Özgürlük ve rastlantıdan bahsetmemiz asıl nedenleri bilmememizden kaynaklanmaktadır.

 

   RUH VE BEDEN İLİŞKİSİ:

 

Attributumların her biri kendi içinde kapalı bir dizge. Bu attributumlar tanrının özünden zorunlulukla çıkmışlardır.Birbirlerini etkileyemezler ama bir attributumdaki modus diğer bir  attributumdaki modusun karşılığıdır.

 Oysa occasionalistler bu iki dünyanın birbiriyle olan ilişkisini açıklamak için araya tanrıyı koyuyorlardı. Spinoza’da ise bu durum çok daha kolay açıklanmıştır. Birindeki bir olaya diğerinde başka bir olay tekabül eder. Olup biten şey bir ve tekdir. Bu iki dünya nedenler zinciri olarak birbirine paraleldir. Aslında bütün olup bitenler tözde/tanrıda olup bitmektedir. Çünkü; bu iki dünya tanrının iki attributumudur.

 Maddi dünyada nedenleri bilmeyişimiz ‘rastlantı’ adını alıyor, ruhsal dünyada bilmeyişimizde  ise rastlantının yerini; ‘irade özgürlüğü’ alıyor. Ne rastlantı ne de irade özgürlüğü yoktur. Bütün bunlar birer kuruntudan ibarettir.

 Maddi dünyada ne varsa ruhsal dünyada da bunun karşılığı mutlaka vardır. Ruhtaki bir isteme, bedende de istemeyle ilgili bir eyleme tekabül eder.

 

   AHLAK VE DEVLET GÖRÜŞÜ:

 

İnsan, varlığını sürdürmek isteğindedir. Bu istek bilinçsizdir. İnsanın ruhsal dünyasındaki bu irade, istenç adını alır. ‘İyi’ ve ‘kötü’ kavramı buradan çıkar. İnsan bir şeyi istiyorsa buna ‘iyi’ diyor, istemiyorsa ‘kötü’ diyor. Bu kavramlar istence göre, göreli kavramlardır.

 Onun devlet görüşü de bu anlayışa dayanır. İnsanın varlığını sürdürmek istemesi en doğal hakkıdır. Böyle olunca, bu hakkın ve varlıkların korunması için bir güvenlik kurulması gerekir ki; bu ‘devlet’tir. Devlet bu amaçla kurulmuştur.

 Spinoza, devlet şekli bakımından Hobbes’tan ayrılır. Spinoza, demokrasiden yanadır. Tek kişinin egemenliğinin, bireylerin haklarını kaldıracağını düşünür. Daha sonra bu düşüncesini değiştirerek Aristokrasiyi benimser.

 

 Tözün nedeni, immanenttir yani kendi içindedir. Tözden zorunlulukla çıkan şeylerin nedeni ise trancendenttir yani nedenleri kendi dışındadır.

 Tanrı sonsuz olup sıfatları da sonsuzdur. Başka bir tanrı/ töz daha olsaydı; o da sonsuz sıfatlara sahip tanrının, başka bir sıfatıyla tanımlanacaktı. Çünkü; sonsuz sıfatlara sahip olan tan tanrı, bütün sıfatlara sahiptir. Aynı sıfatlara sahip iki tanrı olamaz. Sonsuz sıfatlara sahip tek bir tanrı vardır.

 Tanrının bütün sıfatları ezelidir, o her şeyin içkin nedenidir.

 Tanrı tarafından yapması gerektirilmiş olan kendi gerektirilirliğini bozamaz. Yaratıcı tabiatla, yaratılmış tabiat bir ve aynı şeydir (panteizm). Tabiatta zorunsuz hiçbir şey yoktur. Olduğunu düşünmek, akıl için çelişki yaratır. Tabiatta olumsallık diye hiçbir şey yoktur. Böyle olması gerekiyordu, böyle oldu.

  İrade özgürlüğü olmadığı gibi tanrı bile kendi kendisinin zorunlu nedeni olduğundan, özgür değildir. Şu düzenden başka bir düzen olsaydı, tanrının iradesi de başka türlü olacaktı, bu da imkansızdır.