Posts Tagged ‘İlerleme’

MEHMET ALTAN “KÜRTLER ŞEYTAN SOYUNDAN MI?”

Pazar, Ocak 13th, 2013

MEHMET ALTAN  “KÜRTLER ŞEYTAN SOYUNDAN MI?”

“Garnizon kültürü”, resmi tezlerin itirazsız tekrarlanmasını ister.

– Türkiye’nin entelektüel tarihi unutturulmuş, parasızlığa mahkum edilmiş, mahkeme kapılarında çile çektirilmiş, hapishanelerde çürütülmüş, öldürülmüş değerli insanlarla dolu. Onlardan biri de düşündüğü için unutturulan rahmetli profesör, İdris Küçükömer’dir.

İdris Küçükömer, Milli Kurtuluş Savaşının bize söylendiği gibi “anti-emperyalist” bir nitelik taşımadığını, yunanlılara karşı bir savaş olduğunu söylüyor.

Ömer Kürkçüoğlu’nun “Türk – İngiliz İlişkileri (1919-1926)” konulu doçentlik tezinin 138. Sayfasında, İngiltere’nin Büyük Taarruzdan önce “14 Nisan 1921’de, Türk – Yunan savaşında kesin tarafsızlığını belirten notasını Yunan hükümetine bildirdiği” belirtiliyor.

– Pozitivizm öldüğü halde “yanlışlanabilir bilim anlayışından” devlet ve toplum olarak çok uzağız.

 Halka güvenilmiyor. Onun için ordu gözetimindeki Kemalist laiklik, demokratik laiklikle yer değiştiremiyor.

– Türkiye’de bir referandum yapılacaksa “cumhuriyet ile şeriat” arasında değil, “Kemalizm ile demokrasi” arasında yapılmalı…

– Paranın sınır tanımayan rahat dolaşımı, insanların haberleşme olanaklarının sürekli gelişmesi sınırlara ve yerel devletlere ihtiyacı çok azalıyor. Devletler idari birimlere dönüşüyor.

-…Seçkinlere dayalı Kemalist anlayış, bir üretim devrimine dönüşemedi.

– Türkiye’de insanların “bölücülük ve şeriata” karşı çıktıkları kadar, “militarizme” karşı çıkmadıklarını görürsünüz. Çünkü, “militarizm” kendisinin “demokrasiyle uyuşmayan” egemenliğini saklamak için, bu iki tehlikeyi abartır ve bunların ardına gizlenir.

– Siyasi tarihimizin en kıvrak figürlerinden, Süleyman Demirel 35 yıllık politik yaşamında, muhalefetteyken “milleti”, iktidardayken “devleti” gözetmiştir…

 

İttihat ve Terakki’nin en ürkütücü yanı, 1908 Nizamnamesinde “adam öldürme”yi disiplin cezası olarak kabul etmiş olmasıydı…Bir başka kurnazlığı da kendine muhalif olan herkesi “şeriatçı” olarak damgalamasıydı…İlericiler sosyalizmi de yasak ilan etmişlerdi.

– Kemalizm, İttihat ve Terakki geleneğini olduğu gibi devam sürdürdü.

– Kendi içinde entegrasyon sorununu çözemeyen Türkiye’nin, dünya ile entegrasyonu sorun olacaktır.

– Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi, kendini “Birinci Cumhuriyet”in sahibi ilan etmiş olanların en nefret ettiği öneridir.

– Bundan 72 yıl önce “egemenlik” Osmanlı Hanedanı’ndan alındı ama “halka” verilmedi. Araya ordu destekli “tek parti diktatörlüğü” girdi.

– “Rejim” yüzünden “devlet” çökerten son ülke olacağız.

– Diyanet İşleri Başkanlığı’nın katkılarıyla yayınlanan bir kitapta, Kürt vatandaşlarımız “şeytan soyundan gelme” ilan ediliyor.

– 1924’te, Meclis’te Mustafa Kemal’in kişisel yetkisini denetlemeyi ve sınırlamayı, tek başına iktidar olma eğilimini önlemini amaçlayan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştu. Bu parti, kuvvetler ayrılığını ve Meclis’in hükümet üzerindeki kontrolünün artmasını savunuyor, İstiklal Mahkemeleri’nin temsil ettiği keyfi yargılama yetkisine son vermesini istiyordu. Kemalist kanat, Kürt isyanını fırsat bilerek bu partiyi kapattı ve milliyetçi hareketin eski kahramanları olan önde gelen üyelerini yargı önüne çıkardı…Böylece, İttihatçılardan Kemalist gruba girmemiş olanlar tasfiye edildi.

– Sovyet modeli ciddi bir örnek olarak ortalıkta durmaktaydı. Ancak 1980’lerin sonuna doğru “insan iradesine” dayalı “planlama modeli”nin, “piyasaya” oranla daha başarılı olmadığı ortaya çıktı.

– “Tek parti faşizminin” ideolojisi Kemalizm, rahatlıkla ve pişkinlikle kendisini “sol” diye yutturulabiliyor.

– Komünist Parti Genel Sekreteri Mustafa Suphi’yi Kemalizm’in iktidarı uğruna boğdurtmuş, liberalizmin en yetkin isimlerinden Cavit Bey’i gene aynı amaçla düzmece bir dava sonucu idam ettirmişiz…

– Türkiye’de “gerçek bir sol” alternatif olacaksa, bu sol reddi miras ederek kemalizle ilişkisini keserek, evrensel sol değer yargılarını taşıyan ve Türkiye kimliği ile harmanlanmış bir yeni terkibi nasıl yaratacağını düşünmelidir…

– Her türlü sorun ancak “halka güvenerek” ve özgürlük sınırlarını evrensel demokrasi standardına getirerek etkisizleştirilebilir…

– Milliyetçilik, sanayi devriminin bir ürünü olan ulus-devlet ideolojisidir.

– Türkiye’de siyasi elitler ile ordunun devlet anlayışı arasında hiçbir zaman büyük fark olmamıştır…Devlet eliti kendi iktidarı için bir “korku atmosferi” yaratıyor. Parya olarak gördükleri halk korksun ve onların iktidarını sorgulamasın diye. Anlayacağınız halktan korktukları için, halkı korkutmaya uğraşıyorlar.

Devletçilik, sanayi devriminin bir kuralıydı ama şimdi sanayi devrimi artık yok.

– Bilgisayar devrimiyle başlayan dönemin üç altın ilkesi var; “piyasa ekonomis, demokrasi ve insan hakları…”

– “Din devleti yanlıları” da “Kemalist devlet yanlıları” da “devletin ideolojisi” olmasını savunuyor. Birinciler bunu Kuran’a, ikincilerse “altı ok”a dayandırmaktan yana. Hiçbiri, devletin vatandaşlardan aldığı vergilerle ayakta durduğunu, farklı din, ırk, mezhep, dil ve düşünceden olan insanlarına eşit mesafede hizmet etmesi gerektiğini savunmuyor.

 Kemalistlere göre şeriatçıları, şeriatçılara göre de Kemalistleri yok etmek gerek. Halbuki demokrasi, “zorbalık” etmedikçe ve oyunun kurallarını bozmadıkça hepsini rahatlıkla içinde barındırır. Ama onlar hem devlete hem de topluma hakim olmak istedikleri için, demokrasiden nefret etmekteler…

–  Murat Belge’ye göre Kemalizm, Türkiye’de devleti kuran ideoloji, dolayısıyla düzenin ta kendisi. Emekçi kitlelerle de hiçbir alakası yok. Zaten sosyalizme de hiçbir zaman sempati duymadılar.

 Yine Belge’ye göre “batılılaşma hareketi” diye bir şey başlamış ki, Kemalizm bunun bire basamağı, yani “ilerleme” yolunda solun, Kemalizm’le oradan bir akrabalığı var.

– Sol, devrimcilik demek sürekli gelişen makinelere ve aletlere “doğaya karşı zafer kazanmak” demekti. Onun için solcuların amacı, insanın sömürülmesini önleyip, özgürleşmesini sağlayacak olan “üretim tarzında” sürekli değişimin peşinde olmaktı.

– İlericilik ve sol devrimcilik amaçlarını “halka karşı” değil “doğaya karşı” gerçekleştirir. Bunun içinde yaşam tarzını değil öncelikle üretim tarzını değiştirmeyi hedefler.

Altı oklu CHP, fiilen ve hukuken Türkiye’deki tek parti diktatörlüğünü yaşatan parti, Marksizme, liberalizme, Kürt kimliğine ve Müslümanlığa kan kusturan parti…

Düzenin avantasını yiyenleri “solcu” diye yutturmak ise büyük harflerle yazılmış bir maskaralıktır.

– Müslümanlığın, Türk toplumundaki “kültürel ve sosyolojik” rolü görmezden gelinmiş. Bilim dinin yerine ikame edilmeye çalışılmış. Toplumda “din ile bilimin” çok farklı roller oynadığı algılanmamış…

– İnsanların ırkı, dini, giyimi, müziği ve giyip içmesi ile uğraşacağımıza toplumsal üretim, bilimsel bilgi yaratımıyla uğraşsaydık ve Türkiye’nin “yaşam tarzını” modernleştirmek yerine “üretim biçimini” modernleştirmeyi aklımıza taksaydık bugün çok daha başka noktalardaydık…

 Kürtlere ve Müslümanlara kızdıkça, askerleri çağırmaz teknolojide de böylesine şapa oturmazdık…

– Aklımızla değil, ırkımızla övünmeye şartlandırılmış bir toplumuz.

– Dışkıyı binbaşıya köylüler yedirseydi, aynı mahkemeler tecilli altı ay mı verirdi?

ÖZLÜ SÖZLER – SOLDAN

Salı, Ekim 26th, 2010

– Faşizme karşı birleşmeyenler, faşizmin zindanlarında buluşurlar.

BERTOLT BRECHT

– Kitleleri harekete geçirmek için, mitlere ihtiyaç vardır.

G. SOREL

– Tek temel ve mümkün olan “sosyalizm”, seçkin insan türünün sosyalleşmesidir.

– Yirmisinde solcu olmayan eşektir, kırkında solcu kalan şeddeli eşektir.

– Doğruları biliyorsan, yalanları dinlemek eğlencelidir.

-Altın kural şudur; herhangi bir altın kural yoktur. 

– Özür dileyerek, yakınlık göstererek ve son arzularında cömert davranarak, suçluları ve soysuzları idam edip ortadan kaldırmalıyız.

BERNARD SHAW 

– Devlete ihtiyaç yoktur…Devlet tarafından yapılan sömürü daima yöneticiler ve ücretli köleler anlamına gelir. Bizler insanın insana hükümet etmesini, insanın insanı sömürmesinden daha fazla arzulamıyoruz. Sosyalizm, hükümetçiliğin karşıtıdır….bizler bu birliklerin…demokratik ve toplumsal cumhuriyetin ortak bağında birleşecek engin bir birlikler ve gruplar federasyonunun ilk bileşenleri olmasını arzuluyoruz.

PROUDHON

– Ben toplumsal refahın ve özellikle de toprağın, toplumsal tasfiye anlamında kollektifleştirilmesi için oy kullanacağım. Toplumsal tasfiyeden, bugün olduğu üzere mülkiyetin yaptırımcısı ve yegane garantörü olan kanuni ve siyasi “devlet”in lağvedilmesiyle, şu anda mülk sahipleri olanların tamamen mülksüzleştirilmesini anlıyorum… tüm daha büyük hoşnutluklarıyla birlikte, komünlerin solidarasyonunu destekliyorum…çünkü böylesi solidarasyon aşağıdan yukarıya bir toplum örgütlenmesini içermektedir.

BAKUNİN

– Anarşinin kaynağı, devlettir.

PASCAL

– Herkes aynı fikirde olursa, toplumda gelişme olmaz.

– Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır. Onları yaratan tanrı, kendilerine vazgeçilmez bazı haklar vermiştir. Bu haklar arasında; yaşama, özgürlük ve refahını arama hakları yer alır. Bu hakları korumak için, insanlar arasında meşru iktidar, hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükümetler kurulmuştur. herhangi bir hükümet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükümet kurmak, o halkın hakkıdır.

THOMAS JEFFERSON

– Esas olan, kuvvetler ayrılığıdır (yasama, yürütme, yargı).

MONTESQUİEU

– İnsan, özgür doğar ama hayatın her anında zincire mahkum edilir.

 – Bütün kavgaların, felaketlerin, tüm kötülüklerin anası;özel mülkiyet”tir. Özel mülkiyetin olmadığı yerde haksızlık da yoktur.

– Esas olan, kuvvetler birliğidir yani yasama, yürütme ve yargının aynı erkte olmasıdır.

J.J. ROUSSEAU

MARX:

Tarihi yapan, insandır…

– Alt yapı, üst yapıyı belirler…

İnsanlık tarihi, sınıf çelişkisinden ibarettir.

Komünizmin önündeki engel, burjuvazinin eksikliğidir.

– “Din”, toplumun afyonudur.

– İnsan, ne üretirse ona yabancılaşır.

– Toplumsal reformlar, güçlünün zayıflığından ötürü değil, zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir.

Kapitalist, kendisinin kapitalist olmasından sorumlu değildir ama ilişkilerin kurulmasına yardımcı olduğu için sorumludur

– Bir memleket iki şekilde talan edilir; “düşmanlar” ve bizzat o ülkenin kendi “maliyesi” tarafından.

– Fatih ülkeler, fethettikleri ülkelerin etkisi altına girerler. 

– Zorun güzelliği, doğallığındadır.

– İşçilerin vatanı yoktur.

– Gelecek için bir program geliştiren insan, devrimcidir.

– Mülkiyet, hırsızlıktır.

– Marx 1850’de “din; ruhsuz bir dünyanın ruhu, ezilenlerin haykırışı, kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Din, kitlelerin afyonudur” der. O zamanlar insanların acılarını azaltsın diye “afyon” yutturuyorlar. Bunu Marx, “din uyuşturucudur” demiş gibi lanse etmeye çalışıyorlar, bu sözü bu manada yorumluyorlar. Aslında o bu sözü ile dini övmektedir. Din için, “ruhsuz bir dünyanın ruhu”, insanlar için dinden başka teselli edici bir çözüm kalmamıştır diyor.

ÖMER LAÇİNER

  Devlet, tanrının dünya üzerindeki yürüyüşüdür.

– Sanat, bir fikir hareketidir.

– Bir insanın  sana neler verebileceği değil, senin için nelerden vazgeçeceği önemlidir. 

 HEGEL

Faşizm, bir dindir.

MUSSOLİNİ

– Şüphelendiğini öldür. Devrim, her şeyden önce gelir.

– İktidarın, olgun bir meyve gibi ellerine düşmesini bekleyenlerin bekleyişi, hep sürecektir.

– “Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakabileceğin en iyi miras dürüstlüktür.”
– Ne kadar farklı olursa olsun, sana ait olmayana tenezzül etme ve ne kadar basit olursa olsun, senin olmayandan asla vazgeçme.
– Arkamdan konuşmaya devam et. Çünkü, karşıma çıkacak kadar büyük değilsin!
CHE GUEVERA
– Sırtından vurana kızma, ona güvenip arkanı dönen sensin ve arkandan konuşana da darılma, onu adam yerine koyan sensin.

GORKİ

Muhafazakarlık, tedavi edilebilir bir hastalıktır.

M. LERNER

Beyaz ırk, insanlık tarihinin kanseridir.

S. SONTAG

Avrupa projesi, bir medeniyet projesidir.

W. MARTENS

Kemalizm, laik bir dindir.

Prof. Dr. ALTAN GÖKALP

Solculuk, en ileri üretim biçimlerine sahip çıkmaktır. En ileri üretim biçimi, insanın refahını ve özgürlüğünü pekiştirir.

– Devletin herkese eşit mesafede hizmet verebilmesi için, “devletin ideolojisiz olması” gerekir. Birileri “din devleti” peşinde koşarsa, birileri de “askeri devlet” peşinde koşar.

 – Devletçilik, toplumların zenginleşmesini sağlayamıyor aksine bürokrasinin ve devletin bir soygun batağına düşmesine yol açıyor…

 – Sol; ırka değil bizatihi insana, ulus-devlet anlayışına değil; ‘evrenselleşmeye’, kültürlerin zıtlaşmasına değil; küreselleşmeye sahip çıkan bir kimliğe bürünüyor.

 ‘İçe kapalı anlayış’; ekonomide dünyaya kapalılık, bölgesel ekonomik ittifaklara karşı çıkmak da ‘faşizmin yeni yüzü’ olarak görülüyor.

 Sol, serbest değişimi, ekonomik ittifakları, dünyaya açılmayı savunuyor.

 Liberalizm, bireyin özgürlüğünü, devlet karşısında bireyin korunmasını amaçlayan bir düşünce biçimidir. Odağı bireydir, birey ve onun özgürlüğü için vardır.

 Marksizm de evrenin değişimini araştıran, toplumsal dinamiklerin kaynaklarını irdeleyen bir felsefedir, değişim bilimidir.

 – Dünyayı değiştirmek isteyen Marksistlerin hedefleriyle, bu liberal değişim çelişmiyor çakışıyor.

 – Sanayileşme dönemi bitiyor…Ulus-devlet dönüşüyor…Sosyolojik yapı değişiyor…Daha önce Marksizm ile liberalizm çatışırken şimdi benzerlikleri ön plana çıkmakta…

 Marksizm de hümanizma var…Liberalizmde de bireyin üstünlüğü…İkisi de mümkün olduğunca “az devlet” peşinde. Bu yeniçağ aynı zamanda yeni bir sentez çağı, marksizmle liberalizmi evlendirecek bir çağ.

 …Yaşamın akışındaki değişim ve dönüşümü marksist bir yöntemle ele alan ve piyasa ekonomisini de zenginleşmenin tek gerçek reçetesi olarak kabul eden bir anlayış…Hayata bakarken Marksist…Ekonomiye bakarken liberal…Yaşamı kavramaya çabalarken de “marksist-liberal”…

 MEHMET ALTAN

– Kuran’dan asla kapitalizm çıkmaz, “abdestli kapitalizm” hiç çıkmaz. Müslüman antikapitalisttir, çünkü “mülk Allah’ındır”. Bütün kötülüklerin başı özel mülkiyettir. Kuran-ı Kerim‘den illa bir ekonomik düzen çıkarılacaksa, çağımızdaki kavramları kullanarak söylersek, sosyalizme eğilimlidir. Ahlaki ve dini bir sosyalizm çıkar. İslamın siyasi, politik duruşu sol bir duruştur, sağcı değil.

İHSAN ELİAÇIK

– Batı dışı dünya hakkında Marx ve Engels‘in düşünceleri bütünüyle emperyalisttir…ABD‘nin, Meksika‘nın epeyce toprağını ilhak etmesiyle sonuçlanan savaşı Marx kendi cümleleriyle, “tembel ve çaresiz Meksikalılara karşı uygarlaşmanın lehine bir netice” olarak nitelemiş ve desteklemiştir.

Fransa‘nın Cezayir‘i işgali de “ilerleme ve uygarlık için önemli ve talihli bir olay”dı. Çünkü, “Bedeviler bir haydutlar ulusu” idi.

Marx, İngilizlerin Hindistan‘ı işgalini de aynı mantıkla desteklemiştir. Çünkü Hint toplumsal hayatı, Marx’ın tabiriyle “değersiz, durağan ve bitkisel” idi.

 RASİM OZAN KÜTAHYALI

      – İhtiyaç, icadın anasıdır.

                   Felsefe, mantık ve diyalektikten oluşur.

 – Erkek burjuvazidir, karısıysa proleteryayı temsil eder.

– Ne mutlu o yoksullara ki, öteki dünya onlarındır ve er ya da geç bu dünyada onların olacaktır.  

ENGELS

  – Az gelişmiş toplumlarda “ordu”, kendi halkına karşı kullanılmak için vardır. 

 – Her devrimin temel sorunu, “iktidar” olmak içindir.

– Yumurtalar kırılmadan, omlet” (devrim) olmaz.

– Ne kadar kötü olursa, o kadar iyidir.

LENİN

– Filozofun gerçek işlevi; dünyayı değiştirmek değil, onu anlamaktır.

Sosyalizmin bana göre arzu edilir bir tarafı yok. Çünkü, hiçbir özgürlük vermiyor, bir bilginin engelsizce edinilmesine izin vermiyor. Dogmacılığı teşvik ediyor. Bir düşünceyi yaymak için baskı kullanılmasını öneriyor. Ben ki eski liberalim, onun yapıp ettikleri çoğu kez pek az hoşuma gidiyor.

– Orta halli bir Rus, Stalin zamanında çarlık zamanına göre daha az mutluydu.

– Lenin kendisi için değil de bir inancı cisimlendirmek için ortaya çıkmıştı. Fakat inancı çok dar göründü bana. Marxçı yörüngenin dışında hiç mi hiç düşünemeyen bir “bağnaz” gördüm ben onda.

– Lenin’in bir “proleter” sayıldığı fakat dilenciler, yiyecek bir lokması olmayan zavallılar için “burjuvazinin uşakları” deniyordu.

B. RUSSELL

   G.V.PLEKHANOV:

 Formel mantık, realitede geçer değildir. Hareket, ayniyet ve çelişmezlik prensibine tabi değildir. Çünkü; madde hareketsiz, hareketsiz de madde olmaz. Bütün alemin esası bu hareketli maddedir. Hareket halindeki bir cisim, aynı zamanda hem burada hem de başka yerdedir..Hem vardır hem de yoktur. Bizzat bu değişmenin varlığı, gerçekte çelişmezlik mantığı yerine, çelişme mantığı veya diyalektiğin cari olduğunu gösterir.

 Ya formel mantık doğrudur, o zaman realiteyi inkar etmeli ya da realite doğrudur, o zaman da formel mantık ilkelerinin geçerliliği yoktur.

 Eğer mantığımız doğruysa, Zenon gibi “hareketi” inkar etmemiz gerekir.

…/…

– İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır.

LORD ACTON

– “Minnettarlık”, köpeklerin alışkanlığıdır.

– İki şeyden taviz verilmez; vatan ve ordu.

– En büyük hatalarımdan birisi; imzaladığımız “Güvenlik İşbirliği Antlaşması”na Hitler’in sadık kalacağını düşünmemdir. 

– Bir insanın ölümü trajik, binlercesininki dramatik, bir milyonun ölümü ise istatistiktir.

– “Benim kör, küçük kediciklerim bensiz ne yapacaksınız?”

– Hedefini belirle, kovala, yakala ve yoket. Dünyada bundan daha güzel birşey yoktur.

– Dişini ne kadar gösterirsen o kadar iyidir.

STALİN

– Bir köle olarak yaşamaktansa, bir “özgürlük savaşçısı” olarak ölmek daha iyidir.

  YILMAZ GÜNEY

– Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz.

– Haklıdan yana değil, güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar. Güç merkezi değiştikçe dönerler; fırıldak olurlar.

UĞUR MUMCU

– En tehlikeli yönetim, hem cahil hem cesaretli olanların yönetimidir.

ERTUĞRUL GÜNAY

– Düşündüğünü söylemeye korkmaya başladı mı kişi, düşünmekten de korkmaya başlar.

VEDAT TÜRKALİ

– Bilinç, baskıdan doğar.

– Sömürü düzenine karşı çıkmak için; sosyalist/ marksist olmak, ulusunu, halkını sevmek için; ırkçı/milliyetçi olmak, adil bir insan olmak için de ahlakçı/dinci olmak zorunluluğu yoktur. Dahası bu türden yaklaşımlar; sınıfsal, etnik ve dogmatik bir tutum içinde sorunları çözen değil, derinleştiren bir anlayıştır.

– Eşitlik, “eşitler” arasındadır. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, eşit olmayanların sömürüsüne dönüşür.

– Din ve ideoloji; bilim öncesi, “ahlakçı” öğretilerdir.

AHMET AĞI

    Marxizm, toplumumuzun gerçeklerine uydurulacak yerde, toplumumuzu kafamızdaki yarım yırtık yani aptallığımızın marxizmine uydurmak istemişizdir…Memleketimizde, 50 yıllık marxizm çabalamalarının içine düşürüldüğü durum, marxizmi tersine çevirdiğimizden ileri gelir…Değişen şartlara göre değişen tedbirler gerekir. Dogmatizm, değişen durumların karşısına eski gerçeklere göre alınmış tedbirlerle çıkmaktır. Dünyada değişmez gerçek yoktur…Batılı toplumlara benzemeyen doğulu toplumlarda durum daha da çapraşık sayılmalı, kesinliklerden, genellemelerden büsbütün kaçınılmalıdır. Bir durumun değiştirilebilmesi için onun genel gerçeklerini bilmek hiçbir işe yaramaz, özelliklerinden yola çıkılmadıkça hiçbir durum işe yaramaz.

Her ülkenin sosyalistleri, kendi yollarını kendileri bulmak daha açıkçası, kendi sosyalizmlerini kendileri yaratmak zorundadırlar.

  KEMAL TAHİR

– “…Şartlar ne kadar elverişsiz olursa olsun, günün birinde devrimin gerçekleşeceğine inanıyorum da. İş, devrimden sonraki hayatın, insana gereksindiği mutluluğu verip veremeyeceğine geldi mi aklım karışıyor. Neden dersen, toplumun ve doğanın çelişkileri üstüne tutmuş koskoca bir sistem ve felsefe koymuşuz da birey olarak insanın iç çelişkilerini hiç hesaba katmamışız. Senin insan dediğin, kendini doğru ve haklı bir davaya adamış, kalıptan çıkma bir yaratık değil ki! Baştan ayağa karşıtlıklarla dolu bir varlık. Aynı zamanda iğrenç ve saygıdeğer, aşağılık ve yüce, ödlek ve cesur! Bunu demekle zannetme ki, insanı soyut ve değişmez bir kavram olarak alıp, şartlar ne kadar değişirse değişsin, o aynı kalacaktır demek istiyorum. Hayır o da değişiyor, değişiyor ama değişmesi kötüden iyiye, bilgisizden bilgiliye, vahşiden medeniye sürekli yükselen bir eğri çizmiyor. Çizdiği daha çok; iyiyle kötü, günahlarıyla sevap arasında aralıksız bir zikzak. Ayrıca, iyilik ve kötülük kavramları, koşullara göre değişen kavramlar”.

ATİLLA İLHAN “BIÇAĞIN UCU”

 – Türkiye’de “sağ” soldur, “sol” da sağdır.

– Türk Kurtuluş Savaşı, “anti-emperyalist” bir savaş değildir. 

        İDRİS KÜÇÜKÖMER

Herşey değişebilir, herşey tartışmaya açıktır. Ancak dinler, marxistler, Stalin, Hitler bunu kabul etmiyor. Bir tek bilim herşeyi tartışmaya açar. Üstelik onda da amaç, tartışmanın sonunda doğruyu bulmak değil, ona yaklaşmaktır. Bunu da yanlışları eleyerek yapar.

– At çok fazla çalışıp, yarışı kazanıyor. Atın sahibine 3 milyon lira, ata binen jokeye 250 bin lira, ata ise kazandı diye havuç veriyorlar. Hah işte o at biziz…

CELAL ŞENGÖR

– Eşitlik yok, yalnızca farklı olanlar var. Biraz ondan biraz bundan biraz da ötekinden…

WİTTEGENSTEİN

 İdeoloji, kendine göre bir mantığı ve tutarlılığı olan, belli bir toplum içinde tarihi bir görevi bulunan, bir tasavvurlar (imajlar, mitler, ve fikirler) bütünüdür.

  – Ayrıca ideoloji; maddi yaşamı din, ahlak ve bir anlamda da felsefe düşüncesiyle açıklayan tasarımlara ilişkindir. Kısaca ideoloji, bilim öncesi düşüncedir. Bilim düşüncesi ise tarihi ve toplumu, maddi yaşamın temel koşullarına göre açıklamaktır.

ALTHUSSER (Hilmi Yavuz, “Kültür Üzerine”)

 – Bir ülkeye diktayı yapanlar değil, “boyun eğenler” getirir.

– Sizin yüksekliğiniz, bizim eğilmişliğimizdendir.

BÜLENT ECEVİT

 – Önemli olan kedinin ak ya da kara olması değil, fareyi yakalamasıdır.

– İnsanların sosyal varlığı, düşüncelerini tayin eder. Öncü sınıfı temsil eden doğru düşünceler, yığınların içine girer girmez, toplumu ve dünyayı değiştiren maddi bir kuvvet haline gelir.

– Herşeyi değiştirecek, acıdan ve ölümden korkmayan bir nesil yetişecek.

 MAO

– İnsan, yediği şeydir ve insan insanın tanrısıdır. Tanrı, insanın idealleştirilmiş olarak dışavurumudur.

L. FEURBACH

 

 İnsanın gelişimi, tanrının yerine kendisini koyabilme çizgisindedir.

*

“Tanrı”, sıradan insan entellektüelizminin göğe yansımasıdır.

– “Tanrı”, insan yaratılarının en kutsal olanıdır.

         YALÇIN KÜÇÜK

Sol, ezilen ve dışlananların sözcüsü olan düşünce akımının adıdır…Ezilen ve dışlananlar 1960’larda işçiler ve köylülerdi. Sol bunların sözcüsü oldu. 70’lerde Kürtleri farkettik ama temelde Kemalist olduğumuz için onlara uzak durduk. 80’lerde bu kategori tüm dünyada fevkalade çeşitlendi; çingeneler, kadınlar, sakatlar, eşcinseller, vicdani redçiler vb. Ama biz bu yıllarda canımızla uğraştığımız için farkında bile olmadık. 90’larda kendimize gelmeye başlayınca baktık ki, bunların yanısıra Türkiye’de Aleviler, üniversiteye sokulmayan başörtülü kızlar, ateistler, gayrimüslimler…hepsi de ezilmişler ve dışlanmışlar kategorisinin has elemanları. Şimdi sol demek, işte bütün bunların sözcüsü demek”.

BASKIN ORAN

“Ancak bir noktada Marx yanıldı. Proleterya ve burjuvaziden oluşan iki kutuplu dünya oluşacak diye beklenirken orta sınıf büyüdü. Bugün dünyayı değiştirecek olan işte bu orta sınıftır, küçük üreticiler ve girişimcilerdir.”

NABİ YAĞCI

 – Burjuva kültürünün demokratlaşmasıyla, niteliği değişmeden çok sayıda insana ulaşıp yaygınlaşmasıyla, “mutlu azınlık kültürü” olmaktan çıkıp, “mutlu çoğunluk’ “kültürüne dönüşebilir.

Eğer bir “tanrınız” yoksa, saygılarınızı Hitler veya Stalin‘e sunarsınız.

T.S. ELİOT

Komiserin manivelası; “devrim”. Dava, alt yapıyı değiştirmek, üst yapı kendiliğinden değişir. Yogi içinse kurtuluş, içimizde. Aksiyon, bir tuzak. 

Zıt yaklaşımlara sahip oldukları için, komiserle yogi uzlaşamaz.

ARTUR KOESTLER

 Marxizm, aşılamaz tek toplum felsefesidir. Benim yaptığım ise, onun unuttuğu bireyi yerine koymaya çalışmaktır.

-Tanrı olmadığı için, bütün yaptıklarımızdan sorumluyuz.

-İnsan temelde, tanrı olmak isteğindedir.

– Düşünce özgürlüğünün olmaması, düşüncenin ifade edilememesi değil, insanın düşünmemesidir.

– İnsan olmak istediği, kendini tasarladığı şeydir…Başkalarını seçerken kendimizi seçeriz.

SARTRE

– Coğrafya kaderdir.

İBN-İ HALDUN

– İnsanlar, sınırlardan önemlidir.

 V. HAVEL

– Sol her şeyden önce, hümanizmdir. İnsan, “insan” olduğu için değerlidir.

ZÜLFÜ LİVANELİ

Sol; ilericidir, enternasyonaldir, devrimcidir, hümanisttir. Bizde ise kendisi gibi düşünmeyene, yaşamayana tahammül edemeyen, “faşist solcular” var.

 SİNAN ÇETİN

– Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana, “kahraman” diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise bana, “komünist” diyorlar.

Cardinal HELDER PESSOA CAMARA

– Bireye tek olma imkanı vermeyen, “kollektivizm şeytandır”. “Tek insan”, tanrı karşısında sorumlu olan insandır.

 KİERKEGAARD

TARİH FELSEFESİ-2

Çarşamba, Mart 10th, 2010

  

  MARX :

 

 Marx’ın tarih görüşünde, Hegel’den aldığı iki düşünce var:

 1-Tarihin bir süreç olduğu.

 2-Bu sürecin ilerleme olduğu.

 

 Nasıl bir süreç ve nereye doğru ilerleme?

 Hegel’den sonra düşünürler bu soru ile ilgilenmeye başlamışlardır. Bu tarihsel sürecin yasaları bulunabilir diyerek, araştırmaya başlamışlardır. Comte da bunu savunur.

 Bu yasalar nasıl bulunur? Bu yasaya cevap vermesi bakımından Marx, pragmatik bir tutum içindedir. Hareket noktası yaptığı bir açıklamadır. Kendi dönemindeki bir olguya getirdiği açıklamadır. Bu olgu İngiltere’de gerçekleşen sanayi devrimidir. Bu devrim, toplumsal bir değişmedir.

 Marx bu olguyu, toplumsal ilişkiler içinde olan üretim ilişkilerinden hareketle açıklar. Ona göre tarih; üretim araçlarının değişmesiyle ilerleyen bir süreçtir. Önce üretim araçları değişir sonra da her şey.

 Üretim ilişkileri, toplum tarzları, tarih içinde olurlar. Üretim ilişkileri ve üretim tarzları, üretim ilişkilerinden bir soyutlamadır.

 Belirli bir yerde egemen bir üretim tarzı, egemen bir toplum tarzı demektir.

 Üretim ve toplum tarzlarını belirleyen de Marx’a göre, sosyal sınıflardır. Sosyal sınıflar değiştikçe, toplum tarzı da, üretim tarzı da değişir.

Değişmeyi sağlayan üretim güçleri ve sosyal sınıflardır.

 İlerleme, belirli üretim tarzlarına göre belirli üretim tarzlarına doğrudur.

 Belirli koşullar gerçekleştiği zaman gerçekleşecek olan budur.

 Marx’ın hareket noktası, olan bitendir. Marx, toplumsal değişmeyi açıklarken toplumla tarihin birbirinden ayrılamayacağını söylüyor. Ona göre, üretim ilişkilerindeki bütün ilişkiler değişirse belirli bir toplum tarzından sözedilebilir.

 Marx’ta tarihsel oluşla, toplumsal oluş iç içedir. Bu onun sosyolojiye getirdiği bir yeniliktir.

 

  HEGEL VE MARX:

 

 Hegel gibi Marx’ın da yaptığı tarihin bütününe ilişkindir. Ancak Marx’ın Hegel’den farklı olarak baktığı toplumsal değişmelerdir.

 Hegel başka bir önkabulle, Marx başka bir önkabulle tarih şöyle oluşur diyorlar. Formel olarak ikisinin de yaptığı iş aynı. Hegel tarihten başka yasalar çıkarıyor, Marx başka.

 Marx, tarihteki oluştan ziyade değişmeyi açıklıyor.

 Her ikisi de daha iyiye doğru giden ilerlemeci bir tarih görüşü ortaya koyuyorlar. Ancak Marx’ta Hegel’deki gibi bir geist açılımı yok.

 

  İ.Kuçuradi’ye göre; Hegel’in, Marx’ın ve Engels’in görüşleri tarih felsefesi değil, tarihe ilişkin teorilerdir.

 

 

  K.POPER, “TARİHSELCİLİĞİN SEFALETİ”nden: (Historisizmin eleştirisi)

 Poper’a göre historisizm/tarihselcilik, sosyal bilimlerde prediksiyon/öndeyi yapan bir yaklaşımdır.

 Tarihsel materyalizmin yaptığı toplumların değişmesini açıklamaktır.     Toplumların değişmesi, tarihin kendisi sayılıyor. Tarih böyle oluşuyor deniyor.

 Bu prediksiyon bir tip toplumdan örneğin, sınıflı toplum tipinden, sınıfsız toplum tipine geçişi söyleyen bir prediksiyon.

 Ancak sosyal bilimlerdeki prediksiyon ile tarihteki prediksiyon aynı mıdır?

Sosyal bilimlerdeki prediksiyon bir teke ilişkindir, tarihsel materyalizmdeki prediksiyon ise bir tipe ilişkin. Ancak bu prediksiyon tarihsel koşulları dikkate alarak yapılan koşullu bir prediksiyondur.

 Teke ilişkin prediksiyon içerikli, tipe ilişkin olan ise içeriksizdir.

 

   İ.KUÇURADİ; “POPER’IN ELEŞTİRİSİ

  Poper, bu prediksiyonların farkını gözden kaçırıyor. Tarihsel materyalizm bir tip toplum prediksiyonudur ama Poper’in sandığı gibi bu prediksiyon tarihe ilişkin değildir. Prediksiyon var ama bir noktada, onun asıl ağırlığı açıklamadır. Poper, iki farklı prediksiyonu bir prediksiyon görüyor.

 “Tipleştirme, olandan hareketle yapılır. Sınıfsız toplum, negatif  bir kavramdır”  eleştiri bu noktalar hesaba katılmadan yapılıyor.

 Oluş, değişme, gerçeklik bunların hepsi bir bütünün özellikleridir. Bunlar tarihtede var toplumda da.

 Önemli olan bir yerle ilgili bakıldığında bu ögeler ne durumdadır onu saptamalı.

 Birisi bu özelliklerin hepsi tarihtedir diyor diğeri de onu eleştiriyor. Poper’a göre historisizm yanlış bir metottur. Poper, tarihte yasa olmadığını söylemek için düşmanını yanlış seçiyor.

 Tarihte üzerinde durulması gereken bir tek öge vardır o da; toplum.

 Historisizmin eleştirilecek yanları vardır ama Poper’ın eleştirisi bu eleştirilecek yanlardan biri gibi gözükmüyor.

 Poper, Marx’ın toplumda bulduğu yasalar bakımından eleştiriyor. Poper’a göre sosyal bilimlerde yasalar vardır ama bu yasalar ampirik, sınanabilir değildir. Tarihin oluşturucusu yasalar değildir.

 Poper’a göre historisizm tarihe ilişkin bir yaklaşım değildir ve sosyal bilimler tarihsel prediksiyon yapamazlar.

 Poper’ın hareket noktası epistemolojiktir. Ona göre tarihin gidişi hakkında prediksiyon yapılamaz, tarihin ontolojik yasaları yoktur.

 

  SARTRE; “DİYALEKTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ” :

 

 

 Diyalektikçi (filozof, bilimadamı, sanatçı…), yaşayan insanın yapıp etmelerinin bütünlüğüne refleksiyonlu bir şekilde bakıp, onun dolaylı bilgisini ortaya koymaktadır. Daha sonra da bu dolaylı bilgi tekrar somut gerçekliğe dönerek, onu değiştirmekte ve bu durum hiç durmadan tekrar etmektedir. Sartre’a göre tarih işte böyle olmaktadır.

 Sartre’a göre bu bilginin dolaylı olması, varlığın bilgiye indirgenemez olmasındandır. Sartre, “bunlar benzeşmezdir, ancak bütüncül bir bakış açısıyla bakıldığında aralarında yukardaki gibi bir ilişki vardır” der.

 Ona göre Marxizm, bu birbiriyle benzeşmez iki şeyi (varlık ve bilgi) özdeş saymıştır. Bütün tarihi, değişmez bir bilginin, ölü ve aşkın bir nesnesi olarak düşünmektedir.

 Sartre’a göre bu canlı evren içinde insanın ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bu her şeyden önce insanın tarihsel olabilmesinden yani insanın kendi eylemiyle ortaya çıkardığı şeylerin yeniden bilgisel olarak insana dönüp içselleşmesi (onun varoluşunu belirlemesi) ve bu içselleşen ilişkilerin yine aynı devinimde aşılmasıyla, insan kendine verilmiş olanı, olanaklar alanına doğru aşarak mevcut olanaklar açısından bir olanağı seçip nesnelleştirmesidir.

 Ona göre insan, tasarlayan bir varlıktır. Maddi koşullara bağlı olarak, gelecekte olan bir şeyi hedefleyerek yapmasıyla kendini gerçekleştiren, nesneleştiren bir varlıktır. Bu Sartre’ın önkabulüdür.

 İkinci olarak, bu insanın ‘biz olan varlık’ olarak tanımlanmasından dolayıdır. Yani bu durumda araştırıcı kendini tümüyle araştırılan olarak bulur.

 Tarihsel süreç, insanın kendisini ortaya koyma sürecidir, geistın değil.

 Bu süreç, amaçlı, bir yere doğru giden bir süreç değil. Önceleri insan yapıp etmelerinin bilincinde değil. Bu durumda edilgen bir varlık. Ancak daha sonra diyalektikçinin, insana ait bu yapıp etmelerin bilgisini ortaya koymasıyla insan, yaptığı iş üzerinde bir bilince sahip oluyor. Böylece ne yaptığını bilen, etkin insan ortaya çıkıyor.

 Sartre, insanın yaptığı işin bilincine varmasına ‘bütünleşme’ diyor. İnsan sürekli bütünleşerek, kendi yaptığının bilgisiyle belirleyerek tarihi oluşturuyor.

 Sartre, felsefe tarihini üçe ayırıyor:

 Descartes ve Locke, Kant ve Hegel ve son olarak da Marx.

 Bu fikirlerle insan kendini yenileyerek ortaya koymuştur. Şimdi insanın kendisini tekrar ortaya koyabilmesi için bu felsefeleri aşması ve yeni bir fikre ulaşması gerekmektedir.

 Tarih insanın bilinçli eylemleriyle kurulur ve anlam kazanır. Tarih insanın hep yeniden başlattığı ve hep yeniden kurmasıdır.

 İnsanın, kendisinin bilincine, bütünlüğüne varması için kendisine kadar olanları bilmesi ve bunun üstüne çıkması gerekir. Üstüne çıkabilmesi için de yeni bir fikir gerekiyor. Yeni fikir diyalektik akılla olacaktır. Bu yeni fikirler öncekiler gibi olmayacak ama tarih bir süreç olduğundan onlara dayanacak.

 İnsan bu felsefelerin dile getirdiği tarihsel anı aşmadıkça ileri gidemez. Bu an aşıldığında da insanı yeni bir fikir etkileyecek. İnsanı yöneten bu fikirlerdir. Bu durum diyalektik bir ilerlemedir.

 Bu nedenle tarih, mutlak surette antropolojiye dayanmak zorunda aksi halde soyut bir nokta olmaktan başka bir şey olamaz. Burada Hegel’den kesin olarak ayrılır.

 “Tarihin gerçekliği, insanın gerçekliğidir”.

 

 

 A.TOYNBEE : (Teolojik bir tarih teorisi)

 

 Toynbee, geçmiş ve şimdiye bakarak geleceğin nasıl olacağını ortaya koymaya çalışır. Ona göre, tarihsel incelemenin birimi; toplumlar yani medeniyetlerdir.

 “Tarih, medeniyetlerin tarihidir”.

 Toplum; a) ilkel toplum, b) medeni toplum

 

 Toynbee’ye göre bilinen bütün uygarlıkların bilinçli ya da bilinçsiz tek amaçları; insanların toplu halde yaşayabilecekleri, tek bir toplum türü ortaya çıkarmak.

 Uygarlıklar kurulurken, doğanın tehdidi altındadırlar. Ancak kurulduktan sonra bu tehditten kurtulurlar. Doğaya karşı koyamayan topluluklar yokolup gitmişlerdir. Medeniyetler, doğanın tehdidine karşı koymuş toplumların ürünüdür.

 Batı uygarlığı insanlığı birleştirmiştir ama şimdi yok olmayla karşı karşıya getirmiştir.

 Toynbee’ye göre iki alternatif var; ya birlik sağlanacak ya da bu durum sürdürülüp yok olunacaktır. Kendisi birinci yolu seçer.

 Tarih şimdiye kadar tekrar etmiştir ama şimdiden son ra da tekrar edecek demek değildir.

 

 Toynbee’nin insanlığı birleştirmek için sunduğu alternatifler:

 

1-Serbest yatırımla, sosyalist ekonomiyi uzlaştırmak.

 2-Laik yapı ile dinsel yapıyı uzlaştırmak.

 

  COLLİNGWOOD:

 

 Felsefe;  insanın kendi üzerine ikinci dereceden bir düşünmedir. Felsefe yapan yalnızca bir nesne üzerine düşünmez, bu düşünme üzerine de düşünür.

 Tarihsel düşünmenin kendine özgü nesnesi;’restgesta’dır (geçmiş).

 Tarih bir tür araştırma ya da soruşturmadır. Tarihin bulguladığı restgestadır, insanların geçmişteki eylemleridir. Bu nedenle tarih, ‘restgesta bilimi’dir.

 Ve tarih, yorumların kanıtlanmasıyla ilerler.

 Tarih, insan olmanın ne demek olduğu ve insan doğasını bilmektir.

 Tarih, insanın kendi bilgisini- bilincini edinmesi içindir.

 Felsefeci, hem geçmiş üzerine hem de tarihçinin geçmiş üzerine düşünmesini düşünür.

 Tarih felsefesi; geçmiş üzerine düşünmenin düşünülmesidir.

 

 Collingwood, tarihin nasıl oluştuğu ile ilgilenmiyor. Tarihi objesi olan pozitif bir bilim olarak görüyor. Bir tür metedolojik anlamda, tarihin bilim felsefesini yapıyor.

 Tarih felsefecisi, tarihçinin objesi üzerine düşünmesini düşünen kişidir.

 Tarih, bir ilerlemedir. Bu ilerleme yeni spesifik tiplere geçiştir.

 

Collingwood, kendi ortaya koyduğunun yepyeni bir tarih felsefesi olduğunu söyler. Bu felsefesini Voltaire’in, pozitivistlerin, Hegel’in görüşlerinden ayırıyor. Bu ayırmayı şu şekilde yapıyor:

 Hem tarih üzene düşünüyor hem de bu düşünme önünde olan restgesta üzerine düşünüyor.

TARİH FELSEFESİ-1

Pazar, Ağustos 9th, 2009

 

   ‘Tarih’, kavramının etimolojisi:

 

 *Historei (isim); insan etkinliği.

 *Historein (fiil); etkinlik sonucu ortaya çıkan ürünü, sonuçları gösteriyor. Açıklamak, kurmak, yapmak gibi anlamlara da geliyor.

 

 Bugün ‘tarih’ sözcüğü şu iki anlama geliyor:

1-Geçmiş anlamında; ‘ yaşanmış geçmiş’.

2-Üzerinde çalışılıp, bilgi üretilen bir bilim.

 

 Felsefeyi bunlara uyguladığımız zaman ikili bir görünüm arzediyor:

1-Yaşanmış geçmişin felsefesi; burada metafizik tarih teorikeri yer aldığından bugün Batıda okutulmuyor.

2-Bilginin felsefesi-Tarih biliminin felsefesi; günümüzde moda olan bu.

 

 Tarih felsefesine girmeden önce, tarihle ilgili bazı kavramlar:

 Zaman-mekan, olay-olgu; bunlar felsefe kavramı. Bunların tarihe yansıması, tarih biliminin felsefesi oluyor.

 Tarihle doğrudan ilgili kavramlar:

Geçmiş, şimdi, gelecek; zaman-mekan kavramlarının bize verilişi bu üç kavramla oluyor.

 Zaman-mekan olarak tarihte ne görülebilir dediğimizde; geçmiş, şimdi ve gelecek sözkonusu. Bizim farkına vardığımız; devam ediş, sürüş,  geçme.

 ‘Zaman geçiyor’ dediğimizde takvim ve saat ölçüleri yetmiyor bir de değişme olması gerek. Değişme, oluşla ilgili, ne oluyor, ne değişiyor.

Geçmiş(vardı), şimdi(varolageldi), gelecek(varolacak); bu alanda ne oluyor ne değişiyor.

 

 İlerleme; bir çizgi üzerinde kesintisiz adım atmak. Olumlu bir değişme, öne doğru bir gidiş. Bir olgu olarak değil, belirli olgular üzerine değerlendirmedir.

 Değişme ise, amaçlanana götürmesi bakımından bir değerlendirme. Zaman dışı iki anı karşılaştırma.

 

    “İlerleme, bir fikirdir/düşüncedir”.

                                                      Kant

 

 Olgu; bir değişmeyi saptamak.

 Olaylar; 1- Doğa olayları; kendiliğinden oluş.

               2-Tarihsel, toplumsal olaylar; insanların birbirleriyle ilişkilerinde ortaya çıkan olaylar.

 Olayları, yersiz ve zamansız düşünemeyiz. Oluş, muhakkak bir yer ve zamandadır; devam eder ama bu devam ediş bir yere doğru değil, sadece sürüyor.

 

 Olay – Olgu :

 

 Olgu; benzer olayların kavramlaşmasıdır. Bir olgu için tek bir olay yeterli değildir. Başka benzer olayların da olması gerekir.

 Örneğin onun, benim bir yere gitme eylemini ‘ulaşım’ kavramıyla olgulaştırıyoruz.

 Olayların, bir yer ve zaman bakımından tespit edilebilir olmasına karşılık, olgular oluşur, oluşmaya devam eder.

 Olaylar sadece insan etkinlikleriyle ilgili olmayıp doğa olayları da olabilir. Oysa olgular sadece insan etkinlikleriyle ve homojen olayların kavramlaşması ile olur.

 İnsan olayları, olgulaştırarak bilebilir, açıklayabilir. İşte bu açıklamalar, tarihsel açıklamalardır.

 Olay, bütün insan etkinliklerinin bilinebilir en küçük birimidir.

 Bir olgunun tarihini bilmek, o olgunun altında yatan olayların bilinmesi demektir. O olaylar bilirnirse, o olgu açığa çıkar.

 Olyın tarihi, kronolojidir; zaman-mekan saptamasıdır. Ancak tarihsellik kazanabilmesi bu yeterli değil.

 E.H.Carr’ın da dediği gibi “olaylar, olgulara bağlanmazsa; geçmişe ilişkin tarihi olayların unutulmuş boşluğuna düşüp, yokolup giderler”.

 Olay, şimdi olup bitiyor, şimdi olan bir şeyin tarihinden sözedilemez. Ancak zamanından ve yerinden sözedilebilir.

 Olayda misal; “benim sigara içme tarihime”, olgu da ise “sigara içmenin tarihine” bakılır.

 ‘Sigara içme’ bir olgudur, belli zaman ve mekanda içilmesi ise; olaydır.

 

  E.H.CARR :

 

 “Tarih Nedir?” adlı kitabından:

 

 Carr, 19.yy ve bu yylı hazırlayan önceki dönemin tarih görüşünden yola çıkarak bir eleştiri yapmaktadır.

 Bizim ‘olgu’ dediğimize o ‘tarihi olay’ diyor. Ona göre olayın tarihi olmasını sağlayan tarihçidir. Tarihçi, olayları çekip çıkartır ve olgulara bağlar.

 Diyelim ki tarihçi, 1770-80 yıları arasındaki üniversitelerin geçmişini araştırıyor. Ve bu yıllardan önce bir öğretim görevlisinin öldürüldüğünü düşünelim.

 İşte tarihçi bu olayın 1770-80 yılları arasındaki bir nedenle ilişkisini kurabilirse, olayın tarihileşmesini sağlayabilir. Örneğin bu nedenlerden biri, güvenliğin yetersizliği olabilir. Tarihçi sözkonusu öldürme olayını, bu nedene bağlayabilirse, olayın da tarihi olmasını sağlayabilir.

 

 Aynı olayı, neden farklı tarihçiler farklı betimliyorlar?

 Carr’a göre her tarihçinin geçmişe ait bakış açısı farklıdır. Tarihçi de, bilim adamı, sanatçı gibi toplum içinde yaşayan ve bir bakış açısına sahip kişidir.

Yoksa toplum dışı, ideal bir insan değildir.

 Örneğin, “geçmişte eğitici sayısı hiç de az değildi” yargısına sahip bir tarihçi, geçmişte bu yargısını doğrulayacak olayları seçerek bu görüşünü ispatlayabilir.

 Tarihçi, bir olayın gerçek sebebini bulmayı amaçlar. Ancak bu neden bazen hiçbir zaman bulunmayabilir.

 

 Carr, tarihten şunu anlıyorum der:

“Tarih, tarihçi ile olguları arasında kesintisiz, karşılıklı bir etkileşim süreci; bugünle geçmiş arasında bir diyalogdur”.

 İnsanlık için, bugünün anlaşılabilmesi geçmişin anlaşılmasına bağlıdır. Geleceğe daha sağlam adım atabilmek için bu şarttır. Tarihçinin önemi de buradadır.

 Süreç nedir? Süreç kavramı ile yakından ilgili kavram; ‘değişim’dir. Süreçteki değişim, olgunun değişmesidir.

 Bu süreçteki değişimin düzenli ve art arda olduğu düşünülüyor. Böylece bir olgu sürekli ve art arda gelen değişmelerle olgu olma niteliğini yitirmez ancak öncekine oranla daha başka bir olgu haline gelir.

 Değişmede belirli bir yön ve gidiş olduğu zaman süreç, ‘gelişme süreci’ veya ‘ilerleme süreci’ olur. Bunun tam tersi ‘gerileme süreci’ de olabilir. Süreç, bir olgunun değişmesi süreci.

 

 Nesnel tarih’ nedir?

 

 Tarihsel olayın, olanlarla uygunluğuna nesnel tarih denir. Bugünden geçmişe bakmak nesnelliğin en büyük sorunudur. Tarihteki nesnellik, doğa olayları gibi değildir. Ancak tarihsel olayın, olanlarla uygunluğu sözkonusu. Ancak bu da çoğu zaman çok zor.

 

 Carr’ın oluşturduğu pozitivizm, özel bir pozitivizm. Ona göre tarih; olaylardan ve olgulardan ibarettir. Carr’ın tarih görüşü hem bütün ‘alan’cı görüşleri hem de bilgi olarak hesaba katan bir görüş. Başta tarihi bilgi olarak tanımlamaya çalışan Carr, daha sonra tarihi alan olarak ele alır. Aralarında bir çelişki yok.

 

(“Tarih felsefesi; bir tarih metodolojisi olarak karşımıza çıkıyor ya da önemli bir kısmı bundan oluşuyor”. İ.Kuçuradi)

Oluşturucusu bakımından tarih felsefesi:

 

1-Bilim:

 *Bilgi olarak tarih.

 *Bilgi felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarih.

 

  Bilgi olarak tarih:

 a)Bilgiler tarihi; felsefe tarihi, matematik tarihi, fizik tarihi…

 b)Olgular tarihi; T.C. tarihi, Özgürlük tarihi…

 c)Olaylar tarihi; olay hem bilgi olarak hem de varlık olarak.

 d)Hem olayları hem de oluları kapsayan tarih.

 

  Bilgi felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarih:

  Tarih nedir? Sorusuna cevap vermez. Ancak şu sorular sorulabilir:

  Bilgi olarak olayda, bu olay doğru mudur, yanlış mıdır? Olayın bilgisi nasıl elde edilmiştir? Bilgisi elde edilecek başka olaylar yok mudur? Bu olayın bilgisi nasıl ortaya çıkarılabilir? Bir olayın bilinmesi ne demektir? Bir olayın nesnel bir bilgisi olması ne demektir?

 Bilgi felsefesi bu soruları tarih felsefesi açısından soruyor.

 Tarihin neliğine ait olan ‘tarih nedir?’ sorusu burada bilginin neliğine ait soruya dönüyor. Burada bir tür indirgeme sözkonusu. Bu nedenle ‘tarih nedir?’ bilgi felsefesinin sorunu olamaz.

 Tarih felsefesi yapılmak isteniyorsa, durulması gereken alan; varlık felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarihtir.

 

 2-Alan (insanın yarattığı dünya, tarihsel gerçeklik):

     (Gerçeklik hem doğadır hem de bir varlık alanı olarak tarihtir.)

    *Varlık alanı olarak tarih.

    *Varlık felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarih.

     Geçmişten bugüne olup bitenin tarihi.

 

     Varlık alanı olarak tarih:

     a)Tarihi bağımsız bir alan ya da oluş olarak gören görüşlerin yeraldığı küme.

      (Örnek; Hegel)

     b)Tarihi antropoloji ile ilgisinde gören görüşler:

     *Örnek; Harmann, Sartre ve Marx. Bunlar bütüncü, kavrayıcı görüşlerdir. Hareket noktaları; yaşanan ilişkiler değil ama bu ilişkilerle bağlı olduğu söylenen bütün bir yapıdır.   

      *Tarihi, toplumsal ilişkilerle ilgisinde gören görüşler. Çağ olarak 20.yy. Hareket noktaları; günlük olaylar:

       -Annales okulu.

       -Carr, Arendth.

 

   Bir varlık alanı olarak tarihin oluşturucuları:

    Kişiler→Gruplar→Olaylar→Ürünler

 

    Ürünler:

  *Kalıcı ürünler; mimari eserler, kitaplar, diller…

  *Belirli bir anda insanın yarattığı dünya; (a)toplum, (b) ilkeler, gelenekler, fikirler…

    

 

      HEGEL:

 

 Tarihi bağımsız bir alan görüyor. Hegel’e göre tarih, dünyanın tarihi.  Dünya tarihinin felsefesi ya da felsefi dünya tarihi.

 Dünya→Dünya tarihi→Felsefi dünya tarihi.

 

 Dünya fiziksel ve psişik doğayı kapsıyor. Ancak her ikisi olarak da doğanın temelinde tinsellik var. Doğanın tarihi; tinsel/geistik olanın tarihi. Ve dünya tarihi geistik oluşun bir sürüp gitmesidir.

 Dünya tarihi, geistın kendi kendisini gözlemlediğimiz somut olarak ortaya çıktığı yer ya da dünya tarihi geistın gözlediğimiz tiyatro sahnesi.

 

Peki geist tarihte kendini nasıl gösteriyor? Onu nasıl bilebiliriz?

 Hegel’e göre bu üç aşamada olur:

 1-Geistı biz bazı kavramlarla bilebiliriz.

 2-Bazı ideler aracılığı ile bilebiliriz. İde, geistın kendini göstermesi için bir araçtır.

 3-Geistın en somutlaşmış hali olan devlet biçiminde bilebiliriz.

 

 Hegel, felsefi dünya tarihinden ne anlıyor? Bu konuda bazı tarih tarzlarından bahseder:

 1-İlkel tarih ya da asli tarih; tarihçinin tanık olduğu olayları aynen betimlemesi. Bu nedenle Tarihçinin kendi geistı ile anlattıklarının geistı aynıdır. Burada tek bir geistık oluş sözkonusu. Olan biteni olduğu gibi anlatan tarih.

 Tarihçi, olayların dışına çıkmamıştır. Olayların geistı içinde yaşamaktadır. Refleksiyon yapmamaktadır.

 Bilgili bir tarihçi olmak değil de, tarihten bir şeyler çıkarmak isteyen kişiler bu tarih yazıcılarının yanında yalnız kişilerdir.

 Hegel bu tarih yazıcılığına Heredot ve Tukidides’i örnek verir. Bunların tarihleri, sadece gelecekteki insanlar için, yaşadıkları olayların kronolojik bir bilgisini verme.

 İlkel tarihte, olayın kendisi yoktur, olayın bilgisi vardır. Hegel’e göre önemli olan, olayın bilgi olarak sunulmasından çok kendisidir. Olayın kendisi demek, olayın bilgisinin üstüne/dışına çıkmaktır. Olayın dışına çıkmak, olayın başka şeylere de karşı geldiğini söylemektir. Nesnel olmak, objektif olmaktır. Olayın substansını/özünü bilmektir. Yetkin olan tek tek olan olaylar değil, genel olandır. Onun tözüdür. Bunun tözünü aramak için olayın geistık bir şey olduğunu bilmek gerekiyor.

 Hegel’in baktığı hep; bir şeyin özü nedir? Ona bakıyor. Hegel’de kavram ile o kavramın gerçekliği bir ve aynı şeydir.

 

 2-Refleksiyonlu tarih; tarihçinin kendi çağından kalkarak geçmişi betimlemesi. Bu nedenle tarihçinin geistı ile anlattıklarının geistı aynı değildir. Burada kaynak yaşanan olaylar değildir. Bu yüzden bir gözlem dili yoktur.

 

 Bu tarih yazıcılığının 4 türü vardır:

 a)Genel tarih; geçmişin geistı ile bugünün geistı arasında bağlantılar kurar. Ama hep bugünün tini içinde kalır.

 Hegel’e göre refleksiyonlu tarite olayın özüne varamaz. Çünkü bugünün geistı ile geçmişin geistı bilinemez.

 Bu tarih yazıcılarının yaptıkları sadece bir milletin, bir devletin tarihini refleksiyonlu bir şekilde ele alıp yazmak.

 Hegel genel tarih derken, genel olarak refleksiyonlu tarihin ne yaptığını söylüyor.

 b)Pragmatik tarih; bu tarih ahlaksal bir bakışlı bir refleksiyonla hareket eden ders almacı bir tarihtir. Geçmişten ders çıkarılması, bu nedenle benzer durumların anımsanması.

 Hegel’e göre benzer durumların hatırlanması hiçbir yarar sağlamaz. Çünkü dün, bugün değildir. Oluş süreklidir.

 c)Eleştirel tarih; tarihin tarihini yapma. Geçmişte olanı yargılayıp doğru olup olmadığına bakılıyor.

 d)Özel tarih; bütünü parçalayarak ele alan tarih:

 Sanat tarihi, hukuk tarihi, bilim tarihi, edebiyat tarihi gibi. Hegel’e göre özel tarihlerin bütünü bize çağın geistını verir. Bu tarihin yöneldiği alanlar, bir ulusun tarihi ile ilişkilidir. Bir ulusun sanatının, dininin, biliminin felsefesinde değişmeyen şey bize o ulusun idesini verir.

 

 Bütün kavramların taşıyıcısı obje olarak ide; süreç.

 

 Süreç:

 1-Hayat, 2-Bilme, 3-Mutlak ide

 

Mutlak ide:

 1-Doğa, 2-Lojik ide

                         ê

          Geist(kendi bilincine varan ide):

a)Öznel geist; duygu ve düşünce, düşünme dünyası.

b)Nesnel geist; hukuk, ahlaklılık, toplumsal kurumlar…

c)Mutlak geist; sanat, din, felsefe…

 

3-Felsefi tarih; tarihin düşünülerek ele alınması. Felsefenin getirdiği tek  düşünce de “aklın dünyaya egemen olduğudur”. Bir bütün olarak bakıldığında dünyada her şey rasyonel bir şekilde olup bitmektedir. Dünya tarihi, aklın zengin bir ürünüdür.

 Dünyaya egemen olan aklın belirlenimi, dünyanın en son amacı özgürlük ile örtüşmektedir. Dünya tarihinin zemini geisttır.

 Felsefenin görevi; idenin kendini dünya tarihinde nasıl açtığını göstermektir.

 

 Geistın tek yapısal özelliği; özgürlüktür. Bunu dışında her şey bu özgürlüğü meydana çıkarmaya çalışan birer araçtırlar. Maddenin kendi substansı kendi dışındadır. Oysa geist hep kendi içinde ve kendindedir. Kendi dışında olmak, başka bir şeye bağımlı olmak demektir.

 Hegel’e göre Doğulular, geistın ya da insanın kendi başına özgür olduğunu bilmezler. Bunun içinde özgür değillerdir. Sadece birinin özgür olduğunu sanırlar. Aslında o da özgür değil despottur.

 İlk defa özgürlük bilinci Yunanlılarda ortaya çıkmıştır. Ancak bunlar da bazı kişilerin özgür olduğunu sandılar. Hegel’e göre insanın özgür olduğunu ilk defa Germen toplumlar anlamıştır.

 

 Dünya tarihi, özgürlük bilincinde ilerlemedir. Özgürlük geistın tek amacıdır. Bu amaç dünya tarihinin oluşarak yönlendiği amaçtır. Tanrının ve dünyanın istediği budur.

 Geistın kendini gerçekleştirmede kullandığı araçlar; tek tek kişilerin tutkuları, çıkarları, amaçları kısacası insanların erdemleridir.

 Geist, önce kendi bilincine varır daha sonra da amacını gerçekleştirmeye başlar.

 Geistın istediği, Sezar’ın istediği ile aynı şeydir. Büyük kişiler geistın amacını gerçekleştirmesine daha çok yardımcı olurlar. Dünya tarihinin en son amaca gidişini hızlandırırlar. Bu büyük kişiler çağın ne istediğini bilen kişilerdir. Ancak bu kişiler mutlu değildirler. İşleri bitince ölür, öldürülür ya da sürülürler.

 Özel, genel için bir ihtiyaçtır ve onun için feda edilirler. Kişiler kendi isteklerini gerçekleştirip tatamin olurlar. Böylece de amaca da hizmet ederler. Bu nedenle kişilerin kendileri de amaçtır, araç değildirler.

 

 Devlet, yeryüzünde tanrısal olanın veriliş şeklidir. Ahlaksal bir birliktir.

 Hegel, bir ön kabulle/ilkeyle dünya tarihi nasıl oluşuyor ona bakıyor. “Bütüne baktığımda bunu çıkarıyorum” der.

 Bu bir kültürler tarihi ya da fikirler tarihi. Düşünce/fikir, ideye doğru nasıl gidiyor ona bakıyor.